17. Karanlık
Selamlar. Nasılsınız? Umarım sizlerin ve sevdiklerinizin sağlığı yerindedir. Ben bu hafta bazı çok üzücü haberler aldım. Herkes için sağlık sadece sağlık diliyorum.
Geç olsun güç olmasın diyerekten uzun bir bölüm sizlerle.
Benim dertlerimin bana fazlasıyla yettiği bir dönemdeydim. Esin'in neyin hayalini kurduğunu veya Rüzgar'la ne yaşadığını duymak istemiyordum. Rüzgar'ı ise başlı başına düşüncelerimden uzak tutmam gerekiyordu. Bu yüzden birkaç gün boyunca Esin'den kaçabildiğim kadar kaçtım.
Pazar günü iki kez kapıyı çaldı. İlkinde müziğin sesini sonuna kadar açtım ve Tekin'e yukarıda spor yapıyor dedirttim. İkincisinde, başı ağrıyormuş erkenden yattı dedirttim. Tekin daha sonra bana,
"Hayırdır?" diye sordu.
"Dedikodu peşinde. Şu an hiç kafam almıyor." diye geçiştirdim.
Pazartesi günü kahvaltıya uğrayacağını tahmin ediyordum. Zaten planlarla dolu yoğun bir gündü, bu yüzden Tekin'in ardından sabah erkenden evden fırladım. Dernekten arkadaşlarla buluşup kahvaltı ve proje toplantısını aynı arada çıkardım. Öğlene doğru Esin'den mesaj geldi;
"Nerelerdesin? Evine geldim yoksun."
"Dernekte toplantıdayım."
"Ben de geliyorum birazdan."
"Sen gelene kadar çıkmış olurum. İş görüşmem var bugün."
Üzgün surat yolladı. Ardından,
"Seninle konuşmam gerek." yazdı.
Onun zaten farkındaydım.
"Akşam konuşuruz." yazdım.
İş görüşmesi merkezi Levent'te bulunan butik bir şirketteydi. Tam olarak istediğim çapta bir firma değildi, aslına bakılırsa başvurduğum pozisyon da içime sinmemişti. Yine de pratik yapmak adına bile bir yerlerle görüşmek zorundaydım. İş görüşmesi nasıl yapılır neredeyse unutmuştum. Görüşme yarım saat kadar sürdü. Yokuş aşağı ilerleyen soru cevap grafiği maaş beklentisi sorusuna verdiğim yüksek beklentili cevapla taçlandı. Birkaç yıldır kopmuş olsam da sektörü Tekin sayesinde biliyordum, sırf kabul edilmek uğruna beklentimi düşük tutamazdım. Görüşmeyi gerçekleştiren kızın surat ifadesinden almam gereken cevabı almama rağmen nezaketen bir süre daha görüştük. Oradan ayrıldığımda ardımda bıraktığım olumsuzluğu net olarak hissedebiliyordum. Ben de zaten hemen ilk görüştüğüm yerle anlaşmayı beklemiyordum.
Eve döndüğümde gün batmak üzereydi. Tekin henüz gelmemişti. Yalnız başıma oturduğum sofrada aklımdan uzak tutmaya çabaladığım düşüncelere kapıldım gittim. Rüzgar'ı düşünüyordum. Ne kadar farklı, ne kadar ağırbaşlı göründüğünü. Eskiden de kimseye müdanası yoktu ama şakacıydı, küfürbazdı, eğlenceliydi. Onunla konuşmalar, kavga ederken bile akar giderdi. Bizim için en azından, ikimiz için... öyleydi. Her zaman sınırları vardı ve hissederdin bunu ama yakınları için o sınırlar esnerdi. Şimdilerde sınırları daha keskin, geçilmezleri daha geçilmezdi. Hayat onu değiştirmişti. Bence en çok da bir çocuk sahibi olmasının payı vardı bu değişimde. Artık hayattaki önceliğinin kızı olduğu her halinden anlaşılabiliyordu.
Benden sonra yeniden sevebilmişti. Bunu da düşünüyordum. Kızının annesiyle arkadaş olduklarını söylese de, başlangıçta öyle değildi elbet. Sevmişti, sevişmişti, bir çocuk sahibi olmuştu. Sonra sona ermişti. Hayat devam ediyordu. Yine sevebilirdi. Esin'i de sevebilirdi. Gözlerimin önünde yaşanacak bu ilişkiye katlanamazdım ama buna dair haklı bir sebebim veya mantıklı bir açıklamam yoktu. Belki de içime, derinlere bakmaktan korktuğum bir yerdeydim. O, benimle yaşadığı her şeyi geçmişte bırakabilmişti. Ben de bıraktığımı söylüyordum, kendimi de, onu da ikna etmeye çabaladığım cümleler boyunca dile getirdiğim gerçek buydu. Çünkü inkar güçlü bir kalkandı ve çünkü esas olanı düşünmek için çok yanlış bir zamandı. Hayatımda çok önemli bir bitişin son düzlüğündeydim. Odaklanmam gereken tek şey kendi hayatımdı. Önüme bakıyordum. Keşke yeniden karşıma çıkmasaydı. Keşke. Çünkü sadece varoluşuyla gelen güçlü etki insanın duygu ve düşüncelerini karmaşaya itmek için yeterliydi. Kaldı ki ben zaten karmaşanın en içindeydim. Keşke geri dönmeseydi ve yakın çevremde yer almasaydı. Benim bir kez daha buna... benim ona dayanacak gücüm kalmış mıydı?
Bulaşıkları toplayıp kısa bir duş almak üzere yukarı çıktım. Ben duştan çıktığımda Tekin'in geldiğini çalışma odasının yanan ışığından anladım. Artık yatak odasındaki banyoyu kullanmıyor, evdeki büyük banyoyu kullanmayı tercih ediyordu. Mutfağa neredeyse hiç girmiyordu. Televizyon zaten izlemiyordu. Koskoca evin içindeki ortak alanlarımız günden güne azalırken adeta köşe kapmaca oynar gibiydik.
Onu rahatsız etmemek için sessizce salona döndüm. Her akşam olduğu üzere belli bir saatte Esin yine kapıyı çaldı. Bu ısrarlı tavrının artık ruhumu sıktığını hissediyordum. Tekin'den yardım istemeye karar verip, seri şekilde yukarı koştum. Odasına girdiğimde eşofmanlarını giymiş, okuma gözlüklerini takmış, bilgisayarına gömülmüş bir haldeydi.
"Böldüm afedersin."
"Yok, çalışmıyordum. İnternette geziniyorum."
"Senden bir kez daha Esin konusunda yardım isteyebilir miyim?"
Bu esnada sokak kapısı ikinci kez çaldı. Tekin'in kaşı merakla havalanmıştı.
"Esin'e evde olmadığımı söyleyebilir misin? Bu saatlerde kapıyı çalmamasını da eklersen şahane olur. Hani çalışıyordum bölündü gibi."
"Olur."
Gerinerek yerinden kalktı. Hızla merdivenleri inmeye başladı.
Bu esnada Esin kapıyı üçüncü kez çalmıştı. Tekin nihayet kapıyı açtı. Antreyi göremediğim ama ne konuştuklarını duyabildiğim bir yerde bekledim.
"Tekin?" Karşısında bir kez daha beni değil Tekin'i bulan Esin'in şaşkın sesi duyuldu. "Işık yok mu?"
"Seda'ya kadar gitti. Gelir herhalde birazdan."
"Karı koca ne acaipsiniz. Geçen hafta seni hiç görmedim, şimdi Işık'a ulaşamıyorum."
Tekin'in nezaketen tebessüm ettiğini görmeden tahmin edebiliyordum.
"Seni de böldüm, herhalde yukarıda çalışıyordun."
"Önemli değil. Çok çaldın kapıyı, korktum ama."
"Kusura bakma. Sahi. Endişelendim ben. Bir dahakine gelmeden Işık'ı ararım."
"Daha iyi olur öyle yaparsan. Var mı söylememi istediğin bir şey?"
"Yoo. Kusura bakma tekrardan."
"Sorun değil. Görüşürüz."
"Görüşürüz. İyi akşamlar."
Kapıyı kapattı. Bana döndüğünde yüzünde bıkkın bir ifade vardı.
"Bunun derdi ne?"
"Üff. Sahiden çekemiyorum artık. Boş boş muhabbetler." dedim.
"Bir kere dinleyip kurtulsan mı? Baksana pes etmeye niyeti yok."
Omuz silkip mutfağa doğru yürüdüm.
"Bir keresi yok onun."
Tekin de peşimden mutfağa gelmişti. Ben kahve kavanozuna uzanırken kollarını bağlamış, buzdolabının yanına yaslanmıştı.
"Nasılsın?" diye sordu.
Bütün bir günü tek kelime sohbet etmeden geçirmiştik. Aynı evi paylaşan iki yabancıdan hallice, iki ev arkadaşından daha öte olmayan bir samimiyetimiz vardı. Elimde kavanozla dönüp gülümsedim.
"İyi." dedim. "Sen?"
"Ben de. Eve geldiğimde duştaydın."
"Duştan çıktığımda odandaydın. Rahatsız etmek istemedim."
Bu kez o gülümsedi.
"Kahve içer misin?" diye sordum.
"Olur."
Gözlerimi şaşırmış gibi büyüttüm.
"Rejim noldu? Gestapo duymasın."
"Sade kahve rejimi bozmuyor."
"İyiymiş o zaman. Bir ara görüşeyim, bana da bir program yazsın."
İlgim ilgisini çekmemiş gibiydi.
"Görüşürsün." dedi.
Belki de yalnızca yorgundu.
"Geçen sana bahsettiğim yer vardı ya, bugün orayla görüşmeye gittim." dedim.
Şimdi ilgisini çekmişti işte.
"Ya! Nasıl geçti?"
"Bunu eledik. Umudumuz sıradakinde."
Kafasını salladı. "Diğeri cumaydı, değil mi?"
"Evet."
"O daha iyi bir firma bak. İnşallah güzel geçer."
"Bakalım..." Cezveyi ocağa koydum.
"Hala beni cv'ne referans olarak yazmamakta kararlı mısın?"
Kafamı sallayarak onayladım.
"Eskiden müdüründüm Işık. Nasıl çalıştığın hakkında bilgi verebilecek biriyim."
"Şimdiyse eşim olarak biliniyorsun. Dolayısıyla hoş bir intiba bırakmaz."
İçini çekti. "Sen bilirsin."
"Senin nasıl gidiyor?" diyerek konuyu değiştirdim.
"Bugün iyi bir gündü aslında. Beklediğim bir kredi onaylandı. Eskişehir'deki firmaya ilk ödemeyi yapıyoruz. İhaleyi alıncaya kadar bu onları oyalar."
"Süper. İhaleyi kazanmanız yine de kritik, değil mi?"
"Artık eskisinden bile daha çok."
Ona dönüp bu hırsı tanıdığımı gösteren manidar bir bakış attım.
"Seviyorsun böyle stresleri."
"Yaşlanıyorum artık, eskisi kadar sevmiyorum."
"Kazanma hırsını çıkarsak senden geriye bir şey kalmaz Tekin." dediğimde güldü.
"Bugünlerde kazandığımı yitirmemekten başka bir isteğim yok." diye cevap verdi.
Maddiyat, diye düşündüm, kahveleri fincanlara bölüştürürken.
"İşin, evin, arabaların, bankadaki birikimin ve diğer bütün yatırımların. Bunları elde etmek için gerçekten çok çalıştın..." Fincanını uzattım. "Umarım hepsine değer de ihaleyi kazanırsın."
Yüzündeki gülümseme solarken uzattığım fincanı aldı.
"Teşekkürler." dedi. Bir fincan acı kahvenin kırk yıl hatırı vardı. Çalışma odasına dönmek üzere yanımdan ayrılan Tekin'in tadı daha kahveyi içmeden kaçmıştı.
Salı günü öğleden sonra Esin ve Neslihan'la buluştuk. Esin'den kaçabildiğim maksimum süre bu kadardı. Hiç değilse şimdi aramızda Neslihan vardı. İşten güçten ve benim iş arama süreçlerimden bahsetmemiz toplamda beş on dakika sürdü. Atıştırmalık bir şeyler sipariş verdik. Neslihan dernekte yürüttüğüm projeyi sordu. Ben onunkini sordum. Beş on dakika da bu konular sürdü. Sonra ben bir tuvalete gidip geleyim dedim. Esin sonunda dayanamayıp patladı.
"Ay yeter! Geldiğimizden beri iş, iş, proje, dernek, şiştim. Bir şey anlatacağım şurada sizi bekliyorum. Bir tuvalete gitmen eksikti."
Neslihan kahkahasını zaptedemezken ben de elimden geldiğince güldüm.
"Sen anlat Nesli'ye. Bana özet geçersin."
"Cumartesiyi anlatırım, dahası var. Onun için git gel hemen. Bekliyorum."
Tuvalette olabildiğince oyalandım. Ertelenen fakat kaçılamayana daha fazla direnmeyerek sonunda masaya döndüm.
Neyse ki yokluğumda Esin, cumartesi akşamını anlatmayı bitirmişti.
"Ee sonra?" diyordu Nesli. Esin nasıl anlattıysa artık heyecana kapılmıştı.
"Sonra işte benimle evime kadar yürüdü. Biraz da baş başa sohbet ettik."
"Vay, ne romantik."
Geldiğimi görünce hemen bana döndü:
"Bu kısmı sen bilmiyorsun Işık. O gece ben kalkayım dediğimde Rüzgar da benimle birlikte geldi."
"Öyle mi?" Sesimden ilgisizlik akıyordu. İçimdense demiri eriten asit misali bambaşka bir duygu.
"Ya böyle eli ayağı dolaşıyor insanın onun yanında, çok farklı bir enerjisi var. Büyülendim mi ben? Bana ne oldu?"
Neslihan yine bir kahkaha patlattı.
"Uçmuş bu. Kızım anlatsana baş başa ne konuştunuz?"
"Valla işte ben konuştum en çok. Boşandığımı filan söyledim, sonradan aklında bir engel olarak kalmasın diye. Eski eşimin yeniden evlendiğini, pilot olduğunu söyledim. Velayet konusunda düzensiz bir düzenimizin olduğunu, Ege'yi ayda sekiz gün gördüğünü anlattım."
Bir insan daha yeni tanıştığı bir adama bunları neden anlatırdı? Ben de Rüzgar'ı tanıdıysam Esin'in anlattıklarından delicesine sıkılmış olmalıydı.
"Ee o ne anlattı?" diye sormayı sürdürdü Nesli.
"Ya o çok bir şey anlatmadı aslında. Benim çenem açılınca durmam biliyorsunuz, heyecandan biraz da ne var ne yok anlattım. Kardeşimle yemek firması kurduğumdan bahsettim. Başka başka? Valla bunları konuşurken evin önüne gelmiştik. Kızına okul bakıyormuş. Onun için ararım dedi."
"Aradı mı peki?" diye sordum.
Esin'in gözleri mutlulukla ışıldadı.
"Evet! Dün aradı. Akşam anlatacaktım sana, geldim, yoktun evde kaçak. Neyse..." dedi hiçbir tepki beklemeksizin anlatmayı sürdürerek. Bense bu esnada dikkatimi masaya gelen salatama vermiştim. "Okulla ilgili sorular sordu. Dün ve bugün meşgulmüş. Yarın için sözleştik. Yarın kızıyla beraber okulu görmeye gelecek, ben de onlara eşlik edeceğim. Sonra belki bir yemek filan."
Konuşmuyor şakıyordu. Benimse salatamın içindeki paramparça etmekte olduğum brokoliden alınacak bir parça hırsım vardı.
"Ya çocuk türkçe bilmiyormuş, en büyük derdi bu adamın. Ben anadil gibi fransızca konuşuyorum. Her şey daha kusursuz olamazdı sanki."
Esin, bir fransız lisesinden mezundu. On küsür senedir konuşmadığı bir dili hala anadili gibi konuştuğunu iddia edebiliyordu. Öte yandan ben tek kelime fransızca konuşamıyordum, buna ne denirdi?
Beş sene önce başka bir seçim yapmış olsaydın... diye başladı içimdeki ses. Onu derhal susturdum.
İçime döndüğüm bu anlarda Neslihan benim göstermediğim ilgi açığını gayet güzel kapatıyordu.
"Gerçekten öyle. Ufak ufak ilerleyeceksiniz gibi görünüyor. Hadi bakalım." dedi keyifle.
"Hayatımda bir adamın yanında bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum kızlar."
İçimde bir yangın filizlenmişti.
"Öyledir Rüzgar." dedim. Esin direkt bana döndü.
"Işık! Bana yardım eder misin? Neyi sever, neyi sevmez bu adam? Huyunu suyunu öğrenmem lazım."
Bilmeden öyle bir yaraya basmıştı ki, irkildiğimi hissettim.
"Saçmalama. Ben nereden bileceğim?"
"Senin kocanın en yakın arkadaşı."
Umut dolu bakışlarını görmek beni mahvediyordu.
Yıllar önce gözlerime aynı böyle umutla bakılmıştı ve ben arkadaşım dediğim bir insana hiç inanmadığım sözler söylemiş, hiç inanmadığım umutlar vermiştim. Bunu yaparken en büyük ikiyüzlülüğü kendime yaptığımı farketmeden yakıcı bir inkar ve kıskançlığın pençesinde kıvranmış, günden güne daha fazla kapılmıştım. O, ulaşılmaz olandı. Ama sadece benim için. Başka herkes onunla ilgili hayallere kapılabilirdi. Bana yasaktı.
O, asla benim olamayacak olandı.
Ve bu düşünceyi birbirimize ait olduğumuzda bile hiç yitirmediğimi farkettim. Ben, onun imkansızlığına inanmaktan hiç vazgeçmemiştim. Bunca yıl sonra bile, şimdi bile. Hala en ilkel benliğimle hissettiğim buydu işte.
Kendi çıplak gerçeğimin yüzüme vurduğu bir andı. Esin'e karşı izlemem gereken tutumu kestiremiyordum. Kaderin bu dönemecinde adımlarımın beni bir kez daha aynı yola sürüklemesinde keşfedilmesi gereken bir anlam varsa da bu anlam, bir kez daha o yolu yürürken üstüme dökülen geçmişin karanlık gölgesinde kayboluyordu. Günlerdir Esin'den neden kaçtığımı artık daha iyi anlıyordum. Korkunun ecele faydası yoktu. İkinci bir Gülçin vakası olmak üzere Esin, umut dolu bakışlarıyla gözlerimin içine bakıyordu.
Fakat belki de olmazdı. Belki de birbirleri için yaratılmışlardı ve çok mutlu olurlardı.
İçimde öfkeli bir aslan kükredi.
"Benim bildiklerim senin işine yaramaz."
"Ne demek bu?"
"Rüzgar'la olmaz Esin. Zor adam bir kere. Uzun süreli bir ilişki yaşadığını hiç görmedim. Aslına bakarsan, herhangi bir ilişkisi üç ayı geçtiyse şaşarım."
Esin'in yüzü küle döndü.
"Adamın bir kızı var Işık?" dedi sorarcasına.
"Muhtemelen o da tek gecelik bir ilişkinin ürünüdür. Kızının annesiyle hiç evlenmemiş, aynı şehirde bile yaşamıyorlar."
"Bana hayatında biri var diyen sendin."
"Yanlış biliyormuşum. Yemeğe geldi bize. Orada anlattı. Fazla yükselip umutlanma yani. Çakılırsın. Böyledir işte, gönülçelendir Rüzgar. Sana kibar bir dille yaklaşır, nasıl dalga geçildiğini bile anlamazsın."
"Ben tanıştım bu adamla. Öyle birine benzemiyor. Biraz abartmıyor musun?"
"Abartıyor muyum abartmıyor muyum, çok istiyorsan yaşayıp görürsün. Umarım yanılan ben olurum."
Neslihan'ın hayret dolu bakışları ikimizin arasında sekiyordu. Esin'in ise bana karşı sivrildiğini dile getirmeden bile hissedebiliyordum.
"Desteğin ve tavsiyelerin için sağol."
Cümlesi küfür gibi çıkmıştı ağzından. Fakat onun solup giden gülümsemesi, artan öfkesi garip bir şekilde bana iyi hissettirmişti. Az önce daha çok, mümkünse daha çok üstüne gitmek, daha çok öfkelendirmek isterken şimdi aldığım her nefesle birlikte sakinleştiğimi hissediyordum.
"Hepi topu üç ayın var zaten. Başarılar."
Neslihan şaşkınlıktan yuttuğu dilini geri bulmuştu.
"Kızlar! Sakin olun Allah aşkına."
"Ben gayet sakinim." dedim tatlılıkla gülümseyerek. Gerçekten de sakinleşmiştim. "Esin bir gerildi sanki."
Bu sözüm üzerine Esin de kendine çeki düzen verdi. Öfkeli soluğunu resmen içinde sönümlendirmişti.
"Yoo, gerilmedim. Ama bu negatif tavrını hiç anlayamadım Işık."
Anlarsın, kelimesi dilimin ucuna kadar geldi, geri yuvarlandı. Kararlılığı ortadaydı. Rüzgara doğru uçmak isteyen fakat nereye doğru savrulacağını hiç düşünmeyen, hiç önemsemeyen hevesli küçük bir kelebek gibiydi. Esin'in beni düşman bellemesi işime gelmezdi. Bana karşı kendini kapatırsa tümüyle zararlı çıkan ben olurdum. Bu yüzden üslubumu yumuşattım.
"Sana değil negatifliğim hayatım." dedim elimi dostça uzatarak. "Rüzgar birkaç yıl önce benim yakın bir arkadaşımla çıkmıştı. Ne yaşadıklarını yakınen biliyorum. Ardında paramparça bir kalp bıraktı. Benim için değerlisin sen. Göz göre göre senin de kalbini kırmasını istemiyorum. Tepkim buna. Yoksa yaşamak istiyorsan elbette yaşa. Umarım sen mutlu olursun."
Esin, uzattığım elimi olumlu bir tepki olarak sıksa da keyfi gözle görülür oranda kaçmıştı. Son zamanlarda insanların keyfini kaçırmakta üstüme yoktu.
"Ortada bi şey yok zaten. Ben kendi kendime gelin güvey oluyorum. Yemeğinizi bitirin de kalkalım mı yavaştan?" diye soran o oldu.
Tekin'le akşamları mutfakta çay ocağı sohbetlerimiz sürüyordu. Bu konuşmalardan birinin öngörülemez şekilde çığrından çıkması ve bizi duygusal uçlara sürüklemesi beklemediğim bir olaydı.
"Günün nasıl geçti?"
"İyi, senin?"
"Benim de."
"Kilo vermeye başladın sen."
Elleri belinde göbeğini içine çekerek yan döndü.
"Sahi mi? Çok az gitti daha ya. Üç kilo verdim gerçi ama görünmüyor."
"Yok yok. Belli oluyor."
"Sevindim buna."
"Tam gaz devam." diye destekledim. Kendime bitki çayı demlemek üzere su kaynatıyordum.
"Aynen. Bugün Rüzgar beni ziyarete geldi." dedi.
Onun öyle ansızın ve önemsizmiş gibi kurduğu cümle benim yüreğime inmişti. Allahtan kettle'da kaynaması biten suyla ilgileniyordum da yüzümü görmemişti. Sıcak suyu, kahve için french press'e ve kendi minik seramik demliğime bölüştürdüm.
"Ya? Ofise mi?"
"Evet evet."
"Ne konuştunuz?"
Cevap vermeye dair bir tereddüt etti sanki. Konuşma akışımız aynı hızda devam etmeyince meraklanarak ona döndüm.
"Hiç, öyle havadan sudan. İstanbul'a Adel'le birlikte gelmiş. Sen biliyor muydun?"
"Evet, Seda'larda karşılaştığımızda öğrendim."
İki ayak üstünde nefessiz yalan söylemekte ustalaşmıştım.
"Kızının babasıyla vakit geçirmesini istiyormuş. Sanki babası ölecekmiş gibi."
"Necip Bey'le sen de yakınsın. Senin için de baba figürü sayılır."
"Ölürse çok üzülürüm Işık."
"Biliyorum. Olumlu düşün. Tedavi oluyor bak bir umut var."
"Rüzgar pek inanmıyor bence. Sordum ama bildiğinden başka bir şey yok, dedi. Ben aileden değilim, illa ki bilmediğim şeyler vardır. Bazen düşünüyorum bunu..."
"Neyi?"
"Bilmediğim ne çok şey olduğu üzerine düşünüyorum zaman zaman."
Pek de yersiz denemeyecek şekilde gerilmiştim.
"Eminim hepimizin bilmediği şeyler vardır Tekin. Bunun üzerine kafa yorman gereksiz."
Gözleri gözlerime bilmediği ama bilmek istediği bir manayı arar gibi kenetlenmişti.
"Öyle mi diyorsun?"
"Sana bunu düşündüren bir şey konuşmuşsunuz." diye akıl yürüttüm.
Bu cümleyi bir nefeste kurmak bile benim için denizin dipsiz derinliklerinden kum çıkarmak kadar zor olmuştu. Onun da artık ağzındaki baklayı çıkarması gerekiyordu.
"Bana, seninle ne durumda olduğumuzu sordu."
Hemen hemen hiç düşünmeden konuştum. "Ne durumda olacakmışız ki?"
"Aramızın nasıl olduğunu kastediyordu Işık. Rüzgar bana böyle bir soruyu neden sordu?"
Kapana sıkışmasına bir adım kalmış yine de o adımı atmak zorunda kalan bir fare kadar kapana sıkışmış hissediyordum.
"Ben nereden bilebilirim?" Ve gerçekten de bilemiyordum.
"Seda'larda mangal yaptığınız akşam bir şey mi söyledin ya da..."
"Ya da ne? Saçmalama. Orası öyle uluorta konuşulacak yer değil. Hem ben sana bir söz verdim."
"Seda biliyor ama."
"Bir tek Seda biliyor. Avukatla görüştüğümü de bir tek o biliyordu çünkü. Sonrasında ne oldu diye sordu. Yalan söyleyemedim."
"Belki Seda bir şey ima etmiştir?"
"Seda beni o gece oradan alıp götürmen için seni çağıran kişiydi. Kızdım ona hatta bunu yaptığı için. Sence Seda söyler mi?"
"Haklısın." Dalgınlaşmıştı.
"Rüzgar sana ne sordu tam olarak?"
Yine bir çift mavi göz üzerimde sabitlendi.
"Işık'la ne durumdasınız diye sordu. Ben iyiyiz nereden çıktı bu soru deyince, bir problem filan yok değil mi her şey yolunda, diye üsteledi. Biliyor diye düşündüm bir an için. Söylemeyi düşündüm. Ama söyleyemedim. Zaten bildiği de yokmuş. Şüphelenmiş bizi gördüğünde. Anlaşılmayacak gibi değiliz herhalde."
"Olabilir... Esin de sürekli bir imalarda bulundu o gece, beni gıcık etti. Onun yüzünden sormuş olabilir. Ben kimseye anlatmadım Tekin."
"Anlatabilirdin de. Benim sana gücenmeye hakkım yok. Esin'e, Neslihan'a, Buket'e, diğer arkadaşlarına söylemek istiyorsundur, dertleşme ihtiyacı duyuyorsundur. Yapmıyorsan ben istedim diye. Ben buna neden içerliyorum diye sorguladım kendimi. Eninde sonunda olacak olan bu. Ertelemekle hata mı ediyoruz? Anlamaya başladılar bile. Senin Seda'ya söylemen gibi aslında ben de Rüzgar'a söyleyebilirdim bugün. Bir şey tuttu beni, söyleyemedim." Durdu. Üzüntülü bir ifadeyle baktı. "Işık, ben hazır değilim boşanmaya. İnsanlarla konuşmak, içimi dökmek de istemiyorum. Seni çok mu zorluyor bu durum? Seni zorlamak da istemiyorum. Yavaş yavaş alışacağım elbette ama biraz daha zamana ihtiyacım var."
Sorun düpedüz ortadaydı. Aynı evde köşe kapmaca oynamak bile sorun değildi de Tekin düpedüz boşanma fikrine adapte olamamıştı. Çünkü boşanmak istemiyordu. Bu kadar basit. Benim fikrimi değiştirmek gibi bir çabası ya da umudu olduğundan değil, bu evreyi geçtiğimizin o da farkındaydı. Ama üzülüyordu. Tanıdığı insanlara anlatmak istemiyordu çünkü anlatmak, bu olayı tümüyle gerçek kılacaktı. İnsanların yüzlerinde göreceğini düşündüğü üzgün ifadelere ya da barıştırma söylemlerine katlanamayacağını düşünmesi aslında bu işin bahanesiydi. Üç ay sonra gireceği ihaleyi bekleme isteği de.
Ben de üzülüyordum. Bu hale geldiğimiz için. Onu üzdüğüm için. Onun üzülmesine engel olmak adına hiçbir şey yapamadığım için. Aynı evin içinde üç ayı geriye doğru sayarken buzdolabından farksız bir suratla dolaştığım için. Bu durumun beni zorlayıp zorlamadığını sorduğunda zorlandığım halde bunu ona söyleyemediğim için.
Kendimce çok net bir yerdeydim, yine de Tekin'i üzmek istemiyordum.
Ve ayrıca Rüzgar'ın onu sıkıştırmasından da nefret etmiştim. Ne duymaya çalışıyordu? Benim mutsuzluğum onun göğsüne takacağı bir zafer nişanı değildi. Onu hiç ilgilendirmiyordu. Seda'lardaki gece, Esin'in boşboğazlık ederek şaka yollu kurduğu cümlelerden Tekin'le aramızın kötü olduğu çıkarımını yapmış olabilirdi. Sonra benim Tekin'e haber vermediğim ve onun maça gittiğinden haberdar olmadığım ortaya çıktığında da kafasında bir şeyler kurmuş olabilirdi. Ne kadar doğru bir iz üstünde olduğuyla ilgilenmiyordum.
Çünkü o Esin'le, gözlerimin önünde, sanki olabilecek en doğal şeymiş gibi flörtleşebiliyordu. Benim evliliğimde ne yaşadığım ve hatta boşanma aşamasında oluşum onu zerre kadar ilgilendirmiyordu.
"Tekin." dedim ona doğru yürüyerek. Titreyen çenesini farketmeyeyim diye ona doğru yaklaştığımda dudaklarını birbirine bastırdı. Efendim dercesine kafasını yana çevirdi. Elimi koluna koydum. "Gel içeride konuşalım."
İtiraz etmedi, birlikte salona geçip, oturduk. Ona dedim ki,
"Boşanma isteğinin benim kararım olduğunun ve senin bana saygı duyduğunun farkındayım. Bunun senin için ne denli zor olduğunun da farkındayım. Bunun için üzgünüm ama zamanla kolaylaşmayacak."
"Bunu düşündüm Işık. Her gün düşünüyorum. Sen şimdi diyorsan, şimdi." dedi kesip atarak.
Oysa ki, gözleri ve gözlerinden bana akan duygular bambaşka bir şey söylüyordu. Yüreğim dolusu hissedebiliyordum. Ona biraz olsun umut verebilmeyi, yeniden denemeye dair içimde en ufak bir istek duyabilmeyi dilediğim bir andı ama yoktu. İçimde Tekin'le yeniden denemeye dair heveslerim çoktan kurumuş, yok olmuştu.
O ağlamıyordu ama bıraksam ben yıkılarak ağlardım o an, bunu da biliyordum.
"Hayır." dedim, derin bir nefes alarak kendimi zaptettim. "Boşanmak istiyorum. Ama bunu senden parçalar kopararak, seni acıtarak yapmanın peşinde değilim. Hazır değilim diyorsun, kafan birçok şeyle doluyken hazır da olamazsın, farkındayım. Birlikte yıllarımız var bizim Tekin. Boşanma isteğim kadar emin olduğum bir tek şey var o da seninle kötü ayrılmak istemediğim. Bir hayalse bu benim hayalimdir belki ama ben seninle arkadaş kalabilmenin hayalini kuruyorum. Bunu istemem çok mu?"
Ellerini vurur gibi sertçe yüzüne bastırdı. Derin bir iç çekişin ardından,
"Ah Işık ah..." dedi. "Öyle bilmiyorsun ki içimi."
Öne eğildi. Yüzünü göremedim. Ellerini yüzünden bir türlü çekmedi.
İçini bilmiyordum. Bilemezdim de. Her insan ayrı bir dünyaydı. Birbirimizi ne kadar tanırsak tanıyalım, yine de el değmemiş, henüz hiç keşfedilmemiş noktalarımız vardı. Kendimizden bile korkmamızı sağlayan bu karanlık noktalar değil de neydi? İnsan kendisinin en karanlık yönüyle yüzleşmekle sınanmamalıydı. Ben bir zamanlar beni çok zorlayan o karanlıkların içinden geçmiştim. Bir kalpte iki sevgiyi taşımanın ağırlığına katlanamamış, bugün düşündükçe beni çok ama çok utandıran, unutmak istediğim çünkü kendime hiç benzetemediğim birine dönüşmüştüm. Fakat unutamıyordum. Sorun da buydu işte unutamıyordun. Karanlığın dibinde ne bulacağını bir kez keşfettiğinde artık bilmiyormuş gibi yapamıyordun. Ben bunu yaşamıştım.
Tekin'in de benim elimle uçlara itilmesini ve içindeki karanlığı keşfetmesini istemiyordum.
Kendimi affetmek için devam etmeyi seçtiğim bir evliliğin ikimizin hayatını zehir etmekten başka bir işe yaramadığını geç de olsa farkedebilmiştim. Artık hatalarımdan sıyrılmak istiyordum. Bu benim seçimimdi. O sadece, eskisi gibi sevilmediği için bittiğini düşünüyordu. Ona düşen de bunu kabullenmekti. Bunun doğru ya da yanlış oluşu, yaşadığımız sürecin dahilinde bir konu değildi.
O da hata saydığı şeyler yapmıştı bu hayatta ve o da hatalarından dolayı utanmış, yaptıklarını, yaşattıklarını geri almak istemişti. Alınmıyordu. İkimiz de bariz gerçekleri kabullenecek kadar yetişkindik. Boşanmak benim isteğimdi ve o bana saygı duyuyordu. İstemeden. İstemediği bir şeye zorlanan her insanın köşeleri keskinleşir, sivrilirdi. Bizse artık sadece birbirimizi daha az yaralamanın peşinde olmalıydık. Benim en büyük gayem buydu. Sabrımın, uyumlu olmamın sebebi de buydu.
İçim acıyarak dakikalarca bekledim yanında. Zaman zaman sarsılan sırtını gördüm. Elimi gezdirmek, geçecek demek istedim. Yapmadım da diyemedim de. İki elim bacaklarımın arasında kendini toplamasını, bana dönmesini bekledim.
"Sevilmemeyi gurur yapıyorum. Benim bunu aşmam lazım." dedi sonunda.
"Böyle söyleme lütfen. Benim sana olan sevgim bitmiş değil, şekli değişti sadece."
"Ama benimki değişmedi Işık. Sen o kadar uzun zamandır değişen hislerinin farkındaymışsın ki, bunu kabullenme ve kendinden emin olma safhasına geçebilmişsin. Ben seni hala severken, senden vazgeçme safhasına geçmek zorundayım ve bunu da olabildiğince hızlı halletmem gerekiyor." Üst dudağı titrerken gözünden bir damla yaş aktı. Titremeyi zaptetsin diye dudağının kenarını dişlemeye başladı. "Hangisi bu işi kolaylaştırır inan karar veremiyorum. Bir kerede kesip atmak mı yoksa arkadaş olmayı denemek mi?"
"Sen hangisini seçersen ben ona saygı duyacağım." diyebildim.
Ellerini saçlarından geçirip, derin bir iç daha çekerken kafasını salladı. Bir süre sessiz kaldı. Gözleri önüne sabit, dalgın bakışlarla düşündü. Bir zaman sonra,
"Birdenbire çıkıp gitmeyelim birbirimizin hayatından. Bu daha zor. Kimse ölmedi ya. Deneyelim. Gerçekten deneyelim ama. Arkadaş olmaya çalışalım. Benden kaçma. Ben rahatsız olacağım diye çalışma odasının önünden sessiz adımlarla geçip gitme. Ben senin yanına gelirken rahatsız olur musun diye kasmayayım." dedi.
Onaylamaktan daha fazla istediğim bir şey yoktu.
"Tamam." dedim. "Üç ay sonra planına sadık kalıyoruz öyleyse. Bu üç ayı alışma süreci olarak değerlendirelim."
"Evet, öyle yapalım. Benim buna ihtiyacım var Işık."
"Tamam Tekin. Tamam."
Mutlu değildim, yine de üstümden dağlar kalkmış gibi hissediyordum. Tekin'le uzlaşmak benim için düşündüğümden bile daha önemliydi. O gece mutsuz ama huzurlu bir uyku uyudum. Ertesi güne sanki ağır bir hastalık atlatmış, şimdi iyileşme sürecindeymişim gibi pozitif hislerle uyandım. Günlerden perşembeydi ve öğle yemeğinde Buket'le buluşmaya sözleşmiştik. Duş alıp, basit bir kahvaltı yaptıktan sonra evden çıktım. Cuma günü yapacağım iş görüşmesinin heyecanı bir gün önceden bastırmıştı. Mümkün olduğunca çabuk şekilde bu iş bulma sorununu çözmem gerekiyordu ve gün itibariyle pozitif hisler içerisindeydim.
İş hayatının derdini, kederini hatta stresini bile özlemiştim. Birlikte yıllarca aynı stresi sırtlandığım arkadaşım Buket'le konuşmak iyi gelecekti. Anadolu yakasına geçmeden önce, derneğe uğrayıp işlerimi bir başka arkadaşa devrettim. Dernekte aktif olmam, Tekin'le olan evliliğime de çift yönlü prestij sağlayan bir unsurdu. Boşandığımızda dernekte yaptıklarımın da hiçbir anlamı kalmayacaktı. Bir başkası olsa belki aynı topluluğun parçası olarak kalabilmek için çabalardı. Bunu yapan bazı tanıdıklarım vardı. Ama benim için bir şey ifade etmiyordu. Üstümdeki tozu, pası yavaş yavaş attığımı hissediyordum. Uzunca zamandır kendi ayakları üstünde duran, o eski halimi çok özlüyordum. Buket'le buluşmaya işte böyle bir ruh halinde gittim. Onu şirketin önünden aldım.
"Naber güzellik?"
"Ya çok özledim Işık! Ne kadar zaman oldu!"
Kariyerli, özgüvenli bir iş kadını olarak Buket, kömür rengi etek ceket takımının içinde en az onu ilk tanıdığım zamanlardaki kadar şık ve güzel görünüyordu. Çabucak arabaya bindi. Sarılıp öpüştük.
"Seni caddeye kaçırıyorum."
"Olur."
"Öğle arasını azıcık uzatsak olur, değil mi?"
"Ekstra bir saat daha kalabilirim. İşim var diyerek çıktım. Sorun olmaz."
"Süper."
Caddebostan'da uzun yıllardır hizmet veren, sevdiğimiz bir restoranda oturduk. Vakit kaybetmeden siparişlerimizi verip sohbete balıklama daldık. Tekin'den ve Emre'den bahsetmelerimiz kısa sürdü. Ofis dedikoduları biraz daha uzun. Eskilerden bahsettik biraz, Hasan'ı, Gülçin'i, bizim kızları andık. Şimdilerde herkes başka yönlere, başka hayatlara savrulmuştu. Uzaktan haberlerini alıyorduk. Buket'e güncel olarak çalıştığı proje hakkında sorular sordum. Bayılıyordu anlatmaya, ben de anlattıkça anlatsın istiyordum. Özlediğim o kadar çok şey vardı ki.
"Nasıl gidiyor iş görüşmeleri?" diyerek bana sordu.
"Pazartesi bir yerle görüştüm. İyi geçmedi, içime sinen bir yer de değildi zaten. Yarın bir tane daha var. Burayı daha çok önemsiyorum, heyecanlıyım açıkçası. Pazartesi prova gibi oldu, yarınki inşallah daha iyi geçer."
"Güzel geçer, güzel. Son görüştüğümüzden bu yana çok daha iyi gördüm seni. Enerjin çok güzel. Yarın da böyle gir görüşmeye, ortalığı dağıt geç."
"Gaza getirme şimdi. Ya da getir getir." Gülüştük.
"Keşke Ayanoğlu'na dönmek istesen. Turhan Bey seni hiç düşünmeden alırdı."
"Geçti orası artık. Ama ben de seninle birlikte çalışmayı çok özlüyorum, orası ayrı."
"Valla Işık. O günler benim de gözümde tütüyor. Hem her gün görüşüyorduk, şimdi böyle ayda yılda bir."
"Yine de fırsat yaratıyoruz."
"Öyle. Aaa aklımda ne vardı, bak unutuyorum! Buldanlı İnşaat bu hafta yeni ilan açmış. Bana da Emre söyledi, aklında biri varsa iş arayan söyle başvursun, diye. Benim aklıma direkt sen geldin. Haberin var mıydı?"
Buldanlı dediğinden sonrasını dinlemiş miydim pek emin değildim aslında.
"İçeriği neymiş?"
"Baksana internetten. Tam senin özelliklerine uygun. Bu kadar olur dedim görünce."
Daha cümlesi bitmeden internete girmiş, söylediği ilanı aratmıştım bile. Gerçekten de aranan nitelikleri bire bir karşılıyordum ama başvurur muydum? Elbette hayır. Aklımı o kadar da kaybetmemiştim. Buket'e karşı açık vermek istemedim.
"Çok iyi görünüyor. Ben buna akşam bir daha bakayım."
"Bakma, gözü kapalı başvur. Çalışma şartları çok iyi, maaş da öyle. Bana güvenebilirsin, Emre'den duydum."
Buket'in eşi Emre hala Buldanlı Holding'teydi, Satış ve Pazarlama Departmanının kollarından birinde üst düzey bir görev yapıyordu. Buket'ten duyduğum kadarıyla verilecek maaş gerçekten dolgundu. Kendi ayaklarımın üstünde durmam ve kuracağım yeni hayatta geçimimi sağlayabilmem adına umut verici bir miktardı. Fakat yine de başvuramazdım. Rüzgar'ı geçemezdim ama hadi onu geçtim diyelim -çünkü Rüzgar birkaç ay sonra geldiği yere dönecekti- Tufan Buldanlı beni hayatta işe almaz, ailesinin yakınına sokmazdı. Üstelik onun emri altında çalışma fikri de bana hiç cazip gelmiyordu. Oldum olası yıldızımız barışmamıştı.
İlan hala çok cazipti ve açıkçası başvurmamak bile aptallıktı. Fakat aptal olmayı kabullenecek, hevesimi yutkunacak ve başvurmayacaktım.
Buket'le arayı açmamak sözüyle vedalaştık.
Uzun zamandır yapmayı ertelediğim detaylı bir market alışverişi yapıp arabanın bagajını tıka basa doldurduktan sonra akşamüzeri eve vardığımda, Esin'i kendi bahçesinde, çiçekleriyle uğraşırken buldum. Olumlu enerjim onu da sevgiyle sarmalayacak kadar yüksekti bugün.
"Şşşt pşşt." diyerek laf attım. Daldığı işten kafasını kaldırıp sesin kaynağını bulduğunda yüzünde her zamanki sıcaklığı yoktu. Belli ki bana hala biraz kırgındı. Biraz da yorgun görünüyordu. Elini alnına silerek çamur yaptı.
"Naber Işık?" diye karşılık verdi.
"İyilik. Senden? Yardım lazım mı?"
"Sağ ol. Bitti bitiyor sonunda ama canım çıktı. Öğleden beri bunlarla uğraşıyorum. Gel bak. Üç sıra petunya diktim. İki sıra sümbül."
"O kadar güzeller ki. Ama neden hırpaladın kendini bu kadar? Yakında yağmurlar başlayacak."
"Misafirim geliyor." dedi kırık dökük gülümseyerek. Bu kadar önemsediği misafiri her kimse, kırık dökük gülümsemenin muhatabı o olamazdı. Hala kırgın olduğu bendim.
"Kim geliyor? Önemli biri herhalde."
"Rüzgar'la kızı geliyorlar pazar günü. Bahçede öğleden sonra takılırız. Çocuklar okulda tanıştılar, iyice kaynaşırlar." Pek de gönüllü olmayan bir edayla ekledi. "Seda'yla Sinan'a söyledim. Tekin'le seni de bekliyorum."
Şimdi anlaşılmıştı.
"Bizi niye karıştırdın güzelim? Kendi kendinize takılsaydınız ya. Zaten yeni tanışıyorsunuz."
Savaş baltalarımı indirmiştim çoktan ama tabi ki yalan söylüyordum. Rüzgar benim gözlerimin önünde o kapıdan içeri tek başına girecek olursa o evi başlarına yıkardım. Çocuklarla ve başka insanlarla çevrili görüşsünlerdi görüşebildikleri kadar.
"Aslında, siz zaten vardınız planda. Biz dün okulu görmek üzere buluştuk Rüzgar'la. Çok tatlı bir kızı var, tanışmış mıydın sen?"
Kelimeleri ağzımın içinde yuvarladım.
"Yok daha tanışmadım."
"Okulu çok beğendiler, kayıt yaptırdılar. Adel hatta orada kaldı alışsın diye. Yani bir görsen o da dünden razı."
"Babası türkçe konuşamıyor diyordu."
"Amcasıyla dedesi birkaç kelime öğretmiş ama zaten anlaşmak için konuşmaya ihtiyacı yok ki acaip zeki bir çocuk. Bahçeye girdi, beş dakikada diğer çocukları topladı etrafına. Şeytan tüyü var resmen."
Anlattıklarını kalbim eriye eriye dinliyordum. Rüzgar fotoğraflarını gösterdiği o gece dışında Adel hakkında doğru düzgün konuşmamıştı benimle. Esin'in anlattığı gibi detaylı, canlı bir tarif duymamıştım daha önce. Rüzgar'ın benimle neyi doğru düzgün konuştuğunu sorguladı zihnim. Ben kimdim ki bugünlerde onun için? Dış kapının dış mandalıydım. Öte yandan, Tekin'le aramızın nasıl olduğunu sorguladığını da zihnimin bir köşesinde tutuyordum. Elbette yükleyecek iyi bir anlam düşünemeden.
"Babasının kızı olsa gerek." diye döküldü dilimden. Esin gülümsedi.
"Tip olarak hiç benzemiyorlar."
İşte bu, bildiğim bir şeydi.
"Ama huy olarak haklı olabilirsin."
"Nereden çıktı bu eve çağırma işi?" diyerek ana konuya döndüm.
"Ya işte o gün okuldan çıktığımızda geç olmuştu. Ben 'bir yemek yer miyiz diyecektim ama bu kadar geçe kalmayı beklemiyordum' dedim. O da 'en kısa zamanda yapalım öyleyse' dedi."
Yüzüme oturtmayı başardığım bir gülümseme vardı neyse ki.
"Ben de onun aramasını beklemedim bugün aradım. Pazar uygun musunuz bahçede piknik yapalım diye sordum. Meğer o gün için Tekin'le sözleşmişler. Ben Tekin'le Işık da gelsin dedim. Aradı konuştular. Sonra plan siz biz Seda'lar halini aldı. Tekin'in herhalde sana söylemeye vakti olmamıştır. Birkaç saat önce netleşti çünkü her şey."
"Evet, herhalde. Koşturuyordum bugün. Aradıysa da duymamışımdır."
"Böyle daha iyi oldu bence. Daha çok yeni tanışıyoruz ya, hemen baş başa olmayalım. Tamam ben çok etkilendim ama senin söylediklerinin üstüne de epey düşündüm Işık. Sen bir şey söylüyorsan, vardır bir bildiğin dedim. Benim kötülüğümü istemezsin. Bu yüzden ağırdan almaya karar verdim."
Ağırdan alma kararının sonucu olarak Rüzgar'ı evine davet etmişti. Gözlerimi devirme isteğine engel oldum. Daha önce de böyle geri adım atmasına, sonra Rüzgar'ı gördüğü anda yürümeyip koşmasına şahit olmuştum. Bir kez daha aynısını yapmaması için bir sebep göremiyordum. Kafamı uysal bir edayla yana eğdim.
"Ben de sana çok yüklendim o gün. Kusura bakma. Gerçekten seninle ilgili değildi. Geçmişi hatırlamak beni geriyor."
"Anlıyorum. En iyisi o günü unutalım."
"Unutalım." diyerek gülümsedim.
"Gelirsin değil mi?" diye üsteledi.
"Yan evdeyim zaten Esin. Sizin ev bizim ev gibi. Yalnız bahçe soğuk olur."
"Çok önemli değil. B planı olarak içeriyi de hazırlayacağım." Az önceki kırgınlığı buhar olup uçmuş gibiydi. Bazen insanı sıkacak kadar ısrarcı olmasının yanı sıra küs kalmayı da hiç beceremezdi Esin. "Sen niye koşturuyorsun bakalım bugünlerde? Konuşamıyoruz doğru düzgün."
"Arabanın bagajı alışveriş poşetleriyle dolu. Onları yerleştireyim, sen de bu esnada bize bir yorgunluk kahvesi yap da içelim."
Pazar sabahı, gök gürültülü sağanak yağışlı bir güne uyandık. Şiddetli damlalar camları döverken sıcak yatağımın içinde tembel tembel gerindim. Esin'in bahçede piknik planı iptal görünüyordu. Ama benim içimde öyle olmasını istemeyen bir ses vardı. Komidinin üstündeki telefonuma uzandım. Esin ağlayan emoji yollamıştı bile.
"Ne yapacaksın, iptal mi?" yazdım.
"Bilemiyorum. Şu an bahçe mobilyalarının üstünü kapatmaya koşuyorum." yazdı.
"Bekle, yardım edelim."
Telefonu elimden bırakıp, yataktan kalktım. Yüzümü yıkadım. Sonra Tekin'in odasının kapısını çaldım. Ses gelmeyince kapıyı aralayıp kafamı içeri uzattım. Tek kişilik yatağında, gök gürültüsünden rahatsız olduğu için yorganı kafasına kadar çekmiş, bir çocuk gibi uyuyordu.
"Tekin." diye seslendim. Tek gözünü araladı. "Günaydın."
Uykulu sesi boğuk çıktı: "Günaydın."
"Esin'e yardım edelim mi? Tek başına bahçe mobilyalarının üstünü kapatmaya çalışıyor."
"Olur."
Ağır ve uykulu hareketlerle yerinden kalktı. O kendine gelmeye çalışırken mutfağa inip çay suyu koydum. Ardından yağmurluklarımızı giyip Esin'e yardıma gittik.
Mobilyaların kendisine ait, su geçirmeyen, koruyucu muşambaları vardı. Düzgünce geçirilmesi için iki kişinin iki uçtan çekmesi gerekiyordu. Muşambaların uçlarındaki lastik kısımlar sıkıydı, bu yüzden biraz da güç istiyordu. Sağanak yağmur altında bu işlemi yapmak iyiden iyiye zordu. Tekin'le ben, nasılsa kimseyi ağırlamayı düşünmediğimizden, kendi mobilyalarımızın kılıfını önceki hafta geçirmiştik. Şimdiyse hayalleri yıkılan Esin'e yardım için iki uçtan tutuyorduk.
İşi bitirdiğimizde Esin bizi kahvaltıya çağırdı.
"Asıl sen bize gel. Çayı koydum." dedim.
Üçümüz birlikte bizim mutfağa geçtik. Boydan boya cam, yağan yağmurun şiddetini gözler önüne seriyordu. Üstelik hava sıcaklığı da birdenbire beş altı derece düşmüştü. Neyse ki evlerin içi sıcaktı. Zaten hazır olan kahvaltılıkları masanın üzerine çıkardım. Bu esnada kapıcı taze ekmek getirmişti. Güzel yapabildiğim az sayıda şeyden biri olan otlu peynirli bir omlet yaptığımda masaya oturduk.
"Ellerine sağlık güzelim. Çok lezzetli olmuş."
"Afiyet olsun."
"Yalnız başıma kahvaltı edecektim, ne iyi oldu birlikte olmamız."
Yalnız başına kahvaltı benim alışkın olduğum şeylerden biriydi, yine de onun kastettiği şekliyle yalnız hiç kalmamıştım. Çünkü yemeklere eşlik etse de etmese de Tekin bir şekilde evdeydi. İhtiyacım olduğunda en fazla seslenme mesafesindeydi. Fakat kısa bir zaman sonra olmayacaktı. Bu nereden aklıma düştüğü belirsiz, saçma düşünceyi aklımdan çıkardım. Çünkü anlamsızdı ve ayrıca Esin de yalnız değildi.
"Bırak şimdi duygusallığı. Sen yalnız değilsin ki. Ege var."
"Çok şükür, değilim canım. Sadece bu sabah için kastetmiştim."
"Ne zaman gelecek?"
"Babası öğlene doğru getiririm dedi. Herkes geldiğinde gelmelerini istemiyordum, tanışma tanıştırma durumları filan. Gerek yok. Mithat'a da belli olmaz yani öğlen getireceğim der, akşam üzeri getirir. Erken getirmesi için özellikle tembihledim. Ama görünen o ki," Gözleri camdan dışarı daldı. "hangi saatte getireceğinin bir önemi kalmadı."
"Bu havada iptal etmek en mantıklısı." diye onayladı Tekin.
"Aslında saçma. Gelenlerin arabası var. Evin içinde olunacak. Dışarıdaki havadan kime ne?" diyerek düşüncemi dile getirdim.
"Benim de hiç içimden gelmiyor iptal etmek ama bu havada çocukları giydirip hazırlayıp yola koyulmak mesele."
Çocuğum olmadığından ben bilemezdim tabi.
"Sadece biz yetişkinler olsak neyse." diye onaylamayı sürdürdü Tekin.
Onun da çocuğu yoktu ama genel nanemollalığı durumu kavramasını sağlıyordu. Bu havada Tekin'i kimse keyfi sebeplerle dışarı çıkaramazdı.
"İyi yap madem aramalarını. Hazırlanmasın insanlar." dedim.
Esin bir çocuk gibi yüzünü düşürdü.
"Bir iki saat daha bekleyelim. Belki hava açar."
Umut kolay tükenmiyordu. Ona destek verircesine gülümsedim çünkü iptal etmesini ben de istemiyordum.
Kahvaltı sonrası kahve faslına geçtiğimizde, bir an önce çalışma odasına gitmeye can attığını sandığım Tekin bizimle kaldı. Mutfağın bahçeye bakan manzarası çok güzeldi. Üçümüz birlikte hayata dair derin bir sohbete daldık. Esin iyice duygusal bir günündeydi. Mithat'la olan mutlu günlerinden girdi, boşanma süreçlerinden çıktı. Bir zaman sonra farkettim ki Tekin'de ben de hipnotize olmuş gibi onu dinliyorduk. Bir ilişkinin başı kadar bitişi de ilgimizi çekiyordu çünkü Esin bilmese de bizimki de onunkiyle benzerlikler taşıyan ve bitmekte olan bir hikayeydi. Bir yerden sonra kendi yaşadıkları üzdü Esin'i, daha fazla anlatmak istemedi. Konuyu ve havayı değiştirmek istedi. Onu anlıyordum. Üstünkörü bilmesine rağmen Tekin'le benim nasıl tanıştığımızı sordu. Nasıl tanışmıştık sahiden? Bu hikayeyi ben kendi perspektifimden yüzlerce kez anlatmıştım da, Tekin'den duymayalı oldukça uzun zaman oluyordu.
"Biliyorsun kızım, kırk kere mi anlatalım?" Tekin başta gönülsüzdü.
"Anlatın ne olacak? Kendimden içim kıyıldı, romantik bir şeyler dinleyesim gelmiş demek ki."
Ben gözlerimi devirdim. Tekin benden yana hiç bakmayarak anlatmaya başladı.
"Işık okuldan yeni mezun olmuş, çıtır bir mühendisti daha. Ben departman müdürüydüm, nasıl havalıyım ama o zamanlar. Herkes gözümün içine bakıyor, ben kimseyle muhatap olmuyorum. Çok hırslıydım, biraz da agresiftim, astığım astık kestiğim kestik." Geçmiş halini tasvir edişi beni gülümsetmişti. Esin de gülümsüyordu, bayılarak dinlediği her halinden belli, elini yanağına yaslamıştı.
"Seni hiç öyle suratsız hayal edemedim." dedi.
"İş hayatında başka biri oluyor." dedim.
Tekin ısınmıştı bir kere, anlatmaya devam etti. "Bir sabah, elimde kahve fincanımla ofise girdim. Bomboş ofiste bir kız oturuyordu tek başına. Nasıl güzel ama güneş gibi, pırıl pırıl bakışları. Dik dik bakıyor dersin ama içten içe ürkek, Işık işte her zaman öyle, kendiyle çelişik. Bakışlarını gördüm, sanki başka yere gidebilirmişim gibi adımlarım ona çekildi." Mavi gözleri bana döndü. "Sonra da gidemedim ondan bir daha." Şakayla kurduğu son cümle Esin'i güldürürken, ben hiç gülmüyordum. O ise bana derin derin, mavi mavi bakmayı sürdürdü. "Aylar sürdü benim ondan ne kadar etkilendiğimi farketmesi."
"Nasıl farketmedin Işık?"
"Konduramıyordum daha çok. Anlattığı gibi biriydi çünkü çekiniyordum ondan."
"Nasıl açıldınız birbirinize peki?" Burada bitmesi gerekiyordu, konu uzadıkça uzuyordu.
"Ben açıldım ona. Şirketin yılbaşı yemeğinde." dedi Tekin. Kısa kesmek yerine dahasını anlatmaya hevesli hali canımı sıkmaya başlamıştı.
"Nasıl?" diye üsteledi Esin, anlatsın diye Tekin'i gazlamayı sürdürerek.
"Aaa Esin. İyice filme çevirdin." diye yarı tatlı yarı ekşi bir tonda çıkışarak bu gereksiz romantizm havasına bir son verdim.
"Aman sende. Ne var anlatsa? Çok güzelsiniz, maşallah, o günlerden bugünlere..."
Tekin'le göz göze geldik. İlişkimizin inşallahı maşallahı mı kalmıştı? Bir güldük birbirimize ama bu gülüşler içinde bulunduğumuz durumun ironisinden kaynaklanıyordu. Masadan kalkıp buzdolabına doğru yürüdü. Çıkardığı meyveleri yıkayıp, tabaklara bölüştürdü. Yağmurun yavaşlamaya niyeti yoktu. Hala bardaktan boşanırcasına yağıyordu.
"Misafirlerini arayacaktın hani sen?" dedim.
Esin bile isteye nazlanırken aniden telefonu çalmaya başladı.
"Mithat arıyor."
"İlk misafirin geldi bile bak." dedim. Oğlunu almak üzere kapıya çıkmadan önce bana dil çıkardı.
Ege mutfağa koşarak ve "Adel geldi mi?" diyerek girdi.
"Hayırdır sen Adel'le ne zaman tanıştın?"
"İki gün oldu daha. Dilinde bir Adel. Oğlum dursana saçını kurulayalım. Sırılsıklam oldun."
"Şemsiye tutmadın mı çocuğa?"
"Tuttum da, yetişemedim ki. Koştu, kaçtı elimin altından. Saniyesinde ıslandı."
"Ben havlu getireyim." diyerek yukarı çıkarken Ege'nin hala Adel'i sorduğunu duyabiliyordum.
Esin'se, "Oğlum gelmez Adel bu havada. Görmüyor musun?" diye söyleniyordu.
Adel'in gelmesini Ege kadar olmasa da istediğim bir gerçekti ve sadece Adel'in değil...
Esin Ege'yle beraber peşimden yukarı geldi.
"Havlu yetmeyecek Işık. Çok ıslandı. Makineyle kurutalım."
"Burada gelin."
Yatak odasından geçilen banyoda Ege'nin saçlarını kuruttuktan sonra, geriye mutfağa dönerken Tekin'in uyuduğu odanın önünden geçtik. Sonuna kadar açık kapıdan içerisi ve dolayısıyla tek kişilik yatakta önceki gece birinin uyuduğu net olarak görülebiliyordu. Esin'in gördüğünden neredeyse emindim, yine de belki dikkatini çekmemiştir diye düşünerek kapıyı hemen kapattım. Esin şimdi de Ege'nin peşinden merdivenlerden aşağı koşmakla meşguldü. Belki de görmemişti.
Hep beraber mutfağa döndüğümüzde bu kez elinde telefon olan Tekin'di. Konuşmasını bitirip bize döndü.
"Rüzgar'dı. Adel'le birlikte yola çıkıyormuş."
"Ama ben hiç hazırlık yapmadım!"
"Hazırlarız birlikte, ne olacak?"
"Rüzgar'ın sevmediği veya alerjisinin olduğu bir şey var mı? Rezil olmayayım adama."
Tekin, "Yok be ya." dedi.
Kereviz sevmezdi. Ama bundan bana neydi? Ayrıca Esin'e neydi?
"Yetişkinler için şarap, meyve, peynir. Sen çocukları düşün."
"Her şey var. O zaman ben eve geçiyorum."
"Seda'yı ben arıyorum. O da eli boş gelmez."
"Çok sağ ol hayatım." dedi Esin apar topar kapıya yönelirken. "Söyle geç kalmasınlar."
"Tamam."
Esin çıkınca Tekin'le birbirimize baktık.
"Esin Rüzgar'dan mı hoşlanıyor?" diye sordu. Tutamadığım bir kahkahayı koyverdim.
"İlahi Tekin. Günaydın."
Hazırlanırken bu kez giydiklerimin daha önce giymediğim şeyler olduğundan emin oldum. Kot üzerine soluk yeşil, yakası açık, dökümlü bir gömlek giydim. Belini kotun içine sokup, hafifçe dışarı çekerek rahat bir hava verdim. Boynuma iki sıralı siyah boncuk kolye doladım. Kısa dalgalı saçlarımı köpükle şekillendirdim. Yeşil ve kömür tonlarında bir far paleti kullandım. Varla yok izlenimi bırakan doğal renkli bir ruj sürdüm. Ön yolda araba sesi duyduğumda işim yeni bitmişti, camdan aşağı baktım. Rüzgar, gördüğüm kadarıyla Ferrari'yle gelmemişti. Füme rengi büyük bir aracın Esin'in garajına girdiğini gördüğümde Tekin'e seslendim. Klasik bir kot kazak ikilisi giymiş olan Tekin beni görünce gözleri üzerimde takılı kaldı.
"Çok şık olmuşsun."
"Bir şey değil ki giydiğim bir gömlek."
"Senin havan şık."
"O ne demekse öyle." diyerek şakaya vurdum. "Teşekkürler."
"Ben de bir saçımı tarayayım bari. Senin yanında böyle gezmeyeyim."
"Abartmasana."
Elimizde şişe şarabımızla oyalanmadan evden çıktık. Yağmur şiddetini an itibariyle biraz azalttıysa da, her an yeniden bastırabilirdi. Mesafe çok kısa olduğu için Tekin'le aynı şemsiyenin altına sığışarak iki bahçe arasını koştuk. Evin geniş bir sundurması vardı. Neyse ki sundurmanın altı yağış almıyordu. Mermer basamaklarda durup kapıyı çaldık ve muhtemelen şu an garaj kapısından içeri giren misafirlerini karşılamakta olan Esin'i beklemeye başladık. Saniyeler sonra kapı bizim için de açıldı.
"Mükemmel zamanlama." dedi yüzünde güller açan Esin.
Elimde şarapla içeri ilk ben girdim. Koridorun arka kısmından bize doğru gelen sarı saçlı minik silüeti gördüm ve çılgın bir hal alan kalp atışlarımı dizginlemek üzere kendimi kısa yoldan mutfağa attım. Evin girişinde karşılaşanların tanışma ve selamlaşma sesleri kulağıma doldu. Bense elimdeki şişeyi mutfak tezgahının üzerine dayayıp başım önde öylece bir durdum.
Uzun bir soluğu koyverirken sakinleş komutu verdim kalbime. Sadece küçük bir çocuk. O seni sevse de sevmese de sen onu çok seveceksin... sakinleş. Bunu yapabilirsin. Gülümseyebilirsin, ona sarılabilir, onu öpebilir, onun bir başka kadının çocuğu olduğunu hiç düşünmeyebilirsin. Sakinleş. O sadece bir çocuk. Herhangi bir çocuktan farksız.
Tekin'in, "Işık nereye kayboldun?" diye seslendiğini duydum. Hızla doğruldum. Dudaklarım birbirine sımsıkı kenetli halde, ellerimse kotumun arka ceplerinde koridora doğru ilerledim. Yetişkinlerin hiçbirine bakmıyordum. Bakışlarımın odağında henüz ona yaklaştığımı farketmemiş, babasına pembe yumoş montunu çıkarttırmakla meşgul bir kız çocuğu vardı.
Kollarını kurtardı, bana doğru döndü. Gözleri bende kaldı. Ben de onun boyuna gelecek şekilde yere çömeldim. Gözlerimiz eşleşti. Bal rengi bir çift göz, bal rengi bir çift göze yansıdı.
"Selam." dedim.
Rüzgar'ın yukarıda bir yerden, "Tanıştırayım, Adel." dediğini duydum. "Elle s'appelle Işık. Işık signifie que la lumière."
Adel heyecanlanmış gibi derin bir nefes aldı.
"Elle y a de la lumière dans ses yeux!" dedi.
Ve sonra, beklemediğim bir sıcaklıkla, minik kollarını boynuma doladı.
Hiç tanışmadığım ama çok tanıdık gelen bir duyguyla sarmalandım. İçim ona doğru akarken sanki çok uzun zamandır özlediğim birine kavuşmuş gibi hissediyordum. Yüzünün iki yanına serbestçe dağılmış dalgalı saçlarının bebeksi muhteşem bir kokusu vardı. Geri çekilip bana tekrar baktığında oyuncak bir bebeğe ait yüzünün her santimini zihnime kazımak istedim. Öyle güzeldi ki ömrümün sonuna kadar başka bir yüz görmesem olurdu. Minyatür, yuvarlak bir suratın ortasında kocaman iki adet bal rengi göz yer alıyordu. Hokka gibi burnunun önü hafif yassı, dudakları kiraz rengi, yanakları yumuşacık ve kocamandı. Bir kez daha, bu kez hiçbir şey söylemeden bana sarıldı. Ben de hiç tereddüt etmeden onu kucakladım, an itibariyle dünyam tek bir kişiden ibaret bir hal almıştı. Birlikte salona yürüdük.
Arkamızda kalan diğerlerinin keyifle konuştuklarını duyabiliyordum.
"Işık mı dedin? Ne dedin?" Tekin'di soran.
"Her şeyin anlamını öğrenmek istiyor bugünlerde. Işık'ın adının anlamını söyledim." diye cevap verdi Rüzgar.
"O da Işık'ın gözlerinde gördüğü ışıkla ilgili bir şey söyledi, değil mi? Yanlış anlamadıysam." diyen Esin'di.
Rüzgar kısaca onayladı.
Esin'in kül rengi geniş üçlü koltuğuna kucağımda Adel'le birlikte oturdum. Birkaç saniye kıpırtısızca durdu. Sonra Rüzgar ona Fransızca -ve yine benim tek kelimesini anlamadığım- bir şeyler söylediğinde doğruldu. Tahminim babasının beni rahat bırakmasını istediği yönündeydi ama Adel kucağımı hemen terketmedi. Gitmesini istemiyordum. O da gitmiyordu. Aynı dili bile konuşamadığımız bu küçük insanla kalplerimiz yoluyla anlaşıyorduk.
Sonra benimle evrensel iletişimin yöntemlerini denemeye başladı. Kendi saçını gösteriyor, bir kelime söylüyor, sonra benim saçımı gösteriyor, aynı kelimeyi tekrarlamamı istiyordu. Gömleğimi gösterip "vert", kolyemi gösterip "noir" dediğinde renklerden bahsettiğini anladım. Ben de ona türkçelerini söylemeye başladım. Doğru söylediği her kelime için gıdıklıyordum, kıvrım kıvrım kıvranır, durmaksızın kıkırdarken hiçbir yere gidesi yoktu. Neden sonra etrafımıza baktım ve diğerlerinin hayran bakışlarla bizi izlediğini farkettim. Yanaklarımı çoktandır unuttuğum bir utanç hissinin kızıllıkları bastı.
"Biz biraz kendimizi kaptırdık galiba."
"Biraz değil." diyen Tekin'in yüzünde hem etkilenmiş hem de insanın içini burkan kırık dökük bir ifade vardı. Esin gülümsemiyordu bile ama ona döndüğüm anda hızla gülümseyerek,
"Ben ortaya atıştırmalık bir şeyler getiriyorum." dedi ve mutfak yönünde gözden kayboldu.
"Yardım edeyim mi?" diye seslendi Tekin. Sanki o da bir an önce bu sahneden kaçmak ister gibiydi. Kendimi kötü hissettirmişti bu durum.
"Şarabı açsana." diye seslendi Esin.
"Tamam." diyerek o da fırladı.
Tekin'de Esin'in ardından salondan çıktığında, odada dört yaşındaki Ege, üç buçuk yaşındaki Adel, Rüzgar ve ben kaldık. Ege, Adel'in bir an önce benden sıkılıp kendisiyle oynaması için sabırsızlanırken masum bir kedi yavrusu gibi dibimize yanaştı. Onu da yanıma oturtup, kuzgun karası saçlarını sevdim. Arkadaşı geleceği için üstünü değiştirmiş, küçük bir adam gibi pantolon gömlek giymişti.
Adel şimdi ona bakıp bir şeyler söylüyordu. Anlamamayı zerre önemsemiyordum, aynı melodik tonda hiç susmadan konuşabilirdi.
"Top havuzunu soruyor." diye açıkladı Rüzgar.
"Yukarıda!" dedi Ege heyecanlanarak. "Gel göstereyim." Adel nazlı küçük hareketlerle kucağımdan inip, Ege'nin peşinden gittiğinde kollarımın arası birdenbire bomboş kaldı. Sıcaklığını ise hala hissedebiliyordum, saçmasapan bir şekilde hüzünlendim.
"Seni sevdi." dedi Rüzgar.
Tam bir haftadır yüzünü görmediğim halde dakikalardır yüzüne bakmaktan kaçınıyordum. Çünkü onunla yüzleşmeye nasıl dayanacağımı hiç bilmiyordum.
Adel'in arkasından bakmayı kesip nihayet bakışlarımı ona çevirdim. Koyu renk, ince bir kazak ve kot pantolon giymişti. Koltukta bir ayağı diğerinin dizine yaslanmış, rahat bir şekilde oturuyordu: Tek kolu karnında, diğer kolu karnına ve eli ise yanağına yaslanmış, o şimşekler çakan gözlerle beni izliyordu. Hiç değişmeyen bir etkiyle...
Bazı anlar vardı, insanın tüylerini ürpertiyordu. Bazı anların etkisi diğer bazı başka anlara hiç benzemiyordu.
"Herkesi sevebilir bence. Çok içten bir çocuk." dedim.
"Herkesi sevmiyor." dedi.
Kurduğu cümle konuşmayı burada sona erdiriyordu. Sözler sustu. İçimize attıklarımızın bir tezahürü, sayısız anlamla dolup taşan gözlerimiz, o uzun bakışla birbirine kenetlendi. Tek bir bakışta sayısız duygu, sayısız düşünce, sayısız kelime birbirine geçti. Kalbim, bir kez daha kafesinin demirlerini zorlayan isyankar bir mahkum gibiydi. Yüzünü görmeden geçen beş yıl... özlemekle ve kahırla geçen beş yıl... sonunda kucağıma bir kız çocuğu oturttuğu beş yıl. Benim gözlerimi yaşlarla dolduran onunsa gözlerinde tüm hüznünü taşıdığı, yitip giden, bizden giden bir beş yıl.
Üstüne asla konuşmadığımız bir beş yıl.
Kimse bir şey söylemedi.
Koridorda Tekin'in sesini duyduğumda bakışlarımı kaçırıp ellerimi dizlerime yasladım.
"Size sormadım ama beyaz açtım." diye içeri girdi Tekin, elindeki şişeyi göstererek.
"Kırmızı olmasın da. Ne olursa olsun." dedi Rüzgar.
"Evet kırmızı ağır olur, hem de çarpar diye düşündüm ben de. Beyazdan gidelim."
Esin elleri dolu olarak onun arkasından geldi.
"Sehpanın üstünü açsana Işık."
Ortadaki büyük sehpanın üzerinde kahve çekirdekleriyle kaplı kahverengi dekoratif bir mum ve öylesine bırakılmış gibi görünen oysa tabi ki planlı bir şekilde orada duran bazı dergiler vardı. Hepsini kucakladığımda "Mum kalsın." dediler; Esin ve Rüzgar aynı anda.
"Sever misin kahve kokusunu?"
"Severim." Esin'in uzattığı çakmakla mumu yakarken, "Baya otantik bir şeye benziyor." dedi.
"Afrika'dan geldi." dedi Esin, sesine gizli övünme tınısıyla. Fakat mumu eski kocası Mithat'ın Afrika seyahatinden getirdiğinden elbette bahsetmedi. Onu ben söyledim.
"Her şeyi götürmüştü Mithat, bunu bırakmış hayret."
Esin'in gözleri bunu neden söylediğimi anlayamayarak hayretle beni buldu. Rüzgar'ın da bana baktığını hissedebiliyordum. Sakin olmaya çalışıyordum ama kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Oysa basit bir cümle kurmuştum, neydi bu tepki? Esin, bana cevap vermeyerek ortaya büyükçe birer peynir ve kuru et tabağı yerleştirdi.
"Gelecek bir şey kaldı mı?" diyerek ayaklandım. Mutfaktaki kuruyemişleri ve hazırladığı diğer tabakları salona getirdim. Aynı anda Seda'ların da geldiğini ifade eden kapı zili çaldı.
Fırsattan istifade kendime çekidüzen vermek üzere banyoya girdim. Kalbim bir ton ağırlığındaydı. Aynadaki suretime baktım. Yanaklarıma, burnuma, Adel'in içinde ışık gördüğü gözlerime... Her anlamda yanıyordum. Bu bir gerçekti. Yanaklarıma hafif hafif soğuk su değdirdim. Parmak uçlarımla saçlarımı yeniden şekillendirdim. Seda'nın beni sorduğunu duyduğumda banyodan çıktım.
Önceki cumartesi gecesi Tekin'i çağırdığı için ona olan kızgınlığım geçmişti. Yine de bütün hafta konuşmamıştık. Bir araya geldiğimizde, her zaman olduğu üzere uzatmayıp, sarılıp öpüştük. Asya oyun arkadaşlarının arasına karışmak üzere yukarı koşarken, Esin de onları tanıştırmak üzere Asya'yla birlikte çıktı. Biz hep beraber salona geçtik.
Seda, acaip lezzetli görünen bruschetta'lar hazırlamıştı, bu ekmekler resmen toku acıktırırdı. Tekin, Seda'yla Sinan'ın kadehlerini doldururken, Rüzgar'la aynı dilime uzanmamız ve bu esnada parmaklarımızın değmesi büyük talihsizlikti. Parmaklarım karıncalandı, elimi çektim. Yalandan gülüşerek birbirimize ikram ettiğimiz ekmek sorunsalını, nihayet ikimiz de farklı birer dilim alarak çözdük. Tekin ve Sinan kendi aralarında konuşuyorlardı, Seda ise bize bakıyordu.
"Senin yüzünden." diye takıldım ona.
"Herkese yetecek kadar var." dedi o da şakayla.
Rüzgar'ın umrunda bile olmamıştı. Yeniden salona dönen Esin'e bakıyordu.
"Napıyorlar?"
"Top havuzunda çıldırmakla meşguller şu an."
Ege'nin bir yatak odası bir de tüm çocukların hayallerini süsleyen tarzda kocaman bir oyun odası vardı. Oda bünyesinde bir kaydırak, bir top havuzu, bir mini tırmanma parkuru ve daha nice muhteşemlikler barındırıyordu. Sadece çocukların değil annelerin de rüyasıydı. Orada oldukları sürece güvendeydiler ve kolay kolay sıkılmazlardı. Yetişkinler ise rahat rahat sohbet edecek fırsat bulabiliyorlardı böylece.
Beklenen herkes ve hazırlanan her şey salonda buluşup da nihayet içeri girip çıkmalar sona erdiğinde, Esin'in konforlu evinde o yağmurlu öğleden sonranın tadını çıkarmaya başladık. Sinan'la Seda son çıktıkları tatilde İsviçre'deki bir arkadaşlarında kalmışlar, sonra arabayla İsviçre Fransa sınırında muhteşem doğa gezileri yapmışlardı. Onlar anlattı, Rüzgar anlattı. Fransa'nın kırsalı gözümde canlanan bir masal diyarı gibiydi. İçimi saran tatlı ürpertiyle birlikte ben de oralara gittim sanki.
Esin'de bir kez Paris'e tatile gitmişti. Bilenlerin klasik turist rotası diye es geçtiği Paris bu odadaki hiç kimsenin ilgisini çekmiyordu. Fakat Esin'i küçümseyecek bir konumda da değildim. Tekin'le bir defaya mahsus çıktığımız Avrupa tatilinde Fransa'nın F'sinin bile geçmemesini bizzat ben sağlamıştım. Bu yüzden kim ne anlatırsa anlatsın ancak masal gibi dinlerdim.
"İyi güzel anlatıyorsunuz da... seninki tatil değil. Hiç mi düşünmüyorsun dönmeyi be Rüzgar?" dedi Tekin yine konuyu en yakın arkadaş romantizmine bağlayarak.
"Buradayım ya işte."
"Ben çocuk var diyerek çıkıp geldiğinde sanmıştım ki Lara'yla beraber yaşıyorsunuz. O da yokmuş. Lara'yla çoktan ayrılmışsınız. Aynı şehirde bile değilsiniz. Bir senedir Adel'le beraber yaşıyormuşsun. Buraya yerleş. Burada yaşa. Lara'da istediği zaman gelsin kızını görsün."
Tekin'in birdenbire ve bu kadar özele girmesini beklemiyordum. Rüzgar'ın Adel'le tek başına yaşadığını öğrenmekse tam bir şok olmuştu. Adel konusunda ne denli sorumluluk sahibi olduğunu görebiliyordum ama bu kadarını hiçbir zaman hayal etmemiştim.
Ve üstelik, Lara gitmişti. Neden?
"O kadar kolay değil." diyen Rüzgar, dalgın ve düşünceli görünüyordu.
"Nesi zor abi? Zaten bir başınasın oralarda. Burada herkes var." diye üsteliyordu Tekin. "Gece mesela dışarı çıkmak istesen kime bırakıyorsun çocuğu?"
"Pek çıktığım söylenemez. İşlerimin uzadığı oluyor bazen. Anneannesiyle dedesi ilgileniyorlar o zaman."
"Aaa onlar Nice'te mi yaşıyorlar?"
"Evet, oralılar."
"Lara niye gitti?" diye sordum kendimi tutamayıp.
Bakışları bana odaklandı. Bir defaya ve son defaya mahsus anlatacağını orada anladım.
"Lara Nice'te doğup büyümüş. Küçük yerde yetişen insanların ortak özelliğine sahip; hep büyük şehir yaşamına özenme var onda. Beni hiç çekmez. O kaos, o grilik onu cezbediyor. Liseyi bitirdikten sonra Paris'te tıp fakültesinde okuyormuş ama içinde hep bir müzisyenlik sevdası olunca okulu bırakıp amatör şarkıcılık yapmaya başlamış. Tutunamayınca gerisingeri eve dönmüş. Nice'te çocukluk arkadaşlarıyla kurduğu grupla canlı müzik yapmaya başlamışlar. Biz o ara tanıştık. Ortalama bir mutluluktu onunkisi. Bende eksikliğini duyduğu şeyleri bulabileceğini sandı. Olmadı tabi, yürümedi. O aradan da Adel doğdu bir şekilde. İki yıl da öyle geçti. Beklentilerimizin farklılığı konusunda aynı fikirde olunca, sonunda hayatına devam etmeyi seçti. Şimdi Paris Konservatuarı'nda okuyor. Gayet mutlu."
"Peki ya sen?" diye döküldü dudaklarımdan, kendimi tutamadan. "Sen mutlu musun?"
Burnundan solur gibi güldü.
"Dünyalar güzeli bir kız çocuğuna sahibim, beni dünyadaki herkesten ve her şeyden daha çok sevecek. Neden mutlu olmayayım?"
Bu cümleyi ona ben kurmuştum. Attığı taşın etkisi ortamın sertleşeceğinin ilk belirtisi gibiydi.
"Öyle tabi." dedi Tekin bir iç çekerek. "Ama işte bu, orada kalman için geçerli bir sebep değil."
"Benim bunu seçmiş olmam, geçerli bir sebep Tekin. Ben de özlüyorum ama bazı seçimler vardır, değiştiremezsin, sadece saygı duyarsın."
"Sen bunu diyorsan zaten..." Tekin'in iyi bildiği yerden gelmişti cevabı. Daha fazla ısrar edemedi.
Bense çok uzaklarda bir yere, geçmişe dalıp gitmiştim. Bir mektubun son satırları gözlerimin önündeydi hala:
Bir seçim yaptın Işık, bu seçim üçümüze ait. Ben bu seçime uymak zorunda olduğumu kabul ederek gittim hayatından, sen de bundan sonra mutlu ol.
Seçimler değişmez miydi?
"Bu haftaki iş görüşmelerin nasıl geçti Işık?" diyen Seda'nın sesiyle dünyaya döndüm.
"Pazartesi günkü yalan. Dünkü fena değildi bakalım, geri dönüş bekliyorum."
"Başka var mı?"
"Şimdilik yok."
"İş hayatına dönmen çok güzel." diye destekledi Sinan. "Zor bir dönemden geçerken içine kapanman yanlış olandı. Bak yılların gitti."
Sinan, Tekin'in beni aldattığını tüm aile üyelerimiz gibi bilmiyordu ama bebekten haberdardı. Şu ortamda bebeğin imasının geçmesiyse beni yay gibi germişti.
"Stresli ortamdan yorulmuştum, biraz ara vermeye ihtiyacım vardı." dedim nolur sus bakışları atarak. Anlamış olmalı ki, uzatmadı. Rüzgar'ın bakışlarını bir kez daha üzerimde hissedebiliyordum.
"O arayı vermeseydi, derneğe katılmazdı ve biz hiç tanışamazdık." diye övündü her şeyden habersiz olan Esin. Sadece konuya dahil olmaya çalışıyordu. "Her işte bir hayır vardır diye boşuna demiyorlar."
"Öyle tabi." diye güldüm.
"Beni tanımasaydın bu eve de taşınmazdınız." diye devam etti.
Şu anki cıvıldamasına bakılırsa, yakın arkadaş sıfatıyla benden onu destekleyen ve öven cümleler beklediğini tahmin edebiliyordum. Yanlış bir beklentiydi tabi bu. Benim yerime Tekin onayladı.
"Bak o da doğru."
"Yaa, gördün mü Rüzgar ben olmasam bitmiş bunlar." diyerek bu kez Rüzgar'a laf attı Esin.
"Yokluğum epey hareketli geçmiş." diye geçiştirdi Rüzgar, gözlerine ulaşmayan bir gülümsemeyle.
"Aynen. Bir tek çocuk yapmadık." dedim doğrudan gözlerinin içine bakarak. Onda yarattığım etkiyi görmek istiyordum.
"Onu da yaparsınız, ne olacak?" diye yapıştırdı. Bana istediğimi vermeyecekti. Bende oyunu sertleştirdim.
"Neden olmasın?" dedim. Omuz silkerek ne düşünüyorsun der gibi Tekin'e baktım. Tekin'in bana dönen bakışlarında hayret vardı. Tam da o an söylediğimden çok pişman oldum. Tekin'in bu kadar kırılgan olmasına katlanamıyordum.
"Valla neden olmasın? Ne güzel olurdu şöyle senin de kucağında Adel gibi bir sarı çiçek." diye şakıdı Esin.
Ne söylediğini hiç bilmediği anlardan sadece biriydi. Neyse ki, aramızda, dönen tiyatroyu farkeden bir kişi vardı.
"Yeniden çalışma hayatına atılacağı için o proje biraz daha beklesin." diyerek müdahale etti Seda.
"Ben otuz altı yaşında baba oldum Tekin. Senin şimdiki yaşın. Nasıl düşünüyorsunuz bilemem ama daha fazla geciktirmemekte fayda var."
"Bir çalış diyorsun, bir çocuk yap diyorsun, nasıl olacak?" diye sataştım Sinan'a.
"Ben onu bilemem." diye güldü o da.
"Ben beklerim abi, acelem yok." dedi Tekin, konuya son noktayı koyarak. "Işık çalışmayı özledi."
İkimiz de güzel yalan söyleyebildiğimizi birbirimize kanıtlamıştık.
"En son ünvanın neydi?" diye sordu Rüzgar. Her zamanki gibi bir soğuktu bir sıcak. Düşündüğüm şey olmasın diye dua ederek ona cevap verdim.
"Teknik ofis proje yöneticisiydim." Ama düşündüğüm şey oldu.
"İşe dönme konusunda kararlıysan bizim şirkette sana uygun bir pozisyon var."
Ne ben istiyordum o ilana başvurmayı, ne de kendi sevgili kardeşi beni işe alırdı.
"Gerçekten mi? Benim haberim olmamış." dedi Tekin.
"İlanı bu hafta açtılar daha."
"Beni işe alacak kişi sen değilsin. Tufan." derken sesim meydan okur bir tonda çıkmıştı.
"Ee?" dedi Rüzgar alaycı bir şekilde gülerek. "Ben olsam kolaydı diyorsun yani."
"Öyle demiyorum ama..." dedim ben de gülmeye başlayarak. Benimkisi daha çok sinirden gülmeydi. "Torpil istemiyorum."
"Tabi canım." dedi Tekin gözlerini devirerek. "Beni de referans olarak yazmıyor."
"Aa delirmiş bu kız." dedi Esin.
"Yüksek lisans filan yaptın. Eski işyerin belli, çalıştığın projeler belli. Kimsenin torpiline ihtiyacın yok. Sen bana cv'ni yolla. Ben insan kaynaklarına iletirim." dedi Rüzgar.
Bu gerçekten çok ama çok saçmaydı. Benim fena halde ortamın havasının değişmesine ihtiyacım vardı. Beklediğim hareket yine Seda'dan geldi.
"Ben bir çocuklara bakayım." diye ayaklandı.
"Sen bak, bak da, ben diyorum ki, yavaştan yemek hazırlıklarına geçeyim mi artık?" diye ortaya lafı attı Esin.
Herkes bir ağızdan gerek yok'lara, biz kalkalım artık demeler'e başladı.
"Ya sohbet ediyoruz daha. Hem görmüyor musunuz yağmur hala nasıl yağıyor! Çocukları mümkün değil zaten oyundan ayıramazsınız. Denemenizi bile önermem."
"İyi de yemeğe ne gerek var? Kimse aç değil ki."
"Ben hazırlayana kadar acıkılır."
"Uğraşacaksın bir sürü. Hiç anlamı yok. Acıkırsak söyleriz dışarıdan."
"Ben!" dedi Esin gülerek. "Kendi yemek şirketinin sahibi kadın! Size dışarıdan yemek söyleteceğim! Daha neler."
"Haklı valla." dedim aklın yolunu seçerek.
Aslına bakılırsa, herkesin rahatı yerindeydi ve kimse sıcacık evi terketmek istemiyordu.
"Tamam ama birlikte yapacağız o zaman. Seni çok yormadan." dedi Seda.
"Çocuklara ben bakarım." dedi Rüzgar.
Tekin ve Sinan kadehlerini yeniden doldurup birer keyif sigarası yakmak üzere verandaya çıktılar. Anlık bir karar verdim.
"Ben de seninle geliyorum." diyerek Rüzgar'ın peşinden gittim. Merdivenleri çıkarken arkasını dönüp şöyle bir baktı. Umursamadan yoluna devam etti.
Son basamağı çıktığında ona yetişmiştim. Karanlık koridora döndüğünde yanan sensörlü lamba yolumuzu aydınlattı. İki adım atmıştı aniden durdu. O kadar yolunu bilir şekilde yürüyordu ki durmasını hiç beklemediğimden hızımı alamayıp ona çarptım. Komik bir an olması gerekirdi. Oysa öyle olmadı. Yıllardan sonra, yüzümü sırtında hissettiğim o anın komik olmakla alakası bile yoktu. İlk kez bir motorsikletin arka koltuğunda yaslamıştım başımı sırtına. O günden sonra ne o ne de ben eskisi gibi olabilmiştik.
Lamba hareketsizlikten söndü.
Dengesini bulmaya çalışan elim koluna tutunmuştu. Sonra ne yaptığımı ben bile anlamadım. Elim aşağı kaydı, elinin üstünde durdu. Elini yumruk yapmıştı, parmaklarım elinin üstünü sardı. Parmakları açıldı, parmaklarım uzun ince parmaklarının arasına geçti. Ama elimi tutmadı. Kısacık bir andı, nefes bile almıyordum. Hafifçe bana dönüp omzunun üstünden yüzüme baktığında lamba yeniden yandı. Gözlerindeki alevlerin yansımasında kendimi gördüm. Gözleri gözlerimi aldı. Elimi hızla geri çektim.
"Çocuk odasının hangisi olduğunu sormadığımı farkettim." dedi.
Koridorda aniden duraklamasının sebebi buydu tabi. Kendime gelme çabasıyla bir adım geri çekildim.
"Sağdan ikinci." dedim.
Kafasını sallayıp yürümeye devam etti.
Bense hala sersem, hala dağınık bir haldeydim. Bu yüzdendir sebebinin saçmalığını farkedememiştim.
Oyun odasından gelen neşeli çocuk çığlıkları koridoru doldururken, sadece sesleri dinleyerek bile odayı bulabilirdi oysa ki.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro