13. Hayatın İki Yüzü
Seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman,
Çünkü iki yüzüyle karşına çıkar hayat.
Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın,
Ateş de pay alır kendine soğuktan.
Matilde'ye Sone - Pablo Neruda
Multimedia'da yer alan şarkı: Polina Gagarina - Выше головы (Vyshe golovy)
Bölümü hazırlarken bu şarkıyı o kadar çok dinledim ki, Polina Gagarina kazandığı teliften bana pay verse yeridir. 😅
Asya artık kreşe başladığı için Seda yeniden çalışmaya başlamıştı. Bense hala çalışmıyordum. Nermin Hanım, şirket yemeği gecesi konusunu açtığı dernek üyeliği teklifini Tekin aracılığıyla yineliyordu. Yeni temposu gereği Seda'yla birbirimize zaman ayırmamız güçleştiği için iyiden iyiye bu teklifi düşünür oldum.
Dernek dedikleri yer bana göre, belli bir zümreye mensup her yaştan kadının, bomboş hayatlarını kendilerinden zor durumda olan insanlara sözümona yardım ederek anlamlandırdığını sandıkları bir yerdi. Küçücük izole dünyalarına sıkışmış eşler, yurtdışında, özel üniversitelerde okumuş fakat hiçbir işi olmayan kız çocuklar, varlıklı ailelerinin kanatları altında büyütülüp camiaya daha da varlıklı enişteleri yoluyla katılmış, varlıklı iş adamlarıyla eşleştirilmeyi bekleyen baldızlar... ben bu kitlenin neresinde yer alıyordum? Elbette hiçbir yerinde. Fakat Nermin Hanım çok tatlı dilli biriydi ve görünen o ki, benim de değerlendirilebilir, bomboş bir hayatım vardı.
İçlerine karışmak hiç zor olmamıştı. Nermin Hanım yıllardan beri pek çok etkinlikte aktif görev aldığından dolayı tanınan, sayılan biriydi, beni ise kanatları altına almıştı. Çok meşgul biri olduğundan, ortama adapte olmamı sağladıktan sonra bir anne edasıyla beni kendi kanatlarımla uçmaya bırakmıştı. Ben de insanları az çok tanıdıkça içlerinde vakit geçirilebilir birkaç kişi olduğuna karar verdim. Neslihan ve Esin'le aynı yaşlardaydık. Neslihan çocuk kitapları yazıyordu. Babası ünlü bir iş adamıydı, annesi ve ablası da dernekteydi. Ama o ne annesine ne kız kardeşine benzemeyen, gerçekten insanlara yardım edebilmek için dernekte yer alan bağımsız bir ruhtu. Çocuk gelişimi okumuştu ve minik yeğenim Asya yayınladığı kitapların en büyük hayranlarından biriydi.
Esin'in dernek üyeliği de babasından kaynaklanıyordu. Küçük oğluyla genellikle yalnız ama mutlu bir kadındı. Eşi özel bir şirkette pilot olması sebebiyle evde sık bulunmadığından Esin'in vakti çoğunlukla dernekte geçiyordu. Diğerlerinden farklı bulduğum yanı çok kitap okumasıydı. Esin, sürekli yeni bir şeyler okur, öğrendiklerini her görüştüğümüzde hevesle anlatırdı. Onunla vakit geçirmek eğlenceliydi. Ayrıca güzel bir tesadüf olarak Seda'yla aynı sitede oturuyordu.
Sonbaharda Tekin, yeterince birikim yaptığımızdan, artık kendi evimizi alabileceğimizden bahsetmeye başladı.
"Bu ev güzel. Burayı alalım." dedim fazla düşünmeden. Oturduğumuz ev, dubleks bir apartman dairesiydi. Site içindeydi. Benim için yeterliydi.
"Ben burada daha fazla oturmak istemiyorum Işık. Burası iyi gelmedi bize."
Bize iyi gelmeyenin dört duvar bir çatıdan oluşan bir ev olduğunu düşünmek saçma gelse de, Tekin'le tartışmıyordum artık. Çalışan oydu, kazanan oydu. Oturduğu evin kiracısı değil de sahibi olmak, onun konumunda biri için önemli kabul edilebilirdi. Beni bıraksan taşınmayı aklımın ucundan bile geçirmezdim.
"Sen nasıl istersen."
"Seda'ların siteye bakalım mı? Hem onlara yakın oluruz."
"Olabilir. Güzel olur."
Seda tabi duyar duymaz siteyi araştırmaya başlamıştı.
"Bir kaç villa var. Gelip görmen lazım. Çalışmıyor olsam sana eşlik ederdim ama biliyorsun."
"Sorun değil. Esin'i ararım."
Esin'in yoğunluk düzeyi benimle aynı olduğundan haber verdiğim an hazır olduğunu söyledi.
"Benim hemen yanım satılık! Keşke onu alsanız. Bir şey diyeceğim Mithat da evde yarın akşam. Bize yemeğe gelsenize hem Tekin'le tanışırlar."
Ertesi akşam Tekin işten eve gelip beni aldıktan sonra Esin'lere geçtik. Göktürk'te yeni yapılan bir siteydi burası. Seda'lar da buradaki evlerine Asya'nın doğumundan kısa süre sonra taşınmışlardı. Ünlülerin oturduğu bir site olarak adı duyulduğundan oldukça havalı bir yerdi. Bir korunun içinde, tamamı ağaçlık gidiş dönüş iki şeritli otoyolu takip ederek, sitenin ilk girişine varılıyordu. İlk güvenliği geçtikten sonra sıralanan evlerin tipine göre yol birkaç şeride ayrılıyor, yeni bir güvenlikten geçmek gerekiyordu. Bir tepede yer alan bu arazide, tepenin eteklerinde aynı siteye ait apartmanlar vardı. Orta kısımda sosyal tesisler ve ortak alanlar yer alıyordu. Villalar için ise tepeyi tırmanmak gerekiyordu çünkü esas manzara ve lüks yaşam yukarıdaydı. İronik düşünce beni benden aldı. Biz de alacağımız eve göre sosyal statü olarak yükseliyorduk. Dışarıdan bakılınca ne kadar genç ve ne kadar başarılı bir çifttik! Seda'lara daha önce gelip gittiğimiz için tepeye çıkan yolu bulmakta zorlanmadık ama tamamen yabancı birileri için burası parsel parsel ayrılmış bir labirent gibiydi ve Tekin çoktan mest olmuş görünüyordu.
Esin'lerin villası, Düş Sokak adı verilmiş bir sokakta yer alıyordu. Düşler Sokağı'nda oturuyorum, diye geçirdim içimden. Kulağa fena gelmiyordu. Sokağın karşılıklı iki tarafında birbirinin tamamen aynısı yapıda onar onar toplam yirmi ev vardı. Amerikan filmlerindeki iki katlı, bahçeli, garajlı, büyük aile evlerine benziyorlardı. Sokak lambalarının loş ışığında, arabadan inip ayak bastığım asfalta toz bile düşmemişti sanki. Etraf öylesine sessiz ve düzenliydi. Evlerin ışıkları yanıyor, içlerinde insan silüetleri görülüyordu. Her evin önünde aynı tip posta kutusu vardı. Hepsinin çimleri muntazam biçilmişti. Misafir olduğumuz evin sahipleri Esin ve Mithat geldiğimizi görür görmez bizi karşılamak üzere bahçeye çıktılar.
"Hoşgeldiniz!"
"Arabayı bizim garaja alalım. Sokağa park etmek yasak." dedi Mithat, Tekin'le tanıştıktan sonra. Biz de Esin'le birbirimize sarıldık.
Evin içi kocamandı. Kapıdan içeri doğruca salona giriliyordu ve salon başlı başına 2+1 ev genişliğindeydi. Salonun sol tarafındaki bir kapıyla geçilen mutfak ve mutfağın içinden geçilen bir yemek odası vardı. Ayrıca mutfaktan bahçeye çıkılabilecek şekilde de sürgülü bir kapı yapılmıştı. Ahşap basamaklarla çıkılan üst katta tam dört adet normal oda - bu odaların ikisinin içinde kendi banyosu vardı - aynı koridorda bir adet büyük banyo ve bir adet de giysi odası bulunuyordu. Ev gez gez bitmiyordu.
"Nasıl buldunuz?" diye sordular. Tereddütle Tekin'e baktım.
"Çok güzel ama bizim için çok büyük." dedim. Tekin halinden memnun görünerek kolunu omzuma attı.
"Değil hayatım. Değil."
"Çok oda var." dedim.
"Doldururuz." dedi gülerek.
"Ooo birileri planları yapmış." dedi Esin muzipçe. Tekin'in, başkalarının yanında, odaları çocuklarla doldurma iması yapması beni gerim gerim germişti. Zoraki gülümsedim.
"O kadar da büyük değil aslında." dedi Mithat. "Bizde de sizden farklı olarak bir tek Ege var. Diğer odaları gördüğünüz gibi misafir odası ve çalışma odası yaptık."
"Komşu olalım, nolur!" diyordu Esin hevesle.
"Yarın konuşalım bakalım. Site yönetimi ilgileniyor değil mi satışıyla?" dedi Tekin.
"Oldu bu iş diyorum." dedi Mithat.
Karı koca bize detaylı düşünme fırsatı vermeden evi üstümüze yapmaya kararlılardı. Tekin mutluydu. Yemek boyunca Mithat'la sohbet etti. Mesleğiyle ilgili merak ettiği her şeyi bir gecede sorarak adamı bunaltmayı hedefliyor gibiydi ama Mithat da en az onun kadar ilgiliydi ve anlatmaktan sıkılmış gibi görünmüyordu. Esin'in yemekleri ve sohbeti de benim için harikaydı.
Sonrasında nasıl olduğunu anlamadan, Düş Sokağı'ndan bir ev satın almış, iki hafta içinde de taşınmış olarak buldum kendimi.
Bir sabah, bahar havası yatak odamın tüllerini uçururken gözlerimi açtım. Saat dokuza geliyordu. Tekin çoktan işe gitmişti. Eski evdeyken sabah altıda çıkardı, yeni evimizde de durum değişmemişti. O her zaman erkenciydi. Açık kahve, pembe ve krem rengi mobilyalardan oluşan yatak odamda, keyifli bir ruh haliyle yataktan kalktım. Bahçede çalışmaya başlayan fıskiyelerin sesini duyabiliyordum. Hava ısınıyordu, kış nihayet bitiyordu.
Tekin giderken salonun da tüm pencerelerini açık bırakmıştı. Tertemiz bir esinti dolaşıyordu içeride. Merdiven basamaklarını inerken yeni koltuk takımıma göz attım. Önceki gün, Tekin yokken evi yerleştirmekle o kadar yorulmuştum ki, koltuk takımını getiren mobilyacılar gece kurulumu yaparken başlarında Tekin'i bırakıp erkenden uyuyakalmıştım. Açık mavi renkli iki adet geniş üçlü koltuk ve mavi üzerine gül kurusu desenli ikili koltuk dev salondaki yerini almışlardı. Yakından bakmak üzere aşağı indim. Koltuklara rağmen boş kalan kısımları da yaratıcılığımı kullanarak değerlendirmeyi planlıyordum. Duvarlarıma göz atmak için kafamı kaldırdım.
Ve Tekin'in önceki gece ne yaptığını farkettim.
Duvarda asılı yağlıboya tabloya hayalet görmüş gibi bakakaldım.
*************
Rüzgar gitmişti. Gittiği günden beri yeryüzünden de silinmiş gitmişti adeta. Kimse nereye gittiğini bilmiyor, kimse ondan haber alamıyordu. Telefonunu kapatmıştı. Sosyal medya hesabı da kullanmadığı için ona ulaşmanın bir yolu kalmamıştı. Bir aya yakın süren bu kayboluşun ardından Tufan vasıtasıyla yeniden Nice'e yerleştiğini, yeni bir düzen kurmakla meşgul olduğu için kimseyle görüşecek vakti olmadığını öğrenmiştik. Bu, oldukça yetersiz kalan ve geride bıraktığı herkesi önemsiz kılan açıklama arkadaş grubumuza yetmemişse de hiç değilse endişelerini gidermişti. Tekin ise kırgındı. Herkese değil ama kendisine, özellikle kendisine neden böyle davrandığına bir anlam veremiyordu. Çünkü Rüzgar hala onun en yakın arkadaşıydı. O böyle sanıyordu.
Bense çok pişmandım. Yüzünü görmeden geçen her gün için köpekler gibi pişmandım. O hem çok haklıydı, hem de çok zalimdi. Bir insan hem haklı hem zalim nasıl olurdu? Onu ne çok sevdiğimi ve nasıl bir aşktan vazgeçtiğimi, yokluğuyla sınayarak gösteriyordu. Ve beni ne çok sevdiğini öğreniyordum, artık sevmediği zaman.
Döne dolaşa, huzursuz, dinlendirmeyen uykular uyuduğum geceler... her şey yolundaymış gibi herkese rol yaptığım günler... ofiste tuvalete kapanıp ağlama atakları geçirmelerim ve bununla beraber altı aydan geriye doğru sayarak süregiden düğün hazırlıklarım.
Tekin, iş yoğunluğunun azaldığı kış sezonunda düğünümüzü yapmak istediği için hızlı bir kararla Kulüp'te rezervasyonumuzu yaptırmış ve altı ay sonraya gün almıştık. Gün günden karanlıktı benim için. Tekin'in ailesiyle birlikte İzmir'e beni istemeye geldiği günün gecesinde sinir krizi geçirmiştim. Annem, babam, teyzem, eniştem yaşadığım çöküşe hiçbir anlam verememiş, çaresizlik içerisinde beni hastaneye götürmek zorunda kalmışlardı. O gün bugündür sakinleştirici kullanıyor ve hala herkese ikna edici yalanlar söylüyordum.
Her yeni güne Tekin'den ayrılmaya karar vererek uyanıyordum. Her günün sonunda bir karar verdiğimi ve bu karara uymamın herkes için en doğrusu olduğunu kabul ederek ve en çok da Seda'nın desteğiyle, sakinleştirici ilaçların etkisiyle dinlendirmeyen uykulara dalıyordum.
Bir ay... iki ay... üç ay...
Yanlış yaptım ben yanlış yaptım ben yanlış yaptım. Geri dön. Geri dön. Geri dön. Beni affet... diyemediğim bir adamın evinin bulunduğu sitenin güvenlik girişine yakın bir noktada arabamı park ediyor, farları söndürüyor, ondan ayrıldığım geceyi zihnimde tekrar tekrar yaşıyordum. "Doğum günümde bana geldin, en güzel hediyem." diyen adamın elini sımsıkı tutuyor, geleceğe onunla yürüyordum. Evinin ışıkları gittiği günden beri yanmıyordu. Evin ışıkları sönmüştü. Benim ışıklarım sönmüştü. O gittiği günden beri kabustan farksız günler geçiriyordum.
Bir akşam yine farları söndürmüş, gözlerimi yukarıya dikmiştim ki, dairenin ışığının yandığını gördüm. Nefes alamadım bir an resmen tıkandım. Kapıyı açıp dışarı fırladım. Havada keskin bir ayaz vardı, açıkta kalan boynuma çarpıyor, adeta boğazımı kesiyordu. Körlemesine denilecek adımlarla güvenlik kulübesine yaklaştım.
Aylar geçmesine rağmen, güvenlik görevlisi beni görür görmez tanımıştı.
"İyi akşamlar, hoşgeldiniz." dedi. Fakat hala önümde dikilirken geçmeme müsaade etmeye pek niyeti yok gibiydi. "Yardımcı olabilir miyim?"
"Ben eve gidiyorum." dedim ileri yönde adım atarak.
"Rüzgar Bey taşındı hanımefendi. Biliyorsunuz, değil mi?" dediğinde adımlarım olduğu yere çakıldı kaldı.
Titreyen parmaklarımla yukarıdaki daireyi işaret ettim.
"Evin ışıkları yanıyor." dedim güçlükle.
"Bugün yeni bir kiracı taşındı hanımefendi." dedi adam.
Bakışlarımı gökten yere eğdim. Ayaklarımın dibinde duran kalbimdi. Ben onu kendi ayaklarımla ezip geçmiştim. Şimdi kime sitem edecektim?
Dört ay...
Çok pişmanım. Çok pişmanım. Çok. Ne olur geri dönsen... ne olur, ne olur, tek bir haber alsam senden...
Beş ay...
Düğüne sayılı günler kalmıştı. Akşam gelinliğimi almak üzere Caddebostan'daki mağazaya gidecektim. Aksi gibi o gün işler öylesine yoğundu ki, akşam mesaiye kalsam yeriydi. Önümde açık ekrandaki hesaplamalarla uğraşırken, bir taraftan gelinliği kime aldırabilirim düşüncesi aklımı kemiriyordu. Tam bu sırada, lobiden Melis arayıp bana büyük bir kargo geldiğini haber verdi. Bir an için moda evinin gelinliğimi ofise yolladığı gibi bir düşünceye kapıldım. Oysa böyle bir talepte bulunmamıştım. Yavaş yavaş aklım başıma geliyordu, moda evindekileri benim iş adresimi bilmiyorlardı ki. Öyleyse hiçbir yerden büyük bir kargo beklemiyordum. Merak içinde lobiye indim.
Kargo çalışanının elinde bire bir buçuk metre genişliğinde en az otuz santim derinliğinde karton bir kutu vardı. Geldiğimi görünce kutuyu yere bırakıp imzalanacak sayfayı bana doğru uzattı.
"İçinde ne var biliyor musunuz?" diye sordum.
"Bilmiyorum hanımefendi."
Kağıdı imzalamak için kalemi elime aldım, bakışlarım gönderici kısmına takıldı. Rüzgar Buldanlı adını gördüm. Gördüğüme inanamadım. Ani bir tepki vererek kağıdı ittim. Görevli çocuk şaşkınlık içinde bir bana bir kalemi tutan elime baktı. Ben de baktım. Elim kriz geçiriyormuşum gibi titriyordu.
"İyi misiniz hanımefendi?" Diyaloğa girmek istemeyerek hızla kağıdı imzaladım. Çocuk gittikten sonra eğilip yere bıraktığı kutuyu kucakladım. Melis beni inceliyordu.
"İyi misin Işık? Yüzün birden solgunlaştı."
"İyiyim, iyiyim." diye sayıkladım.
"Otursana şuraya. Sana su getireyim. Hay Allah kimden geldi bu?"
Melis'in meraka kapılıp kutunun üzerindeki ismi görmesi ihtimali beni harekete geçirdi. Çok değil bir yıl önce Rüzgar bu binadan içeri girdiğinde peşi sıra bir heyecan dalgası yaratır, insanlar onun hakkında fısıldaşırdı. Ve biz, o ve ben, ilk kez tam olarak bulunduğum bu lobide görmüştük birbirimizi. Gözlerini gördüğüm o ilk anı hiç unutmamıştım.
"Yok, yok. İyiyim." diye direnerek kutuyla birlikte oradan uzaklaştım.
Bir üst kata çıkıp, içeride benden başkasının olmamasını umduğum tuvalete girdim. Şansıma, gerçekten kimse yoktu. Kabinlerden birine girip kapıyı kilitledim. Klozetin üzerine oturup, şimdi daracık alanda sıkışmama sebep olan kucağımdaki kutuya baktım. Koyu gri naylon paketinin üzerinde gönderici ve alıcı bilgilerinin yazılı olduğu bir etiket vardı.
Rüzgar Buldanlı, 24, Promenade des Anglais, 06000, Nice, France.
İçim sökülüyormuş gibi hissederken naylonu parçalayarak yırttım. Tırnaklarımla kopara kopara streçleri çıkardım. Büyük beyaz kapağın altındaki köpüğü kaldırdığımda göz alıcı mavilikteki manzara tablosunu gördüm. Bir evin balkonundan liman, yelkenlilerin direkleri ve sonsuz mavilikte bir deniz görünüyordu. Rüzgar'ın bana tarif ettiği evinin manzarası olduğunu hemen anlamıştım. Birlikte mutlu olacağımıza inandığı o evin manzarası.
Düğüne sayılı gün kalmışken bir kez daha yüreğim paramparçaydı. Tablonun yüzeyindeki boya kabartılarını sanki Rüzgar'a dokunabilirmişim gibi elimle okşadım. Tam da o anda kutunun kenarına sıkıştırılmış mektubu farkettim. Midem bir yumruk gibi sıkılır kalırken kalbim bir kez daha ağzımın içinde atmaya başladı. Zarfın içinden ikiye katlanmış küçük bir kağıt çıktı. Üzerindeki satırlar zarif ve düzgün bir el yazısıyla yazılmıştı.
Sevgili Işık,
Bugün düğün davetiyeniz elime ulaştı. Takdir edersin ki o düğüne ben katılamayacağım. Sen yine de Tekin'e tebriklerimi ve mutluluklar dilediğimi ilet.
Hayatından bütünüyle çıktığım için bana kızgın olduğunu biliyorum. Fakat seninle arkadaşça bir iletişim sürdürmek akıl sağlığımı korumam açısından doğru gelmiyor bana. Zaten bizden arkadaş da olmazdı, anlayabiliyorsundur bunu. Aklımdan silmem gereken hala çok şey var. Henüz mücadelemi tamamlamadım. Çabalıyorum ama. Elbet sona erecek. Bu yüzden birbirimizi hiçbir koşulda görmememiz bence artık daha doğru. Eskiden başka doğrularım vardı ama artık doğruların sadece benim doğru olduğuna inandıklarımla sınırlı olmadığını anladım. Benim doğrularım sana uymak zorunda değildi, uymadı, bunu da anladım. Bir seçim yaptın Işık, bu seçim artık üçümüze ait. Ben bu seçime uymak zorunda olduğumu kabul ederek gittim hayatından, sen de bundan sonrasında mutlu ol. Gözyaşların akmasın daha fazla çok ama çok mutlu ol.
Umarım hediyemi beğenmişsindir ve sana daima güzel şeyler anımsatır.
Tüm sevgim ve iyi dileklerimle,
Rüzgar
Kağıdı katlayıp zarfa geri koydum ve zarfı kalbime bastırdım. İnce ince süzülen gözyaşlarım gittikçe güçlenip sel olup aktıkça, içimdeki yara daha da derinleşti. Elimde bir adresi bile vardı fakat ilk kez hiçbir şeyi bırakıp gidemeyeceğimi, gittiğim yerde bıraktığım adamı bulamayacağımı anlamıştım. Çünkü bitmişti. Çünkü onun için de bitmişti. Seçtiğim yolda devam etmem gerektiğini kabullenmek zorundaydım.
************************
Tabloyu eski evdeyken depoya kaldırmıştım. Gözden ırak bir şekilde çürüyerek yok olmasını dilemiştim. Taşınırken görmeyince varlığı aklımdan tamamen çıkmıştı. Şimdi ise renklerinde en ufak bir solma olmaksızın tüm mükemmelliğiyle karşımda duruyordu. Gök mavisi kıyılarıyla fransız rivierası. Cote D'azur. Bana neyi kaybettiğimi hatırlatmak için Rüzgar tarafından gönderilmiş bir düğün hediyesi.
İçimde kaynayan öfkenin doğrudan hedefi tabloyu gizlediğim yerden bulup çıkararak yeni evimizde gözümün önüne sokan Tekin'di.
Sadece Rüzgar'ı özlemekten ibaret günlerim olmuştu. Sonra çok daha zor günlerim de olmuştu. Üstünden dört yıl geçip gitmişti. Önümüzdeki eylülde ise tam beş yıl dolacaktı o gideli. Sesini duymadan, yüzünü görmeden geçen neredeyse beş yıl, tablonun hoş bir anı olarak kalması gerektiğini kabullenmem için yeterli olmuyordu. Hala dinleyemediğim müzikler vardı. Onunla yürüdüğüm için hala yürüyemediğim yollar vardı. Çok zaman geçse de, üstüne çok başka şeyler yaşansa da geçmiş geçmişte kalmıyordu.
Fakat belli ki benim özlediğim gibi, Tekin de en yakın arkadaşını özlüyordu.
Yeni evimde, yeni hayatıma adım atarken, dernek etkinliklerinde daha faal yer almaya başladım. Yapacak başka işim olmadığından tüm vaktimi arkadaşlarıma, ayarlayabildikçe Seda'ya ve hayır işlerine ayırır oldum. Bu dönemde en sık kapı komşum Esin'le görüşüyorduk.
Esin'in hayatı ise dalgalı bir denizdi. Bir gün pilot kocasının onu kendinden yaşça oldukça küçük bir genç kızla aldattığını öğrendi. Çok hızlı bir boşanma süreci yaşadılar. Ev ve çocuk Esin'de kaldı. Boşanmalarından üç ay sonra Mithat yeniden evlendi. Esin'se anksiyete tedavisi görmeye başladı. Birlikte gidilen psikolog randevuları bizi birbirimize daha çok yaklaşırdı, kendini bir şeylerle daha çok meşgul edip düşünmemeye çalışma sürecini birlikte atlattık. Elinden her iş gelen becerikli arkadaşım bu enkazın altından sağ çıkmayı başardı. Benim aksime evde üzüle üzüle oturmayı reddedip, erkek kardeşiyle birlikte iş yerlerine ev yemeği servis eden bir catering firması kurdu.
Böylece arkadaş çevremde herhangi bir işte çalışarak gelir elde etmeyen bir tek ben kaldım. Ben de ufak tefek işlerle vakit öldürmeye devam ettim. Neslihan yeni çocuk kitapları yazdı. Ona eşlik ettim, birlikte imza günlerine gittik, fuarlara katıldık. Site yönetimine katıldım. Biçilecek çimlerden, ekilecek çiçeklere, havuz kulübünün yönetiminden, yeni yapılacak koşu pistine kadar gerekli gereksiz her konuda fikir beyan ettim. Daha çok hayır işleri etkinliğine katıldım ve zaman geçmeye devam etti.
Eylül ayında, güneşli, ılık bir cumartesi sabahı, geniş ve aydınlık mutfağımda, akşam ağırlayacağım misafirlerim için kullanacağım tabaklarımı hazırlarken en sevdiğim şarkı çalmaya başladı. Akşam, Tarık'ları yeni evimizde ağırlayacaktık. Yine nereden baksan bir seneye yakın oluyordu görüşmeyeli. Bu buluşmayı Tekin organize etmişti. Radyonun sesini yükselttim. Şarkıya eşlik etmeye başladığım sırada, Seda mutfak perdesini aralayarak bahçeden içeri girdi.
"Ohooo Beyonce hanım, nasılsınız?"
Seda cumartesi günleri çalışmıyordu. Yüzümde koca bir gülümseme oluşurken şarkıya eşlik etmeyi sürdürdüm. Elimdekileri tabakları bıraktım. Seda'ya sarılarak "Hoşgeldin." dedim.
"Hoşbulduk. Bu ne kadar da enerjik bir komşu böyle?"
"Aynen."
"Neye borçluyuz?"
"Sana."
"Beni şımartıyorsun."
"Yeterince şımardıysan bize kahve yap."
"Biliyordum! Her sözün yatırım senin."
"Çok ayıp." Gülüştük. "Ben şu tabakları salona taşıyana kadar sen de kahveleri yaparsın, hadi."
"Tamam, tamam. Bu kadar erkenden hazırlıklara başladığına göre akşam misafirin var. Kim geliyor?"
Tam listeyi sayabilmek için bir an durakladım.
"Tarık, Elif, Semih, Derya, Eren, Merve ve çocuklar."
"Bu eve ilk kez geliyorlar, değil mi?"
"Evet."
"Bilançoyu alalım; tam olarak kaç çocuk?"
"Tarık'la Elif'in iki buçuk yaşında ikizleri var. Semih'le Derya'da da iki çocuk ama biri daha üç aylık bebek. Eren'le Merve'nin ise Tarık'larınkilerle yaşıt bir oğlu var."
"Beş mi saydım? Yuh! Herkes ne üremiş arkadaş ya!" Gülüştük.
"Sen de üredin."
"Bir tane! Ve onunla yetinmeye kararlıyım."
"Valla ben bile onunla yetinmeye kararlıyım." Seda kahveleri yapmıştı. "Akşam siz de gelsenize." dedim.
"Yok yavrum. Kalabalığı çoğaltmayalım. Hem Asya'nın uyku düzeni bozuluyor. Ama yapmamı istediğin bir şey varsa yapayım."
"Asya'nın oyuncaklarından getirsene birkaç tane. Ufaklıkları küçük odada toplayacağım. Onun dışında yapılacak bir şey yok. Esin tatlı tuzlu her şeyi getirecek."
Tam bunu söylerken kapı çaldı. Esin, akşama misafirlerimin geleceğini duyunca ikramları hazırlamayı kendisi teklif etmişti. Sonuçta, profesyonel yemek şirketi vardı, benim de işime gelmişti. Kapıda eli kolu dolu bir halde, güleryüzüyle dikiliyordu.
"Nabersiniz?" diye seslendi. Seda'yla birlikte elindekileri aldık.
"Canım, ne kadar erkencisin?" dedim. Sarılıp öpüştük. Seda ona,
"Hoşgeldin şekerim. Sana da kahve yapıyorum." diye seslendi.
"Hoşbulduk. Çok az vaktim var. Kahveyi içer, kaçarım."
Masaya oturduğumuzda ikisi hiç vakit kaybetmeden çocuklar hakkında konuşmaya başlamışlardı. Dahil olamadığım yegane konu buydu.
"Dün Sinan'la Ege'nin okuluna bakmaya gittik. Çok beğendik. Galiba Asya'yı göndereceğiz."
"Ben sana dedim. Eski kocamın hayatıma kattığı en iyi kazanımlardan biri o okulu bulmak."
"Bırak şimdi kocanı."
"Nasıl bırakayım? Oğlanı tatile götürmek istiyor şimdi de. Yeni karısıyla beraber."
"E, götürsün canım."
"Bilmiyorum Seda. Çocuğun o kızla samimi olmasını istemiyorum, içime hiç sinmiyor."
"Yaşları yakın." diye takıldım.
Seda bana gözlerini kocaman açarken, Esin şakama alınmamıştı, gözlerini devirerek güldü. Biraz dertleştikten sonra Esin işe, Seda evine döndü. Ben de akşam için hazırlıklarıma kaldığım yerden devam ettim.
Tekin'in o gün, bir proje üstünde çalıştığı Hollandalı şirketin Türk yöneticileriyle öğle yemeği randevusu vardı. Öğle saatleri ikindiye dönerken bir ara arayıp yemeğin uzadığını haber vermişti. İç çekerek eve son kez göz gezdirdim. Kafamda negatif düşüncelere yer vermemeliydim.
Evle ilgili hazırlıklarım bitince odama çıkıp kendim hazırlandım. Son yıllarda aldığım kiloları gizleyen dökümlü siyah bir bluz ve sportif rahat bir pantolon giydim. Kulak hizasında sarı saçlarım dalgalıydı. Misafirlerimiz neredeyse gelirlerdi. Tekin'den haber çıkmadığını düşünerek saate baktım. Kolumdaki pırlanta taşlarla süslü evlilik yıldönümü hediyesine göre saat yediyi çeyrek geçiyordu. Arasam mı diye düşünerek telefonumu elime aldım. Gerek kalmadan sokağın başında o alıştığım araba sesini duydum.
Tekin arabasını evin bitişiğindeki garaja park etti. Eve garaj kapısından kolaylıkla girebileceği halde, istisnasız her defasında yaptığı gibi sokak kapısını çaldı. Gözlerim kapalı dahi olsa, ayaklarımın beni ezbere götürebileceği rotayı takip ederek kapıyı açtım. Burnuma kocamın alıştığım çekici kumral erkek kokusu doldu. Dört buçuk yıldır kocam dediğim adam karşımda duruyordu. Ona uzun zamandır inceleyen gözlerle hiç bakmadığımı farkettim.
Yıllar içerisinde herkes gibi o da biraz kilo almıştı. Çok yoğun çalışıyor, spor yapmaya pek vakti olmuyordu. Fakat duruşu güçlü ve dikti. Kır düşmeye başlayan şakakları, yılların yoğun çalışmasının ve yorgunluğunun izlerini taşıyan hafif kırışmış alnı ve göz kenarlarındaki gülme kırışıklıkları yakışıklılığından bir şey eksiltmemişti. Pırıl pırıl bakan gözleri hiç değişmemiş, iki değerli safir taş gibi ait oldukları yerde ışıldıyorlardı. Yüzü tertemiz traşlıydı. Tekin yaşlandıkça güzelleşen erkeklerdendi.
"Hoşgeldin." diyerek yanağından öptüm. "Nasıl geçti günün?"
"Çok yoruldum ya." diyerek öfledi. "Toplantı uzadıkça uzadı. Şu Hollandalılar özellikle Dubai'deki işlerimizi çok sorguladılar. Nedeni ortada. Geçmişte Dubai'de bizimkine benzer bir işi almak için çok uğraşmışlar, alamamışlar. Biraz kibir de var tabi, bu adamlar nasıl başardı diye düşünüyorlardı. Bugünden sonra fikirlerinin değiştiğine eminim. Bu kadar ilgi boşuna olamaz."
"Bence de." dedim. "Sen bu şirkete kancayı taktıysan, elinden kaçamazlar." Egosu okşanan Tekin'in gözleri mutlulukla parladı.
"Aksi görülmedi." Kravatını çözerken saatine baktı. "Oo saat baya ilerlemiş."
Bunu der demez sitenin giriş güvenliği arayarak misafirlerimizin siteye girişini haber verdi.
Gelenler araçlarını sitenin misafir otoparkına park ettikten sonra, beş dakikalık bir yürüme mesafesinin ardından evimize ulaşmışlardı. Bu beş dakikalık yolda önlerinden geçtikleri Amerikan tipi, iki katlı, bahçeli, özel garajlı, bazıları havuzlu evleri gördükçe neler düşündüklerini tahmin edebiliyordum. Birkaç sene önce maddi olarak aynı seviyede olduğumuz mühendis arkadaşlarımız, geçen senelerde ancak geçimlerini rahat sağlayacakları kadar ilerlemişlerdi. Tekin ve ben ise buradaydık. Kim bilir kimlerin hayallerini süsleyen bu lüks sitede yaşıyorduk. Fakat her güzelliğin o kadar da güzel olmayan bedelleri olduğunu benden iyi kim bilebilirdi?
Arkadaşlarımızı yola çıkarak karşıladık. Çoluklu çocuklu neşeli bir kalabalıktılar.
"Nasıl geldiniz? Yolu kolay buldunuz mu?"
"Otobandan çok kolay geldik. Göktürk sapağına kadar dümdüz otoban zaten, trafik yoktu. Göktürk'e saptıktan sonra biraz karıştı." diye anlatmaya başladı Tarık, cümlenin sonunda gülünce Eren lafa girdi.
"Birileri hepimizin önündeki navigasyonda sağa dönün yazıyorken sola döndü."
"Tamam lan ben sola döndüm. Peki siz niye döndünüz?"
"Oğlum önden giden sendin, bir şey biliyorsun sandık." dedi Semih.
"Hangi sapakta oldu bu?" diye sordu Tekin.
"Ya oğlum senin şu telefonda bahsettiğin yeri geçince." Tekin,
"Ben de sana sağ dedim." deyince Tarık'ın yüzü öyle bir ifade aldı ki, hepimiz gülmekten kırıldık.
"Açıkça söylüyorum hepiniz götsünüz!"
"Çocukların yanında oluyor mu şimdi bu dediğin Tarık?" diye müdahale etti Derya.
"Haklısın canım. Çocuklar kulaklarınızı tıkayın, birazdan daha sağlam küfür edeceğim."
Tarık'ların ikizler ve onlarla yaşıt olan Eren'in oğlu kulaklarını hemen kapadılar. Çok tatlıydılar. Güzeller güzeli Elif,
"Şu yaptığına bakar mısın?" diyerek kocasını şakadan azarladı.
"Merak etme ben onları birazdan içerideki odada korumaya alacağım." dedim.
"Harikasın canım."
"Millet, bizim atışmamız bitmez. Sizi yemek odasına alalım." diye seslendi Tekin.
Ben mutfağa yöneldiğimde, kızlar da hemen arkamdan yardıma geldiler. Tatlı sohbet ve atışmalar aralıksız devam etti. Ufaklıkları küçük odada oynamaya yollayıp, büyükler olarak salonda sohbete devam ettik.
"Çok özlemişim böyle toplaşmayı ya." diye döküldü Tarık.
"Arayı açıp duruyoruz bakın. Bir daha aranın bu kadar açılmasına izin vermeyelim." dedi Elif.
"Bence de." dedim samimiyetle.
"Yalnız yine de eksiğiz." dedi Eren ansızın.
"Rüzgar denen o herife çok kırgınım." dedi Tarık. Bir ağızdan onayladılar.
Bense şaşkındım. Rüzgar'dan bahsedebilecekleri başka zamanlar olmuştu. O zaman da kırgınlardı ama buluştuğumuzda adı anılmamıştı. Bunca zamandan sonra neden şimdi?
"Ben de konunun açılmasını bekliyordum." dedi Tekin. "Dün enteresan birşey oldu. Yıllar sonra zatı alilerinden bir telefon aldım." Gözlerini devirenler oldu. Tekin ironi yapıyor sanmışlardı.
"Bizi de çocuk olunca aramıştı abi. Hayırdır? Işık hamile mi?" dedi Semih. Gülüşmeler oldu. Tekin gülmedi. Ben de hiç gülmedim. Rüzgar'ın Semih'lerin çocuğu olduğunu nasıl öğrenmiş olabileceğini düşünüyordum. Fakat Tekin,
"Babasının hastalığını öğrenmiş." dediğinde, öncesinde ne düşündüğümü unuttum. Bütün gülüşmeler durulmuştu şimdi.
Benim beynimse alarm konumuna geçmiş hızla çalışıyordu.
Rüzgar Tekin'i aramıştı.
Necip Bey, Rüzgar'ın yokluğunda Tekin'le sık görüşüyordu. Son zamanlarda Tekin'den Necip Buldanlı'nın sağlık problemleri yaşadığını duyuyordum. Yıllar yılı şantiyeye adım atmamış olan Tufan babasının isteği üzerine inşaat sektörünü öğrenmeye çalışıyordu. Kendi işlerinin bazılarını devrettiğini ve ağırlığı babasının işine verdiğini de Tekin'den öğrenmiştim. Bir şeyler oluyordu. Belli ki bir süredir tüm belirtiler ortadaydı fakat ben görememiştim. Tekin dile getirmeden saniyeler önce beynimin içinde neon harfler, büyük büyük puntolarla yandı: Rüzgar, diyordu Tekin, kulaklarımı kapatmak istedim.
"İstanbul'a geliyormuş."
Salondaki kalabalıktan bir an için çıt çıkmadı. Herkes duyduğunu sindirmeye çalışıyordu. Ardından şaşkınlık tepkileri ve sorular havada uçuştu. Bense yüreğimin ağzımda attığını kimse görmesin, yüzümün hali dikkat çekmesin diye apar topar Esin'in tatlısını servis etme bahanesiyle mutfağa sığındım.
Derin derin nefes aldım. Su yeşili dolaplar, beyaz mermer tezgah, benim pırıl pırıl, düzenli, geniş mutfağım.
Buzdolabının önündeki ekranda yanıp sönen dijital rakamlar.
Derin nefes.
Kafamı boşaltmam lazım. Konuyu değiştirmem lazım. Düşünme Işık. Düşünme.
Tezgaha yaslandım, ellerimi iki kenara dayadım, başım önde soluklanmaya çalıştım. Hayır, zihnim sadece tek bir konuya odaklanıyordu: Rüzgar geri dönüyordu. Bunu o kadar uzun zaman hayal etmiş, olmayacak bir hayale inanmış ve bunu o kadar uzun zaman kendimden bile gizlemiştim ki, bunca yıldan sonra gerçekliğine inanasım gelmiyordu. Salondaki konuşmalardan Necip Bey'in bir süredir kanserle mücadele ettiğini duyuyordum. Zaten sadece böyle üzücü bir olay Rüzgar'ın geri dönmesine sebep olabilirdi. Kendimi hızla toparladım. Babası hastaydı. İyileşemeyebilirdi. Bu yüzden geri dönüyordu. Mecbur olduğu için.
Yeniden derin bir nefes alıp, tatlı tabaklarını çıkardım. Buzdolabına koyduğum ve oradan çıkarmam gereken bir tatlı olduğunu hatırlamam ise biraz vaktimi aldı. Çabalamayı bırakıp Seda'ya mesaj yazdım: "Rüzgar dönüyormuş." Telefonumu titreyen elimden bıraktığım anda Elif mutfağa girdi.
"Napıyorsun burada sen?"
"Tatlı getiriyordum."
"Ne gerek var canım? Zaten bir sürü şey hazırlamışsın. Kimsenin daha fazla yiyebileceğini sanmıyorum."
"Bu çok özel bir tatlı ama bunu denemek zorundasınız." Gülümsedim.
İkramları kendim hazırlamadığımı söylemeyecektim. Önemsiz bir detaydı. Kalbim ağzımın içinde atarken şimdi karşımda dikilen Elif'in boncuk boncuk yeşil gözleri bile bana Rüzgar'ı hatırlatıyordu. Elif'lerin evinde toplaştığımız zamanlar. Elif'lerin evine gitmek bahanesiyle görüştüğümüz zamanlar. Rüzgar'ın kullandığı atv motosikletinde yaşanan o kısa anın büyüsü dağılsın diye Elif'in yanına gidişim. Elif'in bana "Rüzgar'ın hayatında özel biri mi vardı acaba?" diye soruşu.
Elif sırrıma dair hiçbir şeyi bilmezken aslında her şeyin içindeydi. Bir an onu iki kolundan sıkı sıkı sarsarak "Rüzgar geri dönüyormuş Elif!" demek istedim. Neyse ki dememeyi başardım. Elif bana yardım etmek üzere hazırladığım tatlı tabaklarını aldı, salona döndük.
Gece bittiğinde karmakarışık bir haldeydim. Arkadaşlarımız için gece güzel geçmişti, arayı açmadan, en kısa zamanda yeniden toplanmak istiyorlardı, bu kez Rüzgar'la birlikte. Erkekler Rüzgar'ın geri gelme haberiyle iyice mutluydular. Kırgınlıklar daha o gelmeden unutulmuş gibiydi. Bense endişeyle parmaklarımın kenarlarını kemiriyordum.
Çocuklar Asya'nın oyuncaklarını evin her yerine dağıtmışlardı. Mutfak bulaşık doluydu, ev ise darmadağındı. Benim için dağınıklık da yorgunluk da sorun değildi. Tekin muhtemelen pazar günü dışarıda olurdu. Böyle günlerde genellikle Esin'in erkek kardeşi Mert'le ya da Emre'yle buluşurlardı. Ben de temizlik için yardımcımı çağırırdım.
Tekin'le aynı anda yorgun ve düşünceli bakışlarımız kesişti. Ben, aklımı kemirenin ne olduğunu çok iyi biliyordum da onunki tahmin edememiştim.
"Demek ki çocuklu ev böyle oluyormuş." dedi kırgın bir ses tonuyla. Sonra arkasını döndü ve ağır adımlarla yatak odasına giden merdivenleri çıkmaya başladı.
*************
Rüzgar hafta başında İstanbul'a gelmişti. Düşündükçe bile elim ayağım güçten kesiliyordu. Fakat kanlı canlı karşımda görmediğim için gerçekten gelmiş olabileceğine bir türlü inanamıyordum. İçimde aynı anda sıkıntı, heyecan, endişe, korku, panik vardı.
Tekin evdeyken Rüzgar'la telefonda konuşmasına şahit olmuştum. İşlerle ilgili konuşuyorlardı. Necip Bey'in sağlığıyla ilgili pek konuşmadılar. Telefonu kapattığında ne kadar merak etsem de Tekin'e sormak istemedim. Rüzgar'la ilgili bir şey öğrenmek, bunca zamandan sonra, öğrenebileceğimi bilirken beni ölümüne korkutuyordu. Yakınlarda olduğu düşüncesi bile kanımı donduruyordu. Gerçekti. Yıllar sonra yeniden aynı şehirde nefes alıyorduk. Değişmiş miydi? Görsem hemen tanır mıydım? Peki o ne yapar, nasıl davranırdı beni görünce? Yüzündeki ifadeyi hayal etmeye çalıştım. Gülüşünü düşündüm. İlk tanıştığımız zamanlarda arkadaşlarının arasında mutluyken yüzündeki kocaman coşkulu ifadesini hayal ettim. O ifade daha çekip gitmeden önce değişmişti. Büyük kahkahalar yerini sakin gülüşlere, heyecanlı tavırlar yerini ciddi bakışlara bırakmıştı. Rüzgar'ı ciddi ifadeli yüzüyle hayal ettim. Kalp atışlarım hızlandı.
Bir an için, sadece kısacık bir an için görüştüğümüzü hayal ettim. Kalbim daha hızlı, çok hızlı, yerinden çıkarcasına hızlı atmaya başladı.
Kim bilir o beni ne kadar değişmiş bulurdu. Saçlarımı eskiden hiç boyatmazdım. Şimdilerde tek tük beliren beyaz saçları gizlemek için boyatmaya başlamıştım. O beni düz renkli ve sade halimle hatırlıyordu. Şimdi sarı saçlarımda kahve gölgeler vardı, kulak hizasında kısaltmıştım ve dalgalı kullanıyordum. Bu haliyle yaşımdan küçük gösteriyordum. Öte yandan biraz kilo almıştım. Pekala tam olarak beş kilo almıştım. Bacaklarım eskisi kadar ince görünmüyordu. Oturduğum zaman iyice yayılıyorlardı. Sıkı değildim. Otuz yaşındaydım. Böyle olması normaldi, değil mi? Kendimi düşünmeyi bıraktım.
Rüzgar geleli üç gün olmuştu ve bizim görüşebileceğimize dair bir ihtimal yoktu. Tekin'le görüşüyorlardı. Dostluk görevini kusursuz yerine getirdiğine göre, benimle görüşmek gibi bir niyeti yoktu. Öyleyse benim de onunla görüşmek gibi bir niyetim yoktu. Hem bunca yıldan sonra ne sebeple görüşecektik? Görüşsek bile ne konuşacaktık?
Bana görüşmememizin en doğrusu olduğunu kendisi söylememiş miydi? Öyleyse görüşmeyecektik.
Tekin onun ne kadar kalacağını bilmiyordu. Fakat uzun kalacağını düşünmüyordu. Hafta sona ermeden Elif yine Elif'liğini yapmıştı. Her nasılsa çok yoğun olduğunu iddia eden Rüzgar'ı geri dönmeden önce görüşmeye ikna etmişti, cumartesi akşamı yıllar öncesinde olduğu gibi Tarık'la Elif'in evinde buluşuluyordu.
Aynı günün sabahı stres başıma vurmuş haldeydim. Sinirli uyandım. Uyandığımıza göre yakında akşam olacaktı ve ben akşam olmasını istemiyordum. Korkuyordum ama bunu dışarı yansıtamıyordum. Stresimi anlamlandıramayan Tekin, birlikte kahvaltı ettikten sonra arkadaşlarıyla takılmak üzere kulübe gitti. Ardından Seda kahve içmeye geldi. Seda hal ve tavrımın sebebini biliyordu.
Bir zamanlar, beni çok severken, bunca yıldır ne görmek ne de haber almak istemeyen bir adamı gördüğümde ne hissedeceğimi bilmiyordum. Elif'in davetini bile zor bela kabul etmişti. Dolayısıyla oraya gidersem, zorlama bir görüşme olacağının farkındaydım. Birbirimize nasıl davranacağımızı bilemeyecektik. Çok rahatsız olacaktık. Kabul etmek istediğim bir yanım onu görmek için ölüp bitiyor, daha güçlü diğer yanımsa bu buluşmadan kesinkes uzak durmamı söylüyordu. Bahçede asabiyet sigaralarının birini yakıp daha bitirmeden söndürüp yenisini yakıyordum.
"Gün böyle geçmeyecek. Kalk, dışarı çıkalım." dedi Seda.
"Hiç giyinip, hazırlanasım yok şuan."
"Spor bir şeyler giy. Yürüyüş yapalım."
Koruda yaptığımız yürüyüş alev almış düşüncelerime iyi gelmiş, içimde kor gibi tutuşan kararımı perçinlemişti.
"Bu akşam Elif'lere gitmiyorum." dedim.
"Saçmalama, dikkat çeker."
"Çekerse çeksin. Onunla bir arada olup da yaratacağımız gergin ortamdan daha az dikkat çekeceği kesin."
Ve gitmedim. Tekin eve geldiğinde salonda ince polar battaniyenin altına girmiş yatıyordum. Midemi üşütmüşüm, dedim, ateşim var, dedim. İkna olması uzun sürmedi. Beni yalnız bırakmamak için kendi de gitmemeyi teklif etti. Aslında o kadar da kötü olmadığım konusunda ısrar ederek, onu Tarık'lara göndermeyi başardım. İçim yana yana evden çıkıp gidişini izledim.
Zaten bizden arkadaş da olmazdı. Böyle yazmıştı mektubunda. Haklıydı.
Onlar, benim arkadaş gruplarına katılmamdan çok daha öncesinde arkadaştılar. Ortak çok anıları, güzel bir geçmişleri vardı. Anıları benim katıldığım noktada çirkinleşmişti. Diğerleri değilse de Rüzgar ve ben bunu biliyorduk. Bugün geriye dönsem yaşanan hiçbir şeye engel olmazdım. Hatta belki olacaklara direnmeyi daha erken bırakır ve muhtemelen farklı seçimler yapardım. Geçmişe geri dönüp aklımdan geçirdiklerimi yapmış olsam hiçbirinin arkadaşlığı eskisi gibi olmazdı. Bu yüzden Elif'lere gitmeyerek önce kendimi sonra diğer herkesi korumuş oluyordum.
Tekin gittikten sonra evde düşünceler içerisinde huzursuz bir gece geçirdim. Çok üzse de, bu geceyi atlatmalıydım. Yarın yeni bir gün olacaktı. Yine atlatacaktım. Onsuz hayatıma devam edecektim.
Sabaha karşı kaçmalı kovalamalı stresli bir rüyadan uyandım. Gözlerim kocaman açık tavana bakarken, rüyanın etkisinden kurtulmaya çabaladım. Gördüğüm hiçbir öğe birbiriyle bağlantılı değildi. Rüyam da aklım gibi karmakarışıktı. Yanı başımda derin nefesler alarak uyuyan Tekin'e baktım. Beyaz eski bir tişört giyiyordu. Bu tişörtü yedi senedir tanıyordum. Tekin'in yüzündeki her bir kıvrımı da nefes alışverişi kadar yakından tanıyordum. Günlük hayattaki ciddi yüz ifadesi uykuda yerini gevşemiş, huzurlu bir ifadeye bırakmıştı. En azından birimiz huzurlu uykular uyuyabiliyorduk. Tekin sahip olduğumuz hayattan memnundu. İstediği gibi düzenini oturtmuş, kariyerinde ve özel hayatında ulaşmak istediği yerlere ulaşmıştı. Hayatta tek eksiğinin baba olmak olduğunu düşünüyordu. Yanı başımda derin uykudaki bu kaygısız yüzün benden başka bir kadına şehvetle bakmış olduğu gerçeği ömrümün sonuna kadar kaygılarımı canlı tutacaktı. Geçmişte onu çok sevmiştim. Sonra bir başkasını ondan çok sevmiştim. Bir seçim yapmış ve herkes için doğrusu olduğuna inandığım için Tekin'i seçmiştim. Ben bu yanılgıyla yaşamaya mecburdum.
Biraz sonra yan dönerken sanki kendisini izlediğimi hissetmiş gibi gözlerini araladı. Mavi gözleri yoğun kirpiklerinin arasında bir iki kırpışmanın ardından tamamen açıldı. Karşısında hareketsiz durarak onu izlediğimi anlayınca, uzanarak beni öptü.
"Günaydın." dedi.
"Günaydın. Geceniz nasıl geçti?"
"Keyifliydi." Bakışları gecenin anılarıyla canlandı. "Sanki araya yıllar girmemiş gibi çocuklaştık."
"Tahmin edebiliyorum." Gülümsedim.
"Keşke sende olsaydın. Herkes seni sordu."
"Keşke."
"Biraz daha iyi oldun mu?"
"Evet, daha iyiyim. Gelseydim geceyi ziyan ederdim."
"Dinlenmen iyi oldu." dedikten sonra biraz durakladı, söyleyeceği şeye tereddüt ediyor gibiydi, "Gerçekten daha iyi hissediyorsan, -yani zorla değil- sadece bir fikir, Rüzgar'ı bu akşam bize çağıralım mı?"
İç organlarım büzüşmüş gibi oldu.
"Nereden çıktı şimdi?"
"Gitmeden önce seni de görmeyi çok istediğini söyledi. Ve yarın gidiyormuş."
Düşünme yetimi bu cümleyle birlikte yitirmiştim.
"Öyle mi söyledi?"
"Evet, şaşırdın."
"Biliyorsun, biz eskiden Rüzgar'la pek iyi anlaşamazdık."
"Çok eskidendi o, hatırlasana, sonra düzelmiştiniz. Hatta bizimkiler hala, ben Japonya'dayken kurduğunuz ikili ittifakı anlatıyorlar."
Kasılan yüzümde şimdi saçmasapan bir ifade olmalıydı. Kusacak gibi hissediyorken, kusacak gibi de görünüyordu insan.
"Çok zaman oldu, unutmuşum gitmiş." dedim.
"İyi misin sen gerçekten? Pek iyi görünmüyorsun."
"Adam yarın yola çıkıyormuş. Bugün hazırlanması gerekmez mi? Soracaksan sor." dedim kontrol edemediğim bir agresiflikle.
Tekin, garip davranışlarımın üzerinde durmadı. Hevesle yataktan kalkarak, komidinin üstündeki telefonunu aldı. Rüzgar'a mesaj atıyordu.
Ben de yatay pozisyondan oturur pozisyona geçmiştim. Gözümü dikmiş Tekin'in mesajlaşmasını izlerken, içimden ellerimi göğe açmış dualar ediyordum. Lütfen, lütfen, lütfen gelmesin ama lütfen, lütfen, lütfen, işi çıksın, vazgeçsin, gelmesin. Neden gelsin ki? Neden gelsin?
Hiçbir şeyden habersiz Tekin sırıtan bir yüzle bana döndü. "Geliyormuş." dedi.
Allah'ım şu canımı hemen almamanın sebebi neydi?
Peki ya Rüzgar, gitmeden önce neden beni görmek istiyordu?
Onun sebebi neydi?
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro