Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

MSOM -45- (FİNAL PART:2) ❝Ölüm Sessizliği❞

Herkese merhaba. Nasılsınız? Umarım keyifleriniz yerindedir.❤

Sonunda final bölümünü tamamladım. Benim için bu bölümü yazmanın ne kadar zor olduğunu anlatamam size... Ecrin ve Barlas'tan bir türlü kopamadım. Ömrümün sonuna dek beni en çok etkileyen karakterlerim olarak kalacaklar. Özellikle de Barlas Seçkiner...

Şu an mutlu mu yoksa mutsuz bir sonla mı karşı karşıyasınız diye merak ediyorsunuz; ama benden size tek tavsiye şudur: Akışına bırakın. Bütün bölümü sanki sonunu ben yazmamışım ve nasıl noktalanacağını bilmiyormuşum gibi okudum. Öyle derin duygular hissettim ki, umarım siz de aynı hislerde benimle buluşursunuz.

Final için hazırladığım fragmanı öncesinde izlemek isterseniz aşağı bırakıyorum.

Söylenecek çok söz var; ama bırakalım da bu sözleri Ecrin ve Barlas söylesin. Sizleri onların sonsuz aşkıyla baş başa bırakıyorum. Her satırda usulca vedalaşın...

Lütfen satır içi yorumlarınızı eksik etmeyin ve rica ediyorum, bu yorumlar spoi içermesin. Şimdiden her birinize teşekkür ederim.

Keyifli okumalar dilerim.

♧♧♧

45. Bölüm (Final Part:2)

▪Ecrin KARAYEL▪

Ben hiç iliklerime dek titrememiştim. Bunu ilk defa bu kadar sarsıcı bir şekilde tadıyordum. Saf korku, kemiklerime atılmış bir gülle gibiydi. Yıkıcıydı. Evre evre yıkarak beni parçalara bölüyordu.

Patlayan silahın o ürkütücü sesi kulaklarımda bir döngüye tutulmuştu. Sürekli olarak işitiyordum ve sanki her işitişimde, yüreğimden defalarca kez vuruluyordum.

"Orospu çocuğu!"

Birden bire müziğin kesilmesi ve Barlas'ın bağırışının etrafı sarmasıyla birlikte, başımı ağır çekimde sahneye doğru çevirdim. Kalabalık çığlık atarak sahneyi boşalttı. Koskocaman sahnede sadece üç kişi dikiliyordu. Bunlar; Barlas'ın bir anda ortadan kaybolan koruması Agâh, Alper ve Mayıs'tı... Alper Mayıs'ı tek koluyla kucaklayıp gövdesine yaslamıştı. Diğer elindeki silahı da onun kafasına yaslamıştı. Agâh da onların arkasında dikilmiş vaziyette, iki elinde taşıdığı silahlarla etrafı akbaba gibi gözlüyordu. Mayıs'ın gözlerini, Agâh'ın kırmızı kravatıyla kapatmışlardı. Masum bebeğim, nasıl bir durum içerisinde olduğunun farkında bile değildi.

Etrafta herhangi birinin kanı dökülmemişti. Demek ki, az önce silahı terk eden kurşun gökyüzünü hedef almıştı. Yine de, o kurşunu taşıyan silah şu anda benim kızımın kafasına doğrultulmuştu.

Öfke, korku ve acı hissini ruhuma sığdırmıştım. Büyük bir kaosun ortasındaydım. Hangi hisse odaklanacağımı, hangisini dışa vuracağımı şaşırmıştım. Yalnızca kaskatı kesilmiş bir hâlde Mayıs'ın parlak ışığın altında parıldayan bembeyaz yüzüne bakıyordum. Yüzüne düşen sarı dalgalı saçlarına... Sonra gözlerim aşağı doğru kaydı. Kızımın beline sarılmış kol, midemdeki sancıyı arttırdı. Bakışlarım Alper'in yüzünü buldu. Palyaço maskesini çıkarmıştı ve yüzüne en pislik sırıtışını takınmıştı.

Onun yüzünü gördüğüm an, öfkeden gözüm döndü. Bana bar tuvaletinde zorla dokunan günahkar elleriyle kızıma dokunması, benim canımın parçasının hayatını silahla tehdit etmesi vücudumdaki her bir damarı genişletti. Kendi kanım, bedenime sığmıyordu.

"Bırak kızımı!" diye bağırdım.

Kana bürünmüş mavi gözleri benim üzerimde durdu. Yüzündeki çirkin sırıtışı daha fazla büyüdü. Hızlı adımlarla ona doğru ilerledim. Barlas benden önce sahneye doğru ilerlemeye başlamıştı. Alper ile aramızdaki mesafe azalırken Alper'in arkasında dikilen Agâh, silahının namlusunu Barlas'a doğru çevirdi. Daha çığlık atmama fırsat vermeden tetiği çekti. Kurşun silahı terk eder etmez, Barlas olduğu yerde kaskatı kesilmişti. O an kendimi, Barlas'ın adını haykırır bir vaziyette koşarken buldum. Onunla aynı hizaya gelir gelmez kolunu kavradım. Bedenini kendime doğru çevirdim. Üzerindeki kıyafetleri inceledim. Herhangi bir kan lekesi görmeyi bekledim. Hiçbir şey yoktu.

"İyi misin? Vuruldun mu?"

Sık sık alıp verdiği soluklar eşliğinde başını iki yana salladı. "İyiyim. Çimlere ateş etti, tam ayak ucuma."

İçime derin bir soluk çekip onun kolunu sımsıkı tutan parmaklarımı gevşettim. Her ne kadar duyduklarım beni rahatlatsa da, saniyeler sonrasında ruhumu aynı kasvetli bulutlar sardı. Bir başka namlu hâlâ kızımın kafasına dayalıydı. Bunu kalbim nasıl kaldırabilirdi?

Alper, yüksek sesle konuştu. "Agâh'ın az önce ateş ettiği noktadan bir adım ileriye geçerseniz, kollarımın arasındaki bu küçük kızın beynini uçururum. Umarım şakayla işim olmadığını anlamışsınızdır."

Sesi, havada kum gibi saçıldı. Tenime tokat gibi çarpıp acımı ikiye katladı. Korku, sinsi bir düşman gibi içime tünedi. Tek yapabildiğim kurşunla çizilmiş sınıra itaat etmekti. Olduğum yerde kalmıştım ve kızımın beni terk etmek üzere olan canının bekçiliğini yapıyordum.

"Y-Yapma!" dedim, titreyen çenemi dizginlemek için alt dudağımı dişleyerek. "O daha çok küçük..."

Alper gözleriyle yüzümdeki her bir mimiğin canına okudu. Yüzünde merhamet yoktu, yalnızca intikam almanın hazzı vardı.

"Ben de küçüktüm, babam hapishaneye girdiğinde... Ölüm, babasız büyümekten daha az acıtır." dedi.

"O zaten babasız büyüdü!" diye bağırdım. "Onu öldüremezsin, onun ne suçu var?!"

Umursamaz bir burun kıvırmayla başını iki yana salladı. "Tek suçu babasının zaafı hâline gelmesiydi. Hah, orospu bir babaanneye sahip olması da var tabii ki, her ne kadar gebermiş olsa da."

Barlas'a baktım. Kontrolünü kaybedip sınırı geçmesinden deli gibi korkarak yüzündeki ifadeyi inceledim. Şaşırtıcı derecede sakin bir hâlde Alper'in yüzüne bakıyordu. Öfkesinin kontrolünü ele geçirmesine izin vermiyordu. Çünkü bir anlık hatası sonucunda, kızımızın mezarını kazardı. Onun canını riske atmamak için, duyduklarını sindiriyordu.

"Anne!"

Mayıs'ın bana seslenişiyle, bacaklarımın bağı çözülmeye başladı. Yere yıkılmamak için Barlas'ın koluna sıkıca tutundum. Barlas da eliyle ona tutunduğum elimi kavradı. Sımsıkı tuttu. Bu tutuş da yıkılmanın eşiğindeydi, hissedebiliyordum.

"Buradayız, bebeğim. Korkma!" dedim, titreyen dudaklarımın arasından.

"Korkmuyorum, anne. Sen de korkma. Bu sadece bir oyun. Ben Kırmızı Başlıklı Kız oldum ve Alper abi de kurt oldu. Babam ise avcı olacak, gelip beni kurttan kurtaracak."

Keşke, dedim içimden. Keşke her şey senin sandığın gibi oyundan ibaret olsaydı, meleğim...

O an gerçek, tüm kirli yüzüyle ortaya seriliydi. Alper, Mayıs'ın kafasına silah dayamıştı. Bizi öncesinde korkuyla cebelleştirip ardından acı içinde boğmak istiyordu. Kana susamış ellerini gırtlağımda hissediyordum. Beni şimdiden boğuyordu ve biliyordum ki, vicdanını gözü kapalı katletmişti. Yine de bildiğim bütün bu gerçeklere karşı sustum; çünkü Mayıs bu yalancı oyuna kanmaya devam etmeliydi. Onun psikolojisi, içinde bulunduğu dehşeti kaldıramazdı.

"Bunun oyun olduğunu biliyorum, anneciğim. Merak etme, baban seni kurtaracak ve bu oyunu biz kazanacağız." dedim, sesimi normal tonuna ulaştırmak için çaba sarf ederek.

Alper'in yüzündeki pis sırıtma gözlerime çarptığında, onun suratını defalarca kez yumruklayıp dişlerini eline vermek istedim. Elimin üzerinde hafif bir ter tabakası hissettiğimde, Barlas'ın elimi tutan elinin terlediğinin farkına vardım. Çenesinin üzerine asfalt dökülmüş gibi, gerginlikten kaskatı kesilmişti.

"Barlas..." diye fısıldadım.

Gözleri gözlerimle buluştuğunda, bana en hassas anında yüreğine dokunmuşum gibi hissettirdi. Göz pınarlarına saniyeler içinde yaşlar birikti. Diliyle dudaklarını ıslatıp gözlerini kırpıştırdı. Hemen ardından sanki zihnimdeki kelimeleri dudaklarımın yardımı olmadan okumuşçasına, başını olumlu anlamda salladı.

"Biliyorum, güçlü olmalıyız." dedi ve elimi terli avcunun içinde biraz daha sıkı kavradı. "Kızımızı kurtaracağız."

Gözlerimi yumup kafamı salladım. Ona tüm kalbimle inanıyordum. O benim kahramanımdı. Tecavüze uğramama ramak kala bar tuvaletinin kapısını kıracak kadar güçlü, organ mafyası tarafından kaçırıldığımda beni bulup karanlık mahzenden çıkarabilecek kadar hırslıydı. Biliyordum, yine kahraman olacaktı. Bu sefer, kızının kahramanı...

"Barlas!" diye bağırdı, Alper. Onun seslenişiyle Barlas derhâl tüm dikkatini onun üzerine odakladı. "Şu arkadaki itlerine söyle, silahlarını indirsin. Yoksa olacakları az çok tahmin edebilirsin, değil mi?"

Arkamı dönüp Alper'in söz ettiği adamlara baktım. Barlas'ın korumaları arkamızda hilal şeklinde dizilmişlerdi. Hepsi Alper'i hedef almıştı. Tek bir emirle tüm cephanelerini boşaltacak kadar hazır olda bekliyorlardı. Pür dikkat hedefe odaklanmış bir keskin nişancı gibi...

Yine de onların varlığının bir önemi yoktu; çünkü Mayıs'ın kafasına dayanmış bir silah namlusu varken hiçbir şey yapamazlardı.

Barlas bir saniye kaybetmeden arkasına dönüp korumalarına kısa bir bakış attı. "Silahları indirin."

Çok geçmeden sahneyi hedef alan namlular etkisiz hâle geldi. Korumalar silahlarını bellerine yerleştirdi. Etraf suskundu, yalnızca olan biteni seyrediyordu. Tıpkı bizim gibi... Hangi anne baba, evladının canı tehlikedeyken eli kolu bağlı kalmayı tercih ederdi ki? Hiçbiri... Çaresizlik, dumanlı bir hava gibi soluk borularımızı sızım sızım sızlatıyordu.

Barlas birden bire önüne döndü ve içine sert bir soluk çekip gözlerini Alper'in üzerinde sabitledi. Bakışlarındaki yakarışı göremiyordum; fakat duyabiliyordum sanki. Ansızın, hiç beklemediğim bir şey gerçekleşti. Barlas, Alper'in önünde diz çöktü. Hiç gocunmadan gururunu ayaklarının altına serip dizleriyle çiğnedi. Evladımız için yaptı bunu.

"Sana yüzlerce kişinin huzurunda yalvarıyorum." dedi. Sesinde çaresiz bir adamın boyun eğişi vardı. "Kızımı bırak. Gerekirse beni öldür; ama onu bırak!"

Bağıra çağıra ağlamamak için ellerimi ağzıma kapattım. Parmaklarım tüm gücünü dudaklarımda yeşertti. Çığlık atmak istiyordum, içimdeki tüm acıyı ve öfkeyi dışarı boşaltmak istiyordum. Tek yapabildiğim ise, ellerimi var gücümle ağzıma bastırıp titreyen bacaklarımın üzerinde dikilmekti.

Alper sesli bir kahkahayla karşılık verdi. Gözleri keyiften ışıl ışıl parlıyordu. Arzuladığı sahneyi izleyerek kendini ödüllendirdiği her hâlinden belliydi.

"Kuyruğuna basılmış it gibisin şu anda, bu görüntüye şahit olmak için uzun süre sabrettim. Acaba bu silah patladığında nasıl olacaksın, kim bilir. Bu zevki tatmak varken seni öldüreceğimi hiç zannetmiyorum." dedi.

Barlas ellerini iki yanında yumruk hâline getirdi. "Yapma! Ne istersen yaparım. Tüm mal varlığım, saygınlığımdan vazgeçerim. İstersen yurtdışına giderim. Ecrin ve Mayıs'tan ayrı, yalnızlık ve acı içinde geberip giderim."

"Maalesef." dedi Alper ve sırıtmayı sürdürdü. "Hiç cazip gelmedi. Bunların hiçbiri sana az sonra olacaklar kadar acı veremez."

Barlas avuç içlerini şakaklarına bastırıp artık tahammülsüzleştiğini belli eden gür bir sesle bağırdı. "Niçin yapıyorsun bunu?!"

"Seni ölmekten beter etmek için." dedi ve elindeki silahın horozunu geriye yatırdı. "Bu acı seni mahvedecek."

Ellerimi ağzımdan çektim ve sessizliğimi parçalara ayıran bir nida boğazımdan koptu. "HAYIR!"

Alper, bağırışıma yalnızca tek kaşımı kibirle kaldırarak karşılık verdi. "Sana fikrini soran olmadı."

"Yapamazsın!" dedim, ağlamamak için direnen sesimin son nefesiyle.

"Yapmamak için bir nedenim yok. Bu intikama yeminliyim ben." dedi, kindar bakışlarıyla meydan okuyarak.

"Senin buna ne hakkın var?" dedim, gözümden süzülen tek damla gözyaşını hırsla silerek. "İntikam alacak kişi sen değil, Barlas olmalıydı asıl. Senin baban, Barlas'ın annesine tecavüz etti. Annen ise; Barlas'ın babasını, annesini ve annesinin karnındaki bebeği öldürdü. Sen de, haklıymış gibi Barlas'ı adamlarına dövdürdün. Bana da defalarca zarar vermeye çalıştın. Şimdi de gelip kızımıza zarar vermeye çalışıyorsun. Barlas'a yaşattığınız acı yetmedi mi? Yeter artık! YETER!"

"Kes sesini!" dedi ve anında Alper'in yüzündeki keyifli ifade balon gibi söndü, yerini öfkeyle doldurdu. "Benim babam kimseye tecavüz etmedi! Babam iyi bir adamdı. Anneme aşıktı, beni çok seviyordu. O kadın, babamı ayarttı. Yaptığı sürtüklük ortaya çıkınca da, babama iftira atıp kendini akladı."

Söylediği saçmalıkları, ağzım şaşkınlıktan aralık bir şekilde dinledim. Sözlerini tamamladığında gülüp geçmek yerine, ona acıyarak baktım. Alper'e ilk defa acımıştım. Hayatı boyunca annesiyle birlikte babasının yalanlarına kanmıştı. Bir hiç uğruna, kinle dolup taşmıştı. Babasına hep aynı pencereden baka baka, gerçeklere kör olmuştu. Yalanlarla yatıp uyandığında ise intikama sarılmıştı.

Bu yanılgının bedelini biz ödememeliydik.

"Hiç yanıldığına ihtimal verdin mi?" diye sordum, yüzündeki ifadeyi dikkatle süzerek. "Ya bütün inandığın gerçekler yalandan ibaretse? Ya baban, yalnızca size iyi yüzünü göstermiş ve kalbindeki kötülüğü başkalarından çıkarmışsa? Babanın Barlas'ın annesine tecavüz etmiş olabileceğini hiç düşünmedin mi? Bu ihtimal gerçekten yaşandıysa, bütün bu yaptıklarının hesabını nasıl vereceksin?"

Bir anlığına kaşlarını çattı ve yüzündeki afallamış ifade, duyduklarının onda bir tesirinin olduğunu belirtiyordu. Hemen ardından yüzü eski kindar ifadesine sığındı. Artık kendini tamamen kapattığını biliyordum, bu saatten sonra ne söylersem söyleyeyim bir duvarla konuşmaktan farksız olacaktı.

"Bu muhabbet gereğinden fazla uzadı ve uzadıkça saçma sapan bir hâl alıyor. Artık bu oyunu bitirmeliyiz." dedi ve bakışlarını Mayıs'ın üzerine dikip dudaklarını onun kulağına doğru yaklaştırdı. "Öyle değil mi, Mayıs?"

Mayıs olan bitenden habersiz olmasına rağmen, dudaklarını hüzünle büzmüştü. Sanki yüreğine bir şeyler fısıldanmış gibi...

"Evet, artık bitsin. Ben annemi ve babamı istiyorum."

Alper sırıtarak Barlas'ın hâlâ diz çökmüş vaziyette, kaskatı kesilmiş yüzüne baktı. "Onlara kavuşacaksın; ama başka bir hayatta."

Barlas diz çöktüğü yerden doğruldu ve sesini herkesin duyabileceği bir tonda yükseltti. "Kemal Kozan masumdu."

Vücudumdaki bütün kan, beynime sıçradı sanki. Barlas'ın söyledikleri üzerine hızla ona doğru yaklaşıp kolunu yakaladım. Kolundaki gerilen kasların sertliğini hissettim. Gözlerini bana çeviremedi. Yalnızca Alper'e bakıyordu. Ona baka baka, kalan tek çaresini tüketiyordu.

"Eda Seçkiner yalan söyledi, o hiç tecavüze uğramadı." dedi ve bir damla gözyaşı, gittikçe donuklaşan mimiklerini ıslattı. "Bu iftiraya sessiz kaldığım için, herkesin huzurunda Alper Kozan'dan özür diliyorum."

Yanağından kayan gözyaşını sildim. Altı yıl öncesinde, bana geçmişini anlatırken kollarımın arasında gözlerinden sicim gibi boşalan gözyaşlarını anımsadım. O ıslak gözlerinin ardında gördüğüm altı yaşındaki çaresiz çocuğu... Bir camın arkasında, annesinin tecavüze uğrayışına seyirci kalmıştı. Şimdi o gözler, annesinin tecavüzcüsünün oğluna bakarken de aynı çaresizliği taşıyordu.

Kızımızın canını kurtarabilmek uğruna, çok büyük bir fedakârlık yapmıştı. Annesinin itibarını zedelemiş, cesedini çiğnemiş ve geçmişine ihanet etmişti. Bütün yaralarını kendi elleriyle kanatmıştı ve kanını kirli bir sunağa boşaltmıştı.

Tam dudaklarını tekrardan araladığı esnada, elimi ağzının üstüne kapatıp yüksek sesle bağırdım. "Sus... Bunu annene yapma!"

Yüzünü buruşturdu. Bu buruşukluğun sebebi acıdan değildi. Kendisine karşı duyduğu tiksintidendi, biliyordum. 'Anne' bile diyememişti. İsmiyle hitap edebilmişti yalnızca; çünkü az önce ağzından çıkanlardan sonra, kendisini annesine layık bir evlat olarak görmüyordu. Oysaki bunu, evladına layık bir baba olabilmek için yapmıştı.

Alper, gördüklerinden haz aldığını bariz şekilde sergileyen sesiyle konuştuğunda, kusma isteğim son raddeye ulaştı. "Normal şartlarda seni affedebilirdim, Barlas. Çünkü babama atılan iftiranın bedelini, ailen yangında can vererek ödedi. Senin bedelin de, onların yasını tutmaktı. Ne yazık ki, bu defterin orada kapanmasına izin vermedin. Eğer ailenin katilinin peşine düşmeseydin ve annemin hapse atılmasına neden olmasaydın, şu anda kızının hayatı için bana yalvarmayacaktın!"

Onun gamdan eser olmayan gözlerine baktığımda, içimde zapt etmeye çalıştığım volkanlar bir bir patladı ve işte o an, sözler benden izinsiz dudaklarımdan döküldü. "Babanın tecavüzünün sen de farkındasın, Alper! Bir kez olsun aynaya dönüp baktın mı? Babanın kopyasını gördün mü karşında? Bana bar tuvaletinde tecavüz girişiminde bulunduğun zaman, damarlarında babanın kanını hissettin mi? Annen ve baban, haksız yere Barlas'ı da, ailesini de mahvetti ve sen de onların bahanelerine kanıp bütün bu olanlara seyirci kaldın. Şimdi de mağdurmuş gibi, intikam peşindesin. En azından senin ailen hayatta be! HAYATTA! Parmaklıklar ardından da olsa onları görebileceksin, yaşadıklarını, nerede olduklarını bileceksin! Barlas'ın böyle bir şansı bile olmadı. Siz oldurtmadınız!"

Göz yaşlarım sicim gibi gözlerimden boşaldığında, Barlas sıcak elleriyle elimi kavradı. Sanki bahsettiğim acı ona değil de, bana aitmiş gibi... Diğer eli yüzümdeki yaşları sildiğinde, yüzünü yüzüme eğip kulağıma sessizce fısıldadı.

"Ecrin, lütfen yapma. Sakin olmak zorundayız. Onu öfkelendirirsek kızımızı kurtarma imkanımız kalmayacak."

Alper'in kucağında, kurban edileceğinden habersizce duran minik bedene baktım. Dokuz ay karnımda büyüttüğüm, 5 yılı aşkın süredir kalbimde beslediğim evladıma... Sanki bir uzvumu değil de, her uzvumu koparıp yakmışlar gibi bir eksiklik vardı yüreğimde. Bu eksiklik bir daha asla geri gelmeyecekti, biliyordum. Onu geri alamayacaktım... Kucaklayıp öpemeyecektim, saçlarını koklayamayacaktım. Onu son görüşüm böyle olmamalıydı. Ben onsuz nasıl yaşayacaktım? O benim dayanağımdı. Bir anne, evladı olmadan nasıl hayata tutunabilirdi?

Ellerimle Barlas'ın yakalarına tutunup gözlerinin içine baktım. "O ölürse, ben de ölürüm."

Barlas gözlerini acıyla yumup alnını alnıma yasladı ve sanki gırtlağına bir taş bastırılmış gibi, boğuk sesle fısıldadı. "Sus!"

Yere yıkılmamak için yakalarını daha güçlü kavradım. Birbirine tutunan düğmeler teker teker dökülüp yere saçıldı, tıpkı benim umudum gibi...

"Onu kurtaramayacağız." dedim ve yüzümü Barlas'ın göğsüne gömdüm.

Yüzümün altında göğsü taş kesildi. "Kurtaracağız."

Barlas'ın yüzünü göremesem de, artık Alper'e bakıyor olduğunu biliyordum; çünkü vücudundaki gerilim daha da yoğunlaşmıştı. Başımı Barlas'ın göğsünden çekemiyordum. Piste doğru baktığım her an, gücüm tükeniyordu ve ben artık sona yaklaşmıştım.

Sessizliği parçalara ayıran Barlas'ın sesi oldu. "Annenden şikayetimi geri çekeceğim ve yangın suçunu üstüme alacağım. Babandan da, hapishaneye gidip bizzat özür dileyeceğim. Sana ailemin üzerine yemin ederim ki, bunu yapacağım!"

"Artık özgür bırakabileceğin ya da özür dileyebileceğin bir ailem yok." dedi, Alper. Sesi, ilk defa hazdan tamamıyla uzaktı. "Bundan bir ay önce babam, koğuş arkadaşı tarafından bıçaklı saldırıya uğrayarak öldürüldü ve annem de, babamın ölümünden 2 hafta sonra bu acıya dayanamayıp intihar etti. Anlayacağın benim ailem de artık hayatta değil ve bunun sorumlusu annen ve sensin!"

İlk defa, bir ölüm haberi içimde hiçbir acıma hissi barındırmadı. Dünyanın bir tecavüzcüden arınışını memnuniyetle karşıladım. Aynı zamanda bu tecavüzü meşrulaştıran, çocuğuna kendi psikopatlığını aşılayan bir kadının ölümü de, zerre umurumda olmadı. Onların yetiştirdiği çocuk, şimdi gelip benim evladımın canını almaya kalkışıyordu. Onların genlerinden gelen vicdansızlıkla üstelik...

"Annen daha erken ölebilirdi, Alper! Beni öldürmeye geldiği gün, onu sadece elinden yaraladım. Oysa ki savunmasızdı. İstesem ailemin intikamını almak için, oracıkta kafasına sıkabilirdim. Yapmadım; çünkü annem beni izliyorsa bir katile dönüşmemi görmesini istemedim. Annenin canını bağışladım. Sen de bana kızımın canını borçlusun."

Altı yıl önce, Barlas bana o mektubu bırakıp gitmeden tam altı yıl önce... Onu kanlar içinde parkenin üzerinde kucaklamıştım. Kolundan vurulmuştu ve ondan biraz ötede yabancı bir kadın yatıyordu. Barlas, bir hayale dalmıştı. Annesiyle konuşuyordu. Öyle masum, öyle tertemizdi ki... Annesinin katiliyle aynı parkenin üzerine devrilmişti; ama öldürmemişti onu. Bunu annesi için yapmıştı. O, asla bir canavar olamazdı. Onun ruhu, vicdan ve merhametle yıkanmıştı.

Etrafımızdan hiçbir ses yükselmedi. Herkes susmuş, pistten olabildiğince uzak bir köşeden olan biteni izliyordu. Alper de, bu sessizliğe eşlik etmişti. Barlas'ın sözleri onun hassas bir noktasına dokunmuştu. Bu hassasiyeti arttırmak için, ona ben de bir şeyler söylemek istedim. Başımı Barlas'ın göğsünden uzaklaştırıp ellerimizin düğümünü çözdüm. Birkaç adım gerileyip tüm dikkatimi Alper'in üzerinde yoğunlaştırdım. Sanki onun acısını paylaşıyormuş gibi gözlerimi hüzünle gölgelendirdim.

"Alper, senin adına üzgünüm. Ailenden birini kaybetmek çok zor olmalı... Şu an hassas bir dönemdesin. Acın çok taze ve bir anlık öfkeyle karar veriyorsun. Bu şekilde intikam olmaz. Annen ve babanın soyadını kirletme. Ailen haklı veya haksız olsun, fark etmez. Eğer oğulları bir çocuğun katili olursa, bu onların geriye kalan saygınlığını da mahveder. Şu an annenin seni seyrettiğini düşün. Bununla gurur duyacağını hiç zannetmiyorum."

Alper donuk bir ifadeyle söylediklerimi dinledi. Sonra bir süre zihninde hazmetmeye çalışırmışçasına gözlerini yumup içine derin bir soluk çekti. Her hareketini soluğumu tutarak izledim. Gözlerini araladığında, artık bana bakmıyordu. Bakışları Mayıs'ın üzerindeydi. Silah da hâlâ Mayıs'ın kafasına yaslıydı. Yavaş yavaş diz çöktü ve Mayıs'ın ayakları zemine değdi. Umut, karnımdaki kelebeklere soluk oldu. Nabzım her saniye daha da katlanarak büyüdü. Heyecandan bedenim sarsılarak kendi depremini yaratıyordu. Silahı Mayıs'ın kafasından çekmesi için, içimden binlerce kez aynı duayı sayıklıyordum.

Allah'ım lütfen, kızımı bana bağışla!

Alper Mayıs'ın kulağına eğilip bizim duyamayacağımız bir sesle, bir şeyler fısıldadı. Mayıs'ın gözlerini göremiyor olsam da, dudaklarını büzmesinden ortamdaki gerginliğin oyun olmadığını fark ettiğini anladım. Mayıs, Alper'in ona söylediklerine karşılık bir süre duraksadı. Alper, Mayıs'ın gözlerindeki kravatı çıkardı. Mayıs gözlerini kırpıştırdıktan sonra, bana baktı. Sonra da Barlas'a... Mayıs bize bakarken hiç mutlu değildi. Sanki ikimize karşı da mahcup gibiydi. Alper silahı tuttuğu elini Mayıs'ın gövdesine sardı ve silahı karnına yaslı tuttu. Mayıs silaha bakarken ağlamaya başladı. İşte o an, her şeyin oyun olmadığına kesin olarak ikna olmuştu. Onun gözünden süzülen yaşlar, ciğerimdeki yangına kor gibi düştü. Ellerimi ağzıma kapatıp hıçkırıklarıma perde tuttum; ama o hıçkırıklar perdeyi fırtına gibi delip geçti. Oraya doğru koşmak ve kızımı o pis kollardan çekip kurtarmak istiyordum; ama ayaklarımın ucuna kurşunla çizilmiş bir sınır vardı. O sınıra kızımın canı için itaat etmek zorundaydım.

Birden bire silah sesi duyduğumda soluğum kesildi. Etraftan çığlık sesleri yükseldi. Korkudan neredeyse bayılacaktım. Birkaç silah sesi daha duyulduğunda, bu sesin dışardan geldiğini algıladım. Mayıs'a baktığımda sapasağlam bir şekilde karşımda duruyordu. Alper de şaşkındı. Anlaşılan bu silah sesleri polislere ait olmalıydı. Dışarda bir çatışma oluyor gibiydi. Demek ki Alper'in dışarda da adamları vardı.

"S*ktir!" diye bağırdı, Alper. "Çok vakit kaybettik, velet. Ya hemen cevap verirsin ya da anne ve babacığına veda edersin."

Alper'in bağırması üzerine, Mayıs'ın titremeleri arttı. Tekrardan ikimize baktı ve yüksek sesle bağırdı. "Babamı!"

Alper sırıtarak bana baktı. "Demek babanı daha çok seviyorsun."

Mayıs başını öne eğerek ağlamaya devam etti. Ona, sorun olmadığını söylemek istedim; fakat o an cümle kurabilecek takati kendimde bulamıyordum. Alper neyin peşindeydi, idrak edemiyordum. Zihnimdeki karmaşa beni tüketiyordu.

"Mayıs'ı kollarımdan almak ister misin?" diye sordu, Alper ve bana bakan gözlerine, leş kokusu almış bir akbaba tünemişti. "Hadi gel, Ecrin."

Alper'in ayaklarımın ucundaki sınırı yıkması üzerine, bunun altında bir tuzak olup olmadığını sorguladım. Ardından, tuzak olsa bile başka çarem olmadığını fark ettim. Gideceğim yola mayın da döşese, kızımı kurtarmak için canımı hiçe sayacaktım. Öyle de yaptım. Bir adım ileri atıp sınırı ihlal ettiğimde gökyüzüne kavuşmuş güvercin kadar hürdüm. Şimdi kızıma doğru kanat çırpacaktım, sonucu ne olursa olsun.

Bir diğer adımımı da attığımda, Mayıs'ın yüzüne baktım. Göz yaşlarıyla ıslanmış kirpiklerinin arasından umutla bana bakıyordu. Ona güven vermek istercesine tebessüm ettim. Onun minik bedenine sarılmama iki adım daha yaklaştım. Ben yaklaştıkça, Alper Mayıs'ın karnına yasladığı silahı yavaş yavaş uzaklaştırıyordu. Yavaş ve temkinli bir şekilde iki adım daha attım, silah biraz daha uzaklaştı. Tam bir adım daha atacağım esnada gök gürledi. Bu ani ses üzerine irkilerek duraksadım. İşte tam o an, Barlas'ın adımı haykırdığını duydum. Ona doğru başımı çevireceğim anda, Barlas'ın koşarak yanıma geldiğini gördüm. Aniden ellerinden biriyle belimi sarıp beni kendine doğru çekti.

Silah patladı.

Ne olduğunu idrak edemedim. Yalnızca yüzüm Barlas'ın göğsüne yaslıydı ve Barlas bir eliyle belimi sıkıca kavrıyor, diğer eliyle başımı göğsünde sabit tutuyordu. Sonra art arda silah sesleri işittim. Hiç durmayacak gibiydi. Mayıs'ın çığlık atarak ağladığını duydum. Bu ses, beni silah sesinden daha büyük bir korkuya düşürdü. Barlas, kaskatı kesilmiş bedeniyle beni sımsıkı tutmaya devam ediyordu. Mayıs'ın iyi olup olmadığını görebilmek için onu itmeye çalıştım. Çok güçlüydü. Başımı göğsünden biraz olsun kaldırıp yüzüne baktım. Dudaklarını sımsıkı birbirine bastırmış ve gözlerini yummuştu.

"Barlas, bırak beni!" dedim ve onu tekrardan itmeyi denedim. "Mayıs'ın yanına gideceğim."

Barlas gözlerini araladı ve birbirine bastırdığı dudakları arasından kesik bir soluk verdi. "Tamam."

Elleri gevşediğinde, kollarının arasından sıyrılıp sahneye doğru koştum. Bembeyaz dans pisti, kan gölüne dönmüştü. Gözlerim dehşetle Mayıs'ı aradı. Tekrardan ağlama sesini duyduğumda, sesin geldiği yöne doğru baktım. Barlas'ın korumalarından birinin kucağındaydı. Titreye titreye ağlıyordu. Yanaklarındaki yaşları elleriyle sildiğinde, kolunda kan gördüm. Ona doğru koştum.

"Mayıs!"

Bağrışımı duyan koruma bana doğru döndü. Mayıs'ı benim kucağıma verdiğinde, ona sımsıkı sarıldım. Tekrardan kollarımda olması mucize gibiydi. Burnumu boynuna geçirip kokusunu içime çektim. Nabzını hissetmek öyle güzeldi ki, tıpkı onu ilk kucağıma aldığım an gibi... Boynunu defalarca kez öptüm. Sonra yüzünün her köşesini. Ona doyamıyordum. Her öpücüğüm Allah'a adanmış bir adaktı sanki.

Geri çekilip vücudunu inceledim. Bir yerine bir şey olmuş mu diye baktım. Hiçbir yerinde yara görünmüyordu. Çenesini tutup yüzünü inceledim. Hiçbir yara görmediğimden emin olduktan sonra, üzerindeki kanın başkasının kanı olduğunu idrak ettim. İçime rahat bir nefes çekip ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerine baktım. Baş parmağımla usulca yanağını okşadım.

"Geçti, bir tanem. İyisin, değil mi?"

Başını aşağı yukarı salladı. "İ-İyiyim anne. Özür dilerim."

Gözlerinden tekrardan akmaya başlayan yaşları silerken ben de ağlamama engel olamadım. "Neden özür diliyorsun, bebeğim?"

"A-Alper abi, bana birinizi s-seçmem gerektiğini söyledi. Elindeki silahın g-gerçek olduğunu ve eğer birinizi seçmezsem, ikinizi de öldüreceğini söyledi. Babam yeni geldiği için onu seçtim; ama ben ikinizi de seviyorum anne."

Bu kadar badireler atlatmış olmasına rağmen, hâlâ beni düşünüyordu. Benim ona bu yüzden kırıldığımı sanıp içerlemişti. Oysa ki, bunu umursayamayacak kadar onun hayatına odaklıydım. Gözlerinden akan her yaşı tek tek silip ona içten bir sıcaklıkla gülümsedim. Onun titreyen bedenini sımsıkı kucakladım. Yanağından öptükten sonra kulağına doğru yaklaştım.

"Ben hiç üzülmedim, bir tanem; çünkü senin ikimizi de çok sevdiğini biliyorum. O yüzden sen de üzülme. Bugünü de sana unutturacağıma söz veriyorum." dedim ve onun titremelerini azaltmak için yavaşça sırtını sıvazladım.

Her ne kadar onu kollarımın arasında canlı kanlı sarıyor olsam da, yolunda gitmeyen bir şeyler varmış gibi hissediyordum.

Gözlerim pistin üzerindeki polis kalabalığına kaydı. Polislerin arasından yerde yatan iki cesedi gördüm. Alper'in yüzü tam bana bakacak konumdaydı. Bir gözü açıktı ve donuk bakışı bir noktaya odaklanmıştı. Diğer gözü ise kurşun yarası yüzünden kanla kaplıydı. Bir de boynundan vurulmuştu. Cansız bedeni koyu kırmızı bir gölün içine saplı kalmıştı. Agâh'ın cesedini arkadan gördüğüm için, nereden vurulduğunu anlayamıyordum; fakat duruşundan öldüğü kesindi. Alper sonunu bile bile bu planı yapmıştı. Hem de daha uzun bir zaman öncesinden... Kendi adamını Barlas'ın koruması yapmış ve düğün salonunun dışını çevreleyen adamları tutmuştu.

İşte şimdi hak ettiği sonu yaşamıştı.

"Anne!"

Mayıs'ın sesini işitir işitmez gözlerimi vahşetin izlerini taşıyan yere yumdum. "Efendim anneciğim?"

Başını boyun girintimden kaldırıp çenesini omzuma dayadı. "Yağmur yağıyor."

Tenime değen bir iki yağmur damlasından sonra, Mayıs'ın doğru söylediğini anladım. "Evet, bebeğim. Yağmur şimdi burayı temizleyecek."

"Yerler ıslanacak." dedi ve sesinde çözemediğim bir endişe belirdi. "Babam neden yerde yatıyor? Üşütmez mi, anne?"

Mayıs, zihnimin içindeki boşluğu kelimeleriyle doldurdu. Bana bir şeylerin yolunda gitmediği hissini veren o boşluğun nedeni belli olmuştu artık. Birkaç dakika önce yaşananlar gözümün önünde canlandı. Ben Mayıs'a doğru ilerliyordum ve Alper her adımımda silahı Mayıs'tan yavaşça uzaklaştırıyordu. Sonra bir anda Barlas adımı haykırdı. Sonra kendimi onun göğsüne sımsıkı yaslanmış bir hâlde buldum. Barlas beni öyle sıkı tutuyordu ki, kontrolünün dışındaymış gibi... Sanki bir şey, onu kaskatı kesileceği kadar yaralamış gibi!

Alper, Barlas'ı vurmuştu.

Mayıs'a ikimizden birini seçmesini söylemişti. Mayıs Barlas'ı seçince, benden Mayıs'a yaklaşmamı ve onu almamı istemişti. Oysaki oradaki amacı, beni kendine iyice yaklaştırıp silahı çevirdiği saniyede vurmaktı. Barlas bunu anlamıştı ve benim önüme kendini siper etmişti. O beni sımsıkı kucaklarken sırtından kurşun yemişti. Ben ise, bu ihtimali hiç düşünmemiştim. Onu kendi ellerimle itmiştim... Kendi ellerimle!

"Ecrin..."

İrem'in sesini yanı başımda işitir işitmez, başımı kaldırıp en az Alper'in gözleri kadar ölü bakan gözlerimle yüzüne baktım. Ayağa kalkıp Mayıs'ın elinden tuttum ve Mayıs'ı İrem'e teslim ettim.

"İrem, Mayıs'ı buradan götür. Lütfen... Gözlerini de kapatmayı unutma!"

İrem ağlayarak başını salladı. Neden ağladığını biliyordum. Arkamı dönüp Barlas'ı göremesem de, onun orada kanlar içinde yattığını hissediyordum.

"Anne, babamın yanına gitmek istiyorum." dedi, Mayıs. Sesi ağlamak üzere olduğunun sinyallerini veriyordu.

Onun yüzüne baktım ve ağlamamak için dişlerimi sıktım. "Babanı sana getireceğim. Sadece İrem ablanla eve gidip uyuman gerek. Uyandığında baban yine bize kahvaltı hazırlayacak, söz veriyorum."

Mayıs söylediklerime benim bile inanmadığımı anlamış gibi, dudaklarını büzüp başını önüne eğdi. İrem onu kucağına alıp başını boyun girintisine bastırdı. Onlar gittikçe uzaklaşırken yalnızca onları seyrettim. Mayıs başını hiç kaldırmadan İrem'in onu buradan götürmesine boyun eğdi. Ben de tıpkı onun gibi, hareketsizce ayakta dikiliyordum. Hiçbir uzvum kıpırdamıyordu. Gözlerim, şahit olacağı şeylere hazır değildi; bu yüzden tepkisizliğe tutunmuştu.

Benim için ne kadar zorlayıcı da olsa, beni alaşağı edecek o görüntüye bakmak için kendimi hazırladım. Tüm kaslarım kasıldı, kalbim son kez atıyormuş gibi tüm eforunu harcadı ve ben, en sonunda başımı Barlas'ın olduğu tarafa çevirebildim. Orada küçük bir kalabalık olduğunu fark ettiğimde, olağan gücümle bağırdım.

"Çekilin oradan!"

Sesim tüm kalabalığın dikkatini çekecek kadar keskindi. Barlas'ın etrafını saran insanlar da bana baktığında, sanki Barlas'ı iten onlarmışçasına tekrardan bağırdım.

"Gidin!"

Birkaç kişi geri çekildiğinde, yerde yüz üstü yatan bir beden gördüm. Korktuğum sahne artık zihnimde kalıcı bir iz bırakmıştı. Yerde yatan o koca cüsseye doğru birkaç adım attım. Adımlarım sarsaktı, sanki her an tökezleyip yere çökecekmişim gibi... Sonra aklımdan bir düşünce geçti.

Ya ölmek üzereyse?

Bu düşünce beni perişan etti. Aynı zamanda, gücü çekilen bacaklarıma kaybettiği gücü verdi. Kalan son takatimle Barlas'a doğru koştum. Ayağımda ne ayakkabı, ne çorap kalmıştı. Ona koşarken kendimi kaybetmiştim ve bir daha bulabileceğim meçhuldü. Her adımda kabusuma biraz daha yaklaşıyordum ve yaklaştıkça, gri takım elbisesinin ceketindeki kurşun deliklerine ve o deliklerin etrafını saran kan lekelerine kadar görüyordum onu... Ona yaklaşmaktan ilk defa ürktüm. Yanına vardığımda ise, ona doğru eğilen insanları ittim.

Tıpkı Barlas'a yaptığım gibi...

Dizlerimin üzerine öyle sert devirdim ki bedenimi, diz kapaklarımın kanadığına emindim. Ne yazık ki, kalbimdeki sızı yüzünden dizlerimde zerre acı bile hissedemedim. Onun başını kavrayıp yüzünü yavaşça kendime doğru çevirdiğimde, gözlerimi bir anlığına yumdum ve bu bedenin Barlas'a ait olmaması için dua ettim. Bunun imkansız olduğunu bilsem de, elimden duadan başka bir şey gelmiyordu. Gözlerimi yavaş yavaş araladım ve o aşık olduğum yüzle karşılaştım.

"Hayır... Barlas. Bana bunu yapma!" dedim ve başımı yüzüne doğru eğip şakağını öptüm. "Konuş benimle... Susamazsın. Ne olur bırakma beni!"

Göz yaşlarım gözlerimden sicim gibi boşalıp yüzüne yağmur damlalarına karışa karışa damladı. Birden bire onun sıcak nefesinin yüzüme değdiğini hissettiğimde, başımı kaldırıp yüzüne baktım. Barlas, gözlerini hafifçe aralamış bana bakıyordu.

"E-Ecrin." dedi.

Sesine sarılmak istedim. Bu son kez adımı seslenişiymiş gibi hissediyordum ve bu his, çok ağır geliyordu. Göz yaşlarıma mukayyet olabilmek için, kendimi güçlükle zapt ettim. Barlas'ı koltuk altlarından kavrayıp bedenini yan döndürdüm ve onu doğrultmaya çalıştım. Başını göğsüme yasladıktan sonra, kapanmaya yüz tutan göz kapaklarından öptüm.

"Gözlerini bir daha yumma sakın. Yalvarırım, dayan!"

Yağan yağmur gittikçe şiddetleniyordu. Onun üzerine damlayıp zemine akan damlalar, bir yanımda ufak bir kan gölü oluşturmuştu. Yağmur bile kanını temizleyemiyordu. Elimi kanlı sırtına koydum. Akan kanına bariyer olmak istedim; fakat etki edemeyeceğimi biliyordum.

"Mayıs..." diye fısıldadı, Barlas ve ciğerlerine çektiği soluğu güçlükle bıraktı. "Beni böyle görmesin."

"O gitti." dedim ve başı geriye düşmesin diye elimi ensesine yasladım. "Evde bizi bekliyor. Seni, ona götüreceğim."

Gözlerime bakan gözleri yaşla ışıldadı. "Onu benim yerime öp. Ben gelemeyeceğim."

Kurduğu cümledeki kabulleniş, canımı kor bir demirle hırpaladı. Bu, ölümü kabullenişti. Ben onun ölümünün hayalini bile kuramazken o kendini ölüme teslim etmişti. Ruhunu kollarımın arasından sıyırıp ölüm uçurumundan aşağı savuracaktı ve bana yalnızca cansız bedenini bırakacaktı.

"Hayır, ölmeyeceksin, Barlas. Yarın doğum günün ve biz, yarını gülerek geçireceğiz. Seni toprağa gömmeyeceğim, duydun mu beni?!" dedim ve onu hayata tutuyormuş gibi biraz daha sıkı kavradım. "Bir daha asla bırakmayacaksın bizi."

Gözlerinin derinliklerinde yatan acı, bana çok şey fısıldıyordu. İçinde bütün keşkeleri, pişmanlıkları, yaşanmışlıkları barındırıyordu. Yüreğinden kopan çığlıkları duyabiliyordum. Kimsenin duymadığı o kesif sancıları ben işitiyordum. Çok canı yanıyordu. Bunun sebebi yalnızca derisindeki kurşunlar değil, aynı zamanda ardında bıraktıklarıydı.

"Ben, bugün annemi çok üzdüm." dedi ve boğazından bir inleme duyuldu. "Şimdi onun yanına gidip özür dileyeceğim."

Mayıs'ı kurtarmak için annesinin aleyhinde konuşmuştu ve o sözleri sırtına büyük bir yük olmuştu. Barlas, ölümün kıyısında bu yükle iki büklüm duruyordu. Oysaki, annesinin ona kırılacağını zannetmekle yanılıyordu. Eminim ki Barlas'ın hayatı risk altında olsaydı, aynı şeyi annesi de onun için yapardı.

Kontrolümün dışında titreyen çenemi zor da olsa durdurdum. "Peki ya sen gidince ben ne yapacağım?"

"Benim n-nefesim olmadan da, kendi nefesinle idare etmelisin." dedi.

Sözleri bir zaman sarmalının içinde, beni 6 yıl öncesine götürdü. İkinci kez onun olduğum o geceye... Bedenim onun bedenine karışmıştı ve onun kollarında uyumuştum. Gece ansızın uyandığımda, onu bir duvarın köşesinde bulmuştum. Mide bulantısı ve karın ağrısı yüzünden uykusundan uyanmıştı. Camın kenarında sigara içiyordu. Sırf kokusu bana gelmesin diye... Bana çok yağlı besinler yediğinden falan bahsetmişti. Rahatsızlıklarını buna yormuştu; fakat bütün hepsi böbrek yetmezliği belirtileriydi.

Sanki kötü bir şey olacağını sezmiş gibi, bana bir soru yöneltmişti. Eğer o ölürse ne yapacağımla ilgili... Bunu kaldıramayacağımı söylemiştim. Tıpkı şu an kaldıramadığım gibi... Benden önce öleceğini altı yıl öncesinden biliyordu. Gözlerimin içine bakmıştı ve bana hiç unutamayacağım, zihnimde yaralar aça aça hatırlayacağım o sözleri söylemişti.

"Bir gün ikimizden birisi ölecek. Ya sen ya da ben hayata veda edeceğiz. Geride kalan ise, gidenin yokluğuna alışacak. Ölüm, belki kalanı incitecek; ama bir şekilde acıya alışmayı öğretecek. İnan bana, zamanla eskisi kadar acımıyor. Bazı insanlar birden bire yok oluyorlar ve sen artık her sabah uyandığında onu göremeyeceğin gerçeğine alışıyorsun. Belki acı hep yüreğimizde kalıyor, fakat o acı seni yok etmiyor. Unutma ki, benim nefesim olmasa bile, kendi nefesinle idare edeceksin."

Başını göğsüme iyice bastırdım. Onun tenini tenime gömmek istiyordum. Bedenimden ayrılmaması için elimden geleni yapacaktım. Ben onsuz bir hiçtim. Yalnızca bir hiç... Ruhunu avuçlarımla tutmak istiyordum. Asla bırakmamak... Azrail ruhunu çekiştirirken tüm gücümle ruhuna asılacaktım. Ölüm, onu benden alamayacaktı.

Onun başının gömülü olduğu göğsümü hıçkırıklarım titretti. "Ben senin nefesin olmadan yaşamak istemiyorum."

Güçlükle aralık tuttuğu göz kapaklarının ardında saklanan kahverengi gözleri, gözlerimi yakaladı. Yağmur gittikçe hızlanıyordu ve beni sırılsıklam eden yağmur değil de, kandı sanki. Sevdiğim adamın sırtından boşalan kan, üzerime yağıyordu. Biliyordum, yaşamak için direniyordu. Benim için, kızımız için... Yine de bakışları çoktan ölmüştü. Gözlerinde hiçbir ışık yoktu.

"Ö-Ölmek istemiyorum." dedi, zar zor duyulan sesiyle. "İlk defa yaşamak istiyorum."

O an canımı çıkarıp verebilseydim eğer, hiç düşünmeden önüne sunardım. Ona hayat olabilmek için, ciğerlerimde ne kadar nefes varsa hepsini ona feda ederdim. O da benim için bunu yapmıştı. O kurşun, bana isabet etmesin diye bedenimi sımsıkı sarmıştı. Sırtından kurşun yemişti, benim tarafımdan itilmişti; ama yine de canımı canıyla korumuştu.

Bu, hayatımda şahit olduğum en büyük fedakarlıktı.

"Merak etme, sevgilim... Ölmeyeceksin. Daha çok gençsin, çok güçlüsün. Dayanabilirsin. Hem biz daha doyamadık ki birbirimize... A-Ayrılıklarımız kavuşmalarımızdan daha uzun oldu." dedim ve başımı durmaksızın iki yana salladım. "Böyle olmaz, olmaz böyle! Hep acılar bulmaz bir insanı. Mutlu olacağız biz. Ben Ecrin Seçkiner olacağım. Mayıs'ın kendi gibi sevimli bir kardeşi olacak. Üstelik onu ikimiz büyüteceğiz, birlikte... Bizim daha yaşayacaklarımız var, Barlas. Ben seni toprağa veremem!"

Kana bulanan gri ceketini yumruklarımın arasında sıkıştırdım. Başımı geriye atıp bağıra çağıra ağladım. Daha söyleyeceğim çok şey vardı; ama yüreğim fazlasını kaldıramıyordu. Gözlerimi göğü kaplayan kara bulutlara çevirdim. Gözlerimle artık dinmeleri için yalvardım. Yeniden yıldızları görebilmek için... Sanki son kez sesimi göğe duyuruyormuş gibi, tüm gücümle bağırdım.

"ONU KİMSEYE VERMEM!"

Gök, karşılık olarak gürültülü bir şekilde gürledi. Yağmur şiddetini arttırarak üzerimize akın ederken benim direnişime meydan okur gibiydi. Gözlerim, Barlas'ın sırılsıklam olmuş yüzünü buldu. Yüzünde acı yüklü bir ifade vardı ve gözleri daha da kısılmıştı. Yüzündeki ıslaklıkların arasında göz yaşlarının da var olduğunu biliyordum artık.

"Bu son anım." dedi, titreyen dudaklarının ardından. "Senin kollarında mutluyum. Bu en güzel ölüm."

Gözlerimi yumdum ve içimdeki sızıyı dindirememenin verdiği çaresizlikle biraz daha ağladım. Barlas, artık direnemiyordu ve ruhu bedeniyle son kez kucaklaşmıştı. Bana kurduğu her cümleyle, hayatımıza veda ediyordu.

"Gözlerime bak." dedi, kısık bir melodi gibi duyulan sesiyle. "B-Beni o mavi ışıkla uğurla."

Mavi ışık...

Bir kez daha geçmişin tozlu perdesi aralanmıştı ve ben yine, altı yıl öncesindeydim. Onunla bir yatakta uzanıyorduk. Bu defa ona kırgındım, o da gönlümü alabilmek için, bana uzun ve romantik bir cümle kurmuştu. Yine ölümle yıkanmış, kalbime acıyı saplamış ve zihnime satır satır kazınmış bir cümle...

Onun isteği üzerine gözlerimi araladım ve dudaklarım benden izinsizce kıpırdandı. Yıllar önce, onun o yatakta bana fısıldadığı o cümleyi, ona dudaklarım hatırlattı.

"Eğer bir gün ölecek olursam, beyaz bir ışık değil mavi bir ışık belirecek gözlerimin önünde. O ışık, senin mavi gözlerindeki bu eşsiz parıltı olacak. Ruhum, gözlerinin yarattığı minik gökyüzüne karışacak. Kokun kefenim, göz yaşların toprağım olacak. Ve ben, ceset olacağım. Sana karşı beslediğim bu devasa aşk, sonsuz olacak. Sonsuza dek canlı kalacak. Ben seni aldığım her nefeste, verdiğim son nefeste ve nefessizliğimde bile seveceğim, küçüğüm."

Onun sözlerini ona söylerken bana bakan gözlerinin içi gülümsedi. Dudakları iki yana bükülü bir hâlde, uzun uzun baktı gözlerime. Gözbebekleri, söylemek istediklerini söylemişim gibi teşekkür doluydu. Bedenini saran ellerimden birini çekip elini sımsıkı kavradım. Onun parmakları da bu kavrayışa uyum sağladı. Usul usul dudaklarındaki tebessüm solduğunda, göğsü sıska bir öksürükle sallandı. Sonra bu öksürüğün şiddeti arttı. Son buluncaya kadar gözlerinin içine baktım. Ta ki, birbirine kenetlenen dudaklarının arasından bir çizgi gibi inen kanı görene kadar.

İç kanama geçiriyordu.

Onun kademe kademe ölmesine seyirci kalıyordum ve bütün bu olanlar kaldıramayacağım kadar ızdırap yüklüydü. Onun kanayan tüm uzuvlarını sarmayı her şeyden daha çok istiyordum. Bütün kanlarını ellerimle dindirmeli, acılarına son vermeliydim; ama beceremiyordum. Ben sevdiği adam ölürken hiçbir şey yapamayacak kadar beceriksiz bir kadındım.

Elini bir an olsun bırakmadan yüzüne bulaşan kanı yanağımla sildim. Şakağına burnumu dayayıp ıslak saçlarından saçılan kokusunu kokladım. Bundan sonra bu kokuyu yalnızca yastıklarından ya da giysilerinden solumak istemiyordum. Burnumu tenine yaslayıp temas ettiğim sıcak teninde nabzını hissederek solumak istiyordum.

"Elimi bırakma." diye fısıldadım.

Başımı kaldırırken yanağıma sürtünen sakallarını hissettim. Bu his hiçbir zaman canımı yakmamıştı, bugüne kadar... Çünkü daha dün sakallarına dek aşık olduğum adamın, bugün sakallarına bile veda ediyordum.

Omurlarına dek aşığım sana, demişti bana. Keşke omurlarımı söküp verebilseydim ona. Keşke, içinde koca bir krallık kurduğu kalbimi söküp dikebilseydim göğsüne... Biliyordum ki, benim kalbimde hiç kimse hüküm süremezdi artık. Atışı bile hissedilmezdi.

Göz kapakları hafifçe aralık duran bir kapı gibiydi. Karanlık göz bebeklerini az da olsa görebiliyordum. En ufak bir cereyanda o kapı kapanacaktı ve bir daha açılamayacaktı. İşte o zaman, benim kapılarımda cereyan hiç dinmeyecekti. Kanla dolan boğazına rağmen, güçlükle konuştu.

"B-Biliyorsun." dedi.

Biliyordum. Söylemek isteyip de söyleyemediği o iki kelimeyi adım kadar iyi biliyordum. Söylemesine gerek yoktu; çünkü yaşamak için direnmesi bile o iki kelimeyi haykırıyordu. Benim için yaşamak istiyordu, kızımız için... Bizi sevdiği için.

"Ben de seni seviyorum." dedim.

Tebessüm etti. İnsan veda ederken nasıl gülebilirdi? Acı içinde kıvranırken nasıl bükebilirdi dudaklarını?

"Ö-Öp beni." dedi.

Omzuna sarılı olan kolumu yukarı kaydırıp ensesini kavradım. Yüzüne doğru eğilip kanıyla kirlenmiş dudaklarına uzandım. Dudaklarım dudaklarına değdiği an, gözlerimi yumdum. Göz pınarlarımda kalan birkaç damla göz yaşı, göz kapaklarımın arasından süzülüp onun yüzüne yağmurdan önce düştü. Dudaklarındaki kan tadını aldıkça daha da derin öptüm onu. Kana kana öptüm. Bundan sonra yalnızca fotoğraflarını öpmek zorunda kalacakmış gibi öptüm... Onu öperken geçip giden her saniyede, ruhumdan bir şeyler eksildi.

Onu öpmek, ölmek gibiydi.

Barlas, öpücüğüme hiçbir karşılık vermiyordu. Dudaklarında ne bir kıpırtı ne de soluğunun sönük izi vardı. Ürkek adımlarla geri adım atar gibi, usul usul dudaklarımızı birbirinden koparttım. Onun yüzü görüş alanıma girdiğinde, bana araladığı kapılarını çoktan kapattığını fark ettim. Gözlerinin ardında ölüm cereyan etmişti ve göz kapakları bir daha açılmamak üzere kapanmıştı.

"B-Barlas..."

Ona adıyla seslenirken beni duyamayacağının bilincindeydim. O artık benim ağzımdan çıkan hiçbir kelimeyi duyamazdı. Benim ona sarılamayacağım kadar uzaklardaydı. Oysa ki ona söyleyeceğim daha çok şey vardı. Söylenmemiş onca söz... Şimdi içimde yalnızca bir ukde olarak kalacaklardı. Onun donuk yüzüne bakmak, cam kırıklarıyla dolu bir parkede yürümek gibiydi. Bu görüntünün bu kadar katlanılmaz olmasına inanamıyordum. Canımı böyle sızı içinde bırakmasına... Gözlerimi sıkıca yumup yüzümü tekrar göğe çevirdim. Acıya batmış yüzümü yağmurla arındırmak istedim; fakat yağmur beni o acıyla daha çok yüzleştirdi.

Yağmurlu bir gecede ilk kez birbirimizin olmuştuk ve yine yağmurun üzerimize yağdığı bir gecede, birbirimizden kopmuştuk.

Sonsuza dek.

"HAYIR!" diye bağırdım, üzerime yağmurlar yağdıran kara bulutlara. "O, ÖLMEDİ!"

Sesim, boğazımı ortadan ikiye yarmışçasına bir sızıya sebep oldu. Gökyüzünden başka sesimi duyurabileceğim kimse yoktu. Bu yüzden hissettiğim acıyı umursamadım. Gözlerimi de, bakmayı kaldıramadığı görüntüyle tekrardan yüzleştirdim. Barlas'ın bedenini tek kolumla sardım. Onu bedenime iyice yasladım. Diğer elim hâlâ onun parmaklarına kenetliydi. Bırakmadım. Bırakmayacaktım.

Burnumu yüzünde gezdirip kokusunu içime çektim. "O hâlâ mis gibi kokuyor. Hâlâ. Ölmedi ki, ölseydi kokmazdı hiç."

Eline kenetli elimi biraz daha sıktım. "Elimi tutuyor hâlâ. Ölseydi, eli boşluğa düşerdi. O benimle, hissediyorum. Gitseydi bilirdim. Ölmedi o."

Yanı başımda yanıp sönen kırmızı ışık gözlerimi acıttı. Gözlerimi kısa bir anlığına yumup Barlas'a biraz daha sıkı sarıldım. Bedenim benim rızam dışında ileri geri sallanıyordu. Dişlerimi birbirine kenetlemiştim. Feryat etsem, sesimi duymasından korkuyordum. Onu üzmek istemiyordum. O, benim ağlamama katlanamazdı. O, benim mutluluğum için canını bile hiçe sayardı.

Saymıştı da.

"Ecrin!"

Tanıdık birisinin bana seslendiğini duydum. Bu kişinin kim olduğunu görmek için, gözlerimi acıtan kırmızı ışığa doğru baktım. Bana doğru ilerleyen bir kadınla karşılaştığımda, Barlas'ı biraz daha sıkı kavradım. Bu kadının Oya olduğunu fark ettiğim an, koruyucu tutumum zerre değişmedi.

"Barlas'ı hastaneye götüreceğiz. Onu almamıza müsaade etmelisin." dedi, Oya.

"O sıcacık." dedim ve başımı iki yana salladım. "Onu morga koyacaksınız. Buz gibi olacak. Bir daha ısıtamam onu."

"Onu hayata döndüreceğiz, Ecrin." dedi ve birkaç adım daha bize doğru yaklaştı.

Başımı iki yana salladım ve mümkünmüş gibi Barlas'a biraz daha sıkı sarıldım. "Yalan söylüyorsun. Onu benden alıp kefene saracaksınız. Toprağa gömeceksiniz onu! Bir daha göremeyeceğim. Dokunup koklayamayacağım... Asla onu kimselere vermem, asla!"

Oya bana daha fazla yaklaştı. Yerde sürünerek ondan uzaklaşmak istedim; fakat Barlas'ın bedenini taşıyorken bunun mümkünatı yoktu. Yanı başıma geldiğinde diz çöküp gözlerimin içine baktı.

"Ambulans gecikti zaten ve sen işi yokuşa sürerek Barlas'ın yaşama ihtimalini daha fazla düşürüyorsun." dedi.

Barlas'ın artık var olmayan yaşama ihtimali...

"O öldü." dedim, acı bir şeyi tatmış gibi yüzümü buruşturarak. "Az önce kollarımda ölüşünü izledim."

Oya, ağzını bir şey söylemek için araladı; fakat dudakları arasından hiçbir kelime dökülmedi. Ağzı aralık bir hâlde yüzüme baktı. Sonrasında hafiften yaşarmaya başlayan gözleri kollarım arasında uzanan Barlas'ı buldu. Titreyen elini Barlas'ın boynuna doğru uzattı. Gözlerini göremesem de, bakışlarında korkunun yer edindiğini biliyordum. Baş parmağı, Barlas'ın şah damarına basınç uyguladı. Bir zamanlar öperek akan kanının haritasını belirlediğim şah damarına... Kısa bir bekleyişin ardından yüzünü bana doğru çevirdi. Dudaklarında görmeyi hiç beklemediğim bir tebessüm oluştu.

Bu tebessüm, umutla yüklenmiş bir bulut gibiydi.

"Nabzı var."

Ve umut, üzerime bardaktan boşalırcasına yağdı.

İşittiğim iki kelimeyi zihnimin algılaması normalden uzun sürdü. Buna yalnızca şaşkınlık ve mutlulukla karışık bir inlemeyle tepki verebildim. Barlas'a doğru yaklaşan sağlık görevlileri onu almak için eğildiklerinde, onu yaşatma olasılıklarına karşılık kollarımı gevşettim. Onu kollarımın arasından aldıklarında, ellerimiz hâlâ birbirine kenetliydi. O kadar güçlü kavramıştı ki, ben elimi serbest bıraksam bile parmaklarımız birbirinden ayrılmıyordu.

Bana verdiği sözü tutuyordu. Elimi bırakmıyordu...

Sağlık görevlilerinden birisi, ellerimizi birbirinden ayırdı. Bu ayrılış, içime serpilen umudu silip süpürdü. O an, beni ayakta tutan tüm hücrelerim kendini imha etti. Boynumdaki tüm kasların aniden gevşediğini hissettim. Başım geriye doğru düşmeden önce, Barlas'ın sedyeye yatırılıp ambulansa bindirildiğini gördüm. Sedyenin beyaz örtüsü, anında onun kanına boyanmıştı ve birkaç saniye önce elimi tutan eli, yumruk hâlindeydi. Sanki hâlâ avcunun içinde elime sarılıyormuş gibi...

Başım yere çarptığında, gözlerim karanlık gökyüzüne değdi. Yağmur damlaları yüzümün her zerresine karıştı. O an zaman durmuş ve gerçeklik yitip gitmişti. Gözlerim kapanırken kara bulutlarda Barlas'ın yüzünü gördüm. Sanki siyah bir aynaya yüzü yansımıştı. Tebessüm ediyordu. Tıpkı kollarımda can çekişirken gülümsediği gibi... Ona bakarken ben de gülümsedim. Benimkisi de canım çekilirken tebessüm etmekti. Bakışlarım gökyüzündeyken son kez fısıldadım. Bu defa konuştuğum kara bulutlar değil, Barlas'ın buğulu yüzüydü.

"Bizi ölüm bile ayıramayacak."

Sonra kirpiklerim birbirine dolandı. Gözkapaklarımın yarattığı karanlığın ardında, zihnim düğümlendi. Artık bilincim yerinde değildi.

***

Uyandım.

Hiçbir uyanış bu kadar sarsıcı olmamıştı.

Başımda çok şiddetli bir ağrı vardı ve gözlerim karanlığa alışmak için çabaladıkça bu ağrı daha fazla şiddetleniyordu.

Neredeydim ben? Hiçbir şey bilmiyordum.

Gözlerim karanlığa alıştığında, bir odanın içerisinde olduğumu anladım. Bu oda fazlasıyla tanıdık geliyordu. Başımı yan tarafa doğru çevirdiğimde, burnum başımın altındaki yastığa değdi. Barlas'ın kokusunu aldım. O kadar tazeydi ki, sanki az önce başını buraya yaslamış gibi... Burnumu yastığa gömüp kokusunu içime çektim.

Acaba bütün her şey bir kabustan mı ibaretti?

Altı yıl önce, şu anda olduğum gibi bu yatakta yalnız başıma uzanıyordum. Birden bire uyanmıştım. Yatak buz gibiydi. Yatağın soğuk tarafında bir kağıt parçası bulmuştum. Bana yaşadığım aşkı kusturacak satırlarla dolu bir mektuptu bu... O mektuptan sonra hayatımın çöküşünü izlemiştim. Geçen onca seneye rağmen, o çöken tuğlaları baştan yerleştirebilme fırsatı doğmuşken Barlas'ı kollarım arasında ölüme uğurlamıştım. Son hatırladığım şey ise, nabzının hâlâ var olduğuydu.

Bütün her şeyi bir kenara itip uzandığım yatağa bakarken hissettiğim duyguya odaklandım. Ben altı yıl önceki gibi Barlas'ın yatağında uzanıyordum. Üstelik aynı taraftaydım ve yine aniden uyanmıştım. Tıpkı o günkü gibi... Yoksa, aynı gecenin içerisinde miydim?

Yoksa kâbus olan kısım sadece Barlas'ın vurulması değil de, koskoca 6 yıl mıydı?

Yataktan aniden doğruldum. Yatağın öteki tarafı hâlâ sıcacıktı. Sessiz odanın içinde, düzenli nefes alıp verme sesini işittim. Şu an benimle aynı yatakta yatan birisi vardı. Şaşkınlıktan aralık kalan ağzımı elimle kapattım. Diğer elimi ise karnımın üzerine koydum. Mayıs'ın şu an karnımın içinde, bir aylık bir bebek olduğunu düşündüm. Aslında hiç doğmadığını, sadece kabusumun tek güzel parçası olduğunu... Yatağın yanındaki gece lambasına doğru elimi uzattım. Biraz sonra yanımda uzanan kişinin yüzünü görecektim. O kişi Barlas ise, sevinç nidaları atıp ona sımsıkı sarılacaktım. Onu uyandırıp upuzun kâbusumun her detayını anlatacaktım. Sonra o beni öpüp göğsüne yatıracaktı. Birlikte tekrardan derin, huzurlu bir uykuya dalacaktık.

Ve Barlas, beni hiç terk etmemiş olacaktı.

Elim gece lambasının düğmesine dokundu. Lamba odada loş bir ışık yaydı. Görüş alanıma giren ani ışık yüzünden sızlayan gözlerimi kırpıştırdım. Ardından yanımda uzanan kişiyle yüzleştim. Onun yüzü, beklediğim kişiye ait değildi. Bu yüz, şu an karnımda olmasını umduğum kişiye aitti. Kızıma...

Bu yüzleşme canımı çok yaktı; çünkü eğer her şey kâbus olmuş olsaydı, Mayıs babasız büyümeyecekti. Kim bilir belki de, biz Barlas ile evlenecektik. Mayıs mutlu bir yuvanın içinde doğacaktı. Ben okulumu bitirecektim. Yazar olmak yerine hayalini kurduğum oyunculuğu yapacaktım. Ya da her ikisini birden... Mutlu bir hayatımız olacaktı. Altı yıllık hasretle boğuşmak yerine, bu altı yılı sevdiğim adam ve evladımla huzur içinde yaşayabilecektim.

Kursağımda kalan hevesimi yutkundum. Bu sefer de diğer umuda sımsıkı sarıldım. Bu umudun kaynağı, Barlas'ın vurulmasının kâbus olma ihtimaliydi. Gece lambasını kapatmadan etrafta gözlerimi gezdirdim. Odanın içinde Barlas'ın bu odaya daha yeni girip girmediğine dair bir işaret görmeye çalıştım. Görünürde hiçbir şey yoktu.

"Anne..."

Mayıs'ın sesini işittiğimde, bakışlarımı direkt onun yüzüne çevirdim. "Mayıs... Neden uyandın?"

Gözleri hafiften aralık bir şekilde tek gözünü eliyle ovuşturdu. "Işık yanınca babam geldi sandım."

Kurduğu cümle, kalbime usul bir sancı sapladı. Son umudumda ölmek üzereydi, hissediyordum.

"Babanı en son nerede görmüştün, bebeğim?" diye sordum.

Gözlerini kırpıştırdı. Minik dudakları aralandığında, az sonra duyacağım cümleye hazır olduğuma emin değildim.

"Yerde gördüm."

Son umudum da yerin dibine battı.

Ağlamamak için alt dudağımı dişledim. Hiçbir şey kâbus değildi. Bütün bu olanlar gerçekten yaşanmıştı. Beni eve birisi getirmişti, Mayıs'ın yanına yatırmıştı. Sırf hastanede ayılmamam için... Çünkü orada büyük bir ızdırap beni bekliyordu. Barlas'ın yaşamla ölüm arasında mekik dokuduğu saniyelere şahit olmak... Beni o ortamdan uzak tutmak için buraya yatırmışlardı. Belki de Barlas'ın hayata tutunduğu dal çoktan kopmuştu ve benim ruhum duymamıştı.

Bu karamsar ihtimal, ağlama isteğimi daha çok kabarttı. Mayıs, bendeki duygusal çöküntüyü hissetmesin diye onu sımsıkı kucakladım. Çenemi omzuna yaslayıp yüzümü yastığa gömdüm. Buram buram Barlas kokan bir diğer yastığa... Sessiz gözyaşlarımı oraya akıttım.

"Hadi, uyu bebeğim." dedim.

"Tamam." dedi ve sesi içli bir nefesle inceldi. "Anne, babam yine cennete mi gidecek?"

Daha önce bu kadar ağır bir soruyla karşılaşmamıştım. Bu soru içimi sızlatmak yerine, canımı sert bir güllenin altında ezip parçalara ayırmıştı. Ne yazık ki, bu sorunun cevabını hiç bilmiyordum. Bu belirsizlik beni kahretmekle kalmayıp sükunete hapsetmişti.

Bir süre cevapsız kaldım. Ardından onu üzmemek için yalandan başka bir cevap hakkım olmadığını fark ettim.

"Baban hiçbir yere gitmeyecek. Bize söz verdi, unuttun mu?" dedim.

"Unutmadım." dedi ve o da beni kollarıyla sıkıca sardı. "Sen de bana söz verdin, anne. Sabah uyandığımda babamı bana getireceksin, değil mi?"

Keşke, diye fısıldadım kendi kendime. Keşke sabaha kadar kalbi atmaktan vazgeçmese ve bu atış ilelebet sürse.

"Getireceğim." dedim.

Bu sözü tutamayacağım için kendimden nefret ediyordum.

Güldü. Onun gülerken çıkardığı o sevimli ses, ilk defa beni keyiflendirmek yerine mateme boğdu.

"Resim defterimdeki son sayfaya babamı, seni ve kendimi çizdim anne. Yarın babamın doğum günü ve ona defterimi hediye edeceğim." dedi, kendi gibi çocuksu neşesiyle.

"Baban bu hediyeye bayılacak." dedim, göremeyecek olma ihtimalini düşünmemek için kendimi zorlayarak. "Şimdi uyu. Eğer uyursan, hemen sabah olacak ve baban bize kahvaltı hazırlayacak."

Ondan yanıt alamadım. Şu an ona söylediğim yalana kanıp kendini uyumak için koşullandırmıştı. Susmuş ve gözlerini yummuştu. Ona baban vuruldu diyememiştim. Şu an hastanede ve yaşamak için savaşıyor, onu bir daha göremeyebiliriz diyememiştim işte. Bütün bu olan bitenin arasında, onu gerçekleşmesi imkansız bir yalanla uyutmuştum. Oysaki, Barlas'ın hayati tehlikesi kalmasa bile onu yarın buraya getiremezdim. Hele de ölürse, işte o zaman bir mezarın başında dikilip yalanlarımın yarattığı enkazın altında kalan kızımı seyredecektim.

Yüzümü biraz daha yastığa gömdüm ve ağlamaya devam ettim. İçimdeki acı hiç eksilmese de; gözlerim, barındırdığı tüm yaşları tükeninceye kadar akıtmak istiyordu. Yaşlar kuruyup da, göz pınarlarım kanla dolana kadar...

Mayıs'ın solukları tekrardan düzene girdiği zaman, yavaşça onu saran kollarımı çekmeye çalıştım. Mayıs'ı uyandırmadan ondan uzaklaştıktan sonra, yataktan doğruldum. Yanmakta olan gece lambasını yatağın ters yönüne doğru çevirdim. Işık, yatağın tam karşısında duran kütüphaneye değdi. Gözlerim, sarı ışıkta parıldayan ciltli kitaplara takıldı. Sebepsizce ayaklarım kütüphaneye doğru yöneldi. Gölgem kitapların üzerine düştü ve orada karanlık bir iz bıraktı. Parmaklarım bir zamanlar Barlas'ın elinde tuttuğu romanların kapaklarına dokundu. Bakışlarım tanıdık bir şey arıyordu.

Ve gördüm. Sanki uzun yıllar önce çok samimi olduğum; ama aramıza sebepsiz mesafeler giren bir arkadaşımla rastlaşmış gibi hissettim. Bu kitap, Barlas ile ilk defa birbirimizin olduğumuz gecenin ertesi sabahında, bana bu odanın içinde okuduğu kitaptı. "Soğuk Kahve"... Kitabı elime aldım. Onun okuduğu sayfayı bulmak için karıştıracaktım; fakat kitabın içinde ayraca benzer bir şey olduğunu fark ettim. Ayracın bulunduğu sayfayı açtım; fakat açar açmaz bir ayraçla karşılaşmak yerine, beyaz bir zarfla karşılaştım.

Bu kitabı bana okuduğu zaman kitabın içinde ne bir zarf ne de ayraç vardı. Bu zarfı ayrı olduğumuz 6 yıl içerisinde buraya yerleştirmiş olmalıydı.

Zarfı kitabın arasından aldım. Daha içini açmadan dahi, bana ait bir şeye dokunuyormuş gibi hissetmiştim. Zarfı sayfanın üzerinden çektiğimde, bulunduğum sayfa beni hiç yanıltmadı. Barlas'ın bana okuduğu sayfaydı bu. Siyahla yazılmış başlığında "Mayıs Sineği" yazıyordu. O başlığı okumak bile, bacaklarım üzerinde durmamı zorlaştırmaya yetti. Sırtımı kütüphaneye yasladım. O gün, bana ruhunu sunmadan önce okuduğu paragrafı, tekrardan onun sesinden duyar gibi okudum.

"Hayat her şeye benzetilebilir. Güzel bir kız olabilir ya da olgun bir kadın. Bazen bir fahişe ve çok fahişe... Bazı kızlar kendine değer verir, bazıları sadece verir. Ve verirken ona buna, aslında hiç mutlu değildir. Mayıs sineği var mesela, onlara bir gün sineği de denir. Onların eşlerini aldatmak gibi bir lüksü yok. Çünkü, ilk sevişmelerinde ölürler. Buna sevişmek için ya da neslini devam ettirmek için ölmek denilebilir. Her kızın mayıs sineği gibi bir adama ve her adamın da mayıs sineği gibi bir kadına ihtiyacı var. Çok seven ve aldatmak nedir bilmeyen..."

Gözümdeki nehir hâlâ kurumamıştı. Göz kapaklarımın arasından sızan bir damla yaş, kitabın sayfasına bulaştı. Kitabı göğsüme bastırdım, sanki her satırını kalbimin içine işlermiş gibi... O an, gözümün önünde Barlas'ın karşımda kitabı okuyuşu canlandı. Paragrafı bitirdiği zaman başını kaldırıp gözlerimin içine baka baka adımı söylemişti. Adım dudaklarından çıkar çıkmaz, göz yaşı yanağına düşmüştü ve karmaşık duygularını dizginleyemeyen kalbi, sesine yansımıştı. Bana o an sorduğu soru, kulaklarımda durmaksızın çınladı.

"Ecrin, mayıs sineğim olur musun?"

İşte o sorudan sonra, aramızdaki bağ ilmek ilmek örülmüştü. Birbirimize ruhumuzu açmış, bedenlerimizi sunmuş, kalplerimizi adamıştık. Ta ki beklenmedik bir hastalık, onu ölümle karşı karşıya bırakana kadar... Sonra Barlas, o bağları kopartarak gitmişti. Oysaki, yalnızca bendeki bağları sökmüştü, kendininkileri de kalbine yük etmişti.

Kitabı raftaki yerine bıraktım. Elimde duran zarfın sararmaya yüz tutmuş yüzünü parmağımla okşadım. Bir zamanlar onun parmaklarının şu anda dokunduğum yerlere değişini hissediyordum. Zarfı araladım. İçinde iki farklı kağıt vardı. Birisi iki, birisi dört kez katlanmıştı. Sanki farklı zamanlarda yazılıp aynı zarfta buluşturulmuş gibiydi. İlk önce dört kez katlanmış olanı elime aldım. Kat yerlerini teker teker bozup kağıdın üzerinde yazanlara loş ışığın altında baktım. Bu, Barlas'ın yazısıydı. Bu mektup tıpkı bana altı yıl önce yazdığı mektuba benziyordu. Sadece biraz daha uzun yazılmıştı.

Satırları okumaya başlamadan önce, sağ üst köşede yazan tarihe baktım. Gördüğüm tarih beni şok etti. Tam o günün tarihi yazılıydı. Beni yatakta bir başına bırakıp gittiği günün tarihi... Demek ki, o gün bana iki tane mektup yazmıştı. Ben birisini yazdığı gün okumuştum; fakat şu an ellerimde duran mektubu okumak için biraz geç kalmıştım.

Gözlerim mektubun ilk satırında yazan cümleyi buldu ve o cümleyi okurken yüreğim burkuldu.

"Bil ki küçüğüm, bu mektubu okumaman için elimden geleni yapacağım.

Eğer bu sayfa parçalara ayrılmamışsa, ya ben çoktan ölmüşümdür ya da sen beni kalbinde öldürmüşsündür. Umarım ilk seçenek geçerlidir; çünkü senin kalbinde ölmek, ölümlerin en kötüsü.

Ben ölüyorum, Ecrin'im. Ne yazık ki yarım bir adam olarak yaşamayı sürdüremiyorum. Artık böbreğimin diğer yarısı da beni terk etmek istiyor. Onu geri kazanamıyorum ve yerine yeni bir böbrek nakli de çok zor. Her şeyi arıza olan bir adamım işte, organlarım bile her dokuyu kabul etmiyor. Kendi kendime yetemiyorum. Ölüm eşiğe dayandı. En kötüsü de o eşikten bir idam mahkumunu izler gibi, benim ölmemi seyretmeni istemiyorum. Bu acıyla baş edemeyeceğini biliyorum; çünkü senin yerine kendimi koyduğumda kafayı yiyorum.

Erkin bana küçükken ölen tavşanını anlattı. Aylarca hiç durmadan ağlamışsın. Senin o kalbin öyle naif ki, çabucak inciniveriyor. Gözlerinde kurumak bilmeyen bir nehir var. En ufak bir hüzün rüzgârında elmacık kemiklerine doğru akıyor. Sen büyük acılar yaşamamalısın, küçüğüm. Bu sefer ben ne bir tavşanım ne de senin acın aylar sonra atlatılabilecek bir kayıp... Gitmekten başka çarem yok. İnan ki, gitmek çok yakıyor içimi; ama gitmezsem senin için daha çok yanacak. Ben ölünce acılarım dinecek. Peki ya senin acıların? Ardımda ağlayan bir Ecrin bırakamam. Benim küçük kadınım hep gülsün, gamzeleri hiç solmasın istiyorum. Bunun için de aşkımızı feda ediyorum.

Birazdan sana başka bir mektup yazacağım. Hemen yanı başına bırakacağım. Sen uyanıp o mektubu okuyacaksın ve orada yazanlara inanacaksın. Orada yazanların hiçbir kelimesi gerçek olmayacak; ama seni inandıracağım. Bana çok kırılacaksın, hatta bu kırgınlık zamanla nefrete dönüşecek. Özür dilerim, Ecrin. Bunu sana yapmaktan nefret ediyorum; ama mecburum. Hastanede çürüyüşümü görmeni istemiyorum. Ben her geçen gün ölüme bir adım daha yaklaşırken seni de tüketeceğim. Sonra bir gün öleceğim. O anı gözümün önünde canlandırıyorum. Cesedimi kucaklayacaksın. Çığlıkların yeri göğü inletecek. Ağlayacaksın, çok ağlayacaksın. Ben geri dönemeyeceğim. Seni bu acıya mahkum edip def olup gideceğim işte. Aşağılık, bencil bir herif gibi.

Bu yüzden, nefret et benden. Öyle bir nefret et ki, ölüm haberimi aldığında, yüreğinde ufacık bir sızı bile olmasın. Hayatına bensiz devam et. Gerekirse yeniden aşık ol. Sen mutlu ol da, ben her şeye razıyım. Seni hayata tutan her sebebe minnettarım.

Az önce yatakta kıpırdandın. Üzerindeki örtüyü bacağınla tekmeleyip üstünü açtın. Ben olmadığımda da böyle mi yapacaksın? Kim örtecek üstünü? Hadi bunu geçtim, ben geceleri sensiz nasıl uyuyacağım? İkimiz için de çok zorlu bir süreç başlıyor. Ben buna hiç hazır değilim, Ecrin. Birazdan masanın başından kalkacağım, alnından son kez öpüp seninle tek taraflı vedalaşacağım. Ne yazık ki, her şey burada bitmiyor. Kalbimde, zihnimde, tenimde, her uzvumda sen varken vedaların anlamı yok. Ben seni öpmesem bile, kalbim öpüyor seni. Zihnim gözlüyor, tenim özlüyor... Ölünceye dek senin hasretinle yanacağım.

Hep kollarının arasında ölmek istedim. Bu duam belli ki kabul olmayacak; fakat bunun karşılığında senin acılarını yok edeceğim. Bunun için, bu dünyaya yalnız veda etmeyi yeğliyorum.

Bu mektubu bizim kitabımızın arasına sıkıştıracağım. Mayıs Sineği yazılı o sayfaya... Aşkını kalbine gömemez ve benden nefret etmeyi başaramazsan, bu mektubu bulacağını biliyorum. Anılarımızın hâlâ yaşamayı sürdürdüğü bu odaya geleceksin, o kitabı eline alacaksın, tam o sayfayı açacaksın... İşte o zaman içinde bu mektubu bulacaksın. Muhtemelen ben ölmüş olacağım ya da iyileştiğim hâlde seni geri kazanamamış da olabilirim. Şayet iyileştiysem ve seni geri kazanabildiysem, bu mektubu çoktan yok etmişimdir. Bu yüzden iki seçenekten birisi gerçekleşti. Umarım ölen ben olmuşumdur, aşkımız değil...

Ben seni hep sevdim, hep. Seni, içinde bulunduğum her anda seviyorum. Kalbim atmayı sürdürdüğü müddetçe de, bir tek seni seveceğim. Öldüğüm zaman bile, toprağın altında yatan cesedim seni sayıklayacak. Bu aşk hiç bitmeyecek, küçüğüm. Gerekirse kan kusa kusa seveceğim seni.

Bütün bu cümleleri her ihtimali göze alarak kurdum; ama yazdığım her satırda bunu ilerde okumaman için duacıydım. Son satıra geldiğine göre, artık çok geç. Şu andan itibaren her şeyi biliyorsun. Seni niçin terk etmek zorunda olduğumu ve senin aşkınla nasıl da yanıp tutuştuğumu... Bu sönmek bilmeyen yangın beni son zerrem de kül oluncaya dek yakacak.

Artık kalemimi susturmam gerek. Vedamıza daha fazla gecikmemeliyim. Son söyleyeceğim şey şu ki; kaderde ne yazılıysa onu yaşayacağız. Eğer seninle yaşanacak günlerimiz kaldıysa, gelecekte tekrardan buluşacağız. Tek bir günümüz dahi yoksa da, o hâlde bugün biriktirdiğimiz son anımız... Ecrin seni sevdiğimi unutma, olur mu? Bunu sana doya doya söyleyememiş olsam da, unutma. Ve lütfen, mutlu ol. Çok yaşa, benim doyamadığım kadar doy hayata. Benim yaşamaktan çok senin mutluluğuna ihtiyacım var. Bunu da yaz aklının silinmeyen bir kenarına.

Mutlu kal, küçük kadın. Bana bu aşkı yaşattığın için teşekkür ederim.

-Barlas SEÇKİNER."

Baş parmağımı son satırda gezdirdim. Adını okşadım usulca ve sanki yanaklarına dokunurmuş gibi tenini hissettim. Gözlerimi sımsıkı yumdum, gözpınarlarımda biriken acılar birer birer yanaklarıma döküldü. Kaybettiğim yılların yükü omuzlarımı ezerken yalnızca ağlayabildim. Aşık olduğum adamdan yok yere yoksun kaldığım altı yılı hatırladım. Aynanın karşısında saçlarımı kestiğim an canlandı gözlerimde. Tanınmamak için değişiyordum. O aynada asıl benliğimi yitiriyordum. Kesilen saçların ayaklarıma vuruşu, yansımamı bulanık gören gözlerim, göğüs kafesimde derin bir sancı bırakarak çarpan kalbim... O an hissettiğim korku, çaresizlik ve yalnızlığı bir daha hiç hissedemeyeceğimi zannetmiştim.

Ne yazık ki, şu an hissettiklerim katbekat daha yoğundu.

Kader, acımasızdı. Nasıl yazıldıysa, öyle de sonlanacaktı. Yıllar sonra elime geçen bu kitap bana iki farklı mektup sunmuştu. O mektuplar bugün okunacaktı, ne dün ne de yarın. Bunun bir nedeni olmalıydı. Bugünün bir anlamı vardı. Her ne kadar hâlâ yeni bir gün doğmamış olsa da, gecenin nasıl sonlanacağını tahmin edebiliyordum. Kalbimde daha önce hiç hissetmediğim bir boşluk açılmıştı. Derin bir çukur kadar büyük... Orası bir daha dolmayacaktı. Barlas belki hâlâ hayattaydı; fakat kalbimle çoktan vedalaşmıştı. Bu mektuplar ise, o sessiz vedanın dışa vurulmamış haykırışlarıydı.

Onun hatırasını özenle katladım. Kağıdı zarfın içine geri koydum; fakat o kelimeler kalbime silinmez bir mürekkeple yazılmıştı bile. Diğer kağıdı zarftan çıkarırken ellerim titriyordu. Bu sefer nasıl bir mektupla karşılaşacağımı bilmiyordum. İçimdeki sızı daha ne kadar büyüyebilirdi, tahmin edemiyordum.

İkinci kağıdın kat yerleri bozulurken heyecanla karışan hüzün, göğsümde bir yılan gibi kıvrılıyordu. Onun el yazısı, bu defa daha az solgundu. Üste düşülmüş tarih iki sene öncesini gösteriyordu. Benim doğum günümü... Başlangıcında satırlar hâlinde birkaç cümle yazılıydı. Ardına ise kıtalar dizilmişti. Nefesimi düzene sokup orada yazan tüm kelimeleri zihnime buyur ettim.

"Bugün senin doğum günün, Ecrin. Ben ne yazık ki, bu doğum gününde de seni unutamadım. Hayatından çıkmam sana bir ödüldü, biliyorum; fakat onca yaşananlara rağmen seni kalbimden çıkaramıyorum. Dile kolay dört yıl oldu. Ölüme bile kafa tutmuşken bu duygularla başa çıkamıyorum. Ben hâlâ aşkınla yanıyorum, hasretinle tutuşuyorum. Bana gönderdiğin mail ile ağzımın payını alamadım. Babandan işittiğim azara rağmen yüreğime sözümü geçiremedim. Sen yine de içini ferah tut; çünkü benim aşkımın dili yok artık. Öyle sessiz, öyle içli ki... İçime kusuyorum duygularımı. Benim zararım kendime. Seni ömür boyu rahat bırakacağıma söz verdim, bu sözümü tutacağım. Sana hiç kızgın değilim. Buna hakkım da yok ki zaten... Başka bir adamla aile kurmuş olabilirsin, bu senin tercihin. Saygı duyuyorum ve senin mutlu olduğunu bilmenin huzuruyla dizginlerimi tutuyorum.

Bu mektubu bulmayacaksın, artık umudumu kestim; ama yine de yazmak istiyorum. Dört yıl önce, seninle yatağımda uzanırken sana bir söz vermiştim. Bir gün senin için şiir yazabileceğimle ilgili... Bu içimde hep bir ukde olarak kaldı. Sen okumayacak olsan da, ben o şiiri yazmak istiyorum. Sana söyleyecek son sözüm şu: sana bugüne dek verdiğim en büyük sözü tutuyorum. Seni seviyorum ve ömrümün sonuna dek de seveceğim. Muhtemelen bu hayatı yalnız başına noktalayacağım. Oysaki en büyük dileğim, ölümümün kollarında gerçekleşmesiydi.

Şimdi sana doğum günü hediyeni veriyorum. Senin tarafından hiç okunmayacak; fakat benim tarafımdan kaleme alındığı ilk andan beri sayıklanacak o şiiri...

Yılların, içimden silip süpürdüğü umutları,
Kalbimin topraklarını kaza kaza arıyorum.
Yalnız başıma uzanıyorum hasret koyunda,
Anıyorum, benliğimde yankılanan senli günleri.

Bulutlardan savrulan soğuk rüzgârlar,
Sızıyor tenimin en ücra köşelerine, sinsice.
Vücudumu saran kollarının sıcaklığını anımsıyorum.
Bir hüzündür ki, bağrımı deşiyor özleminle.

Sensiz geçen günlerimi, hatıranla avutuyorum.
Gözlerimi yumuyorum, yüzün önüme yansıyor.
Gecemi aydınlatıyor, beyaz ve parlak tenin...
Sarı saçların, güneşim olup kavuruyor ruhumu.

Ah o gözlerinin yeşile çalan mavisi yok mu?
Derin okyanuslarda bir başıma bırakıyor beni.
Göz bebeklerinin içinde ışıldayan parlaklık,
Gecenin koyu karanlığında, hasede boğuyor yıldızları.

Bir fısıltı esiyor gül rengi dudaklarının arasından.
Beni sevdiğini işitirmişçesine irkiliyor bedenim.
Kollarımı sarmak istiyorum belinin kavisine,
Hayalin silikleşiyor, parmak uçlarımı tatmadan.

Gözlerime serilen etten yorgan, aralanıyor ansızın.
Yokluğunun çıplaklığıyla, yapayalnız kalıyorum.
Acı silsilesi, üzerime damlıyor yağmur gibi.
Gözlerimden akan yaşlar, yağmura karışıyor.

Ey gülüşünden öptüğüm kadın, neredesin şimdi?
Başka bir cehennemi, cennete mi çevirdin yine?
Ben, en son kokunla seviştiğim yerdeyim.
Senden kaçmak isterken sende tutuklu kalmışım meğer.

Çaresizce affına sığınıyorum, küçüğüm.
Üzgünüm, kokunu hatırlayamıyorum bir türlü.
Hiçbir çiçek bahçesinde benzerini bulamadım.
Yüreğimin yanık kokusuyla soluklanıyorum artık.

Uzun zamandır, rüyalarımda konuşmuyorsun benimle.
Az önce, ağlaya ağlaya unuttum sesini.
"Belki"ler, canlı canlı dikerken yaralarımı,
"Keşke"ler bir cellat gibi sarılıyor boğazıma.

-Barlas SEÇKİNER"

Acıyla yoğrulmuş özlemin bu mısralarda nefes alışını hissettim. O his, hâlâ capcanlı bir şekilde bu sayfada yaşıyordu. Yıllarca yalnızca kendi acımı görmüş ve Barlas'ı sefa içinde düşlemiştim. Bu iki mektup ise, onun yaşadığı sefaletin yalnızca kağıda yansımış hâliydi. Onun acısını kucaklamak istiyordum. Ona hak ettiği mutluluğu yaşatıp geçmişi tamamıyla silip atmak istiyordum. Ama ben daha, onu bile yaşatamıyordum.

Son mektubu da katlayıp zarfın içine koydum. Zarf, tekrardan bizim aşkımızın başlangıcı olan o sayfadaki yerini aldı. Kitabı göğsümün üzerine bastırıp gözlerimi yumdum. Göz kapaklarımın arasından süzülen yaşlar art arda aşağı yuvarlandı. Gözlerimi yeniden araladığımda, göğsümdeki acıyı söküp aldım ve kütüphanedeki yerine bıraktım. Ellerimle gözyaşlarımı silip gücümü toparladım. Bu aşka yakışır bir şekilde, yıkıldığım yerden dimdik ayaklandım. Yıllarca yaşanmış onca hüznü kucakladım, bir avuç mutluluğa kattım. Şimdi sevdiğim adama doğru yola koyulacaktım. Geçmişimle, şimdimle beraber onu kucaklayacaktım. Ölüsüyle de, dirisiyle de...

Mayıs'ı uykusunda birkaç saniyeliğine seyrettikten sonra ona babasını geri getirebilmenin umuduyla odadan ayrıldım. Merdivenleri hızlı adımlarla inerken aşağı katta lambaların açık olduğunu fark ettim. Birileri hâlâ uyanıktı. Adım seslerim evin sessiz duvarlarında yankılanmış olacak ki, koridorda tanıdık bir siluet göründü.

"Ecrin!"

Babamın şaşkınlıkla adımı seslenişine karşılık tepkisizce yüzüne baktım. Merdivenin son basamağını indiğimde, babamın yüzündeki şaşkınlık yerini endişeye bıraktı.

"İyi misin?" diye sordu.

Histerik bir gülümseme dudaklarımda çarpıldı. "Çok."

"Kızım... Biliyorum-"

Onun beni teselli etmesine tahammül edemeyerek sözünü kestim. "Baba, sus lütfen."

Ağzı açık bir şekilde yüzüme bakakaldı. Aramızdaki gerilim neredeyse gözle görülebilecek bir raddeye ulaştı. Ona karşı hiç olmadığım kadar kızgınlık duyuyordum. Sözde altı yıl boyunca beni korumuştu; fakat tek yaptığı beni dibe çekmek olmuştu. Beni asıl koruması gereken zamanda, tek yaptığı olanlara seyirci kalmaktı.

"Ecrin, uyanmışsın."

Babamın arkasından annemin sesi duyuldu. Öfkeyle kısılan gözlerimi annemin üzerine diktim. Ona karşı da içimde sebepsiz bir kızgınlık vardı. Şu an içimdeki his karmaşası o kadar yoğundu ki, herkesi kendimle birlikte dibe çekmek istiyordum. Bu aşkla başa çıkabilmek için herkesten nefret etmek istiyordum.

"Uyandım, anne." dedim, sıkılı dişlerimi titreterek. "Peki ya neden burada uyandım? Neden hastanede değilim?"

Annem alt dudağını ısırdı ve biraz mahcup, biraz da haklı bir edayla konuştu. "Çok kötüydün, hissettiğin acı yüzünden bayılmıştın. Seni hastaneye götüremezdik, daha da kötü olacaktın. Ayrıca Mayıs'ın sana ihtiyacı vardı."

"Barlas'ın bana ihtiyacı yok mu?" diye sordum ve sanki bu soruyu kendime sormuşum gibi, kendim cevapladım. "Var tabii ki... O bensiz yapamaz ki. Ölemez bile! Kollarımda ölmeyi dilemiş hep. Benim kollarımda... Biliyor musun anne, ambulans gelmeden önce kollarımdayken gözlerini yumdu. Öldü sandım; ama ölmedi. Bir daha ö-ölmez değil mi? Allah onu bana geri verir, değil mi?"

Söylediklerime karşılık olarak sadece sustular. Dudaklarının arasından tek bir kelime bile çıkmadı. Sadece annemin gözleri yaşardı, o kadar. Sorularımın hiçbirini cevaplayamadı. Başımı iki yana sallayıp onu sessizliğiyle suçlarmışçasına baktım.

"Hiçbirinizin bir b*k bildiği yok. Ben gidiyorum." dedim ve dış kapıya doğru yöneldim.

Annem çabucak bana yetişip bileğimi kavradı. "Saat gecenin on ikisi, tek başına nereye gideceksin? Barlas hastaneye kaldırılalı daha üç saat oldu. Onun ameliyatının bitmesi sabahı bulacak. Sabahı bekleyelim. Orada kendini harap etmeni istemiyorum."

Gece on iki... An itibariyle bugünün tarihi 1 Ağustos. Barlas'ın doğum günü.

Sızım sızım sızlayan gözlerim annemin üzerinde gezinirken ona nasıl bir ifadeyle bakacağını kestiremiyordu. Az önce söyledikleri, saçmalıktan ibaretti. Sabaha kadar burada oturup beklememi istiyordu. Hatta belki de mışıl mışıl uyumamı... Sanki hastanede hayat savaşı veren sevgilim değil de, uzaktan akrabammış gibi.

"Sen burada keyifle güneşin doğuşunu bekleyebilirsin, anne. Ben sevdiğim adam can çekişirken elim kolum bağlı bekleyemem. Tek başıma gidecek olmam seni bu kadar endişelendirmesin, ben siz yanımdayken de tek başınaydım zaten." dedim ve bileğimi elinin arasından kurtarıp hızla dış kapıdan fırladım.

Asansörün içine adım atar atmaz zemin katın düğmesine bastım ve kapıların kapanmasını bekledim. Kapılar kapanmak üzereyken aniden durdu ve zıt yöne doğru açıldı. Açılan kapılardan içeri giren kişi babamdı. Bana, arkamda durduğunu gösteren sıcak bir tebessüm sergiledi.

"Orada kendini harap edeceğini biliyorum; fakat bu defa senin iyiliğini düşündüğümü zannederek senin adına karar almaya çalışmayacağım. Ben bugün yıllardan beri olduğumu sandığım; ama olamadığım yerdeyim, kızım... Yanındayım."

Asansörün kapıları kapanırken babamın sıcak kolları arasına daldım ve zemin kata ininceye dek oradan ayrılmadım. Kısa süreliğine de olsa, huzurlu hissetmiştim. Babam, uzun zamandır hissetmediğim kadar içtendi ve ben bu samimiyete hasret kalmıştım. Eski günlerdeki gibiydik. Babam ne pahasına olursa olsun arkamdaydı. Yıkılacağımı bilse bile, düşüşüme engel olmak yerine, beni düştükten sonra ayağa kaldıracak kadar yakınımda olmayı tercih etmişti.

***

Hastane merdivenlerini koşar adımlarla tırmanırken vücudumda depolanan tüm adrenalini tüketmiştim. Asansörün aşağı inmesini beklemeden merdivenlere yönelmiştim; çünkü kaybedecek vaktim yoktu. Üçüncü kata varmama son bir basamak kala, yerin ayaklarımın altından çekildiğini hissettim. Küçük bir anlığına gözüm kararmıştı. Nefes nefese duvara tutundum. Artık bacaklarım takatini yitirmişti. Sırtıma babamın elleri dokundu. Yumduğum gözlerimi aralayıp ona baktım. Sık sık aldığı soluklarla vücudu titriyordu. Belli ki bana yetişmek için büyük bir efor harcamıştı. Gözlerindeki endişe ise zerre harcanmamıştı.

"Ecrin, iyi misin?" dedi.

Başımı olumlu anlamda salladım. "İyiyim baba, hadi gidelim."

Babam iyi olduğuma ikna olmasa da, kalan son basamağı ona tutunarak çıkmama izin verdi. Gözlerim koridorun sonundaki Ameliyathane yazısında duraksadı. Ona kavuşmama yalnızca adımlar kalmıştı. Acaba ona geldiğimi hissetmiş miydi? Eğer hissetmişse, hayata tutunurdu. Bırakmazdı beni, biliyordum.

Bakışlarımın hedefi, ameliyathanenin önündeki tekerlekli sandalyede oturan adam olduğunda, artık kalbimdeki güzel hisler çürümeye başlamıştı. Abim koca cüssesini sarsan bir ağlama fırtınasına tutulmuştu ve İrem de, diz çöküp onu sımsıkı kucaklamıştı. Başını abimin omzuna yaslamıştı. Yüzü bize dönüktü; fakat gözleri kapalıydı. Yanakları daha önce hiç görmediğim kadar ıslaktı. Karamsarlık bir girdaba dönüşüp beni içine çekerken savunmasızca ona teslim olmaktan başka çarem yoktu.

İrem gözlerini araladığında, bakışlarımız birbirini buldu. Dudakları şaşkınlıkla aralandı. Abimi saran kolları anında gevşedi ve diz kapakları zemine değmiyordu artık. Hiç düşünmeden bana doğru ilerlemeye başladı. Adımları çok hızlıydı. Sanki hızla ilerleyen bir kamyonetin önüne atlamıştım ve o bana yetişip beni kaldırıma çekecekti. Babam da bir şeyler olduğunu sezmişti. Kolumu sımsıkı kavrayıp beni olduğum yerde kalmaya zorladı. İrem bana ulaştığında, tahmin ettiğim şeyi yaptı. Beni tutup kaldırıma çekti. Her ne kadar, bana sımsıkı sarılıp sırtımı ameliyathaneye doğru çevirmiş olsa da, o kamyonet beni kaldırımda bile çiğneyecekti.

"Bırakın beni!" dedim, zar zor duyulan bir ses tonuyla.

"Hayır!" dedi, İrem. "Buradan gidelim, lütfen."

"Gitmeyeceğim! BIRAK!"

Kolları arasında çırpınışıma tepki olarak bana sarılmaya son verdi. Göz göze geldik ve bakışlarındaki acı, göz bebeklerimi aşındırdı. Geriye doğru iki adım attım. Sonra yüzümü tekrardan ameliyathaneye çevirdim. Oraya ilerlerken tüm bedenim uyuşmuştu. Sanki birisi hislerimi derimden cımbızla söküp almıştı. Düşüncelerim benim komutum dışındaydı. Az önce şahit olduğum her şeyin hangi sonuca çıkması gerektiği ortadaydı; fakat ben o sonucu düşünemiyordum. Beynim kendini kapatmıştı, buna izin vermiyordu.

"Ecrin!"

Abimin sesi kulaklarıma uğultu gibi çarptı. Onun sesini duyuncaya dek, gözlerimin Ameliyathane yazılı tabelaya takılı kaldığının farkında bile değildim. Abimi görmek için bakışlarımı onun üzerinde odakladım. Ona bakan gözlerim, hiç ummadığım kadar hissizdi. Abim sandalyesinden doğruldu. Sağlam olan bacağının üzerinde güçlükle durmasına rağmen, bana doğru sekerek ilerledi. Eli yüzümün bir yarısını kapladı. Baş parmağı yanağımı okşadı... Bende iyi hisler uyandırmak istiyordu; fakat bütün bunlar ben de hiçbir hissi canlandırmadı.

"Senden özür dilemek istiyorum." dedi ve gözünden akan yaş, ıslak yanağından kaydı. "Altı yıl önce, Barlas'ı seni terk etmeye ikna ettiğim için..."

Ona bir cevap vermek istedim. Dudaklarım aralansa da, tek bir ses duyulmadı. O ise sessizliğimi umursamadı bile, kalbinde biriktirdiği tüm pişmanlığını kelimelere dökmeyi sürdürdü.

"Seni bu acıdan koruyabilirim sandım. Bu şehirden gittiğin an bitmesi gerekiyordu. Ne yazık ki, bu acı senin kaderindi. Yıllar geçti, acı döndü dolaştı ve şimdi, seni tekrardan buldu. Ben sana iyilik yaptığımı zannederken sende yalnızca altı yıllık bir yara açtım. Keşke, tam da şu an bu acıyı senden söküp alabilsem... Ama yok! Ondan kurtulman için çok geç artık."

Karşımda ağlayarak dikilen bu adam, benden yalnızca özür dilememişti. Aynı zamanda bana kabullenmek istemediğim o haberi vermişti. Bahsettiği acı, sevdiğin birini kaybetmenin kalpte bıraktığı derin sızıydı. Ben bu hayattaki tek aşkımı kaybetmiştim. Birlikte bir gelecek kuracağım adamı... Çocuğumun babasını... Bu düşünce kafamın içinde dönüp dursa da, beynim bu gerçekliği kusup dışarı atıyordu. Kalbimin etrafını buzlar sarmıştı ve göğsüm hiçbir şey hissedemeyecek kadar üşüyordu. Duyabildiğim tek şey, hiçlikti.

Ölüm, canı deriden soyduğu zaman, sessizlik giydirirdi etrafı. Bunun adı ölüm sessizliğiydi.

O sessizliği, koridorda yankılanan kapı sesi böldü. Ameliyathanenin kapısı açıldı ve bir sağlık görevlisi görüldü. Üzeri örtülü bir sedyeyi ameliyathaneden çıkarıyordu. Uyuşmuş bacaklarım karıncalanarak çözüldü. Kendimi sedyenin önüne attım. Sedyenin ayakucunu kavradığımda sağlık görevlisi bir şeyler söyledi; fakat o an onu algılayamıyordum. Koridorda babamın da sesi yankılandı. Sağlık görevlisine bir şeyler dedi ve onu geri çekilmeye ikna etti. Sedyenin başucuna doğru ilerlerken yitip giden bütün hislerimi geri kazanıyordum. Kabulleniş yavaş yavaş çözülüyordu.

Örtünün altında belli belirsiz duran yüze baktım. Titreyen parmaklarım kumaşa değdi. Örtüyü kaldırmak için acele edemedim. Altında yatan cesetle yüzleşmeye hazır değildim. Usulca örtüyü yukarı kaldırdım ve bir anlık cesaretle, örtüyü yana doğru çektim. Karşılaştığım yüz, tam da korktuğum gibiydi. Ellerimi ağzıma kapatıp çığlığımı avcumun içiyle boğdum.

Sedyede yatan Barlas'tı.

Az önce abimin bahsettiği acı, bütünüyle kalbime nüfus etti. Gökyüzünde çarpan şimşek gibi, ani ve ürkütücüydü. Kalbim bir akbabanın gagası altında parçalanıyordu sanki. Bu acıyla savaşamıyordum. Sanki ben küçük bir fareydim, acı ise koca bir fil. Ona boyun eğmekten başka son yoktu. Ya beni öldürecekti ya da süründürecekti. Elimde olsa, şu an öldürürdüm kendimi. Tam bu sedyenin yanında, aşık olduğum adamın cesedinin üzerine sererdim bedenimi... Belki o zaman, bu acı katlanılmaz olmaktan sıyrılabilirdi.

Ellerimi ağzımdan çekip hıçkırıklarımı serbest bıraktım. Onun donuk yüzüne doğru eğilirken art arda akan göz yaşlarım yüzüne yağdı. Çok geçmeden her bir damlayı parmaklarımla temizledim. Onun teninde hiçbir acı bırakmak istemiyordum artık. Sadece sevgimi armağan edecektim tenine.

Dudaklarımla alnına dokundum. Hâlâ sıcacık olan tenini uzunca bir süre öptüm. Ardından dudaklarına, yanaklarına ve şakaklarına öpücüklerimi kazıdım.

"Barlas..." diye fısıldadım, duymadığını bile bile. "Ben nasıl doyacağım şimdi sana?"

Burnumu boyun girintisine gömdüm. "Oh..." diye mırıldandım kokusunu solurken. Boynunu öpüp doğrulacakken gözlerime çıplak göğsündeki soluk yara izi çarptı. Her ne kadar onun teninde acıya dair hiçbir iz kalmasın istesem de, en büyük izi günler önce ben bırakmıştım.

Dudaklarım son olarak o yara izine değdi. Göğsünde hiçbir kıpırtı yoktu. Barlas, kalbi atmayan bir ölüydü artık. Bu gerçeklik beni alaşağı etse de, güçlü kalmak zorundaydım. Doğruldum, sanki çok güçlü bir kadınmış gibi dik durdum. Eğer Barlas'ın ruhu hâlâ buralarda bir yerdeyse, ona gözünün arkada kalmayacağını göstermem gerekiyordu. Bu acıyla başa çıkmak için elimden geleni yapacağımı, canıma kıymayacağımı ve kızımızı layık olduğu şekilde büyütebileceğimi...

"D-Doğum günün kutlu olsun, sevgilim. Ben doğum gününü kutlayan son kişi oldum." dedim, hıçkırıklarımı boğazımda takılı bırakarak. "Seni seviyorum."

Ellerimi hafifçe aralık duran gözkapaklarına dokundurdum. Gözleri sonsuz bir karanlığa gömüldü. Artık onu özgür bırakma vakti gelmişti.

"Gözün arkada kalmasın. Kızımız bana emanet ve ben... iyi olacağım."

Sedyede tepkisizce yatışını seyrettim. Solgun tenine temas ettiğimde hiçbir hareket hissedilmiyordu. Yalnızca donuk bir biblo bebek gibiydi. Çok güzeldi; ama bu güzelliğinin bir anlamı yoktu. Çünkü cansızdı. Bu biblo bebeği tozlanmaması için örtmeliydim. Mavi bir hastane örtüsüyle... Elim örtünün kumaşına bir kez daha dokundu. Örtüyü kaldırıp onun yüzünü örtecektim. Sonrasında sağlık görevlisi sedyeyi morga götürecekti. Morg... Bu kelimeyi telaffuz ederken bile bedenim üşüyordu. Barlas kim bilir nasıl üşürdü? Şimdi ben bu örtüyle onu güzelce örtecek ve onun her bir uzvunun buza dönüşeceği yere gitmesine göz mü yumacaktım?

Örtü avcumun içinden kayıp Barlas'ın gövdesine düştü. O an içimde zapt ettiğim tüm çığlıklar boğazıma kadar yükseldi. Güçlü olmak için sarf ettiğim bütün çabanın tek tek heba olduğunu hissettim. Barlas'ın ruhu şu anda beni seyrediyor olsa bile, kalbimi deliveren bu acıyı daha fazla sindiremiyordum.

"YAPAMAM..." diye bağırdım ve başımı göğsüne yasladım. "SENİ ÖYLECE BIRAKAMAM!"

Ellerimi beline sarıp kalbinin sessizliğini dinledim. Onun göğsünde sarsıla sarsıla ağladım, bir an olsun soluklanmadan. Hıçkırıklarım acı dolu yakarışlara dönüştü. Ciğerlerim parçalanıyordu sanki. Şu an, saçlarımı okşamasına o kadar çok ihtiyacım vardı ki... Etrafımdaki hareketlenmeleri hissettim; fakat ne olup bittiğini umursayabilecek durumda değildim. Tek düşündüğüm Barlas ile geçirdiğimiz anılardı.

Dışarda yağmur yağıyordu. Tıpkı onunla seviştiğim ilk gecede olduğu gibi... Bundan sonra bütün yağmurlardan nefret edecek olmam ne acıydı. Oysa ki Barlas ile yağmurun altında dans bile etmiştik. Ben ona dans etmek için ısrar ederken o benim üşütmemden korkmuştu. Her zaman kendinden önce beni düşünmüştü. Ölmeden önce benim için kendini kurşunun önüne siper ettiği gibi...

Birden bire dans ettiğimiz gün Barlas ile aramızda geçen konuşma zihnimde canlandı.

"Hep sevgilimle yağmurun altında yürümeyi hayal etmişimdir. Hatta dans etmeyi falan... Tabii senin, sadece benimle yağmurda yürümen yeterli olur." dedim.

"Bu hayalini nisan yağmurlarında gerçekleştiririz. Bu soğukta yağmurun altında durmak, delilik. Bana sorarsan, çok bile durduk."

"Nisan ayında var olacağımız ne malum? Şimdi bu fırsatı kaçırdığımıza pişman olmak istemiyorum."

Bu cümleyi kurar kurmaz benimle koskoca AVM'nin önünde dans etmişti. Bizi izleyen onca insana aldırış etmeden... Tek gayesi bana ilerde yaşanmamış bir anın pişmanlığını yaşatmamaktı ve beni güzel bir anıya ortak etmekti. Sanki ikimizin de içine doğmuştu, hiçbir zaman Nisan ayını birlikte yaşayamayacağımız... Birbirimiz olmadan altı bahar geçirmiştik, yapayalnız. Şimdi benim yalnız başıma geçireceğim bir ömür vardı. Onsuz geçecek bilmem kaç Nisan...

"YALAN SÖYLEDİM!" diye bağırdım, nefesimin el verdiği kadar. "BİR DAHA ASLA İYİ OLMAYACAĞIM, ASLA! SENSİZ MAHVOLACAĞIM BEN, TOPARLANAMAYACAĞIM!"

Omzumda bir dokunuş hissettim. Beni Barlas'tan uzaklaştırmaya çalışan hain bir eldi bu. Daha sıkı sarıldım sevdiğim adama. İlk defa ona sarılırken kaburgalarını kırmaktan korkmadım; çünkü acıyı hissedemiyordu. Ne şanslıydı... Keşke o kurşunlar benim gövdemi deşseydi de, şu an kalbimdeki acıyı hissetmekten sonsuza dek kurtulsaydım.

"Kızım, onu bırakman gerek. Böyle yapma!"

Babamın sesi tam arkamdan geliyordu. Beni omzumdan yakalayıp uzaklaştırmaya çalışan oydu. Bakışlarımı yukarı kaldırıp babamın endişeyle kararmış gözlerine diktim.

"Eğer onu bırakırsam bir daha geri alamam ki..." dedim ve bakışlarımla âdeta ayaklarına kapandım. "Ne olur, beni ondan ayırmalarına izin verme baba!"

"Ne yapacaksın, peki? Nereye kadar ayrılmayacaksın ondan?" diye sordu ve onun da gözünden bir damla yaş süzüldü.

"Onunla gömün beni." dedim, ardımda kalanları bir an bile düşünmeden.

Babam başını iki yana salladı. "Peki ya Mayıs?"

Gözlerimi yumup titreyen dudaklarıma dişlerimi geçirdim. Dilime kendi kanım bulaşıncaya dek derimi parçaladım. Mayıs'ın tatlı gülümsemesini hayal ettim. Kumsalda babasına sarılışını, üçümüz birlikteyken huzurlu uyuyuşunu, Barlas'ı benimle bile paylaşmak istemeyişini... Ben ona babasını geri getireceğime dair bir söz vermiştim. Şimdi nasıl ona gerçeği söyleyecektim? O babası cennetten döndü diye sevinirken cennete geri döndüğünü nasıl izah edecektim? Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de kendimi Barlas ile birlikte toprağa mı gömecektim? Babam ne doğru söylemişti. "Peki ya Mayıs?"... Onun ne günahı vardı da, bu büyük acıları onun sırtına yükleyip gidecektim. Bunu yapmaya hakkım yoktu. Bu sadece benim değil, bizim kaybımızdı.

Barlas'ın benden arzu ettiği gibi, kızımızı onun yerine öpecektim. Sadece öpmekle kalmayacak, onun yerine büyütecektim de... Son nefesimi verinceye dek, onun gölgesini üzerimizden eksik etmeyecektim.

Babam, vücudumun gevşediğini fark etmiş olacak ki omzumu daha sıkı kavrayıp diğer kolunu bacaklarıma dayadı. Beni kucaklarken hiç zorluk çıkarmadım. Başım Barlas'ın göğsünden ayrıldığı vakit, kokusunun hasreti ruhumu çığ gibi ezdi. Kollarım da belini terk etti. Ondan fiziksel olarak tüm bağlarımı kopartmıştım. Bakışlarım yüzüne kaydığında şakağında bir damla gözyaşı olduğunu fark ettim. O yaş ya benden bulaşmıştı, ya da ona aitti. Sahi, ölüler ağlar mıydı? Ruhsuz bir bedenden gözyaşı akar mıydı?

Ağlamana katlanamıyorum, derdi bana. Ben göğsünde ağlarken mi göz kapaklarının arasından döküvermişti o yaşı? Belki de, bu ıslak bir veda mesajıydı. Toprak olmadan önceki son elveda...

Sağlık görevlisi onun yüzünü o iğrenç mavi örtünün altına gömdü. Sedyenin tekerleklerini gıcırdatarak ilerledi. Bu sesi ve görüntüyü zihnimde bir travma olarak bıraktığından haberi yoktu. Bir daha asla sedyeye uzanmak istemeyeceğimden, bütün mavi örtüleri küle dönüşene dek yakacağımdan bihaberdi. Adam sedyeyle birlikte asansör kapılarının ardında kayboluncaya dek, tepkisizce Barlas'ın benden uzaklaşmasını seyrettim. Yarın da aynı şey yaşanacaktı. Onu gözlerimin önünde toprağa gömeceklerdi ve ben, beyaz kefene sarılmış bedeninin nasıl toprakla kaplandığını tıpkı böyle seyredecektim. Sonra kalabalık uzaklaşacaktı. Mezarına çökecektim, toprağına sarılıp isminin yazılı olduğu tahtayı öpecektim. Toprağını ilk önce benim göz yaşlarım sulayacaktı ve o toprak, bir daha hiç kuru kalmayacaktı.

Gözlerimi, beni kolları arasında taşıyan adama çevirdim. Bakışları yüzüme odaklıydı. Her mimiğimi dikkatlice süzüyordu. Yine bir krize girip girmeyeceğimi anlamaya çalıştığını biliyordum. Muhtemelen hastanede kalıp kalmamam gerektiğini kafasında ölçüyordu. Sakinleştiriciye ihtiyacım var mıydı, yoksa eve gidip kızımın yanında olsam daha mı iyi olurdu? Zihnini okuyamıyordum; ama bu gibi sorularla baş ettiğini anlamam zor değildi.

"Beni kızıma götür, baba." dedim ve kafasındaki karmaşayı bir çözüme ulaştırdım.

"Orada iyi olacak mısın?" diye sordu.

"Sanmıyorum." dedim ve kollarımı boynuna sarıp başımı göğsüne yasladım. "Bir daha hiçbir yerde iyi olamayacağım."

Babam bir yanıt vermeden merdivenlere doğru ilerledi. Asansöre binmek istemeyeceğimin bilincinde olması beni memnun etti. Merdivenleri inerken yüzündeki hüznü seyrettim. Hüznün yanında çaresizlik de vardı. Muhtemelen benim bu durumu nasıl atlatacağımı bulmaya çalışıyor; fakat sonuçsuz kalıyordu. Aslında gelecek, gün gibi ortadaydı. Ben bu acıyı hiçbir zaman atlatamayacaktım. Sadece zamanla alışacaktım, o kadar. Kızım için, ruhumdaki eziyetlere katlanacaktım. Geceler boyunca ağlayacaktım, gün doğduğunda göz yaşlarımı güzel anılarla kurulayacaktım. Durmaksızın yere kapaklansam da, gerisin geri ayağa kalkacaktım.

Abimin de dediği gibi, bu acı benim kaderimdi. Ben kaderimi kabullenip acımı göğüsleyecektim.

"Özür dilerim, baba." dedim, zemin kata adım attığımız anda.

Babam şaşkın bakışlarıyla özrüme anlam vermeye çalıştı. "Ne oldu, kızım?"

"Artık soyadını taşıyamam." dedim.

Babam olduğu yerde kalakaldı ve dudaklarında buruk bir tebessüm belirdi. Başını olumlu anlamda sallayıp alnıma derin bir öpücük kondurdu.

"Sen çok güçlü bir kadınsın, Ecrin Seçkiner." dedi.

Barlas'ın soyadını kendi adımın yanında işittiğim an yine kalbimde aynı sızı canlandı. Dudaklarımda belli belirsiz titreyen tebessümle birlikte göz yaşlarına boğuldum. Ben Barlas'ın gelini olup soy adını alamamıştım; fakat sonsuza dek onun küçüğü olarak kalacaktım. Bu yüzden, onun soy adı her daim adımın yanında anılacaktı. Olması gerektiği gibi...

Ben, Ecrin Seçkiner...

Bugün benim aşık olduğum adam öldü ve onun kalbinin atmayı bıraktığı bu yerde, ben yeniden doğdum. Kızımız için...

Ve ölünceye dek hep bir yanım eksik kalacak olsa da, kendi nefesimle idare etmeyi öğreneceğim.

SON

***

Kadın, defterin kapağını kapatıp gözlerinden süzülen yaşları sildi. Oturduğu sandalyeden kalkıp odanın içinde volta attı. Kafasındaki düşüncelerin ağırlığı altında eziliyordu. Yaptığı şey ona çok yanlış geliyordu. Gerçekten yanlış olduğu için mi, yoksa kalbinin hiç ummadığı kadar sızladığı için mi böyle hissettiğini çözemiyordu.

Adımları onu banyoya sürükledi. Vücudundaki kirden çok, kafasındaki düşünce kalabalığından kurtulmak için kendini su dolu küvetin içine bıraktı. Vücudu ılık suyun içinde yavaş yavaş gevşerken zihnindeki karmaşık düğümler sökülmeye başladı. Beyaz tavana gözlerini dikti ve kendi kendine fısıldadı.

"Kusursuz bir acı mı, yoksa kusurlu iki beden mi?"

Bu iki seçenekten hangisinin daha etkileyici olduğuna karar vermeye çalışırken yine kendini kararsızlığın ortasında buldu. Kadın, kusursuz bir acıyı tercih etmişti; fakat bu sahteydi. Gerçek olan ise, kusurlu bedenlerdi. Sırf kusursuzluk için gerçeklikten vazgeçmek ne kadar doğruydu?

Birden fazla soru kafasının içinde gidip gelirken uzun uzun düşündü. Bu döngü, küvetin içinde gözlerini kısa bir anlığına yumup uykuya dalıncaya kadar sürdü.

"Hayatım?"

Eşinin sesi onu uykusundan uyandırdığında güneş neredeyse batmak üzereydi. Kadın gözlerini araladı ve ne ara uyuyakaldığını anlamaya çalıştı. Eşi ona bornozunu uzattığında çıplak vücudunu su dolu küvetten çıkardı. Adamın sıcak bakışları altında yanan bedenini bornozla örttü.

"Bebeğim, saat kaç?" dedi kadın.

Adam, kadını kendine doğru çekip yanağından öptü. "Beş oldu bile. Sence de kafanı biraz fazla meşgul etmedin mi?"

Kadın kollarını eşinin beline dolayıp ıslak saçlarını omzuna yasladı ve boynuna baştan çıkarıcı bir öpücük kondurdu. "Kafamı boşaltmama yardımcı olur musun? Tam şu anda..."

"Hmm..." diye mırıldandı adam, dudaklarında oyuncu bir sırıtış vardı. "Sanırım bir ölüyle sevişmek istiyorsun."

Kadın duyduğu cümle üzerine kaşlarını çattı. "Okudun mu gerçekten? Henüz düzenlemedim bile!"

Adam, kadının yüzündeki kızgınlığı fazlasıyla sevimli bulduğu için burnunun ucunu öptü. "Hemen sinirlenme, güzelim. Sadece son sayfaya biraz göz attım, o kadar."

Kadın, öpücüğün etkisiyle hemen yumuşadı. "Her neyse... Nasıl yazmışım peki?"

"Her zamanki gibi çok başarılı; fakat... Sonda ölmek zorunda mıydım sahiden?"

Kadın, adamın sorusu üzerine bir süre ne cevap vereceğini bilemedi; çünkü kitabına yazdığı son kendisinin de içine pek sinmemişti.

"Sevgilim, mutsuz sonlar hep akılda kalır. Bu zamana kadar her hikayemi mutsuz bitirdim, biliyorsun. Bu da öyle olmalıydı, etki uyandırabilmesi için..."

Adam memnuniyetsiz bir şekilde yüzünü buruşturdu. "Bu saçmalık. Gerçekte yaşadıklarımız daha etkileyici, biliyorsun. Başrolün ölmesi fazla klişe..."

"Aklımı kurcalama, Barlas!" dedi kadın ve adamı yatak odasına sürükledi.

Adam kadının aklını kurcalamak konusunda kararlıydı, bu yüzden onun kendisini susturmasına izin vermedi. Yatak odasına geçer geçmez masanın üzerindeki defteri eline alıp kadının gözünün önünde salladı. Her sallayışında, içindeki kelimeleri dışarı saçıyormuş gibi hissetti.

"Ecrin, burada yaklaşık bir senelik bir emek var. Talep üzerine bizim gerçek hayat hikayemizi yazmak istedin. Her sayfasını tüm gerçekliğiyle yazdın. Tek bir sayfasına bile kurgu katmadan... Hatta bazı yerlerde benim yazmamı istedin. Sırf ikimizin de hislerini bire bir okuyucuya yansıtabilmek için... Bu kadar çabayı sahte bir finalle mahvedeceksin, farkında mısın? Kitabın arka yüzünde 'Gerçek bir hayat hikayesi' diye yazacak. İnsanlar büyük bir heyecanla kitaba kendini kaptıracak ve finale geldiklerinde benim ölümümü okuyacaklar. Sonra; 'Ama Barlas Seçkiner ölmedi, yaşıyor. Demek ki bu kitap gerçekliği yansıtmıyormuş, kurguymuş' diyecekler. Sırf etkileyici olduğunu sandığın bir son için, aşkımızın büyüsünü bozacaksın!"

Adam, söylediği sözlerle kadını derinden etkilemeyi başarmıştı. Kadının gözleri çift kişilik yatağın karşısındaki duvarda asılı duran fotoğraf çerçevesine takıldı. Nisan ayında çekilmiş bu fotoğrafta, kadın ve adam üzerlerinde gelinlik ve damatlıkla dans ediyorlardı. Saçları yağan yağmurla sırılsıklam olmuştu. Tıpkı birbirlerine karşı hissettikleri aşk gibi... İkisi de ağız dolusu kahkaha atıyordu. Böylesine mutlu bir anı ikisi birlikte yaşamışlardı. Adamın şu anda elinde tuttuğu defterde ise, bu an hiç yaşanmamıştı. Barlas Seçkiner sırtından üç kurşun yarası yemişti ve hayata gözlerini yummuştu. Ecrin Karayel ise sonsuz bir acıyı göğüsleyip nikahsız bir şekilde aşık olduğu adamın soy adını almıştı.

"Haklısın." dedi kadın ve eşinin elindeki defteri kendi elleri arasında tuttu. "Kitabın sonunu değiştireceğim. Her şeyi tüm gerçekliğiyle yazacağım. Etkileyici olup olmaması umurumda bile değil."

Adam, sanki büyük bir savaşı zaferle kazanmışçasına sevinç nidası attı. "Nihayet! Hadi dirilt beni, bebeğim."

Kadın, adamın tepkisine kahkahayla tepki verdi. "Şapşal! Hadi git ve Mayıs'a çizgi film izlerken eşlik et. Siz bugün de baba-kız gecesi yapın. Benim işim biraz uzun sürecek."

Adam, eşinin güzel yüzünü avuçları arasına alıp dudaklarını uzun uzun öptü. "Nasıl istersen, küçüğüm."

Birbirlerinden güçlükle uzaklaştıklarında adam odanın kapısına doğru ilerledi. Tam dışarı çıkacakken arkasını döndü ve tek kaşını kaldırıp yarım ağız sırıtarak kışkırtıcı bir yüz ifadesi edindi.

"Sonrasında kafanı güzelce boşaltacağız... Birlikte." dedi.

Kadın onun bu hâline yalancı bir şaşkınlıkla tepki verdi. Elini karnına yasladı ve işaret parmağını kendi dudaklarına bastırdı.

"Şşh, sessiz ol! Oğlumuza kötü örnek oluyorsun. Çok ayıp."

Adam, mızıkçı bir çocuk gibi omuz silkip dışarı çıktı. Kadın onun bu hâllerine her zaman hayran kalıyordu. Eşi, onun yüzünü gülümsetmenin bir yolunu mutlaka buluyordu. Her geçen gün birbirlerine daha fazla aşık olduklarını hissettiriyordu. İkisi, ruhları ve kalpleri birbirlerine dikilmiş gibilerdi.

Kadın, kapanan kapının ardından bile hâlâ eşi orada dikiliyormuş gibi hayranlıkla bakakalmıştı. Nihayet kendine geldiğinde masasındaki yerini aldı. Sekiz aylık hamileliği sebebiyle karnını güçlükle masanın altına sığdırmıştı. Ayaklarını küçük pufa dayadı ve defterin son sayfasını açtı. Hastaneye geldiği ana kadar olan kısmı silgiyle teker teker sildi. Yazılar silindikçe kalbine kazınan sızı da yavaş yavaş yok oldu. İşte şimdi sevdiği adamı diriltme vakti gelmişti. O gece yaşanılanlar gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. Kelimeler ondan izinsizce kağıda serpildi. Ait oldukları yeri buldukları belliydi.

Kadın, kusursuz bir acı yerine kusurlu iki bedeni yazmaya karar vermişti.

Barlas ve Ecrin'in aşkına yakışacak gerçek sonu...

***

Babamın parmakları, saçlarımın arasında uzun zamandır hissedemediğim kadar derin bir şefkatle geziniyordu. Ruhumdaki yaraları öper gibi... Bir yanımın nasıl acıyla yandığını ve diğer yanımın da nasıl korkuyla buz tuttuğunu hissediyordu. Engel olamayacağının farkındaydı; fakat en azından saçlarımı okşayacak kadar yanımdaydı. Bu bile yeterdi.

Hastane oturaklarında yarım saati geçkin süredir oturuyordum. Kollarımın arasında Barlas'ın gri ceketini tutuyordum. Kurşunların delikler açtığı, kanla kaplı ceketini... O kadar çok kanamıştı ki gövdesi, ceketin rengi gri sayılmazdı artık. Onca kan lekesine rağmen, yaka kısmında hâlâ kokusu duruyordu. Kokusunu içime çeke çeke ameliyathanenin kapısına bakıyordum. Onu ambulans buraya getireli neredeyse 4 saat olmuştu; ama hâlâ ondan bir haber yoktu.

"Geldiğimi hissetmiş midir, baba?"

Dudaklarımın arasından dökülen kelimelere tepki olarak babam eğilip başımın tepesini öptü. Evden çıkıp hastaneye geldiğimiz andan beri onu sorularımla meşgul ediyordum ve bu sorular istemsizce ağzımdan çıkıveriyordu. Sanki bilinçaltımda biriken tüm düşünceleri dışarı kusuyordum.

"Hissetmiştir, kızım. Eminim ki hayata sımsıkı tutunacaktır." dedi.

Gözlerimi ameliyathane yazısından babamın gözlerine çevirdim. "Keşke beni hiç eve götürmeseydiniz. En başından burada olmalıydım. O zaman daha erken tutunurdu hayata, daha güçlü olurdu."

Babamın bakışları daha yumuşak bir hâl aldı. "Eminim ki, Barlas kızının yanında olduğunu hissetmiştir ve Mayıs'ı yalnız bırakmadığın için sevinmiştir."

Mayıs'ı uyutmadan önce, bana söylediklerini kulaklarımda canlandırdım. Ona verdiğim sözü tutmamı istemişti, babasını eve götürmemi... Babasını bir kez daha kaybetmek istemiyordu. Bunca sene babasının yokluğuyla büyümüştü; fakat onu tanıdıktan sonra yokluğu daha fazla ağır gelecekti, biliyordum. Bu yüzden ona verdiğim sözü tutmaktan başka çarem yoktu. Barlas'ı bir kere daha cennete gönderemezdim. Hem de bu defa, dönüşü olmayan bir gidiş olacaktı bu. Altı yıl sonra kavuşamayacağım, yalnızca toprağına sarılacağım bir gidiş...

Sanki kollarımın arasında onun gövdesini tutuyormuş gibi, cekete sımsıkı sarıldım. O ceket, sanki bir anlığına toprak olup avuçlarımın arasından döküldü. Bu hissiyata kapılmamla birlikte, vücudumdan ufak bir titreme geçti. Böyle bir ihtimalin olmayacağına kendimi inandırmaya çalıştım. Gözümün önüne, onunla ve Mayıs'la geçirdiğimiz o güzel kahvaltıyı getirdim. Yine aynı mutluluğu yaşayacağımız günlerin geleceğini umarak kendimi telkin ettim.

Barlas'ın bedenine dokunurcasına ceketin kumaşını okşarken birden bire ceketin cebinde sert bir cisim hissettim. Ceketin iç cebinde bir şey vardı. Ne olduğunu anlayabilmek için elimi ceketin cebine soktum. Bu şey her neyse, köşeleri vardı. Cismi, gözlerimle görebileceğim bir konuma getirdiğimde, orta boy bir kutu olduğunu fark ettim. Takı kutusuna benziyordu. Kutunun kapağını kaldırdım. İçinde gördüğüm şey, kalp atışlarımı hızlandırdı. İçinde gösterişli bir tektaş yüzük ve kolye vardı. Bu kolye, yıllar önce Barlas'ın bana hediye ettiği kolyeydi. Mayıs sineği deseninde, kalpleri sonsuzluk işaretini simgeleyen ve kanatlarının içinde E ile B harflerini taşıyan kolye... Bu kolyeyi İstanbul'u terk ederken boynumdan kopartırcasına çıkarıp evin bir köşesine fırlatmıştım.

Barlas, onu parkenin üzerinde kopmuş bir hâlde bulmuştu. Kolyeyi eski hâline getirmiş ve benim için saklamıştı. Üstelik gelmeyeceğimi sanmasına rağmen...

Bu kolyedeki mayıs sineği, yalnızca sonsuz aşkı temsil etmiyordu. Kanatlarında, sonsuzlukla birlikte umudu da taşıyordu.

Titreyen parmaklarımın arasında güçlükle tuttuğum kutuyu, babama doğru uzattım. Babamın gözleri kutunun içindekileri buldu. Bir süre bakışları kolye ve yüzükte oyalandı. Ardından bakışlarımızı buluşturdu. Ona gözlerimle, kolyeyi takması için fısıldadım. O da bu fısıltıyı işitti. Babam kolyeyi kutusundan çıkarırken arkamı döndüm. Saçlarımı bir yanda topladım. Gümüş kolye, gerdanımda soğuk bir iz bıraktı. Parmaklarım kolyenin üstündeki taşlara dokundu, kanatlarındaki detayları okşadı. Mayıs sineği, ruhumdaki güçlü kadını ayaklandırdı.

Umut, kolyenin içinden sıyrıldı. Kanatlarını çırpa çırpa korkuyla çarpan kalbime kondu ve atışlarını yavaşlattı. Ruhuma, sevdiğim adamın yaşayacağını fısıldadı.

Babamın elindeki kutuyu geri alırken minnetle fısıldadım. "Teşekkür ederim, baba."

Babam cevap olarak yalnızca sırtımı okşadı. Elimdeki kutunun içine baktım. İçinde duran yüzük, ışığın altında parıldıyordu. Şu anda bu kutuyu benim değil de, Barlas'ın tuttuğunu hayal ettim. Önümde diz çöküp gözlerimin içine uzun uzun baktığını... Ardından yüzüğü parmağıma takıp avcumun içini öptüğünü... Kim bilir, bu gece yapmayı planladığı ne çok şey vardı. Her şey geçmişteki kara gölgelerin üzerimize düşmesiyle mahvolmuştu.

Yüzüğü kutudan çıkarıp onun yerine ben parmağıma taktım. Yüzüğün parmağımdaki duruşundan çok, ışığın altındaki parıldayışına dikkat ettim. Tıpkı Barlas'ın bana bakarken ışık saçan gözleri gibiydi... Bu ışıltıyı bir daha onun gözlerinde görebilecek miydim?

Birden bire ameliyathanenin cam kapılarının ardında bir hareketlilik dikkatimi dağıttı. Bir adam buraya doğru geliyordu. Elimdeki ceketi ve kutuyu oturduğum yerde bırakıp hızla kapıya kadar ilerledim. Kapı iki yana açıldığında yeşil önlüklü doktor yüzündeki maskeyi indirdi. Gözleri, endişeyle titreyen çenemde durdu.

"Siz Barlas Seçkiner'in neyi oluyorsunuz?" dedi.

Parmağımda yüzüğün ağırlığını hissettim. "Nişanlısıyım."

Nişan kurdelesini ellerimle kestim, kalbimin tam ortasında...

"Ameliyat başarılı geçti." dedi; fakat gözleri güzel haber veren bir adamın bakışlarını taşımıyordu.

"Tamamen iyileşecek mi?" diye sordum.

Bana olumlu bir yanıt vermesi için neredeyse ayaklarına kapanacaktım. Doktorun bakışlarındaki gerginlik zerre azalmadı. O soğuk gözleri, üzerime kar gibi yağıyordu.

"Kurşunların hepsini çıkardık. Aynı zamanda iç kanamayı da durdurmayı başardık; fakat kurşunların hepsi hastanın böbreğine denk gelmiş ve organı parçalamış. Böbrek tamamen iş göremez durumda... Onu makinelere bağlı bir şekilde uzun süre hayatta tutamayız. Acilen nakil gerekiyor; ama bunun neredeyse imkânsız olduğunu bilmenizi isterim. Hayati riski çok yüksek."

Aynı yerden defalarca yaralanmak... Barlas, her defasında aynı eksiklikle sınanmıştı. Değer verdiği ilk kadın böbreğini çalmıştı, altı yıl önce de diğer böbreği ona ihanet edip iflas etmişti. Yıllar önce ondan alınan böbreği geri ona nakletmişlerdi ve şimdi, o da paramparça olup Barlas'ı terk ediyordu. Aynı acı, başa dönüp duran bir döngüye kapılıp onun kalbini kanatıyordu. Kulaklarımda onun utanç dolu sesi yankılandı.

Eksik bir adamım ben, Ecrin.

Gözlerimi yumdum ve kalbimdeki ağrıyı dindirebilmeyi umarak elimi kalbime bastırdım. Onun tek böbrekle yaşam mücadelesi vermiş olması ne büyük bir gururken o hep bundan utanç duymuştu. Sanki kendi suçuymuş gibi, sanki bu onun bir kusuruymuş gibi... Oysaki; o değil, kader utanmalıydı kendinden... Onu böylesi bir hayatla mücadele etmeye zorladığı için.

Abimin sesi hemen arkamda duyuldu. "Doktor bey, ben böbreğimi vermek istiyorum."

Göz kapaklarımı aralayıp abime baktım. Koltuk değneklerine tutunarak ayakta dikiliyordu. Gözleri ağlamaktan kızarmış, saçı başı dağılmış hâldeydi. Gözleri doktora bakarken bile vicdan azabıyla cebelleşiyordu. Sanki Barlas'ı öldüren kurşunları kendisi sıkmış gibi...

Abimin arkasında dikilen kalabalıkta gözlerimi gezdirdim. Herkesin yüzünde hüzün vardı. Kimse Barlas'ın ameliyatı sağ salim atlatmasına sevinememişti. Sanki onun ölüm fermanı herkesin görebileceği bir köşeye, silinmez bir kalemle yazılmıştı. Duhan'ın sessiz sedasız dökmeyi sürdürdüğü yaşlarda, zerre umut yoktu. Cansu, kir içinde kalmış gelinliğinin eteklerini yumrukları arasında parçalamıştı. Yavuz, her ne kadar metanetli dursa da, Oya'nın omzunda duran elinin titreyişinden endişesi okunuyordu. Oya'nın tek yaptığı ise, Yavuz'un göğsünü göz yaşlarıyla ıslatmaktı. Onca kişi arasında gerçekten umutlu görünen İrem'di. Yağmurla yüklü bulutları aşan bir güneş gibi, umut ışıklarını saçan gözleriyle bana bakıyordu. Bakışları bana durmaksızın güzel şeyler fısıldıyordu.

"Hastanın öyküsüne göre, rastgele bir nakil gerçekleştiremeyiz."

Doktorun sözlerini işitir işitmez, tüm dikkatimi ona yönelttim. Bakışları abimi hedef almıştı ve o bakışlarından, bir saniye dahi olsa olumlu bir duygu geçmemişti.

"Doku uyumu şart mı?" diye sordum.

"Ne yazık ki, evet. Vücudu herhangi bir organı kabul etmiyor. Hastanın dokusuyla uyumlu dokuyu bulma ihtimalimiz milyonda bir diyebilirim. Üstelik hastanın ne bir kardeşi var ne de anne ve babası hayatta... Uygun organın bulunup nakledilmesi çok uzun bir süreci kapsar. Hasta, bu kadar uzun süre yaşayabilecek durumda değil. Hepiniz gerekli testten geçip hastayla dokularınızın uyuşup uyuşmadığına bakabilirsiniz; fakat uyuşma ihtimali çok zor. Ayrıca hastaya daha önce de böbrek nakledilmiş. Vücudu ikinci bir nakli kabul etmeyebilir de... Mümkün olduğunca kendinizi en kötü ihtimale hazırlayın."

Doktor, gayet açıklayıcı bir dille Barlas'ın durumunun ne kadar vahim olduğunu anlatmıştı. Ben umut denen halata ne kadar sıkı tutunsam da, o halatın tenimi kanata kanata ellerimin arasından kayıp gidişine seyirci kalmak zorundaydım. Tek istediğim, sevdiğim adamla ve kızımla sıradan bir hayat yaşamaktı. Mükemmellikten uzak, sade bir hayat... Bu yalnızca bir hayal olarak kalmamalıydı. Mutluluk, bu defa bize de uğramalıydı.

Gözlerim yanımdan geçip giden doktoru takip etti. O koridorun sonuna ilerleyene kadar, uzaklaşan adımlarını seyrettim. Bakışlarım koridorun soluk zeminine çakıldı. Benim için hiçbir anlam ifade etmeyen taşlara uzun uzun baktım. Sonra bir şey oldu ve diz kapaklarım o soluk zemine yıkıldı. Aniden gelen ağlama krizine karşı savunmasız kaldım. Gözyaşları gözlerimden dökülürken omuzlarım şiddetli bir şekilde sarsılıyordu. Tek düşünebildiğim, Barlas'ın yağmurun altında kanlar içinde yatan bedeniydi. Kollarımın arasında gözlerini yummuştu. Hep hayal ettiği gibi...

Kollarımı kendi bedenime sımsıkı sarıp ruhuma seslenircesine bağırdım. "Güçlü kal!"

Dizlerim bile beni taşımayı reddettiğinde, omzum zemine çarptı. Kafam sert zemine vurur vurmaz şakağımdan yayılan sızı, akrep zehri gibi vücudumda gezindi. Yanağıma sıcak bir sıvının değdiğini hissettim. İşte şimdi, yerdeki soluk taşlar kanımla renklenmişti. Akrep, acıyı vücudumda gezdirmeyi bıraktı ve en katlanılmaz olana geçti. Kalbime...

"Ecrin!"

Kulaklarım, babamın haykırışını varla yok arası işitti. Sanki sesi yüzlerce metre ötesinden geliyordu. Zihnim gördüklerimi, işittiklerimi, dokunduklarımı gereken şiddette iletemiyordu; çünkü şu an yalnızca kalbimdeki isyanı durdurmakla meşguldü.

Babamın kolları arasında zeminden kopartıldığımda, bakışlarım kanlı taşa takılı kalmaya bir son verdi. Babam beni tekrar oturaklara oturttu. Çenemi avuçları arasında tutup beni, ona bakmaya zorladı. Göz göze geldiğimiz an, ellerinden biri saçlarımı okşadı.

"O hâlâ yaşıyor, Ecrin. Bir umut daha var, kendini böyle bırakamazsın!"

Babamın yüzünü bulanıklaştıran yaşlardan kurtulmak için gözlerimi yumdum. "Onu kaybetmek istemiyorum, baba! Bir kez daha hayatıma onsuz devam edebileceğimi sanmıyorum..."

"Şşh! Bunu düşünmeyi bırak." dedi ve şakağımda kanamaya devam eden yarayı öptü. "Umudunu yitirme."

Babamın hüzünlü bakan gözleri, Barlas'ı hiç ummadığım kadar önemsiyordu. Burada bulunan herkes onun için yas tutuyordu; çünkü kimse onun ölmesini istemiyordu. Barlas, kimseye zararı dokunmamış bir adamdı, bir tek kendisinden başka... Çektiği acılara, uğradığı ihanetlere ve hayatın ondan aldıklarına rağmen merhametini yitirmemişti. Kindar bir adama dönüşüp etrafına öfke saçmak yerine, sessizliğinden kalkan yaratıp arkasında gizlice acı çekmişti.

Acıları, ölümle son bulmamalıydı. Yaşayacağı mutluluklarla telafi edilmeliydi.

"Affedersiniz..."

Yabancı bir adamın sesi, dikkatimi ona yönlendirdi. Başımı yan tarafa çevirip sesin sahibiyle göz göze geldim. Babamın yaşlarında, sıradan bir adam karşımda dikiliyordu. Geriye yatırılmış beyaz saçları ve yorgun bakan yeşil gözleri vardı. Üzerinde fazla şık olmayan bir takım elbise taşıyordu. Gözlerim, yüzüne daha önce bir yerde tanık olmuş gibiydi. Bu, tuhaf bir şekilde tanıdık ve bir o kadar da yabancı bir yüzdü.

"Siz kimsiniz?" dedim, tanıdık geldiğini belli eden bir merakla.

"Öncelikle..." dedi ve elindeki beyaz kumaş mendili bana doğru uzattı. "Lütfen bununla kanınızı durdurun."

Kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırıp adamın elindeki mendili aldım. "Teşekkürler."

Saten mendilin üzerine işlenmiş K harfini dikkatlice inceledim. Bu mendil, karşımdaki sıradan görünen adam için biraz gösterişliydi. Babam, mendili ellerimin arasından alıp yaramın üzerine nazikçe bastırdı. Elimi babamın elinin üzerine yaslayıp ona iyi olduğumu kanıtlamak isteyen göz bebeklerimle baktım.

"Ben iyiyim, baba. Bize biraz müsaade edebilir misin?"

Sorduğum soruya karşılık olarak babam yabancı adama şüpheyle baktı. Sonrasında gözleri benim gözlerimle buluştu ve parmaklarını mendilin üzerinden usulca çekip ayaklandı. Bakışlarım minnetle yüklendiğinde, babam pek hoşnut görünmese de anlayışla tebessüm etti.

"Oturabilir miyim?"

Yabancı adamın nazik bir şekilde sorduğu soru üzerine, bakışlarımı tekrardan üzerine diktim. Yalnızca başımı olumlu anlamda salladım. Adam yanımdaki oturağa yerleşti. Gözlerinde anlam veremediğim bir hüzün vardı. Barlas'ın yasını tutan bir başka şahıs gibi... Fakat onunla bir bağa sahip olmadığı aşikârdı.

"Kim olduğunuzu söylemeyecek misiniz?" diye sordum.

"Ben Korhan Çetin. Barlas ile olmaması gereken bir bağlantımız var ve bu gece, Barlas'ın daveti üzerine Duhan Seçkiner'in düğününe geldim. Orada yaşanan her şeye şahit oldum. Şimdi ise, Barlas için elimden geleni yapmak istiyorum."

"O hâlde lütfen doku testi yaptırın." dedim ve içinde bulunduğum çaresizliğe lanetler yağdırdım. "Gerçi böbreğinizi vermeyi istemezsiniz, değil mi?"

"Çok isterdim." dedi ve başını önüne eğdi. "Ne yazık ki, yapamam. Zaten yapabilseydim, şu anda bunlar yaşanmazdı."

Söylediklerinin karmaşıklığı aklımı bulandırdı. "Anlamadım... Bu durumla ne alakanız var?"

Başını kaldırıp hafiften yaşaran gözleriyle bana baktı. "Gamze ve Sinan'ı hatırlıyor musun? Daha doğrusu, size kendilerini Nesrin ve Eren olarak tanıtmıştılar."

Duyduğum isimler, damarlarımda akan kanı soğuttu. Yüz ifadem tamamen donuk hâle geldiğinde, adam onları tanıdığımı anlamış olmalıydı. Sorusuna yanıt almış olmanın getirisiyle konuşmaya devam etti.

"Organ mafyasıyla iş birliği yapıp onları hayatınıza dahil eden kişi, bendim."

Tüm tüylerim şaha kalktığında, yere yığılan tek his acıydı; çünkü kalbim öfkeyle dolup taşmıştı. Dişlerimi sımsıkı birbirine kenetledim. Yanımda oturan adamın gözlerindeki pişmanlığı okuyabiliyordum; fakat bu geç kalınmış bir duyguydu. Düşen çığın ardından ağaç dikmek gibi... Artık çok geçti.

Bir anda, adamın yüzünün nereden tanıdık geldiğini anladım. Bu adamı, birkaç gün önce Barlas'ın evinin kapısından içeri baktığımda görmüştüm. Diz çöküp Barlas'ın ellerine sarılmıştı. Yüzünü onun ellerine yaslamış bir vaziyette ağlıyordu. Hıçkırıkları arasından Barlas'a söylediği sözler kulaklarımda çınladı.

"Keşke beni hiç affetmeseydin, keşke bana yaptığımın bedelini en ağır şekilde ödetseydin. Ben sırf kendi evladım uğruna senin hayatını mahvetmişken sen beni affettin. Yetmezmiş gibi birde para gönderip yardım ettin. Barlas... O yüce merhametin beni mahvediyor."

Beni böylesine büyük bir öfkeyle başa çıkmaya zorlayan bu durum, Barlas'ı hiç de öyle etkilememişti. Oysa ki, ben yalnızca kendimi onun yerine koyduğumda bile çıldırmanın eşiğine geliyordum. O, bütün bunları tek başına yaşamıştı. Kalbinde kapanması zor yaralar açan bu adamı nasıl affedebiliyordu? Affetmek bir yana dursun, ona maddi olarak yardım etmişti. Üstelik bir arkadaşıymış gibi, onu kuzeninin düğününe bile çağırmıştı. Bu adamın sebep olduğu göz yaşlarını bizzat ellerimle silen ben, bu kadarını hazmedemiyordum. Parmaklarımın ucu, hâlâ o yaşların acısıyla yanıyordu.

Onu nasıl affedebildin, Barlas? Ona nasıl merhamet edebildin?

Sanki hiç, gecenin bir vaktinde kâbuslarından uyanıp şafak sökene kadar kollarımın arasında sarsıla sarsıla ağlamamış gibi... Sanki canının bir parçası acımasızca alınıp uyandığında kendini buz dolu bir küvette hiç bulmamış gibi... Sanki hiç, ölümden dönmemiş gibi!

Birbirine kenetli dişlerimin arasından keskin soluklar alıp verdim. "Barlas sizi nasıl affetti, bilmiyorum; ama aynı merhameti sakın benden beklemeyin! Eğer o ölürse, bir diğer katili de sizsiniz. Kurşunları sıkan başka bir adam olsa bile!"

Elimdeki kanlı mendili yere fırlattım ve tam ayağa kalkacakken adam alelacele konuştu. "Bakın, haklısınız; ama size anlatacaklarımı dinlemeniz gerek! Barlas için..."

Barlas için...

Söylediği son iki kelime, beni o oturağa görünmez bir demirle prangaladı. Adamın yüzüne baktığım her an, hissettiğim öfke yavaş yavaş azalıyordu. Demek ki, çaresizlik böyle bir şeydi. Nefret ettiğin insandan medet umacak kadar perişan hâle düşüyordun ve gururun bu düşüşün önüne geçemiyordu.

"Bana organ mafyası mı önereceksiniz?"

Adamın yüzündeki kanın çekildiğini gördüm. "Hayır! Bir daha asla... Asla böyle bir şey yapmam. Ne kendim için ne de bir başkası için!"

"Ama yaptınız." dedim.

"Yaptım; ama bedelini çok ağır ödedim. Toprağa iki evlat verdim. Eşim, beni terk etti. Çocuklarımızın ölümüne sebep olduğum için... Şirketim de battı. Elimde avucumda ne ailem ne de tek bir mal varlığım kaldı."

Adamın gözlerine çiseleyen acı, daha önce fırtınalar koparmış gibiydi. Canının çok yandığı ve hâlâ yanmaya devam ettiği, yüzündeki ifadeden belliydi. Evlat acısının nasıl bir his olabileceğini hayal edebiliyordum. Bugün neredeyse yaşamak üzereydim. Ayrılığı da iyi bilirdim. O yüzden, karşımda duran adamın hissettiklerini anlayabiliyordum. Hatta Barlas'ı bu duruma düşürmüş olmasaydı, onu teselli edebilirdim de...

"Çocuklarınıza ne oldu?" diye sordum.

Belli ki, kilit nokta buydu.

Adam gözlerini karşısındaki duvara mıhladı. Yumruk hâlini almış bir elini, diğer eliyle avuçladı. Titreyen çenesini güçlükle zapt edip acısına rağmen gülümsedi. Boş bir duvara bakıyormuş gibi değil de, geçmişindeki güzel anıları yad ediyormuş gibi.

"Kızlarım, tek yumurta ikizi olarak doğdu. Eksikleriyle, fazlalarıyla birbirlerinin aynısıydı. Sadece huyları hariç... Anne karnındayken ikisinin de böbreklerinden biri oluşmamıştı. Hayatlarını tek böbrekle idame ettiler. Bir sorun yoktu, gayet sağlıklılardı. Sonra Ayça'da ufak tefek reaksiyonlar görülmeye başladı. Ona kronik böbrek yetmezliği teşhisi koyuldu. Diyaliz tedavisi gördü; ama doktor bir an önce nakil olması gerektiğini söyledi. Tıpkı Barlas gibi, vücudu her böbreği kabul etmiyordu. Dokularımız uyuşmadı. Bir tek ikiziyle uyuşuyordu. Ne yazık ki, onun da verebileceği ikinci bir böbreği yoktu."

Adam yumruk yaptığı ellerini ısırdı. Gözlerini sımsıkı yumdu ve yanağından akıp giden yaşları üzerindeki gömleğe karıştı. Sakinleşmesi için birkaç uzun saniye geçti. Nihayet nefes alışverişleri düzene girdiğinde, oturduğu yerde dikleşti. Bakışları, kendine belirlediği noktayı tekrar buldu. Geçmişe açtığı pencereyi seyretmeye devam etti.

"Organ mafyasıyla ilk o zaman görüştüm. İşini profesyonelce yapan, gerçek doktorlardı. Hastalar arasından uygun dokuyu bulmaları çok zamanlarını almadı; fakat buldukları hastayı kandırmaları birkaç ay sürdü. Nihayetinde işlerini sorunsuzca hallettiler ve kızımın nakil operasyonu başarılı geçti. Çok büyük bir günaha bulaşmıştım. Kendimi bu günahın bir bedeli olmayacağına nasıl inandırdıysam, üç yıl sonra diğer kızım da aynı hastalığın belirtilerini gösterdiğinde deliye dönmüştüm."

Ellerini şakaklarına bastırıp bir süre gözlerini yumdu. Belli ki, duyduğu vicdan azabının ağırlığı, zihnine eziyet ediyordu.

"İkinci kez organ mafyasına başvurdum. Şehir dışına gittikleri için onlara ulaşmam zor oldu; ama başardım. İlk seferde olduğu gibi uygun dokuyu buldular, hastayı da takibe aldılar. Bu süreçte Aylin diyaliz tedavisi gördü. Böbreğin gelmesini bekliyorduk, olmadı. Aylin vefat etti. Sonrasında ise, Ayça böbrek mafyasıyla bağlantımı öğrendi. Kimin böbreğini taşıdığını bulabilmek için elinden geleni yaptı ve başardı da... Barlas'ın diyaliz tedavisi gördüğünü öğrenince kendini kaybetti. Ondan aldığı böbreği geri vermek istediğini, o böbrekle tek bir saniye bile geçirmeyeceğini söyledi. Onu ciddiye almadım, söylediklerini duymazdan geldim. O ise, bana hiç unutamayacağım bir ders verdi. Tüm organlarını bağışlamak istediğine dair bir belge imzalayıp avukatına gönderdi ve kendini öldürdü."

Adamın anlattıkları, hiç tanımadığım iki kız çocuğuna karşı tarif edemediğim bir acı duymama neden oldu. Anne karnından itibaren eksik doğan ve hayatlarını böyle devam ettiren iki masum kız... İkisi de farklı zamanlarda, aynı hastalığa yakalanmıştı. Birisi iyileşirken öteki ölmüştü. Aylin'in ölümü, kadere boyun eğişti. Onun ölüme teslim olmaktan başka çaresi yoktu. Ayça'nın ölümü ise, bir başkaldırıydı. Kendisine böbrek nakledildiği zaman, masum bir adamın hayatının ziyan olduğunu bilmiyordu. Bu gerçeklikle yüzleştiğinde, kendi hayatını hiçe saymıştı. Babasının günahını, kendi kanıyla örtmüştü.

Küçük bir an, kendimi Korhan Bey'in yerine koydum. Barlas'ın hayatını kurtaracak böbreğe, illegal yolla sahip olduğumu düşündüm. Başka bir insanın hayatını mahvedip sevdiğim adama yaşama fırsatı yarattığımı... Onunla tekrardan göz göze gelebilmek, uyurken soluklarını defalarca dinleyebilmek ve onun sıcak bedenini dilediğimce öpebilmek için... Yapar mıydım sahiden? Yoksa bu günahın kefaretini üstlenmektense, Barlas'ı ellerimle defneder miydim?

Ellerimin buz kesildiğini hissettim. Onun bedenini toprağa bırakmak ne de zor olurdu. Üstelik, üzerini milyonlarca toprak tanesi örtecekken... Şu an, yalnızca onun cenazesinin hayali zihnimde beliriyordu. Bir hayalin hissettirdiği acı bu denli yoğunsa, gerçekleştiği zaman hissedeceklerimi kestiremiyordum. Barlas'ın ölmesine göz yumamazdım. Yanımda vicdan azabıyla iki büklüm olan adama ilk defa hak veriyordum.

Çaresizlik, büyük günahlar doğururdu. Bedeli ne olursa olsun.

"Siz bir baba olarak kızlarınızı yaşatmak istediniz." dedim ve boynumdaki kolyeyi okşadım. "Barlas'ı yaşatmak için umudumu yitirmek üzereyim ve her an, ben de bu günahı üstlenebilirim."

Adam başını çevirip gözlerime şaşkın bakışlarla baktı. "Sakın... Böyle bir şeyi yapacak kadar alçalma! Kaderini kabullenmelisin. Unutma, ecel ne zaman gelirse o zaman ölürsün. Sen ister böyle bir pisliğin içine bulaş, ister bulaşma... Onun ömründen tek bir dakika bile kıpırdatamayacaksın! Ben eğer Ayça'nın eceliyle ölmesine izin verseydim, kızım ömrünün son aylarını tedavi görerek geçirecekti; ama en azından gururlu bir şekilde ölecekti. Bırak... Gururlu bir şekilde ölsün. Zaten diğer türlü yaşamayı o da istemez. Ayça gibi..."

Göz pınarlarımda kalan son yaşlar da, yanaklarımdan süzülüp gitti. "Haklısınız."

Adam uzanıp elimi tuttu. Tutuşundan rahatsız olmadım. Bana destek olmasına izin verdim. Artık ona kızgın değildim. Umudunun tamamen tükendiği noktada, vermemesi gereken bir karara başvurmuştu. Çok geçmeden de, bunun bedelini ödemişti. Bu bedel öyle ağırdı ki, hâlâ ona acı çektiriyordu.

"Ona böbreğini verir miydin?"

Adamın bir anda sorduğu soru üzerine, kaşlarımı çattım. "Bu nasıl bir soru? Ben ona canımı bile veririm!"

"O hâlde, bütün bunları sana boşuna anlatmamışım." dedi.

Çatılan kaşlarım, bu defa şaşkınlıkla yukarı tırmandı. "Bu ne demek oluyor?"

"Organ mafyasına ikinci kez başvurduğumda, şehir dışında olduklarını söylemiştim. Hatırlıyor musun?"

"Evet."

"İzmir'deydiler. Aylin ile uygun dokudaki kızı da orada buldular. Sinan... Yani Eren, bu kızı takibe aldı. Onunla arkadaşlık kurdu. Tam böbreğini alacağı gün, polis tarafından tutuklandı. Eşiyle birlikte... Bütün bunlar sana tanıdık geliyor mu?"

Ellerimi ağzıma kapatıp gözlerimi araladım. Eren ile uçaktaki karşılaşmamız gözlerimin önünde belirdi. Sanki tesadüfmüş gibi karşıma çıkışları... Beni, tasarladığı tuzağa usul usul çekmişti. Güvenimi sömüre sömüre... Beni yer altındaki ameliyathanesinde ölümle burun buruna getirmişti. O sedyede yaşadığım dehşeti hâlâ hissedebiliyordum. Barlas, o gün de beni kurtarmıştı. Tıpkı bugün yaptığı gibi... Ne zaman canım tehlikede olsa, kurtuluşum hep onun ellerinden olmuştu. Geçmişle yüzleşmenin getirdiği ürperti, tenimde gezindi. Başımı Korhan Beye doğru çevirdim. Şaşkınlıkla bakan gözlerim, onun gözleriyle buluştu. Dilim tutulmuştu. Başımı aşağı yukarı salladım. Verebileceğim tek tepki buydu...

"O kız sendin, Ecrin. Aylin, Ayça ve Barlas ile aynı dokuya sahip olan kız, sendin."

Dudaklarım iki yana büküldü. Bu sefer ki tebessüm, bastırılmış duyguların sahte bir şekilde dışa vurumu değildi. Gerçekti. Ağzımın üzerine kapattığım elim aşağı doğru süzüldü. Gerdanıma ulaştığında, kolyenin kanatlarını okşadı. O gümüşten kolye, içindeki ruhu saldı. Mayıs sineği kanatlandı, benliğimi buldu. Vermesi gereken tüm umudu ve gücü, konduğu yerde bıraktı.

Kolyenin kenarlarında parmağımı gezdirdim. Kanatlardaki sonsuzluk işareti artık daha da anlamlıydı. İki yuvarlağın birbirini tamamlamasıyla oluşan o anlamlı işaret... Çok yakında, canımın bir parçası Barlas'a nakledildiğinde biz de aynı anlamı bedenlerimize gömecektik.

Oturduğum yerden ayaklanırken yüzümdeki tebessüm yerinden zerre kıpırdamadı. Ameliyathane kapısına doğru emin adımlarla ilerledim. Arkamdan adımın seslenilmesini umursamadan... Etrafımda olup biten hiçbir şeyi kâle almıyordum; çünkü şu anda ben ebediyete yürüyordum. Aşkın sonsuz gücüne...

***

Sedyede uzanırken ilk defa bu denli korkusuzdum; çünkü yanı başımda sevdiğim adam vardı. Beni her daim koruyup kollayan, kolları arasında sımsıkı sarıp alnıma öpücük konduran, bakışlarıyla her kusurumu kutsayan adam... Şu an bilinci kapalı bir şekilde, yanımdaki sedyede uzanıyordu. Çıplak göğsüne cihazlar bağlıydı. Kalbinin atış sesi, bu zamana kadar duyduğum en tatlı melodiydi. Ona bakmak bile, mucize kadar güzeldi. Kim bilir, onu yaşatmak nasıl bir sevince sebep olacaktı?

"Ben geldim." dedim, dudaklarımdan silinmeyen tebessümü sesime yansıtarak. "Seni çıkaracağım buradan."

Elimi ona doğru uzattım. Ona dokunamayacak kadar uzaktım. Yine de, parmaklarım yüzüne dokunmuş gibi huzurla doldum. Parmaklarımı boşlukta kıpırdattım. Sanki yüzünü okşuyormuş gibi...

"Uyandığında yanı başında olacağım, söz... Doğum günün son bulmadan ayılacağız ve ben, doğum gününü kutlayan son kişi olacağım. Bundan sonraki her sene, en son ben kutlayacağım."

Hemşirenin adım seslerini işittim. Narkoz için gelmişti. Bakışlarımı, Barlas'ın ameliyathane ışıkları altında parlayan yüzünden uzaklaştıramadım. Yalnızca boşlukta süzülen elim sedyenin üzerine düştü. Derin bir uykuya dalma vakti gelmişti. İlk defa, Barlas'ın kolları haricinde dalacağım bir uykudan mutluluk duyuyordum. Biliyordum ki, uyandığımda kendimi hasretini çektiğim o kolların arasında bulacaktım.

Hemşire üzerimdeki mavi örtüyü hafifçe kaldırdı. Çıplak bedenim, hissettiğim soğuklukla ürperdi. Hemşire bir şeyler mırıldandı; fakat algılayamadım. Zihnim, yalnızca Barlas'ın yüzündeki her ayrıntıyı kodlamakla meşguldü. İğnenin tenime batışını hissettim. Bu ufak bir kasılmadan fazlasına neden olmadı. Zaman akıp giderken vücudumda hafif bir uyuşukluk peyda oldu. Bilincimin kapanmak üzere olduğunu biliyordum. Dudaklarım, son kez aralandı. Söylemeye doyamadığım iki kelimeyi, ona fısıldadı.

"Seni seviyorum..."

***

Birbirine kenetlenmiş kirpiklerimi, olağan takatimle araladım. Gözlerim, flu görüntüye odaklanmaya çalışıyordu. Hastanenin beyaz tavanı gittikçe netleşti. Ardından açık gri duvar boyasını seyrettim. Her şey fazla alışılagelmişti. Peki ya... Barlas? Barlas neredeydi?

Başımı aniden sağ tarafa doğru çevirdim. Ani hareketim yüzünden başımda keskin bir ağrı peyda oldu. Gözlerimi tekrardan yumup ağrı manipüle oluncaya dek bekledim.

"Yerinizden kalkmamanız gerek. Dikişleriniz açılabilir, lütfen sedyeye uzanın."

Sol taraftan duyulan kadın sesi, bana hitap ediyor gibi durmuyordu. Sanki odanın içinde bir başkası daha vardı.

"Tamam, ben ara sıra yatarım buraya. Hadi siz çıkın artık."

Bu ses... Barlas'ın sesiydi!

Başımdaki ağrıyı umursamadan gözlerimi araladım. Başımı sol tarafa doğru çevirip gördüğüm görüntüyü netleştirmeye çalıştım. Kısılan göz kapaklarımın arasından bakarken nihayetinde sisli perde düştü. Barlas, bütün netliğiyle yan tarafımdaki sedyede oturuyordu. Teni sağlıkla ışıldıyordu sanki. Çıplak gövdesi, alıp verdiği soluklarla kıpırdıyordu.

Ne büyük nimetti bu kıpırtı...

İçimde volkan gibi gürleyen sevinci bastırmak için büyük bir çaba sarf ettim. Hemşire odadan çıkıncaya kadar ağzımı açmadım; çünkü Barlas'ın bu kadından hiç hoşlanmadığı apaçık barizdi. Üstelik uyandığımı fark ederse tetkiklerim yüzünden odada uzun süre kalabilirdi. Belli ki Barlas, bu durumdan hiç hoşnut kalmazdı.

Hastane odasında yalnızca ikimiz kaldığımızda, Barlas başını benden yana çevirdi. Kahverengi hareleri gözlerime perçinlendi. Yüz ifadesi önce şaşkınlıkla çarpıldı, ardından dudakları geniş bir gülümsemeyi kucakladı.

"Ecrin..."

Adım dudaklarından döküldüğü an, onun gerçek olduğuna inancım daha da arttı. Benliğimi saran duygu sarmalı yüzünden tepkilerim bir karmaşaya dönüşmüştü. Sesli bir gülümsemenin ardından elimi ağzıma kapattım. Göz yaşlarım yanaklarımı ıslattı.

O yaşıyordu... Hem de hiç ölümden dönmemiş gibi.

Oturduğu sedyeden ayaklandı. Koluna takılı olan serumu da askılığıyla birlikte peşinden sürükledi. Birkaç temkinli adımın ardından yanı başımda dikildi.

"Bana yer açar mısın?" diye sordu.

Hafifçe yana doğru kayıp ona ufak bir sığınak yarattım. Dikkatlice yanıma uzanırken göğsü birkaç derin solukla genişledi. Elimi koluna yaslayıp hareket etmesine engel olmak istedim.

"Daha yeni ameliyattan çıktık." dedim ve nazikçe kolunu okşadım. "Kıpırdanma, yaran açılacak."

Ağırlığını yan tarafına verip yüzümün her köşesini dikkatle inceledi. "Endişelenme, iyiyim. Sadece sırt üstü uzanamıyorum, malum ardım kevgire dönmüş durumda."

O her ne kadar dalga geçercesine konuşsa da, benim kalbimdeki sızlamayı manipüle edemedi. Elimi yanağının üzerine koydum. Tüm şefkatimi tenine ilmek ilmek işledim. Kaşlarını okşadım, burun kıvrımında yol çizdim. Onu parmak uçlarımla öptüm.

Boğazıma dizilen acı kırıntılarını yutkundum. "İyileşeceğiz, sevgilim. Ellerimle saracağım yaralarını, öpücüklerimle merhem olacağım."

Avcumun içini öptü, en özlediğim şekilde... Sözlerini, tenimi ısıta ısıta fısıldadı. "Seni gördüğüm an iyileştim ben. Tenin tenime dokunduğu an..."

"Biliyor musun... Cidden iyi görünüyorsun. Bu kadar çabuk ayaklanman mucize gibi." dedim, dudaklarımdaki şaşkın gülümsemeyle.

"Bebeğim, şöyle ki... Ben çabuk ayaklanmadım, sen geç ayıldın."

Kaşlarım yukarı tırmandı. "Nasıl yani? Kaç saattir kendimde değilim ben?"

"Yaklaşık 18 saattir."

Anlaşılan narkozun etkisi ve hem duygusal hem de fiziksel yorgunluğun getirisiyle, kendimi uzun süreli bir uykuya bırakmıştım.

Birden bire Barlas ile ameliyathanede uzanırken ona verdiğim sözü hatırladım. Doğum günü son bulmadan ayılacağımızı ve onun doğum gününü kutlayan son kişinin ben olacağımı söylemiştim. Tıpkı Barlas bana ilk öpücüğümüzü armağan ettikten sonra yaptığı gibi... Gözlerimi yumup o büyülü günün hayaline daldım. Mumlar, pastalar, şarkılar, danslar... Bunların hiçbiri yoktu. Yalnızca o ve ben vardık. En özel olan andaydık. En çok ihtiyacımız olan şeye sahiptik. Birbirimize...

Tıpkı şu an olduğu gibi.

"Saat kaç?" diye sordum.

Gözlerimi aralayıp ona baktım. Duvarda saati bulmaya çalışıyordu. Ben de onunla birlikte gözlerimi duvarlarda gezdirdim. Gözlerimiz aynı anda, aynı noktada kesişti. Dijital saat 23:59'u gösteriyordu. Sanki akrep ile yelkovan bizim için işlemişti. Hissettiğim duygusallık hat safhaya ulaştı. İki elimi çenesine yaslayıp bakışlarını dijital saatten kopardım. Kahverengi vadi, mavi denize karıştı. Titreyen dudaklarım aralandı. İşte o an, verdiğim söz yerini buldu.

"Doğum günün kutlu olsun, sevgilim. Ben doğum gününü kutlayan son kişi olmak istedim."

Bembeyaz dişlerini gözlerimin önünde sergiledi. "Niçin son?"

"Bu geleneği sen başlattın." dedim, geçmişe atıfta bulunarak.

Saniyesinde yıllar öncesinde yaşanan o güne ışınlanmış gibi keyifle mırıldandı. "O gün, dudaklarının zehrini tattığım ilk gün... Dün gibi aklımda! Ne yazık ki, ilk öpücüğün olduğunu bilmiyordum. Yalnızca benim ilk öpücüğüm sanıyordum. İlkin olamadığım için, sonun olmayı talep ettim. Allah duamı cömertçe karşıladı. Ben hem ilkin oldum hem de sonun... Tıpkı senin bendeki varoluşun gibi."

Kurduğu her cümle, içimde kuruyan dalları yeşilliğe boğdu. Gözlerinden bir saniye dahi gözlerimi ayırmadım. Bakışlarım, onun ruhuna ulaşabilecek kadar aşk yüklüydü. Önce parmak ucumla dudağına dokundum. Bu öylesine yetersiz geldi ki, sol gövdemde yeni dikilmiş yarayı umursamadan ona doğru uzandım. Hissettiğim sızıya rağmen, dudaklarımı dudaklarına yasladım. Barlas öpücüğüme kayıtsız kalamadı. Israrcı dudaklarımdan uzaklaşmayı denese de, başaramıyordu. Birkaç saniyelik duraksamanın ardından tekrar öpüşüyorduk. Dudaklarım, dudaklarına doyamıyordu. Belli ki, onun da iştahı kabarmıştı.

"Bebeğim..." dedi, nefes nefese. "Yaran açılabilir, artık duralım. Yoksa kanlar içinde sevişiriz burada, biliyorsun bizi."

Son kurduğu cümleye yüzümü buruşturarak kıkırdadım. Haklıydı, cidden böyle bir şey yapabilecek potansiyele sahiptik. Aşağıda misafirler varken yukarı katta gizli gizli seviştiğimizi hesaba katarsak bizden her şey beklenirdi.

Tekrardan sedyeye rahatça uzanıp masum gözlerle Barlas'a bakmayı sürdürdüm. "Sadece ufacık öpecektim."

"Taburcu olunca bol bol öpüşeceğiz, güzelim." dedi ve sonra aklına bir şey gelmiş olacak ki, alt dudağını ısırdı. "Gerçi Mayıs ve kıskançlıklarını hesaba katarsak... Dizginleri elde tutmakta fayda var."

Barlas, Mayıs'tan söz ettiği an vücudum kaskatı kesildi. Bana hüzünlü bakan gözleri, gözümün önünde canlandı. Babası için duyduğu endişe öyle büyüktü ki, onu tekrardan kaybetmekten deli gibi korkmuştu. Ona verdiğim söze güvenip uykuya dalmıştı. Ben ise, sözümü tutamamıştım. Sabah babasının gelip bize kahvaltı hazırlayacağını söylemiştim. Ne Barlas'ı ona götürebilmiştim ne de kendim yanında olabilmiştim.

Mayıs'ın annesi ve babası, kızları için kahvaltı hazırlamak yerine, sabahın altısında iki ayrı sedyede uzanmışlardı.

"Mayıs... Seni göremediği için çıldırmıştır. Üstelik gün boyu beni de görmedi."

Barlas asılan yüzümü dikkatlice inceledi. Yanağımı okşayıp beni sakinleştirecek kadar içten bir edayla tebessüm etti. "Merak etme, ikimizi de gördü."

Söylediklerine anlamsız gözlerle tepki verdim. "Nasıl?"

"Ameliyattan sabah 7'de çıkmışız. Ben öğlen 1'de ayıldım. Uyanmamla birlikte bayağı bir ayaklanma oldu zaten. Birçok gelen giden oldu. Baban bile geldi... Saat 2'ye doğru da annen geldi. Yanında Mayıs'ı da getirdi."

İçimde büyüyen paniğe ket vuramadım. "Ona vurulduğunu belli etmedin, değil mi?"

"Tabii ki belli etmedim! Vurulduğum zaman, yalnızca beni yerde yatarken görmüş. Ben de ona yerde uzandığım için üşüttüğümü söyledim. Niçin uzandığımı sorduğunda ise, çok uykum geldiği yalanını uydurdum. Kahkaha attı ve bana doğum günü hediyesini verdi."

Yattığı yerden doğrulup kendi sedyesine doğru ilerledi. Yastığını kaldırıp altından Mayıs'ın resim defterini çıkardı. Bir şey daha aldı; fakat ne olduğunu göremedim. Avcunun içini kilitli bir kutuya dönüştürdü sanki. Tekrardan yanıma yaklaştı. Bu defa sedyeye uzanmak yerine, zor da olsa yerde diz çöktü. Defterin son sayfasını açtı. Defteri, tam gözümün önünde duracak şekilde konumlandırdı.

"Son sayfaya kadar inceledim. Çoğunlukla üçümüzü çizmiş. Son sayfaya dek, hiçbir çiziminde yüzüm yok. Yalnızca bu son sayfada iki çift gözüm, tombul bir burnum ve gülümseyen bir ağzım var." dedi ve elini tüm sayfanın üzerinde gezdirdi. "Dikkat et, her şeyi boyamış. Annesinin ve kendisinin sarı saçlarını, mavi gözlerini... Babasının kahverengi saçlarını, gözlerini... Çimleri, gökyüzünü, çiçekleri, kuşları... Bulutları bile. Tek bir boyamadığı şey var."

Onca renkli boyanın arasından, boyasız olan kısım direkt gözüme çarptı. "Kendi elbisesini pembeye boyamış, seninkileri de siyaha... Sadece benim elbisemi boyamamış."

"Çünkü senin üzerindeki gelinlik." dedi, ardından elimi eline alıp yüzük parmağımı öptü. "Bizim düğünümüzü çizmiş."

Barlas'ın ağzından çıkanların ardından, resimdeki gerçekliğin farkına vardım. Bu farkındalık, yüzümde sarhoş bir gülümsemeyi sendeletti. "Evet... Elimde çiçek tutuyorum ve senin üzerindeki siyah kıyafet de, damatlık."

Başını aşağı yukarı salladı. "Aynı şeyi istiyoruz, Ecrin. Üçümüz de mutlu bir yuva kurmayı arzuluyoruz."

Ben de tıpkı onun gibi başımı aşağı yukarı salladım. Bu hareketimin ardından Barlas resim defterini sedyemin üzerine bırakıp avcunda sakladığı şeyi açığa çıkardı. Ameliyathanede çıkarmak zorunda kaldığım kolyem ve yüzüğümdü bu... Barlas yalnızca yüzüğü tutup bana doğru yaklaştırdı.

"Bu teklifi, Cansu gelin çiçeğini senin avuçlarına bıraktıktan sonra yapacaktım. Gerçi biraz klişe; ama yıllar önce oynadığımız filmden hatırladığım kadarıyla klişeleri seviyorsun." dedi ve gülüşünü alt dudağını ısırarak bastırdı. "Evet, küçüğüm. Şartlar gereği sana bu teklifi burada yapıyorum. Hiçbir şatafatlı detay yok. Yalnızca ben ve hislerim var. Lütfen, sana sunduğum bu teklifi kabul et. Canımın içinde canından bir parça taşıyorum artık. Bedenim seninle tamamlandı. İzin ver, ruhlarımız da birbirini tamamlasın. Benimle evlenir misin?"

İki gece önce birbirimizin olduğumuz anı hatırladım. Sarmaş dolaş yatakta uzanırken onunla evlenmemi söylemişti. Ben de ona, onunla evleneceğimi söylemiştim. Zaten bu bir teklif değil miydi? İkinci kez sormasına gerek bile yoktu. İki gün içinde cevabım değişecek değildi. İki asır geçse bile değişmezdi.

"Zaten bu teklifi etmiştin ve ben de cevabımı vermiştim." dedim.

"O bir teklif sayılmazdı. Hiçbir soru imgesi bulundurmayan bir cümle kurmuştum. Ayrıca yüzük de yoktu. 'Evlen benimle' ile 'Benimle evlenir misin?' arasında fark var. Önceki, evlenme teklifi edersem ortada dımdızlak kalır mıyım diye ağzını yoklamak içindi, şimdiki ise gerçek bir teklif."

Söyledikleri üzerine içten bir kahkaha attım. Anlaşılan önceki teklifi ona çok sıradan gelmişti. Bu yüzden bana daha anlamlı bir hatıra sunmak istemişti; fakat benim için öncekinin de şu anki teklifi kadar kıymetli olduğunu bilmiyordu. O sadece bana her şeyin en iyisini layık görüyordu. Bana sürprizler yaşatmak istiyordu, heyecan dolu sevinçler, acıdan değil mutluluktan akan göz yaşları...

Ben de onun bana sunacağı mutlulukları da, acıları da, sıradanlıkları da kabul ediyordum.

"Evet, Barlas. Tabii ki seninle evlenmeyi kabul ediyorum."

Elleri, tıpkı gizliden gizliye sevdiği kıza duygularını itiraf eden bir aşığın elleri gibi tir tir titriyordu. Önce yüzük parmağımı öptü, ardından pırlanta yüzüğü parmağıma taktı. Hâlâ elinde duran kolyeyi de avcumun içine bıraktı. Bu defa sedyede yanıma uzanmak yerine, oturmayı tercih etti. Yüzünde hafif bir acı gördüm. O an hissettiğim panikle sol tarafında gözüken sargı bezine baktım. Üstünde kan görmekten korktum; fakat görünürde herhangi bir kırmızılık yoktu. Anlaşılan dikişleri açılmamıştı. Elimi nazikçe sargı bezinin üzerine yasladım. Acılarını avcumun içine doldurmak istedim. Onda zerre acı bırakmamak için ruhumu acıyla kıvrandırmaya razıydım. Barlas da elini elimin üzerine koydu. Ufacık dokunuşuyla bana 'Acılarımı sana vermektense ölürüm' dedi sanki.

"Canın acıyor mu?" diye sordum, şefkatle.

"Sen dokununca geçti." dedi.

"Taburcu olduğumuz zaman sana evimizde öyle güzel bakacağım ki, hiçbir şeyin kalmayacak. Çok mutlu olacağız."

Yüzüme düşen saç tutamını geriye attıktan sonra şakağımdaki bebek saçlarımı okşadı. "Ben mutluyum zaten. Senin kokunla soluklanıyorum. Üstelik bu kokuyu yastıktan değil, bizzat kaynağından soluyorum."

Bakışlarım öylesine yumuşadı ki, irislerim eriyip gidecekti sanki.

"Yokluğumda yastığımı mı kokluyordun?"

Başını yukarı aşağı salladı. "Her gece."

"Bundan sonra her gece yanı başında uyuyacağım."

Gözlerini yumup huzurla gülümsedi. "Rabbime şükürler olsun."

Sargısının üzerindeki elimi yüzüne götürüp çenesini okşadım. "Sen benim mucizemsin."

Gözlerini aralayıp şaşkınlığını bakışlarıyla ifade etti. "Niçin böyle düşünüyorsun?"

"Ben seninle yıllarca ayrılığın ardından kavuşulabileceğini gördüm. Ölümden iki kez dönülebileceğini, milyonlarca insan arasından iki sevgilinin dokularının birbirine uyabileceğini... Her şeyden öte, senin benim kaderim olman en büyük mucize."

Ona söylediğim kelimeleri işittikten sonra, gözlerinde hüzünlü ve bir o kadar da mutlu bir ışıltı parıldadı. "Bundan 9 veya 10 yıl önce sen abine bir mektup göndermiştin. Gönderdiğin gün ben de bir mektup bekliyordum. Kapımın önünden mektubu alıp kimden geldiğine bile bakmadan zarfı açtım. Yazan satırları okudukça mektubun bana gelmediğini anladım; fakat bir şey beni daha fazla okumaya itti. Kelimelerin sanki beni içine çekti. Zarfın içindeki fotoğrafını gördüğüm an ise, içimden bir şeyler çekildi. Ben o saniye anlamıştım hayatımda devrim yaratacağını. O fotoğrafı hep odamda sakladım. Sana aşık olmaktan deli gibi korktuğum zamanlarda bile atamadım; çünkü kader bizi birbirimiz için yaratmıştı."

Bahsettiği mektubu hatırlıyordum. Abime gönderdiğim ilk mektuptu o ve yazarken heyecandan kalbimi deli gibi çarptırmıştı. Meğer mektubumu abim hiç okumamıştı. Yıllardır hayalini kurduğum, ilerde aşık olacağım adam okumuştu. Eğer bunun gerçekleşeceğini bilseydim, muhtemelen kalbim heyecanla çarpmaktan öte, atmayı bırakırdı. Kim bilir beni ilk nasıl görmüştü? Zarfın içine koyduğum fotoğrafı hatırlamak için kendimi zorladım. 15-16 yaşlarındayken nasıl göründüğümü anımsadım. Uzun sarı saçlarım, yeni olgunlaşmaya başlamış vücudum ve dişlerimi kaplamış gri tellerim vardı. Sahiden o hâlimden etkilenmiş miydi? Daha beni tanımadan, bana ait bir şeyi yıllarca saklamış mıydı?

"Demek beni çok daha önceden beri tanıyordun." dedim, şaşkınlığımı yatıştırmaya çalışarak. "Bu yüzden mi eve yerleşmemi istemedin? Benden hoşlandığın ve bu hoşlantının gittikçe büyüyüp seni alaşağı etmesinden korktuğun için mi?"

"Evet." dedi. Şaşkınlıkla yukarı sıyrılmış kaşlarımdan birini okşadı. "Ve alaşağı oldum."

"Aşk alaşağı etmez, Barlas. Aşk, yüceltir."

Bakışları, her milimime tapar gibi usul usul yüzümde gezindi. "Biz aşkın dibini de gördük, şimdi birlikte yüceleceğiz."

Elimi, yüzüme yaslı eline yaklaştırıp bileğine dokundum. Atan nabzını hissettim. "Mayıs sineklerinin sonu ölüm olmadı."

"Sana bir yemin ettim, unuttun mu?" dedi ve sözlerinin hafızamdaki yerini yeniletti. "Bizi ölüm bile ayıramayacak."

Ölüm... Ne soğuk bir kelimeydi. Telaffuzu bile dili üşütüyordu.

Ben sevdiğim adamı ölümün kıyısından çekip almıştım. Tıpkı uçurumdan düşmek üzereyken elini sımsıkı tutar gibi...

Bir insan canından bir parça alınmak üzereyken gülerek neştere bakabilir miydi? Ben bakmıştım; çünkü o neşter derimi deşip böbreğimi sökmemişti. Sevdiğim adama hayat biçmişti.

İşte şimdi, o adam sedyemin kenarına konmuş bir mucizeydi. Eli, toprağa karışmak yerine, yüzümü sarıyordu. Teni sıcacıktı, nabzı atıyordu. Bu öylesine kıymetliydi ki, başka hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Nefes alıp vermek herkese sıradan geliyordu; fakat çok büyük bir ayrıcalıktı. Bunu sevdiklerini Azrail'in kollarına teslim etmene ramak kalmadan anlayamıyordun. Anladığın zaman ise, yaşanılan her saniye daha bir paha biçilemez hâle geliyordu.

Hayat bana çok fazla acı sunmuştu. Yıllar üzerime lav gibi yağarken ben yalnızca yaralarımı kızgın ateşlerle dağlamıştım. Ayrılık, ölüm gibiydi. Kaybettiğim altı yılda, şu an yaşadığım kadar yaşayamamıştım hiç. Nefes alıp veren bir ceset gibi, yalpa vurmuştum. Günler alışılagelmiş bir acı sarmalına dönüşmüş ve beni içine katıp sürüklemişti. Tek dayanağım kızımdı, fırtınada payıma düşen tek dal... Ona sımsıkı tutunup hayatı göğüslemiştim. Saklanarak, geçmişin hasretiyle yanarak, her gece gözyaşları akıtarak, her sabah ölü ruhumu ayakta tutmaya çalışarak yaşlanmıştım.

Nihayet sınavım bitmişti ve elbette, bu sınavın bir ödülü vardı.

Ben tam da şu an, o ödülün bileğini sımsıkı tutmuştum. Nabzı parmaklarıma vuruyordu. Her vuruşunda, içimdeki çürümüş geçmişin üstünü umutla örtüyordu. Umut, bereketli bir topraktı ve bize güzel bir gelecek bahşedecekti. Yaşamayı hak ettiğimiz gibi...

En büyük korkum, Barlas ile bir sonumun dahi olmamasıydı. Ne mutlu ne de mutsuz, koskoca bir hiçlik... İkimize ayrı yazılmış, bambaşka iki kader. Onun aşkı kalbime düştüğü ilk andan itibaren, bu korkuyla yanıyordum. O beni sahte bir mektupla terk ettiği geceden beri de, en büyük korkumu yaşadığıma kendimi inandırmıştım. Oysaki, uzun süren bu ayrılığın ardından yollarımız bir kez daha kesişmişti. Kader, bizi ortak paydada buluşturup koptuğunu sandığımız tüm bağları birbirine düğümlemişti.

Bizim sonumuz, birlikteydi. Tıpkı romanlardaki aşıkların kavuşması gibi, yeniden ruhlarımızı kenetlemiştik.

"Roman..." diye fısıldadım, birden bire. "Tam da romanlara sığdırılacak bir aşk bu."

Barlas, kafamın içinde dönen çarklardan habersizce tebessüm etti. Onun için, yalnızca romantik birkaç kelime dile dökmüştüm; fakat işin aslı öyle değildi.

Onsuz geçen yılların bana kattığı iyi bir şey vardı. Yalnızlık, oyunculuktan daha iyi başarabildiğim bir yeteneğimi keşfetmemi sağlamıştı. Ankara'da yaşadığım o kuytu evde, kendi köşeme çekilip iç dünyamı kağıtlara dökmüştüm. Sürekli zihnimde hiç var olmamış karakterler yaratıp onlara trajik ömürler pay biçmiştim. Zihnimde kurduğum olay örgüsünde, onların soluklarını hissetmiştim.

Ben o acılarla yoğrulmuş ruhumdan bir yazar var etmiştim.

Günler önce yazmak için cebelleştiğim romanımı hatırladım. Son sayfasında başrolün ölümünü bir türlü tasvir edememekten yakınıyordum. Dün gece ise gözlerim, o tasviri canlı bir şekilde seyretmişti. Farkında değildim; ama dün yaşadığım ızdırap bile bana bir şeyler katmıştı. Son kitabımı tamamlamak gibi...

Acı, hislerin zirvesiydi. O zirveye ulaştığın vakit, acı ruhunda kalıcı bir iz bırakırdı. Benim ruhuma yazarlığı kazımıştı.

Barlas'ın kahverengi gözlerinde ışıldayan yansımama baktım ve kendimden emin bir şekilde konuştum. "Bizi yazacağım."

Barlas kurduğum iki cümleyi zihninde evirmeye çalışsa da, anlamsız gözlerle bakmayı sürdürdü. "Nasıl?"

"Hikayemizi roman olarak yazmak istiyorum. Tüm gerçekliğiyle, hiçbir detayını atlamadan... Herkes bu aşka şahit olsun istiyorum. Her ayrılığın, bir son olmadığını insanlara okutmak istiyorum. Hayatın mucizelerle kapına dayanabileceğini... Ayrıca... Mayıs'ın hayatını kurtarmak için annen hakkında yalan söylemek zorunda kaldın. Annene gerçeği borçluyuz. Eğer izin verirsen, geçmişini de kaleme alacağım. Ailenin masumluğunu satır satır yazacağım."

Barlas'ın yüzünde belirgin bir ifade oluştuğu söylenemezdi. Birçok duyguyu bir arada görüyordum. Annesi hakkında hissettiği pişmanlıkla karışık acı, bana karşı duyduğu hayranlık ve ona temas etmemin verdiği huzur... Hepsi gözbebeklerinin ardında saklıydı.

"Bu mükemmel bir fikir." dedi ve bileğini saran elimi kaldırıp dudaklarına götürdü. Parmaklarımı teker teker öptü. "Bu parmaklar, hikayemizi yazarken yorulduğunda, işte böyle öpeceğim onları. Sonra sen, çok daha güzel betimleme yapacaksın. Unuttuğun her anıyı, birlikte yad edeceğiz. Hatta bazı yerlerini ben de yazabilirim. Benim hislerimin de romanda yer almasına ne dersin?"

"Mükemmel olur!" dedim, heyecanımı sesime yansıtarak. "Bana yazdığın şiiri okudum. Bir şair olarak benden çok daha iyi yazacağına şüphem yok."

Dudaklarında afallamış bir tebessüm belirdi. "Demek zarfı buldun."

Başımı aşağı yukarı sallarken mektubunun başında yazan cümleyi içimden sayıkladım.

Eğer bu zarf parçalara ayrılmamışsa, ya ben çoktan ölmüşümdür ya da sen beni kalbinde öldürmüşsündür.

"Evet, buldum. Üstelik ne sen ölmüştün ne de ben seni kalbimde öldürmüştüm."

Barlas, oturmaya bir son verip tekrardan yanıma uzandı. Bu defa yaramı acıtmaktan çekinmeden kollarını belime sardı. Sedyenin üzerinde kıvrılıp başını göğsümün üzerine koydu. Annesinin kucağına sığınan küçük bir çocuk gibi... Kollarımı omuzlarına sıkıca sardım. Parmaklarımı, hafif esen rüzgar gibi ipekten saçlarında gezdirdim. Kokusunu içimde solurken sayısız kez huzura yelken açtım. Onu hem anne şefkatiyle hem de aşığın tutkusuyla kucaklıyordum. Tam kulağını yaslayıp da atışını dinlediği kalbimi, tamamıyla ona açıyordum. Bu, teslimiyetti. Teni tenime her kenetlenişinde, ruhum ona her zerresini akıtıncaya dek teslim oluyordu.

"Sonsuza dek kalbinde yaşat beni." dedi ve bakışlarını yukarı kaydırıp gözlerimle buluşturdu. "Ben burada yaşadığım müddetçe, ölmeyeceğim."

Sol göğsünde açtığım bıçak yarasına dokundum. Orada bıraktığım öfkenin izi kabuk bağlamıştı. Bu ize her bakışımda, kalbine her dokunuşumda oradan sızan kanı hatırlayacaktım. Her hatırlayışımda kendime kızacak ve ardından o kanın hayalini dudaklarımla içecektim. Sonra kendi kendime unutmamam gereken bir şeyi fısıldayacaktım.

Öfken gözünü kör etse bile, merhametinden vazgeçme. Tıpkı kollarının arasında sardığın bu adam gibi...

Barlas, hem ailesinin hem de böbreğinin katilini bağışlamıştı. Ben ise onu bir kez olsun dinlemeden cezalandırmıştım. Vücudunu bıçakla, ruhunu sözlerimle yaralamıştım.

Bundan sonra yalnızca omuzlarına değil, yaralarına da şefkatle sarılacaktım. Geçmişin izleri tamamen yok oluncaya kadar...

"Benim kalbim senin için yaşıyor, Barlas." dedim ve uzanıp başının tepesini öptüm. "Ben atan her nabzımı senin aşkına borçluyum."

SON

***

Ecrin, uykusuz bir gecenin acısını eşinin kolları arasında öğlene kadar uyuyarak çıkarıyordu. Bütün gece geçmişi tekrardan yaşayıp her anını satırlara dökmüştü. Uykuya dalmadan önce kalem tutmaktan uyuşan parmaklarını hissetmemişti bile. Tek hissettiği, yorgun gözlerindeki sızı olmuştu.

Yatağın üzerinde bir kıpırtı hissettiğinde saat neredeyse ikiye geliyordu. Gözlerini araladı ve onu saran kollara baktı. Üzerindeki yorganın verdiği sıcaklıktan daha sıcak olan kucağa biraz daha kıvrıldı. Çok geçmeden az önce hissettiği kıpırtının nereden geldiği anlaşıldı. Mayıs sarı kafasını yorganın altından çıkarıp mavi gözleriyle annesine baktı.

Ecrin, Barlas'ı uyandırmamak için sesini alçak tuttu. "Bir tavşan gizlice yatağıma zıplamış."

Mayıs neşeli kıkırdamasıyla birlikte yatağın üzerinde emekleyerek annesiyle babasının arasına girmeye çalıştı. Ecrin, Barlas'ın sıcak kucağından birazcık feragat edip kenara kaydı. Mayıs istediği yere yerleştiğinde, yüzündeki gülümseme bulut gibi yükseldi.

"Anne beni ısıtsana." dedi ve başını Ecrin'in göğsüne yasladı.

Ecrin, Mayıs'ın minik bedenini kolları arasında sıkı sıkı sardı. Kızının saçlarını önce okşadı, ardından koklaya koklaya öptü. Küçük kız, elini annesinin şişkin karnına koydu. Kardeşinin kıpırtısını hissedebilmek için gergin deriyi okşadı. İşte o an, Ecrin'in karnı minik bir tekmeyle dalgalandı.

Mayıs sevinçle cıvıldadı. "Anne, Şubat tekme attı!"

Mayıs'ın sesi hissettiği heyecan sebebiyle biraz yüksek duyuldu. Barlas yattığı yerde kıpırdanmaya başladı. Göz kapaklarını hafifçe araladığında mahmur bakan gözleri etrafında olan bitenleri incelemeye başladı. Yanında kızını ve karısını birbirine sarılır bir vaziyette görünce keyifle tebessüm etti.

"Günaydın." dedi. Ecrin ve Mayıs'ın yüzündeki mutluluğun nedenini çözemediği için merakla kaşlarını kaldırdı.  "Sabah sabah ne bu neşe?"

Mayıs, babasına sözlü bir cevap vermek yerine onun koca elini kavradı ve Ecrin'in karnına koydu. Sanki bebek babasını da selamlamak istiyormuş gibi, annesinin karnını bir kez daha dalgalandırdı. Barlas şaşkınlıkla kaşlarını kaldırıp ani gelen kahkahasını bastıramadı.

Ecrin bir elini Barlas'ın, diğer elini de Mayıs'ın elinin üzerine yasladı. "Şubat şimdiden sizinle iletişim kurmaya başladı."

Barlas, mimiklerini gururlu bir baba edasıyla hareketlendirdi. "Çünkü o benim oğlum."

"Ya tabii..." dedi Ecrin, Barlas'ı dalgaya alarak. "Tek başına yaptın ya, bir tek sana benziyor(!)"

Barlas, Ecrin'i biraz daha sinirlendirmek istedi; çünkü onun o hâlleri gözüne çok şirin gözüküyordu. "Kıskanma, güzelim. Üçüncü çocuğumuz belki sana benzer. Malum kızım da bana benziyor."

Barlas Mayıs'ı kucağına çekip ensesinden öptü. Küçük kız gıdıklanmanın getirisiyle kıkırdadı. Ecrin her ne kadar Barlas'ın söylediklerine tepki olarak kaşlarını çatsa da, onların bu keyifli hâlleri içini sımsıcak bir nehir gibi akıtıyordu.

Karnının içinde kıpırdanan cana odaklandı. Elini karnının sert yüzeyinde gezdirdi, içindeki mucizeyi okşar gibi... Sekiz aydır onu karnında taşıyordu. Oğlunu dünyaya getirmesine yalnızca bir ay kalmıştı. Bir ay sonra, Şubat'ı kolları arasında tutacaktı. Tıpkı oğluna verdikleri isim gibi, Şubat ayında... Bu küçük bebeğin adını ablası koymuştu. Onun Şubat ayında doğacağından bihaberdi, yalnızca kardeşine, kendi ismi gibi aylardan birinin adını vermek istemişti.

Mayıs ve Şubat... İlkbahar ve kış mevsiminin son ayı... İlk değil, son.

Ecrin üzerindeki battaniyeyi kaldırıp yatağının yanı başındaki terliklerini ayaklarına geçirdi. Gün ışığından yoksun odayı aydınlatmak için pencereye doğru ilerledi. Perdeyi çektiği anda, olduğu yerde kalakaldı. Dışarda gördüğü manzaraya karşın gözlerine inanamadı.

"Kar yağıyor!" diye bağırdı, küçük bir çocuk heyecanıyla.

Mayıs babasının kucağından sıyrılıp koşarak pencereye doğru ilerledi. Gözleriyle annesinin sözlerini teyit etti. Ardından annesinin ellerini tutup olduğu yerde zıpladı.

"Anne bu sefer birlikte kartopu oynayalım mı? Lütfen..."

Küçük kızın annesinin gözlerine ısrarla bakan gözleri umut doluydu. Ecrin, o umutlu gözlere bakarken içinde bir burukluk hissetti. Ankara'da her kış kar yağardı; fakat bir kez olsun bile kızıyla kartopu oynamamıştı. Oysaki hayatı boyunca hiç kara dokunmamıştı. İzmir'deyken yağan kar hiç tutmamıştı, İstanbul'u ise kışı yaşayamadan terk etmişti. Ankara'da ise defalarca pencereden yağan karı seyretmiş; fakat hiç heyecan duymamıştı. Bu yüzden kar taneleri hiç üstüne düşmemiş, avuçları karın soğuğuyla kızarmamıştı.

Yıllar önce babasına sorduğu soru, sanki az önce dudaklarının arasından dökülmüşçesine kulaklarında çınladı.

"Baba... Kar yağmadığı zaman kar yağışını hissetmek istediğimi düşünüyorum. Yıllarca kar tanelerine dokunmanın hayalini kurdum; fakat Ankara'ya ne zaman kar yağsa ben bir kez olsun dışarı çıkmadım. Yalnızca seyrediyorum, dokunmak içimden gelmiyor. Neden böyle oluyor?"

Babasının yüzünde seğiren tebessümü anımsadı. Ardından onun sözlerindeki acı gerçeklik tekrardan zihnine aktı.

"Hevesin kalmadığı içindir, kızım. Eskiden en ufak şeyden mutlu olabilirdin, artık o kadar nadir mutlu oluyorsun ki, onca zamandır hayalini kurduğun bu hissin kötü bir deneyim olmasından korkuyorsundur. Beklediğin mutluluğu sana verememesinden... Yıllar seni olgunlaştırdı ve ne yazık ki içindeki çocuğu öldürdü."

Ecrin, o uzak geçmişteki kendi terk edilmişliğinin yansımasıyla bir anlığına burun buruna gelmiş gibi irkildi. Ardından içinde bulunduğu gerçeklikle kendini telkin etti. Dışarda kar yağıyordu ve yıllardır içinde çürümüş çocuksu heyecan yeniden dirilmişti. Kızı ellerini sımsıkı tutmuş onu kartopu oynamaya davet ediyordu. Üstelik âşık olduğu adam ve karnındaki bebeği de ona eşlik edecekti. Geçmişte her ne yaşandıysa çok geride kalmıştı. Şimdi bütün mutsuzluklarını unutturacak kadar mutlu olma vaktiydi. Geride hiçbir "keşke" bırakmayacak kadar...

Ecrin kızının umutla bakan gözlerini kucaklarcasına konuştu. "Hadi, üstümüze kalın bir şeyler giyinip dışarı çıkalım."

Mayıs sevincinden seke seke odanın içinde ilerledi. Bir an evvel hazırlanmak için hızla kendi odasına gitti. Barlas, Mayıs odadan çıkar çıkmaz yataktan kalkıp eşine doğru yaklaştı. Ona dokunmak için can atıyordu. Onun tenine duyduğu hasret dokunurken dahi dinmiyordu. Ondan mahrum geçirdiği yılların acısı bir türlü geçmiyor, aksine yanındayken yine onu özlüyordu. Hiç vakit kaybetmeden onun küçük bedenini kolları arasına aldı. Işıl ışıl parlayan mavi gözlerine uzun uzun bakıp burnunu burnuna sürttü.

"Niçin bu kadar heyecanlısın?" diye sordu.

Ecrin, ellerini Barlas'ın omuzlarına yerleştirip sıcacık bakışlarıyla Barlas'ı kuzgun gibi avlamaya devam etti ve güzel sesi, adamın kulaklarından huşu gibi süzüldü. "Ben hiç kartopu oynamadım. Bugün bu ilk deneyimimi seninle beraber gerçekleştirmek istiyorum."

Barlas, parmaklarını Ecrin'in çıkık elmacık kemiklerinin üzerinde gezdirdi. Parmak uçlarının altında, ilk defa onun tenini hissediyor gibiydi. Onunla yaşadığı hiçbir an tekrara düşmüyor, tam aksine ilk anın heyecanını taşıyordu. Şimdi ise, dışarda onları bekleyen hakiki bir ilk an vardı. Bu anın her saniyesine doymak istiyordu.

"Üzerine kalın bir şeyler giyin de bir an önce çıkalım." dedi.

Kısa süre sonra, üçü de vücudunu soğuğa karşı koruyacak kalınlıktaki giysileri giyinip dışarı çıkmıştı. Mayıs, kapılarının önünde biriken karın üstünde ilk ayak izlerini oluşturmuştu. Koşarak etrafta dolanmış ve diğer yandan da yerdeki karları avuçlayıp yukarı doğru defalarca fırlatmıştı. Ecrin ise, ellerini göğe doğru açmış, yağan karın avuçlarında birikirken teninde bıraktığı hissi gözleri kapalı bir şekilde deneyimlemişti. Barlas, üzerini örten göz kapaklarına rağmen, Ecrin'in gözlerinde parıldayan mutluluğu görebiliyordu. Göğsüyle onun sırtına yaslandı ve onun küçük elini kendi avcunun içinde taşıdı. Dudaklarını kulaklarının yakınına getirip sessizce fısıldadı.

"Karla örtünmüş yeryüzüne düşmüş bir güneş gibisin. Karlar yerine benim kalbimi erittiğin aşikâr."

Ecrin, Barlas'ın iltifatını işittikten sonra gözlerini aralayıp onun sıcacık bakışlarında kendini ısıttı. Ona doğru dönüp kollarını beline sardı. Kalın giysilerine rağmen birbirlerinin tenine dokunuyor gibilerdi.

"Bu ince ruhlu adam, yağan karın altında benimle dans etmeyecek mi?"

Ecrin'in soruyla karışık dans davetini Barlas hiç zaman kaybetmeden kabul etti. Eldivenli elleri birleşti ve bedenleri birbirine olabildiğince yakın konumda hareketlendi. Kar taneleri tepelerinde notalar misali uçuşurken onlar tıpkı yıllar önce yağmurun altında dans ettikleri gibi dans ediyordu. Geçen onca yıl, hissedilen onca hasret, sızlatan onca acı geride kalmıştı, yalnızca bir şey hala aynıydı... Aşk. Birbirlerinin gözlerine baktıklarında parıldayan o ışık, üzerlerindeki kumaşlara rağmen tenlerinde karıncalanan o kıpırtı, tıpkı ilk günkü gibi göğüs kafeslerinde çırpınan o kalp... Bütün bunlar aşkın iziydi. Onların ruhu birbirine görünmez bir iple dikilmişti. Aralarına kilometreler girse bile kopmayan, yıllar geçse bile küf tutmayan, daima birbirlerini bulmalarını sağlayan mucizevi bir dikiş...

Ecrin, gözbebeklerinde geçmişten bir kesit oynatırcasına anılara değindi. "Seninle yağmurun altında dans ettiğimiz gün, üşütmemden korktuğun için o anı nisan yağmurlarına saklamamızı söylemiştin ve ben de sana nisan yağmurlarını görememe ihtimalimizden söz etmiştim. O an her şeyi boş verip benimle o AVM'de, bizi seyreden kalabalık eşliğinde, sırılsıklam oluncaya dek dans etmiştin."

Barlas buruk bir tebessümle o anı ve altı kez onsuz geçirdiği nisanı anımsadı. "Haklıydın, nisan yağmurlarını altı kez kaçırdık ve ben her ayın 29'unda o AVM'nin terasında seni bekledim. Her bekleyişimde kollarımın arasında seninle dans edişimi hatırladım ve 'İyi ki' dedim. 'İyi ki onunla yağmurun altında dans etmeden ölmedim'... Sonra bir mucize oldu ve geçen sene 29 Nisan'da yağmur yağdı. Biz seninle yine aynı köşede sırılsıklam olduk. Üstelik senin üzerinde gelinlik, benim üzerimde de damatlık vardı. Tıpkı bir rüya gibi..."

Ecrin'in gözleri mutluluk gözyaşlarıyla doldu. O yaşların yanaklarından süzülmesine izin vermeden yüzünü Barlas'ın göğsüne yasladı. Her ikisi de kara gömülen ayaklarını zor da olsa kıpırdatıp bir sağa bir sola sallanarak dans ettiler. Anın büyüsü onları içine hapsetti. Birbirlerinin kokularını içlerine çeke çeke ruhlarını dinlendirdiler. Ecrin'in saçlarına, Barlas'ın sakallarına kar taneleri yapıştı. Kara gömülseler dahi, durmaya niyetleri yoktu. Sonra birden bire kıskanç ufaklığın fırlattığı kartopu Ecrin'in yanağına çarptı. Ecrin şaşkınlıkla irkildi ve bakışlarını Mayıs'ın üzerine çevirdi.

"Seni küçük yaramaz!"

Ecrin sesiyle sokağı inletirken Barlas'ın kollarından ayrılıp Mayıs'a doğru koştu. Onu belinden kavrayıp karların üzerine yatırdı. Mayıs kahkahalarla gülerken Ecrin de ona eşlik etti. Avuçlarının içini karla doldurdu ve karları Mayıs'ın yüzüne bıraktı. Ardından onun soğuktan kızaran yanaklarını uzun uzun öptü. Tıpkı Mayıs gibi kendini sırt üstü karların üzerine bıraktığında, yüzüne düşen kar tanelerini huzurla seyretti. Birden bire karnında hissettiği kıpırtıyla, ellerini karnının üzerine yasladı. Avuç içini bir sağa bir sola hareket ettirerek içinde taşıdığı canı okşadı. Onu kucağına alacağı anı sabırsızlıkla bekliyordu. İlk defa bebeğini babasıyla birlikte büyütecekti. Bunun nasıl bir his olduğunu daha önce tadamamıştı; ama şikâyetçi değildi. Hayatın ona sunduğu sınavı nihayetinde atlatmıştı. Şimdi sevdiği adamla bir çatı altında yaşıyor, o evin karla örtülü bahçesinde kızıyla yan yana uzanıyor ve karnındaki bebeğinin tekmelerini avuçlarında hissediyordu. Kaçırdıkları anları yeniden var edemeseler de, o anların yerine daha güzel anlar yaratıyorlardı.

Barlas, Ecrin ve Mayıs'ın arasına uzanıp kollarını iki yana açtı. İkisinin de başını göğsüne çekip önce kızının, ardından eşinin alnını öptü. Hepsi gökyüzüne bakıp yağan karı seyre daldı. O an ne soğuğun ne de akıp giden zamanın farkındaydılar. Farkında oldukları tek şey, bir aradayken hissettikleri o eşsiz histi.

Ecrin gözlerini yumdu ve zihninde babasının yüzünü çizdi. Sırtını üşüten ve yüzüne üşüşen kar tanelerini hissederek babasının hayaline içinden fısıldadı. "Bu hayatı yaşamak için hevesim var, baba. En ufak şeyden mutlu olabilecek kadar, hayal kırıklığına uğramaktan korkmadan dolu dolu yaşayacak kadar hem de... O içimdeki çocuğu nihayet yeniden buldum!"

Üzerine sinen bir kötü anının daha yerini güzel bir anıyla değiştirmişti. Babasının dizlerinde ağlayıp dışarda yağan kara dokunmaktan kaçınan kız olmaktan kurtulmuştu. O, eşinin kollarında kar tanelerine gömülmüş çocuk ruhlu bir kadındı. Geçmişini affetmişti. Ne babasına, ne Aras'a ne de abisine kırgındı. Her hata bir bir telafi edilmişti. Barlas'ın hayata tutunduğu gece, ruhlarına bir mucize değmişti ve o günden sonra üzerlerine tıpkı bu beyaz kar taneleri gibi huzur yağmıştı.

Alper Kozan, Duhan ve Cansu'nun düğününü kanlı bir kâbusa çevirmişti. Bu kâbusun sonunda kafasına giren kurşunla ölmüştü. Alper'in ölümü kimsenin içini acıtmamıştı, arkasından bir kişi dahi gözyaşı dökmemişti; çünkü dünya üzerinden bir cani silinmişti. O, intikam uğruna bir kadına tecavüz girişiminde bulunacak ve hatta küçük bir çocuğun başına silah doğrultacak kadar aşağılık bir herifti.

Bu kanlı düğünün etkisi uzunca bir süre sürmüştü. İnsanlar orada yaşananları aylarca konuşmuştu. Barlas Seçkiner'in hayatta kalması ve bu yaşam mücadelesinde Ecrin Karayel'in ona böbreğini bağışlamış olması insanların dikkatini çekmişti. Herkes onların aşk hikayesini duymak istiyordu. Ecrin ise, bu hikayeyi basit bir röportajla anlatmak yerine, tüm detaylarını yaşatırcasına kaleme almayı tercih etmişti. Üstelik Barlas Seçkiner, oyunculuk hayatına son kez bir filmde yer alarak veda edeceğini duyurmuştu. Ecrin ile birlikte yer aldıkları ilk film deneyimleri gibi, son filminde de onunla başrolü paylaşmak istemişti. Üstelik bu film, Ecrin'in kaleme aldığı kendi hikayelerinden uyarlanacaktı. İkisi ilk defa rol aldıkları karakteri yaşatmak için değil, yaşadıkları karakteri role dökmek için uğraşacaklardı.

Hayatlarındaki bu güzel gelişmeleri bir hastalık gibi çevrelerine de bulaştırmışlardı. Cansu ve Duhan ikinci düğünlerini yapmıştı ve şu an Cansu üç aylık hamileydi. Duhan artık holdingdeki işleri tek başına üstlenmek zorunda da değildi; çünkü Barlas payına düşen hisseleri geri almıştı. Erkin ve İrem yurt dışına tatile gidip kimseye haber vermeden evlenmişlerdi. Ters köşe yapıp balayını da yurt içinde gerçekleştirmişlerdi. Yedi yıl önce Ecrin'in Erkin ve Barlas ile yaşadığı evde, şimdi Erkin ve İrem yaşıyordu. Erkin'in tek sorunu alt katta oturan kayın validesi ve kayın biraderiydi. 

Oya ve Yavuz iki kez nişan atmış; fakat geçtiğimiz hafta evlenme kararını bir kez daha almışlardı. Her ne kadar yeniden bir ayrılık kararı almaları yakın gibi görünse de, o ayrılıkların sonunun kavuşma olacağı kaçınılmazdı. Begüm ise Aras'ın peşinden istikrarla koşmayı sürdürmüştü ve en nihayetinde ikisi sevgili olma aşamasına ayak basmıştı. Aras, Ecrin'e karşı aşk sandığı duygunun takıntı olduğu gerçeğini geç de olsa anlayabilmişti. Böylece Begüm'ü hayatına kabul etmişti. Son olarak Ecrin'in annesi ve babası boşanmışlardı. Bu her ne kadar olumsuz gibi görünse de, olumlu bir gelişmeydi. Bir çatı altında karşılıksız bir aşk yaşamaktansa, iki farklı yolda yürümek en doğru karardı. Ecrin'in annesi Eylül, yaşını bir engel olarak görmeden üniversitede okumaya başlamıştı. Ecrin'in babası Engin ise, işinden artakalan zamanlarını çeşitli spor aktiviteleriyle harcıyordu. 

Göründüğü kadarıyla herkes kendi hayatının seyrinde mutluydu.

Barlas, Ecrin'i tanıdığı o güne dek, yaşadığı her günü kendine bir azap olarak görmüştü. O zamanlar ölüm onun için bir ödüldü. Başka bir hayatta ruhunun anne ve babasına kavuşacağını umut ederek yaşamıştı. Sonra hiç ummadığı bir şey olmuştu. Aşk onu çepeçevre kuşatmış, kalbinden başka kaçacak yer bırakmamıştı. Kalbine teslim olduğunda ise, yaşamak istemişti. Sevdiği kadına doya doya yaşamak... Bu aşk öyle güçlü bir raddeye gelmişti ki, Barlas ölüme direnir hâle gelmişti. Başka bir hayatta anne ve babasına kavuşmayı değil, bu hayatta Ecrin ile yaşlanmak istemişti. Onun için hastalığını yenmiş, yıllarca süren ayrılık acısına göğüs germiş ve sırtına giren onca kurşuna direnmişti. Bu direnişte Ecrin'in de katkısı yadsınamazdı. Karın boşluğunun arkasında, tam sol tarafta sevdiği kadından bir parça taşıyordu. Onun sol böbreğini... Ecrin, Barlas'ı yaşatmak için canından bir parçayı feda etmişti.

Ecrin'in bu fedakârlığı sayesinde Barlas bir kez daha ölümden dönmüştü. Biliyordu ki bu son mucizeydi, bir dahaki sefere ölüm kapıya dayandığında gerisin geri dönmeyecekti. Bu yüzden geçirdiği her günün kıymetini biliyordu ve her gece, ona ikinci bir aile fırsatı sunduğu için Allah'a şükrediyordu. Uykuya dalmadan önce kızının sarı saçlarına bir öpücük kondurduktan sonra, dudakları karısının karnına dokunup oğluna yedi kat deriden ulaşabilecek bir öpücük sunuyor, en sonunda ise öpücükleri Ecrin'in alnında duraksıyordu. Şafak sökünceye dek dudakları orada bekliyordu. Onu yalnızca uyanık değil, bilinci yerinde değilken bile öpüyordu. Ona uykusunda bile âşıktı ve Allah şahidi olsun ki, kalbi atmayı bıraktığında da âşık kalacaktı.

İşte bu yüzden, onları ölüm bile ayıramazdı.

Kar yağışı gittikçe hızlanıyordu. Kar tanelerinden biri, Barlas'ın kirpiklerine düştü. Gözlerini yumduğu an, birden bire kendini geçmişte buldu. Kar bugüne dek onu hep hüzünlendirmişti; çünkü pencereden kar yağışını seyrederken annesi ve babasını defnettiği gün yağan karı hatırlardı. Dışarda kartopu oynayan ailelerin neşesi ona bıçak gibi batardı. Bazen sadece izler, bazense gözleri yaşla dolardı. Hep içinden fısıldardı: "Bir gün ben de karlı bir günde böylesine mutlu olabilecek miyim?" Ona bu ihtimal o kadar uzak gelirdi ki, bu sorusuna kendi kendine gülerdi. O, altı yaşında annesinin tecavüze uğrayışını seyretmiş, yirmi yaşında babasının, annesinin ve henüz doğmamış kardeşinin cesedini elleriyle toprağın altına gömmüştü. Üstelik aynı yıl, bir organ mafyası tarafından duygusal olarak sömürülmekle birlikte böbreğini kaybetmişti. Hayattan güzellikler bekleyecek kadar umutlu değildi. Oysaki hayat, ona bütün zorlukları atlattıktan sonra ulaşabileceği bir sürpriz saklamıştı. Bu sürpriz kollarına yaslanmış vaziyette iki yanında uzanıyordu.

Ailesi...

Nihayet Barlas'ın da kar yağışını sevinçle karşılamasına neden olacak bir ailesi vardı, her ne kadar diğer ailesini karlar altında gömmüş olsa da...

Üstelik mutluluk denen bu hissi, yıllar önce ailesinin yanarak can verdiği evin önünde hissediyordu. Hatta o evde eşi ve çocuklarıyla birlikte yaşıyordu. Geçmişinden korkak gibi kaçmak yerine, onunla yüzleşerek güçlenmeyi seçmişti; çünkü bu evde yalnızca tek bir günü kabus niteliğindeydi. Ondan öncesinde annesi ve babası Barlas'a çok güzel hatıralar bırakmıştı. Barlas'ta travma etkisi yaratan yangın günü ise, artık geride kalmıştı. O kül kokan duvarların üzerini boyayla kapatmış ve bomboş duran köşelere parlak mobilyalar sığdırmıştı. Üstelik üst katta, Mayıs için oyuncaklarla dolu bir oda dekore etmişti. Bu odanın kendine has bir banyosu vardı ve Barlas, banyonun içine tıpkı Mayıs'ın hayal ettiği pembe havuza benzer  bir pembe küvet yaptırmıştı. Bütün bunların yanında, kötü anılarının üzerini güzel anılar ile örtmüştü. Ecrin ile yaşadığı her yer, sanki aşk kokuyordu. Kızına karşı hissettiği sevginin ise tarifi yoktu. Onlara, geçmişte yaşayamadığı tüm anları telafi edecek kadar çok vakit ayırıyordu. Onlara hak ettikleri sevgi dolu hayatı sunmuştu.

"Hadi artık kalkalım, hep birlikte üşüteceğiz."

Ecrin'in sesi, Barlas'ın daldığı düşüncelerden sıyrılmasına neden oldu. Gözlerini araladı ve onun cam gibi parlayan mavi gözlerine baktı. Saçlarında kar taneleri süzülüyordu. Dudakları her zamanki neşesini üstlenmişti. Ona bakmak, sükûta dalmak gibiydi. Sessizliğin verdiği o derin huzurda soluklanmak gibi... Gülümsedi ve kalbinden ona koşturan atların yularını tutamadı. Düşüncelerinden arda kalan kelimeler dudaklarından döküldü.

"Şu hayata bir kez daha doğsaydım, yine aynı yollardan geçip aynı acılarda yaralanmak isterdim. Sırf seninle burada, bu karların üzerinde uzanabilmek için... Çok fazla acı çektim; ama çektiğim her acı senin kıymetini tokat gibi çarptı yüzüme. Eğer ben bu kadar yaralanmasaydım, seninle birlikte iyileşemezdim. Her bir yaramı saran ellerin var ya, bin defa öpsem ödeyemem hakkını. Sen hem sol yanım hem de çocuklarımın annesi oldun, Ecrin. Kimsesiz bir adama öyle güzel bir aile verdin ki, seni bana getiren yolların kaldırımlarına sarılasım var. Sen benim yaşama nedenimsin. İyi ki sevdim seni, iyi ki..."

Barlas'ın sözleri bir bir Ecrin'in sol yanına kazınırken gözyaşları yüzünden çizgiler hâlinde indi. Başını Barlas'ın boyun girintisine gömüp ona sımsıkı sarıldı ve kulağına, onun duymaya doyamadığı o kelimeleri fısıldadı. "Seni çok seviyorum, Barlas. Sen kalbime düştüğün andan beri benim ailemsin."

Barlas, Mayıs'ı da göğsüne doğru iyice yaklaştırdı ve her ikisini de sımsıkı kucakladı. Bir zamanlar, baktıkları an ruhlarını donduran karın üzerine uzanmışlardı. Bedenleri o soğuk karın üzerinde üşümüyordu; çünkü onları koşulsuz sevgi ısıtıyordu.

Hayatın iki farklı yüzü vardı. Bir gün sizi çok yıpratan bir anın içinde, yıllar sonra onarılabiliyordunuz. Yaşanılan her kötü şey, dünyadaki bütün güzellikleri öldürmüyordu. Kader, her şeyi belli bir zamana konumlandırmıştı. Hayatınızın sona ermesini isteyeceğiniz kadar kırıldığınız ve elinizde tutunabileceğiniz tek bir dalın dahi kalmadığı zamanın ardından öyle bir an geliyordu ki, hayat size tutunabileceğiniz köklü bir ağaç sunuyordu. İşte o an, yaşamak için yalvaracak raddeye geliyordunuz. Bundan on yıl önce kimsesi olmayan ve kalbi acılarla dolu olan Barlas Seçkiner'in yaşamak için nedeni yoktu. On yıl sonra ise, sırtından üç kurşun yemişti. Dilediği ölüm, ona hiç ummadığı bir anda sunulmuştu. Sevdiği kadının kollarında kanlar içinde yatarken Allah'a yalvarmıştı. Kızına ve aşkına doymadan ölmemek için çaresizce ağlamıştı.

İşte o an, Barlas o köklü ağaca tutunmuştu. Ölmemişti. O cennetteki ailesiyle değil, Ecrin ve Mayıs ile kuracağı ailesiyle yaşama fırsatı bulmuştu. 

Ecrin ve Barlas'ın hayatı, gökte uçuşan toz pembe bulutlardan ibaret değildi. Onlar en karanlık gecelerde bitap düşünceye kadar savaşa savaşa bu aşkı kazanmışlardı. Çok ağlamışlardı, dizleri defalarca kanamıştı; fakat onlar düşmekten korkmamıştı. Hayat onlara büyük fırtınalar armağan etse de, onlar savrula savrula yine birbirlerini bulmuşlardı.

Çünkü büyük aşklar, büyük mücadeleler gerektirirdi ve bu aşk, herkesin payına düşmezdi.


♧♧♧

Barlas, Ecrin, Mayıs, Şubat, Erkin, İrem, Duhan, Cansu, Aras... Sizlere veda etmek öyle zor ki. Bu hikaye hiç bitmesin isterdim; fakat her güzel şeyin bir sonu var. Umarım tadında bitmiştir...

Finali beğendiniz mi? Sizce bu son Barlas ve Ecrin aşkına layık mıydı? Oy ve yorumlarınızı bekliyorum.

Ne kadar çok ağladığımı anlatamam. Hüzün, mutluluk ve en son satırı noktalayınca kalbime çöken boşluk hissi... Hepsini tattım. İşte o an dedim ki, iyi ki bu hikayeyi kaleme almışım.

Beni hiç yalnız bırakmadığınız için teşekkür ederim. Bu aşkı hiç unutmayın, olur mu? Ben asla unutamayacağım çünkü... Sanki gerçekten var olmuş gibi.

Size koskocaman öpücükler gönderiyorum. Çok sevin, çok sevilin ve hayatta her zaman bir umudun var olduğunu unutmayın. Sizleri çok seviyorum. Hoşça kalın, canlarım.❤

Yeni hikayelerde, yeni aşklarda, yeni hüzün ve mutluluklarda görüşmek dileğiyle...

-Aleyna

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro