13
Perşembe
Ne zamandır korkusunu duyduğum mektupsuz günüm, bugünmüş meğer, hem de hiç beklemediğim bir zamanda. Pazartesi günkü mektubun gerçekten önemliymiş ki, ertesi günü yazamadın. Neyse bir dayanağım var elimde: telgrafın. Cuma Kendimi sana beğendirecek bir güç gösterisi yapıp, önce dosyayı gözden geçirecek, sonra yazacaktım sana; ama olmadı, odam boş, bana aldırdıkları yok, "adamı rahat bırakın" diyorlar sanki. "Derdi başından aşmış, görmüyor musunuz, gırtlağına bir şey tıkanmış gibi." Dosyayı bir yana ittim, sana geldim, eğildim mektubun üstüne, o gün ormanda olduğu gibi. Bugün mektup gelmedi senden, ama kaygılanmıyorum, yalvarırım Milena, beni ters anlama, senin için hiç kuşkulanmış değilim, öyle görünüyorsa da -çoğunlukla öyle görünüyor, haklısın- bunu güçsüzlüğüme, yüreğimin şımarıklığına ver; bu yürek kimin için attığını biliyor da üstelik, ama yüce kişilerin de güçsüz durumları olmuş; Yanılmıyorsam Herakles bile bir kez bayılmış.
Senin önünde dişlerim kenetli, gündüzleri bile görebildiğim gözlerinin önünde her şeye boyun eğerim: Yokluğuna, üzüntüye, sıkıntıya, mektupsuzluğa, her şeye. Mutluyum Milena, beni ne türlü mutlu kıldığım busen! Partiden biri gelmişti; şaşma, ben de partilerden birindeyim. Adam tedirgin etti beni, kızmasına kızdım, ama öylesine iyi, sevimli, şişman; üstelik Almanların o doğru yüzlülerinden; şakadan anlayan, hoş biri, ama sana yazmaktan alıkoymuştu ya beni, hoş göremiyordum. Öteki bölümleri görmek istedi, tam odadan çıkarken -sabrım tükenmiş olacak ki,- odacı mektubunu getirdi, merdivende açtım, gözlerime inanamadım, içinden bir de fotoğrafın çıkmaz mı? İnanılmayacak, doyumsuz bir mektup bu, hiç bitmeyecek gibi güzel bir şey; ama resmin, acınacak bir resim, gözyaşları, yürek çarpıntıları içinde bakılabilir bu resme, başka türlü bakılamaz. Genç bir yabancı oturuyor karşımda.
Yukarıda yazdıklarıma son vermek için: Bak Milena, yüreğimde sen olduktan sonra her şeye göğüs gerebilirim; mektup almadığım günler korkunç diye yazdığıma bakma, doğru değil pek, zor geliyor, güç oluyor öyle günler, ağır geliyor, su alan bir kayık gibi, battı batacak, gene de yüzüyor senin sularında. Yalnız bir şeye göğüs geremem, senin yardımın olmadan bir şeyle başa çıkamam: "korku"yla; bu konuda alabildiğine güçsüzüm, enezim, incelemeye bile yetmiyor gücüm, batıvereceğim dibe. Jarmila için söylediklerin bir çeşit acınma duygusundan... yüreğin bir ara ele veriyor beni, onun için böyle düşünüyorsun. İki kişi mi sayılırız bu konuda? Ya benim korkum? Kendi kendimi kirletme korkusundan başka bir şey mi? (Gene biri geldi, anlaşılan burada bitiremeyeceğim mektubu.) Önümdeki mektubun yüreğime su serpmese, yazacağını söylediğin o büyük mektuptan ürkeceğim neredeyse. Neler yazacaksın, neler okuyacağım o mektupta? Parayı alıp almadığını yaz hemen, eline geçmediyse gene yollarım, o da geçmezse gene yollarım, tükeninceye değin yollarım, tükenince her şey girer yoluna, üzülme! Çiçek çıkmadı zarfın içinden, anlaşılan son dakikada vazgeçtin, çok gördün belki de.
***
Cuma
Tanışalı beri böylesine hasta olmadın, öyle mi? Aşamadığım ırak yollar hastalığınla birleşince kendimi nasıl duyuyorum biliyor musun? Sanki odanda, pencere ile yatak arasında durmadan, umutsuz gidip geliyorum; sen baygın yatıyorsun, tanımıyorsun beni. Kimselere inanamıyorum, güvenemiyorum, doktorlara bile. İyileşmen için hangi yola başvurmalı, bilmiyorum. Elimden hiçbir şey gelmeden şu kapalı, üzüntülü göğe bakıyorum: Geçmiş yıllarla eğleniyor sanki, o da gerçek yüzünü gösteriyor, umutsuz yüzünü, benim gibi onun da eli kolu bağlı. Yatakta mısın Milena? Yemeğini kim getiriyor. Ne yiyorsun? Ya baş ağrıların? Bu baş ağrılarını üstünkörü geçtin hep, elin değerse anlat, n'olursun. Bir arkadaşım vardı, Doğu Yahudilerinden, bir oyuncuydu; her altı ayda bir, birkaç gün süren, dayanılmaz baş ağrılarına tutulurdu; başka hastalığı yoktu, sapasağlamdı, ama bu baş ağrıları geldi mi, sokakta olursa evlerin duvarlarına dayanır öyle dururdu, hiçbir yardımda bulunamazdık, çevresinde dolaşır beklerdik. -Sağlamlar hasta kişilerin semtine uğramazlar, hastalar da yüz çevirmiştir sağlıklı kişilerden.
Sancıların belirli zamanlarda mı geliyor? Peki, doktor ne diyor? Ne zamandır çekiyorsun bu ağrıları? İlaç da alıyorsundur sanırım? Kötü, çok kötü. Üstelik "yavrucuğum" dememe de izin verilmiyor. Üzüldüm gidemeyişine; anlaşılan haftaya perşembeye çıkabileceksin yola? Dağların, ormanın, gölün ortasında esenliğine kavuştuğunu görme mutluluğuna ben ermeyeceğim. Ne doymaz biriymişim, değil mi? Ama yazık, daha birkaç gün Viyana'da kıvranmak zorundasın. Davos'a gitme işini sonra konuşuruz. Gitmek istemiyorum, hem çok uzak, hem çok pahalı, hem de gereği yok. Prag'dan ayrılır sam -gerekiyormuş ayrılmam- bir köye giderim en iyisi. Ama kim alır beni evine? Düşünürüm daha, nasıl olsa ekimden önce çıkamam yola. Dün Stein'ı gördüm, tanırsın belki: Kral Alphons'la karıştırırlar onu hep. Bir avukatın yanında çalışıyor şimdi, benimle karşılaşmış olmaktan pek sevinçliydi, görmeseymiş beni, telefon edip bir şey dileyecekmiş. "Neymiş?" dedim. Bir boşanma davasında benim tanıklığımı istiyormuş, bu boşanma işiyle biraz da ben ilgiliymişim de... Bir yere dayanmak geldi içimden. Meğer korktuğum değilmiş: Bir ozanın anasıyla babası ayrıyormuş da; anasını hiç tanımam, ama anası Dr. Stein'dan dilemiş, oğluna biraz göz kulak olaymışım, kötü davranıyormuş anasına.
Çok tuhaf bir evlilikti bu, anlatayım: Kadın daha önce bir başkasıyla evliydi, şimdiki kocasından bu oğlana gebe kalıyor, ama çocuk ilk kocanın adını taşıyor, asıl babasınınkini değil. Kadın boşanıp bu adamla evleniyor; şimdi yıllarca sonra, ayrılıyorlar, adam istiyor ayrılmayı, dâva bitmiş bile. Ama ev sıkıntısı yüzünden kadın bir türlü çıkamıyor evden, boşanmış oldukları halde birlikte yaşıyorlar. Adam oralı değil, kadın ev bulup çıkamasa bile birleşmeyi düşünmüyor. Gülünç denecek kadar acınacak insanlarız. Adamı tanırım, iyi, çalışkan biridir. Ne istiyorsan yaz kuzum, ne kadar çok şey istersen o denli sevinirim; her kitabın, her nesnenin içine girer, Viyana'ya gider ulaşırım sana (müdürün buna bir diyeceği yoktur), bir sürü böyle fırsatlar ver bana. "Tribuna"da çıkan yazılarını gönderemez misin? İzinli gideceğine sevineceğim neredeyse, yalnız posta durumu sıkıyor biraz. Oradaki yaşamını, evi, yolları, pencerenden neler gördüğünü, yemeğin nasıl olduğunu, her şeyi yazarsın bana, değil mi? Ben de o yerlerin yabancısı olmam, oralarda da seninle yaşarım.
***
Cumartesi
Şu ara kızıyorum kendime, üzgünüm de üstelik; telgrafını yitirdim, yitirmiş olamam elbet, ama aramak zorunda kalışıma kızıyorum. Gene de suç sende, öylesine güzel yazmış olsaydın, her dakika elimde olmazdı, bulurdum şimdi. Doktorun sözleri su serpti yüreğime. Kanın hiç önemi yokmuş, "gördün mü? Ben de öyle dememiş miydim? İyidir doktorluğum.
Peki, ciğerin için ne dedi? Aç kalmanı, ya da yük taşımanı salık vermemiştir sanırım? Ama beni sevmene bir diyeceği yoktur, değil mi? Yoksa benim adım hiç geçmedi mi? Benden bir şeyler bulamadıysa sende, inanmam doktorun doktorluğuna. Kim bilir, belki de benim ciğerimdeki yarayı görmüştür sende! Korkulacak bir şeyin yok, değil mi? Sana yalnız bir aylık bir dinlenme verdiyse iyi, çok iyi hem de. Ha Viyana'da kalmışsın ha başka bir yere gitmişsin... Ne diyeyim? Bütün umudunu bu yolculuğa bağladığına göre, ben de inanıyorum, istiyorum gitmeni. Gene Viyana yolculuğu; bu konuda yazdığın, şaka etmediğin zaman, sallanmaya başlıyorum, yer kayıyor ayağımın altından, ha düştüm, ha düşeceğim. Düşmüyorum, ama kötü bu durum. İç engellerin üstünde durmak istemiyorum, güçlü olmalarına onlar da güçlü, ama alıkoyacak kadar değil anlaşılan; bu da benim gücümden geliyor; dış engelleri daha önce yazmıştım.
Bu yolculuğu yapabilirim elbet, ama yalana sığınarak, oysa yalana başvurmak istemiyorum; bu yalandan kaçışta onurlu bir erkeğin çekingenliği yok, bir okul öğrencisinin korkusu var yalnız. Sonra da tuhaf bir duygum, bir önsezim var bu konuda: Nasıl olsa, diyorum, ya kendim ya da senin için bir Viyana yolculuğu var sonunda, kaçınılmaz bundan, işte yalanı o zamana saklamak istiyorum. Bu konuda iki kez üst üste yalan söylemeyi en vurdumduymaz öğrenci bile göze alamaz. Zamanı gelince başvuracağım bu yalana dört elle sarılmışım, senin verdiğin gelme sözüne sarıldığın gibi. Onun için şimdi gelemem. İki günün güveni yerine, ne zaman olsa giderim olasılığı daha iyi Milena.
N'olursun kes, anlatma buluşmamızın güzelliğini, eziyet ediyorsun bana; daha sırası değil... Ama biliyorum: isteklerin en zorlayıcısı da bu! Ya çiçekler? Çoktan solmuştur, değil mi? Ne kötü bir zamanıma rastlamıştı onların gelişi bilemezsin, anlatamam da. Max'la arandaki anlaşmazlığa karışmak istemiyorum, seyirci kalmak daha iyi. Sen, yerden göğe haklısın, ama bak, bir de işi şu yönden al: Sen yurtsuz değilsin, senin bir yurdun var, dilersen sırtını çevirebilirsin yurduna - en iyisi de bu anlaşılan, çünkü ne de olsa yüzde yüz kopamaz insan yurdundan- Ama Max yurtsuz, sırtını çevirecek yeri yok demektir. O, durmadan bir yer arıyor kendine, bir yurt yaratmak istiyor, her gün, her saat, nerede olursa olsun, ister yolda yürürken, ister yüzme kulübünde güneşlenirken, ister senin çevireceğin kitabı yazarken (belki yazarken sinirleri en az gergin olduğu zamandır - ama sen, zavallıcık, suçluluktan kurtulmak için az yük almadın sırtına: Görür gibiyim seni, çeviriyi yapıyorsun, eğilmişsin kâğıdın üstüne, boynun çıplak, arkanda duruyorum, dayanamayıp öpüyorum ensenden... Kaçma n'olursun, öpmek istemiştim... İşe yaramayan sevgimin bir gösterisiydi bu.) evet, Max böyle işte, durmadan onu kurar usunda, sana yazarken bile. Ona davranışın ne tuhaf Milena?
Genel olarak kendini çok iyi koruyorsun, ama ayrıntılarda onun buyruğu altındasın sanki. Davos'a gitmemi, bir de anamın babamın yanındaki yaşamımı yazmışa benzer. Anlattıkları gerçeğe uymuyor pek. Bizimkilerin yanında oturma işi çok kötü, yalnız birlikte oturmaktan değil bu, oradaki yaşamım, o iyilik, o sevgi çemberinin içinde yavaş yavaş erimem, çekilir gibi değil! Babamın mektubunu okumadın daha, sinek kâğıdına tutulmuş bir sineğin çırpınmasının iyi yanlan da vardır belki; biri Marathon'da savaşır, öteki yemek odasında... Savaş Tanrısıyla yengi Tanrıçası her yerde vardır! Yolu yürümek neye yarar? Evde yemek yemenin daha yararlı olacağını bildiğim halde... Davos için başka zaman yazarım. Davos'a gitmeyi tek şey için istiyorum: Ayrılırken seni öpme fırsatını bulurum diye.
***
Cumartesi
"İyi ve sabırlyıım, öyle mi? Bilmiyorum, ama şunu biliyorum: İyi geliyor böyle demen, bedenime iyi geliyor, önünde sonunda bir telgraf, bir kâğıt parçası, ne yazık ki, uzatılmış bir el değil. Gene de yorgun, üzgün bir havası var, yataktasın, belli. Ben de üzgünüm, bugün de mektup gelmedi senden, gene mektupsuz geçti bu günüm de; iyi değilsin anlaşılan. Telgrafı çekmek için postaya gidebildin mi? Belki de hiç çıkmıyorsun yataktan? Odandasın hep? Ben de buradan çok senin o odanda yaşıyorum. Bu gece düşümde birini öldürdüm, senin yüzünden, korkunç, kötü bir düştü, kötü bir geceydi, yerli yerine anımsayamıyorum. Geldi mektubun, sevinçliyim artık! Çok açık seçik yazılmış bir mektup. Ötekiler de daha az açık değildi, ama ötekilerdeki açıklığı görmekten kaçınıyordum. Hem sen nasıl yalan söyleyebilirsin? O yüz yok sende. Max'i suçlamıyorum, ama gerçeğe aykırı şeyler yazmış olacak sana. Hem istemiyorum, kim olursa olsun girmesin aramıza, karışmasın bize. Bu yüzden birini öldürdüm bu gece. Biri, hem de yakınlarımdan biri, söz arasında - anımsamıyorum konuştuklarımızı, ama aşağı yukarı biri bir işi bitiremeyecek, sonuna getiremeyecekmiş sözde - evet yakınlarımdan biri, iğneleyici bir sesle: "Öyleyse Milena'dır" deyince öldürdüm adamı... Hırsla döndüm eve, anam hep arkamdan koşuyordu, eve gelince gene buna benzer sözler edildi, sonunda kızdım, sesimin yettiği kadar: "Milena'ya dil uzatırsanız" dedim, "kim olursa olsun" dedim, "babam da olsa onu da öldürürüm, kendimi de."
Uyandım, ama ne uyku uykuya benziyordu ne de uyanışım. Eski mektuplara dönüyorum gene, kıza yazdığın mektuplara benziyor kimi. Gece yazılanlar sabah yazılanların üzüntüsünü taşıyor. Gece yazdığın bir mektupta; "Her şey olabilir, ama beni yitirmen? bu olamaz işte." demişsin. Bilinmez, birazcık zorlansaydı, olmayacak dediğin bu şey de olabilirdi belki, belki oldu da böyle bir zorlanma, belki başarıldı da... Ama bu son mektubun bir soluk aldırdı bana; iyi, ötekilerin altında ezilmiştim, diri diri gömülmüş gibiydim, kolumu kanadımı kıpırdatmamak zorundaydım... Öyle ya, belki de gerçekten yaşamıyordum artık. Yazdıkların şaşırtmadı beni, bekliyordum, elimden geldiğince hazırlamıştım kendimi... Gene de gelip çatınca, yeterince güçlü olmadığım çıktı ortaya. Ama, yığılıp kalmıyor kişi hiç değilse. Durumunu, esenliğini anlattığın yerler korkunç Milena, dayanılması güç. Hele git gel de o zaman düşünürüz. Umduğun esenliğe kavuşursun belki - hiç değilse görünüşte kavuşursun.
Çok şey ummuyorum, ama güveniyorum sana. Zorlanmaya gelmezdin, değil mi? Oysa ben zorlamadım mı seni? Seni, doğaya, ormana, göle, iyi yemeklere bırakıyorum, bunlar yeterse, sorun yok. Bir kez daha okudum mektubunu, anımsadığım kadarı şu: Bugünkü durumumla geleceği söz konusu etmişsin. Babana benim için yazdıklarını ele alırsak -bir sefer daha yazmıştım- mutsuzluğunun nedeni ben olduğum çıkar ortaya... Benim, başkası değil Milena, ben, ben, yalnız benim -gözle görülen nedenleri geçiyorum- ben olmasaydım, sen altı ay önce ayrılmıştın bile Viyana'dan, o zaman ayrılmamış olsaydın bile, şimdi ayrılırdın, biliyorum bunu. Viyana'dan ayrılmak istemediğini de biliyorum, ben olmasaydım da ayrılmak istemeyecektin, onu da biliyorum, ama benim oluşum, Viyana'da kalmanı istemeden sağlıyor ya! Uzağa gitmeyelim, güç, anlaşılmaz sorunları çözmeye uğraşmadan, en kolayını alalım ele: Kocandan bir kez daha ayrılmıştın, onu bırakıp bir kez daha gitmiştin bir yerlere; bugünkü durum karşısında; bugünkü zorlanma karşısında daha da kolay olurdu onu bırakman...
Ama bırakmış olman için bırakmak başka, başkasının gönlünü etmek için bırakmak başka, değil mi? Bütün bu tartışmalar neye yarar? Yalanı ortadan kaldırır, o kadar. İstediklerini alırım elbet. Yünlüleri Viyana'dan alsan daha iyi olur sanırım, çünkü burada çıkış izni isterler. (Geçenlerde kitaplar için de istemişlerdi, ama sonra başka bir postaya gitmiştim, oradan istememişlerdi!) Alacağım yerden sorarım, onlar bilirler. Parayı azar azar mektupların içine korum, "Yetti" dersen, hemen keserim. "Tribuna" dergisini okumam için verdiğin izine sevindim. Geçenlerde pazardı, bir kız gördüm, "Tribuna"yı alıyordu, moda haberleri ilgi çekiyor anlaşılan. Kız iyi giyinmiş değildi, kötü de sayılmazdı; iyice belleseydim ilerideki değişmesini gözleyebilirdim. Moda haberlerini küçümseme Milena, haksızlık edersin. Çekinmeden okuyabileceğime seviniyorum şimdi. (Gizli gizli, sana söylemeden birkaç kez okumuştum daha önceleri.)
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro