7. Ateşkes
Seda'yla konuştuktan sonra oldukça rahatlamıştım.
Yaz boyunca Rüzgar'ı normalinden çok daha az gördüm. Pazartesi toplantılara katılmaz olmuştu. Yurtdışından arkadaşlarının geldiğini söyleyerek ortak aktivitelerimize de çoğu zaman katılmıyordu ve zaten herkes yaz rehavetinde olduğundan arkadaş grubumuzla kışın olduğu kadar sık plan yapamıyorduk. Bu dönemde Eren'in sessiz sedasız bir ilişkisinin başladığını öğrendik. Kız arkadaşıyla birbirlerini yeni tanıma sürecinde olduklarından o da genellikle bizden ayrı takılıyordu. Tarık'ın ortaya attığı bir tatil fikri vardı. Ağustos sonunda izinlerimizi aynı tarihe ayarlayıp, hep beraber Kaş'a gitmeyi kararlaştırdık. Tarık'la Elif daha önce Kaş'ta kalmışlardı. Anlata anlata bitiremiyorlardı. Doğma büyüme İzmir'li olduğumdan eskiden tüm yazlarımı Çeşme'deki yazlığımızda geçirirdim. Antalya ve çevresini ise hiç bilmiyordum. Bu tatil için şimdiden heyecanlanıyordum.
İstanbul'da geçen kurak yazın benim için en güzel yanı Tekin'le baş başa geçirdiğimiz günlerdi. Sevgilimle sahilde keyifli yürüyüşler yapmak, haftasonları festivallere, kültür sanat aktivitelerine katılmak, Tekin'le hayatı paylaşmak artık hayatımın ta kendisi halini almıştı. Son zamanlarda çoğunlukla onun evinde, daha seyrek olarak ise benim evimde birlikte kalıyorduk.
Bir gün öylesine bir edayla,
"Hafta sonu Edirne'ye gidelim mi?" diye soruverdi. Edirne demek ailesi demekti.
"Olur." dedim ben de öylesine bir edayla. "Gidelim."
"Seni annemlerle tanıştırmak istiyorum."
Düşüncesiyle bile kalbim pır pır etmeye başlamıştı.
"Sen benim ailemle tanıştın çoktan. Ben de seninkilerle tanışmayı çok isterim."
Sanırım bu tarz tanışmaları ne kadar hızlı ve beklenmedik gerçekleştirirsen o kadar az stresli oluyordu. Tekin kadar şanslı değildim ne yazık ki, benimkisi gayet haberli gerçekleşiyordu.
Bir hafta sonra kısa bir hafta sonu gezisi planlayarak Edirne'ye gittik. Sevgilimin büyüdüğü evi, çocukluğunu geçirdiği, top koşturduğu mahalleyi, okuduğu okulları keşfetmek benim açımdan çok özel bir deneyimdi. Anne babası ilk başta çekingendiler, doğal olarak, ben de onlara karşı öyleydim. Birbirimize ısındıkça ne kadar sıcakkanlı ve sevgi dolu insanlar olduklarını öğrendim. Babası bir bankadan emekliydi. Annesi ev hanımıydı. Benim annem ev hanımı olmadığından bizim evde mutfakta fazla uğraşılmazdı. Mutfak becerilerim kısıtlıydı bu yüzden. Tekin'in ailesi yemeğe yardım edeyim diye el attığım basit bir salatayı bile içtenlikle övmüşlerdi. İki günü bolca sohbet ederek geçirdik. Yanımızda herhangi bir talep cümlesi kurmamalarına rağmen, gelecekteki gelinleri gözüyle görüldüğümü ve hatta onaylandığımı hissedebiliyordum. Bu iyi niyetli insanların beni kızları olarak kabul etmelerinden dolayı sadece mutlu olabilirdim.
Dönüş vakti geldiğinde sanki onları uzun zamandır tanıyormuşum, sanki uzun yıllar birlikte yaşadığım insanlardan kopuyormuşum gibi hissediyordum. Tarifi güç bir şekilde buruktum. Tekin'in babasınınkiler gibi maviş gözlerinden, sessiz bakışlarından akan sevgi ise içimi sıcacık kılıyordu. Eve dönüş yolunda hala Tekin'in çocukluk fotoğraflarına gülüyordum. O ise eski komik hallerine hem gülüyor hem de utanıyordu. Kısacık aile ziyaretimizde sevgilimin içindeki çocuğu görmüştüm. O çakır gözlü, sarı saçlı, kısa pantolonuyla top peşinde koşturan, uysal ve akıllı oğlan çocuğunu; bugünkü idealist ve kararlı adamı sevdiğim kadar çok sevmiştim. Bu kısa tatilin bizi birbirimize daha da bağladığını derinden derine hissedebiliyordum.
Ağustos sonunda planladığımız uzun tatili yaptık. Rüzgar'ın bahane ettiği iş yoğunluğu nedeniyle katılmadığı, onun dışında arkadaş grubumuzun tamamıyla beraber geçen bir hafta hayatımın en güzel tatiliydi.
Eren kız arkadaşını nihayet bizlerle tanıştırmıştı. Merve, Eren'in iş arkadaşlarından birinin kuzeniydi. Bir doğum günü partisinde tanışmışlardı. Henüz iki aydır çıkıyorlardı ama aralarındaki uyum sayesinde sanki daha uzun zamandır birlikte gibiydiler. Merve, ilk tanıştığımızda bize biraz mesafeli davransa da aslında bunun çekingenliğinden kaynaklandığını kısa sürede grubumuza, şakalarımıza alıştığında anladık. İçimden normali de bu, diye geçirmeye engel olamıyordum, normal insanlar yeni tanıştıkları insanlara karşı mesafeli ve çekingen olabilirler fakat hırçın ve kavgacı bir tavır takınmazlar. Normal insanlar. Bütün yaz görüşmediğimiz halde arkadaşlarının diyaloglarında, telefonun ucunda, bir şekilde her daim hayatımızda olan Rüzgar'ı düşünmekten, kıyaslama yapmaktan kendimi alamıyordum.
Eylül ayı bir kez daha haberlerle geldi. Tekin iş için Japonya'ya gidiyordu. Bana haberi verişini hiç unutamıyordum.
"Tek başına mı gidiyorsun?"
"Bir iki haftalığına Gülçin ve Hasan'da benimle gelecekler."
"Onlar bir iki hafta. Peki ya sen?"
Duyduğu endişe gözlerinden okunmuyor, adeta bir marş gibi haykırıyordu. Alıştıra alıştıra söylemeye çalıştığı ortadaydı. Fakat sanki benim boğazım sıkılıyordu.
"Aşkım desteğin benim için çok önemli. Çünkü bu iş benim için çok önemli."
"Ne kadar kalacaksın Tekin?"
"Tokyo'daki merkezde bir iki hafta. Sonra Osaka'daki fabrikada iki-iki buçuk ay kadar kalmam gerekebilir."
"Üç!" dedim gırtlaklanıyormuş gibi. "Üç ay! Toplamda üç ay, öyle mi?"
"Işık." dedi o da, düşük perdeden bir ses tonuyla, adeta vahşi bir hayvanı sakinleştirmeye çalışır gibiydi.
Fakat ben sakinleşmek değil avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Medeni bir insan gibi davranmak çok zordu. Birbirimize bu kadar alışmışken onu çok uzaklara göndermek fikrini sindiremiyordum. Tıpkı Seda'nın evlenişinden sonra hissettiğim o yoğun yalnızlığa düşmekten korkuyordum. Bencilliği bir kenara bırakıp bu büyük fırsatı kabullenmek için, Tekin'i anlamak için sahip olduğum tüm çabayı gösterdim. Hali hazırda yürüttüğümüz projede Japonların üstlendiği kısımla ilgiliydi yapacağı iş. Bizim yürüttüğümüz kısımdan ayrı olarak Japonlar, kendi alanlarında Tekin'den yardım istemişlerdi. Turhan Bey işin maddi getirisini ve Tekin'in geleceğini düşünerek öneriyi kabul etmişti. Bu gerçekten Tekin için çok iyi bir fırsattı. Ve bu işi ne kadar istediğini gözlerinde parlayan tutkuda görebiliyordum.
Tekin gidiyordu. Ben kalıyordum. Çaresizliği buram buram soluyor, engel olamıyordum.
Haber iş yerinde heyecanla karşılanmış, işlerin yürümesi yeni bir düzene bağlanmıştı. O dönene kadar İstanbul'daki proje yönetimini Tekin'e vekaleten Hasan'la Gülçin üstleniyorlardı. Tekin'de Japonya'da kendisine gönderilecek raporlar ile işin takibini sürdürecekti.
Gitmeden önceki hafta hep beraber Semih'in doğum gününü kutladık. O gece Tarık'la Elif evlenme kararı aldıklarını açıkladılar. İçime sanki kalıcı olarak yerleşen burukluğuma rağmen mutlu bir geceydi.
İçimi yakan burukluk hissine, daha gitmeden gitmiş gibi hissetmeme rağmen boğazıma bir yumru gibi dizilen hüzünlerimi yutkundum. Valizini birlikte hazırladık.
"Beni senin kadar iyi tanıyan başka kimse yok Işık." diyordu. "Ne annem babam, ne Rüzgar. Usul usul içime işledin, bir parçam oldun sen benim. İnan gidesim yok. Şu iş iyi bir fırsat olmasa, sensiz hiçbir yere gitmek istemezdim."
Hislerimizin bu denli aynı olması beni iyiden iyiye sulu göz bir insan yapmıştı. Nasıl tutabilirdim ki, sessiz sessiz yaşlar döküyordum.
"Susar mısın lütfen?"
"Gel buraya gel, huysuz kızım benim."
Kollarının arasına sığındım. Huzurlu sığınağıma. Şimdi sığınağımla arama kıtalarca mesafe giriyordu. İçim isyanlardaydı, üşüyordu. Gitmesini bir an olsun istemezken içimdeki isyanları durdurdum. Yapıcı bir tavır takınmam ikimiz için de en doğrusuydu.
"Bu fırsatı kaçıramazdın. Zaten zaman hemen geçecek. Bir bakmışız dönmüşsün."
"Evet öyle bitanem. Hemen döneceğim ve sen evimizi sıcak bir yuva olarak tutacak, ben dönene kadar uslu bir kız olacaksın."
Yüzümü gömdüğüm göğsüne doğru güldüm.
"Deli."
"Hala ağlamıyorsun, değil mi?"
Evimiz dediğinden beri ağlamıyordum. Evimiz. Ne güzel bir kelimeydi.
"Bu gece için plan yaptım. Özel bir isteğim var."
"Neymiş o?"
"Sen, ben, Rüzgar dışarı çıkacağız. Şöyle bir sağlam içelim, efkar dağıtalım."
"Ya hayatım, nereden çıktı şimdi bu Allah aşkına?"
"Ben istiyorum. Hayret bir şey. En yakın arkadaşım ve sevgilimle içmek isteyemez miyim?"
"İyi tamam. Nasıl istiyorsan öyle olsun."
Bu fikirden hiç hoşlanmamıştım ama gider ayak Tekin'i kırmayacaktım. Arabeskten Türk Sanat müziğine geniş bir repertuarın sahnelendiği eski usül bir gazinoda rezervasyon yaptırmıştı. Rüzgar mekana bizden önce gelmiş, çoktan bir büyük açtırmıştı. Bütün yaz görüşmemiştik ve yüzündeki nahoş ifadeye bakılırsa bizim cephede değişen hiçbir şey yoktu. Bu zoraki buluşmadan belli ki o da hoşlanmıyordu. İroni beni içten içe gülümsetti. Rüzgar'la ben sadece Tekin ve bir de anlaşamadığımız unsurlar söz konusu olunca aynı fikirde buluşabiliyorduk. Baştan kaybedilmiş bir davaydık. Masada yüz yüze otururken birbirimize zoraki gülüşler saçıyorduk. İkimizin aksine Tekin'in keyfi gözle görülür şekilde yerindeydi. Fakat sanki bilerek yapıyormuş gibi, peş peşe bizi dumur eden cümleler kuruyordu.
"Ben gidiyorum. Biliyorsunuz, ölmek var, kalmak var. Aklım sizde kalmasın. Kendinize dikkat edin. İyi geçinin."
"Askere mi gidiyorsun aşkım?"
"Yok yok. Direkt cepheye gidiyor amına koyayım."
Duygusal konulardan konuşmaya çalıştığında canımıza okuyordu, bu yüzden onu susturmaya, günlük konuşmalar yapmaya çabalıyorduk. Rüzgar Tekin'in yokluğunda işlerin bizim şirkette nasıl yürüyeceğini anlamaya çalışıyordu.
"Beni Gülçin'le muhatap edeceksin. Hala arıyor biliyor musun?"
"Şaşırmadım. Çok bağlanmıştı sana. Işık'tan epey medet umdu."
"Ben kim oluyorsam." diye söylendim. Rüzgar'ın tepkisiz bakışları yüzüme şöylece bir değip geçti. Kendimi iyice kötü hissettirmişti. Önümde duran kadehe sarıldım. Bazı utançlar ne kadar zaman geçerse geçsin insanı terketmiyordu.
"Hasan var bir de abi. Gülçin olmazsa onunla konuşabilirsin. Işık'la da. Beni de ara tabi. Beni sadece iş için değil, her şey için arayın, yalnız bırakmayın." dedi ikimize de bakarak. Yine duygusala bağlamıştık.
"O nasıl söz aşkım?"
"Boş boş konuşuyor işte." dedi Rüzgar da.
Saçlarını karıştırarak güzel kafasını kendime doğru çektim, o da başını boynuma yasladı.
"Seni çok seviyorum." dedim yüzümü yüzüne doğru eğerek. Gözlerimi gözlerine kenetledim. "Sen işlerine odaklan maviş. Çabucak dön."
Şerefine kadeh tokuşturduk.
"Çok şey istemiyorum." dedi yine ve yine. Çünkü iyiden iyiye sarhoştu artık. "Aklım sizde kalmasın. Çocuk gibi didişmeyin. İyi geçinin." Ben bıkkınlıkla gözlerimi devirirken Rüzgar kızarak kafasını iki yana sallıyordu.
"Ben ciddiyim. Işık sana emanet Rüzgar."
Gözlerim yuvalarından fırladı.
"Aşkım ne emaneti?" diye çıkıştım. "Saçmalamayı keser misin?"
Tekin benden alamadığı onayı almak üzere baskıcı bir ifadeyle Rüzgar'a döndü.
"Tamam." dedi Rüzgar beni hayrete düşürerek. "Bana emanet."
Küçük dilimi yutmuş olabilirdim. Tekin mutluydu.
"Neyse, ben bir tuvalete gidip geleyim o zaman." diyerek ayaklandı.
"Hadi git, git. Yüzüne de su çarp."
O yalpalaya yalpalaya giderken Rüzgar'la birbirimize sıkıntılı bir ifadeyle baktık. Bence konuşacak hiçbir şeyimiz yoktu. Sahnedeki allı pullu kırmızı bir elbise giymiş kadın solist yeni bir şarkıya başlıyordu. Ve müzik sıkıntılı sessizliği doldurdu.
Yıllar var ki biz seninle
Bakışarak konuşuruz
Sevdalanmış kalbimizle
Rüyalarda buluşuruz
Şarkının hipnotize edici bir etkisi vardı. Rüzgar'la biz birbirimize bakıyorduk.
Bu şarkıyla kavuşuruz
Müzik usul usul içime işlerken gözleri de müzik gibi gözlerime işliyordu. Kanım tenimin altında adeta gürlüyordu.
Yıllar var ki biz seninle
Bakışarak konuşuruz...
Alkolün kadehte durduğu gibi durmadığı aşikardı. Alkol kötü bir şeydi. İnsanın tüm yüzünü, tenini, bedenini yakıyor, kalbini olması gerekenden farklı bir tempoda çarptırıyordu. Gözlerimi simsiyah bir çift gözden koparma isteğiyle içten içe adeta bir savaş veriyor fakat başaramıyordum.
Aşk gülümüz solsa bile
Gözümüz yaş dolsa bile
Zaman geçmiş olsa bile
Gözlerinde gördüğüm manayı hiçbir şekilde okuyamıyor fakat o mananın yarattığı çekim yüzünden nefes bile alamıyordum.
Rüyalarda buluşuruz
Bu şarkıyla kavuşuruz
Usulca ve beni azad edercesine gözlerini kırptı. İçimde bir şeyler upuzun siyah kirpiklerin göz altlarında bıraktığı gölgede takılı kaldı. Gözlerini gözlerimden ayırdı, bakışlarını önüne eğdi, kadehine uzandı ve kadehte kalanı fondip yaptı.
Hiç kimseye söylenmeden
Hasretimiz bilinmeden
Gizli gizli görülmeden
Rüyalarda buluşuruz
Bu şarkıyla kavuşuruz
Sözler insanı adeta bulunduğu yerden soyutluyor, zaman farklı bir hızda akıyor, Dünya bile farklı bir hızda dönüyordu. Rüzgar, sırtını geriye yasladı, göğsünü bir yelken gibi şişiren derin bir nefes aldı, yavaşça koyverdi.
"Sıkıldın mı şarkıdan?" diye sordum, yoğunluktan sıyrılmak istercesine.
"Çok alaturka." diye cevap verirken dudağının kenarını ısırıyor, belli belirsiz sırıtıyordu.
"Sen alafranga seversin tabi." dedim. Öyle bir güldü ki beni benden aldı. Tekin'in masada duran paketine uzanıp içinden bir sigara çıkardım. Çakmağı tutuşturmayı bir türlü beceremedim. Uzandı. Çakmağı elimden aldı.
Hani neredeyse gözleri gözlerime değercesine yakındı. Kirpikleri değmediği halde, değiyormuşçasına içimi gıdıklıyordu. Gözlerini bu kadar yakından ilk kez gördüğüm o anı dün gibi hatırlıyordum. Hala ondan ilk gördüğüm andaki gibi kaçmak istiyordum.
"Hani içmiyordun?" diye sordu. Sigarayı kastettiğini sonra anladım.
"İçiyorum ara ara." dedim.
Sigaramı kolaylıkla yaktı.
İkimiz de aynı anda "Aşk gülümüz solsa bileee..." diyerek masaya dönen Tekin'e döndük. "Gözümüz yaş dolsa bileee..."
O kadar söyleyemiyordu ki, yani ancak o kadar söyleyemiyordu. Sinirim bozulmuştu, koyverip gülmeye başladım. Tekin gülüşüme katılarak, "Ha şöyle ya! Gülsün benim aşkım!" diyerek yanağımdan makas aldı. Sarhoş bedeninini yanımdaki koltuğa bıraktı. Bir kolunu omzuma attı. Kadehini tokuşturmak üzere havaya kaldırdı, Rüzgar'ın boş kadehini gördü. "E bitmiş bu? Doldursana."
Kadehindekini fondip yapıp kendininkiyle beraber doldurması için Rüzgar'a uzattı.
"Tekin." dedim fısıldarcasına. "Yavaşlasan mı artık biraz?"
Bana cevap vermek yerine devam eden şarkıya eşlik ederken yanağıma sulu bir öpücük kondurdu. Rüzgar ikiletmeden kadehleri yeniden doldurmuş, kendine de bir sigara yakmıştı. Kadehler tokuştu. Tekin yüksek sesle şarkılar söyledi. Onun coşkusunu gören sanatçı kadın elindeki mikrofonun kablosunu çeke çeke yanımıza geldi. Tekin eşlik etti, birlikte söylediler. Rüzgar ise arkasına yaslandı. Sanki rolleri değişmiş gibiydiler. Onu ilk tanıdığımda gürültülü bir sesle konuşan, sulu şakalar yapan bir Rüzgar vardı, şimdi karşımda oturan ise bambaşka biriydi, durgundu, ciddiydi. Gecenin geri kalanında ne yüzü güldü bir daha ne de gözleri gözlerime değdi.
Tekin gideli bir hafta olmuştu. Her gün birbirinden zorlu geçiyordu. Sabahları keyifsiz uyanıyordum. İş yerine gitmeye mecalim yoktu. Eve dönmeye mecalim yoktu. Havanın da günden güne bulutlarla kaplanması iyice ruhumu sıkıyordu. Seda ve arkadaşlarım sıklıkla arıyorlardı ama telefonu kapattığımda ortaya çıkan boşluk hissini sevmiyordum. Kasvetli ruh halimi Tekin'e mümkün olduğunca yansıtmamaya çabalıyordum. Benim aksime onun her günü yoğun ve hareketli geçiyordu. Gün içinde kısa kısa, akşamları ise daha uzun olacak şekilde görüntülü arama ile konuşabiliyorduk.
İkinci hafta da aynı şekilde geride kalmıştı. Hafta sonunu Seda'yla geçirmiştim. Rüzgar ise, hal hatır sormak üzere bir kez aramış, kısa konuşmamız esnasında iş konusunda yoğun bir dönemden geçtiğini söylemişti. O detay vermese de gazetelerin ekonomi bölümlerinde Buldanlı Holding'in Ceo'su görevini babasından devraldığını okumuştum. Artık birlikte çalıştığımız proje toplantılarına katılmıyor, yerine ekibini gönderiyordu.
Günler iyiden iyiye rutine dönmekteydi. Uykulu bir pazartesi sabahı, her zamanki gibi haftalık toplantıya hazırlanıyorduk. Gülçin ve Hasan Japonya'dan yeni dönmüşlerdi. O sabah çok yağmur yağıyordu. Yollar berbat durumdaydı. Buldanlı ekibi toplantıya geç kalmıştı.
Melis lobiden Hasan'ı arayıp, geldiklerini haber verdi. Herkes kendi çapında hareketlenirken ben de klasörlerimi topladım. Asansörün kapısı açıldı. Yerden göğe kadar upuzun boyu ve çekici endamıyla inen Rüzgar'ı gördüm, arkasından ekibi indi. Baştan aşağı koyu renk giyinmişti. Daha adımını attığı anda ofiste hiç mi hiç değişmez bir etki ve heyecan dalgası yaratmıştı. Kızlar fısır fısır konuşuyor, duyurmamaya çalışarak şakalaşıyorlardı. Artık koskoca şirketin Ceo'su olduğundan kimse gelmesini beklemiyordu ama yerine müdür atamadığı için kendisinin gelmesi de gayet anlaşılırdı. Herkes niye bu kadar şaşırıyordu, ben asıl onu anlamıyordum. Gülçin'in yüzü düşmüş, eli ayağına dolaşmıştı. Karşı masamdan bana yardım dileyen bakışlar atıyordu. O gün Turhan Bey şirkette değildi. Gülçin'e whatsapp'tan "İstemiyorsan toplantıya girme. Hasan'la ben idare ederiz." yazdım. Ellerini dua eder gibi birleştiren emojiyle cevap verdi, "Çok sağol. İşi çıktı sahaya gitti dersin." "Sen merak etme."
Aylardır toplantılara katılmadığı için Rüzgar'ın soracak çok sorusu vardı. Özellikle Hasan'ın yokluğunda benim idareten takip ettiğim analizlerin üzerinde çok durdu. Ekibinin sağlı sollu yolladığı soruların kısa cevapları yoktu, onların istediği şekilde açıklayabilmem oldukça uzun sürecekti. Elimden geleni yaptım ama her şeyi bir anda anlatamazdım.
"Üstelik bugün de ulaşmasını beklediğim bir rapor var. Sahadaki arkadaşlarımız üzerinde çalışıyorlar. Onu da alıp bugüne kadarkilerle birleştirebilirsem, daha sağlıklı sonuçlar elde ederiz."
"Bu birleştirme işini ne kadar zamanda yaparsın?" diye soran Rüzgar'dı.
"Rapor bugün gelirse, bu akşam üzerinde çalışıp yarına yetiştiririm."
"O zaman yarın senden hepsini mail olarak alalım. Bizim de ilerleyebilmemiz için sendeki analizleri takip etmemiz çok önemli."
"Peki Rüzgar Bey." dedim. Bana akşam yine evde çalışma görünmüştü. Sorun değil diye düşünüyordum. Kendimi sıkıştırmıştım sadece. Yoksa evde oturup kendi sessizliğimi dinlemektense çalışmak iyi gelecekti.
Toplantı çıkışı şirketten ayrılır ayrılmaz Rüzgar mesaj attı.
"Akşam birlikte çalışabilir miyiz? Toplantıda kısa kesmek zorunda kaldığımız yerleri de böylece sorabilirim."
Çok kısa bir an düşündüm. Şirkette çalışsak olmazdı. Alıştığım bir ortamda çalışmak istediğim için onun evi de olmazdı.
"Olur. Akşam bana gelebilir misin?" yazdım.
"Konum yollarsan gelebilirim sanırım." diye cevap verdi. Cümle sonuna gülücük koymuştu. Ekrana bakarken ben de gülümsedim. Haliyle evimin yerini bilmiyordu. Evi derli toplu bırakıp bırakmadığım aklıma takıldı. Fazla dağınık olmamalıydı, yine de erken gidip bir göz atmalıydım. Evde yemek yoktu. Erken gelirse dışarıdan söylerim diye düşündüm. Akşam yoğun bir şekilde çalışmam gerekecekti. Yemek yapmakla vakit kaybedemezdim.
Rüzgar gece onda kapımı çaldığında evi çoktan toparlamış, bulunsun diye yalandan bir makarna yapmış, ofis işlerimi bile kolaylaştırmıştım. Dışarıda sağanak yağıyor, gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Artık gelmez diye düşündüğüm bir andı.
Karşımdaki Rüzgar ayakta durmakta zorlanıyordu. Belli ki alkollüydü. Koyu renk saçlarından sular damlıyordu. Siyah, uzun, ıslanmış kabanını çıkardığında üzerinde bordo rengi bir kazak ve koyu renk bir kot vardı. Siyah postal botları ona çok yakışıyordu ve her şey gibi onlar da ıslanmıştı.
"Nasıl ıslandın böyle? Geç çabuk, banyoya geç. Koridorun sonunda sağda."
"Arabayı park edecek yer bulamadım. Sokağın en başına bıraktım. Oradan buraya yürürken oldu."
"Çok ıslanmışsın."
"Açıkçası kafam da güzel biraz... ama sadece biraz. Islandığımı yolu yarılayana kadar farketmedim."
"Belli oluyor." Duraklayarak konuşması, bu sersem serseri halleri beni güldürmüştü.
O banyonun yerini bulurken, saç kurutma makinesini kapıp peşinden gittim. Saçlarını kurutmasına yardım etmek istiyordum ama bana göre oldukça uzun boylu ve huysuzdu. "Gerek yok diyorum. Niye ısrar ediyorsun?" "Hasta olacaksın." "Çocuk muyum ben azıcık ıslandım diye hasta olayım?" "Çocuklar senden huyludur. Sen çocuktan betersin." Kafasını eğmişti. Elimi saçının koyu renk tutamlarına uzattım. Bir kez daha geri çekildi. "İyi. Ne halin varsa gör." Kurutma makinesini bırakıp öfkeli bir şekilde yanından ayrıldığım anda, çalıştırdığını duydum. Giysileri kuruyana kadar kuru bir şeyler giyse iyi olacaktı. Tekin'in bende kalan kazaklarından ve eşofmanlarından birini ayarladım. "Bunları giy." diyerek içeri uzattım. Göz devirdi. Yine de giydi. Eşofmanın paçaları ona göre kısa kalmıştı. Salona geldiğinde haline bakıp bakıp gülüyorduk.
"Bari paçaları biraz daha kıvırayım da kapri gibi giyeyim." Ayakları çıplaktı. Çıplak ayaklarına bakıyordum.
"Hayır, hayır. Bence bırak kıvırmadan kalsın." dedim. "Üşüyor musun? Evi biraz daha ısıtabilirim."
"Yok üşümüyorum da benim seninle konuşmam lazım." deyince birden ufak çaplı bir panik dalgası vücuduma yayıldı. Bir rüya görmüştüm ben ve rüyamda aynı bu cümleyi kuran bir Rüzgar vardı. Rüyamı hatırlamak beni germişti.
"Çalışmam lazım Rüzgar. Yarına benden istenen bir rapor var."
"Bırak şimdi, raporu isteyen benim."
"Ve yarın için istedin."
"Süreyi uzatıyorum."
"Şımarıklık yapmasan." Gazetelerde, dergilerde röportajları yayınlanan, yılın genç işadamı olarak aday gösterilen, holding yöneten adam, salonumda kısa paçalı eşofmanla oturmuş, benden istediği işin süresini uzattığını söylüyordu. Bense üzerimde çilek desenli eşofmanlarımla onu azarlıyordum. Düşündükçe kıkır kıkır gülmeye engel olamıyordum.
"Ne gülüyorsun?"
"Hiç. Öyle."
"Komik mi görünüyorum?"
"O da var ama iş halimizle şuanki halimiz arasındaki farkı düşündüm." diyerek kıyafetlerimizi işaret ettim.
Bu düşünce onu da gülümsetmişti. Hemen sonra yeniden insanın nefesini kesen ciddi yüz ifadesine bürünerek,
"Işık seninle konuşmam lazım." diye tekrarladı. Yerimden sıçradım,
"Ya Rüzgar, sen aç mısın? Yemek yok gerçi. Bir tek makarna var. Yanına da hızla salata yaparım."
"Yok bir de tarhana yap amına koyayım. Ne evcimenmişsin kızım ya." diye dert yandı. "Geldiğimden beri saçını kurut, yemek ye. İki cümle konuşturmadın."
Neyse ki her şey alıştığım gibiydi.
"Tamam konuş ne konuşacaksan. Hiç susmuyorsun ki."
"Cidden."
"Tamam tamam."
"Geç karşıma oturalım."
Dediğini uysalca yaparken, söyleceği her neyse beni hala geriyordu. Bugüne kadar iyi geçinemediğimiz düşünülünce, ağzından hayırlı bir şey çıkıp çıkmayacağını kestiremiyordu insan.
"Tekin gittiğinden beri seni pek arayamadım. Aslında aramak istedim, yanında olmak istedim ama yapamadım. Sende bir şey var. Yaklaşamıyorum." diyerek söze girdi. Sanırım şaşkınlıktan çenem yere düşecekti. Aynısını ben onun için düşünüyorken, onun böyle hissetmesine çok şaşırmıştım.
"Sadece iki hafta oldu." diyebildim.
"Bana daha uzun geldi." dedi.
Sustum.
"Işık ben pek kızlarla içli dışlı büyümedim. Annemle babam ayrıldığında küçüktüm. Bir erkek kardeşim var. Babamla büyüdüm. Erkek lisesinde okudum. Üniversitede dört yakın erkek arkadaşım oldu. Bir kadınla nasıl ilişki kurulur biliyorum. Ama arkadaş olmayı bilmiyorum. Derya ve Elif'le olduğu gibi değil, onlar bizimkilerin eşleri, onlarla beraber iş de yapmıyoruz." Hiç beklemediğim bir itiraftı. Sözlerini "Gerçekten, sağlıklı bir iletişim yürütmeyi bildiğimi sanmıyorum." diyerek tamamladı.
"O kadarını anladım." diyebildim.
Suçunu bilir bir ifadeyle gülümsedi.
"Bunları söyleyebilmek benim için çok zordu."
"Anlayabiliyorum."
"Aramızdaki şeyi gerçekten yürütmek istiyorum. Seninle arkadaş olmak istiyorum. Hep silahlarımızı kuşanmış gibiyiz. Bir deneyelim bakalım nasıl olacak. Ateşkes yapalım bundan sonra."
Dedi.
Aramızdaki şeyi. Gerçekten yürütmek istiyorum.
Dedi.
Gözlerimin içine bu kadar alev alev bakan gözlere nasıl katlanacaktım? Bendeki karmaşanın aksine o ilgili ve istekli görünüyordu. Fakat bence ona yakın olmak hiç iyi bir fikir değildi.
"Tamam. Yapalım." dedim kısık bir sesle. Ona onay verişimi kendim bile duymak istemiyordum. "Umarım sabah uyandığında bu sözlerini inkar etmezsin."
"Etmem." derken tatlılıkla gülümsedi. "Sarhoş değilim."
"Öyle olsun."
Biraz iş üzerinde çalışmaya çabaladık. Ödevini yapmaktansa oyun oynamayı tercih eden yaramaz bir oğlan çocuğu gibiydi. Sıkılıyordu, benim de konsantrasyonumu bozuyordu. Ara verip, hala biraz -ama sadece biraz- alkol etkisindeki kafası açılsın diye türk kahvesi yapmaya gittim.
Döndüğümde koltuğun üzerinde uyuyordu.
Yanına yaklaştım. Çok sessiz ve derin nefesler alıyordu. Açık tenine kontrast oluşturan koyu renk saçlarına baktım. İnsanın bakarken nefesini kesen ifadesi yerine bu gardını indirmiş, savunmasız haliyle ilk defa gözüme masum görünüyordu. Bir yorgan getirip üstünü örttüm.
Dışarıda şimşekler geceyi korkuyla aydınlatırken, salonda loş lambader ışığında raporumu bitirene kadar çalışmayı sürdürdüm. O ise, sessiz ve kıpırtısız uyumaya devam etti. Kim umardı ki uyur haliyle bile olsa Rüzgar'ın varlığından güven duyabileyim...
Ertesi sabah işe gitmek üzere giyinip, hazırlanmamı bitirdikten sonra onu uyandırdım.
"Günaydın uykucu." Hiç zorlanmadan uyanmıştı.
"Günaydın." Gerindi. "Hava bugün de bok."
Gri bulutlarla kaplı, karanlık bir gündü. Hala yağmur yağıyordu. Oysa benim içimde mutluluk hakimdi.
"Evet." dedim yine de onu onaylayarak. Sonuçta benim gibi rahat yatağında değil koltukta uyuyan oydu.
"İyi misin?"
"İyiyim. Biraz boynum tutulmuş." Eliyle boynunu tuttu.
"Derin uyuyordun. Uyandırmak istemedim."
"Sağol." Bir an muzipçe baktı. "Horladım mı?"
"Ooo sayende çalışamadım. Kulaklıkla müzik dinlemek zorunda kaldım." diye takıldım.
"Sahi mi?" Şaşırmıştı.
"Sana hiç söylemedi mi?" dedim.
"Kim?"
"Birlikte uyudukların."
"Genelde bu kadar yorgun olan taraf ben olmam. O yüzden, bilmiyorum." Vay vay sabahın köründe bile lafını sakınmıyordu.
"Dün çok yorgundum." diye açıkladı.
"Olabilir canım."
"Kusura bakma." Onunla biraz daha eğlensem mi, diye düşündüm.
"Oldu bir kere." dedim. Sonra dayanamayıp gülmeye başladım.
"Ne?" dedi. "Bana hep böyle güleceksen bu arkadaşlık çok sürmez. Onu diyeyim."
Gülerek ayağa fırladım.
"Rüzgar Bey, işe geç kalıyorum ve bugün tamamlamam gereken bir rapor var. Bir an önce hazırlansanız iyi olur!"
Gün boyunca mesaj yoluyla tatlı atışmalarımız sürdü. Horlayarak uyuyan Homer Simpson gif'i göndermemle başladı. Karşılıklı capsler ve gifler göndermemizle devam etti. Onun yüzünden aklımı işime veremiyor, oturduğum yerde aptal aptal gülüyordum. Konu yollayacağım rapora geldi. Gün içinde Hasan'dan beklediğim çalışmaları alamadığım için raporu yollayamıyordum. Kendi kısmımı bitirsem de Hasan'dan alacağım bilgiler tamamlayıcı nitelikteydi ve Hasan da o gün şantiyedeydi. İş telefonu kapalı mesajı veriyor, şahsi telefonuna ise muhtemelen bakmıyordu. Rüzgar'ın diline düşmek üzereydim.
"İnsanlar gerçekleştiremeyeceği vaatlerde bulunmamalı," yazdı, "özellikle iş konusunda."
Sinirlenmiştim.
"Gecikmenin kaynağı benim elimde olmayan sebepler!" yazdım.
"Hep bahane dinliyorum." yazdı.
"İyi bir yönetici olsan... " diye lafa girdim. Tam o sırada ekranımda Hasan'dan gelen arama belirdi.
Sitemle yanıtladım. Hasan akşam üzeri ofise dönecekti ama ben mümkünse işi daha önce halletmek istiyordum. Bilgisayarında aradığım çalışmaları bulabileceğimi söyledi. Ne kadar uğraşsam da herkesin çalışma düzeni farklı oluyordu, Hasan'ın klasörleme mantığı beni delirtecek kadar karışıktı ve o da şantiye ortamındayken her şeyi hatırlayamadığı için akşama bırakmak zorunda kaldım. Masama döndüğümde Rüzgar'dan mesaj gelmişti.
En son yarım bıraktığım cümleme istinaden "Evet?" yazmıştı, devamında,
"Biliyorsun aslında rapor umrumda değil." demişti. "Yarın yollasan da olur."
"Bu kadar laftan sonra bugün yollamak istiyorum." yazdım.
Biraz sonra cevap geldi,
"Bayan hırs küpü. Öyleyse seninle bir anlaşma yapalım. Eğer bugün yollamayı başarırsan ben sana yemek ısmarlayayım. Eğer yarına kalırsa sen bana."
Kısa ve net yazdım: "Anlaştık."
Hasan akşam altıya doğru bitkin bir halde ofise girdiği an, yanında bittim.
"Öf be kızım be! Ensemde boza pişirdin tüm gün." diye söylendi.
Ondan istediğimi aldıktan sonra, sıkı bir çalışmayla yarım saatte toparlayıp maili attım. Sonra da belki görmez diye whatsapptan mesaj atıp sonuna zafer işareti yapan emojiyi ekledim. Hemen cevap yazdı.
"Saat altı otuz beş. Mesai bitti. Yemeğimi nerede ısmarlamak istersin?" Orada oturmuş kendi çirkefliğine güldüğünü tahmin edebiliyordum.
"Gün gece on ikide sona eriyor. Sen nerede ısmarlamak istersin?"
"Şu saatte yolladığın rapor üzerinde çalışabilecek elemanım yok. Teknik olarak mağlupsun."
"Kendi işini kendin yapmayı deneyebilirsin." yazdım kendimle gurur duyarak.
"Bunu yapamayacak kadar acıktım." yazdı. Sonuna da gülücükler koymuştu. Haha. Çok komik.
"Bu akşam arkadaşlarımla planım var. Başka bir gün üzerinden tartışalım." yazdım.
Cevabı daha da sinir bozucuydu.
"Her şeyi çok ciddiye alıyorsun."
Tamam. Her şeyi ciddiye alan ahmak ve sıkıcı insan ben olayım. Bu arkadaş olalım fikri kulağa iyi bir fikir gibi gelmiyordu zaten.
Cevap yazmak istemedim. Bir an önce toparlanıp evime gitmek istiyordum. Arabama binip ayağımdaki topukluları hemen çıkardım. Pedalları ayağımın altında hissetmeyi seviyordum. Akşam trafiği her zamanki gibi şahaneydi. Yolda müziğin sesini sonuna kadar açtım. Sevdiğim şarkılara bağıra bağıra eşlik etmek en büyük keyiflerimden biriydi. Benim arabam, benim sesim, benim keyfim. Her şeyi çok ciddiye alıyormuşum, öyle mi? Seni hiç ciddiye almıyorum Rüzgar Bey.
Çantamı portmantoya bırakırken içinden telefonumu aldım. Rüzgar yeniden yazmıştı:
"Yarın akşam müsait misin?"
İlk olarak reddetmeyi düşündüm. Tekrar görüşüp kavga ederek sinirimi bozmaya çok mu meraklıydım? Sonra yemek teklifini de ilk başta yapanın o olduğunu düşünerek, bulduğum iyi niyet kırıntısına güvenmeye karar verdim. Tekin'e söz vermiştik bir yerde. Çok çaba gerektirse de en azından denemedim demezdim.
Ertesi akşam sözleştiğimiz üzere Kalamış'ta, onun seçtiği, üç tarafı marina ve Boğaz manzaralı bir restoranda buluştuk. Rüzgar tabi bu kadar şık bir yer seçerdi. Hesap ne kadar gelir acaba diye düşünerek içeri girdim. Kapıda karşılayan görevliye,
"Rüzgar Buldanlı'nın rezervasyonu vardı." dedim.
"Buyrun efendim, kendisi de geldi zaten."
Mekan kalabalıktı. Görevlinin yönlendirmesiyle manzaraya bakan güzel bir masada oturduğunu gördüm. Çoktan içkisini yarılamıştı. Telefonla konuşuyordu. Beni görünce gülümsedi. Ona doğru yürürken her şeyin; manzaranın, mekanın ve arkadaş olmaya çabaladığım adamın güzelliğinden içim kıpır kıpır olmuştu. Ayağa kalktığında uzun boyuyla göz alıyordu, yanağımdan öperek beni karşıladı.
"Hoşgeldin."
"Hoşbulduk. Benden önce gelmeni beklemiyordum." Avrupa yakasından bizim tarafa benden önce gelebilmesi bence biraz haksızlıktı.
"Bugün bu yakada işlerim vardı. Ne içersin?"
"Sen ne içiyorsun?"
"Beyaz şarap söyledim. Chablis sever misin?"
"Olur. Severim."
"Tabi efendim." diyen garson uzaklaşır uzaklaşmaz,
"Naber?" dedi.
"İyi senden?"
"Ne olsun, lanet heriflerle uğraşıyoruz işte. Bugün Levent'te bir şantiyede usülsüzlük tespit ettiler. İş iptal edilme noktasına geldi neredeyse. Bir olsa sıçarız. İşin bir ayağı bu yakada. Bir o yana bir bu yana gittim geldim sabahtan beri."
"Ne olacak peki?"
"Şantiyedeki mühendisi kovacağım o olacak! Pezevenk işinin başında dursa böyle olmazdı. İptal edilmeyecek ama ceza girdi götümüze şimdi çaresi yok. Diğer yaptırımlarıyla beraber. Babam da haberi almış, kükrüyor sabahtan beri." Çok kızmıştı belli ki. Babasının ona kızmasına da ayrı kızmıştı.
"Sıkma canını."
"Ya yok geldiğimden beri çabalıyorum. İşlerin içine sıçmışlar. Rüzgar gelsin toparlasın demekle olmuyor. Bütün firmanın yükü üstümde. Babam artık inşaat işiyle ilgilenmek istemiyor. Tufan inşaattan hiç anlamıyor. Bende sikerler deyip gideceğim o olacak."
"Senden iyi yönetecek kimse yok demek ki. Baban sana güvendiğine göre ben böyle anlıyorum. Tufan kim bu arada?" Bilsem de kendi anlatsın diye sorma gereği duymuştum.
"Kardeşim."
"O ne iş yapıyor?"
"Onun işi daha çok alım satım üzerine."
"Ne gibi?"
"Şirket alıp satıyor." Gülmeye başladım. Alım satım denince akla ilk gelen ev, araba gibi işlerle uğraşmıyordu belli ki. "Batmaya yakın, kar potansiyeli yüksek küçük şirketler buluyor. Mükemmel bir dealer. Şirketi yeniden kara geçirecek adamları buluyor. Kar yükselince de satıyor. Genel olarak bu işi yapıyor. Bir de işte gemicik hobisi var. Armatör diyebiliriz. Hiç duymadın mı adını? Defalarca gazetelerde, magazin programlarında çıktı."
"Sen de gazetelere çıkıyorsun Rüzgar."
"O öyle değil. Magazinel bir simadır kendisi. Takıldığı hatunlar hep ünlü isimler, mankenler filan. Yakışıklı piç."
Sen değil misin? demek geçse de içimden, kendimi tuttum. Tufan Buldanlı adını gerçekten de Tekin'e sorduğum o gece dışında hiç duymamıştım. İçkilerimiz bitmişti. Garson geldi. Yemek siparişlerimizi verdik.
"Bir de bana her şeyi ciddiye almaktan bahsediyorsun. Şu haline bak? Oturduğumuzdan beri işle ilgili dert yandın." diye çıkıştım.
"Ben senin gibi değilim. Küçük şeyleri dert etmiyorum. Götümüze girebilir boyutunda şeyleri dert ediyorum."
"Çok küfür ediyorsun."
"Yok canım."
"Ayrıca işin gücün beni küçümsemek."
Şaşırmış gibi kafasını eğdi.
"Neler diyorsun ya? Haddime mi?" Dalga geçercesine ışıl ışıl gülüyordu karşımda.
Biraz düşününce isteği üzerine hazırladığım ve inada bindirip bir günde yetiştirdiğim benim için önemli bir raporun, onun dünyasında ne kadar küçük yer kapladığını anlayabiliyordum. Onu okuyacak vakti bile yoktu muhtemelen. Bu tarz şeyleri inceleyecek olan benim düzeyimde çalışanları vardı. O da işlerden haberdar olmak adına okuyabilir ya da çağırıp birisine sorabilirdi. Bense raporu gün bitmeden yetiştirebilmeyi zafer sanıyordum. Benimle ne kadar eğlendiğini şimdi daha iyi anlayabiliyordum. Kendimi ne çok ciddiye alıyordum sahiden! Yine de yiğitliğe zeval gelmesin diye bunu ona itiraf edecek değildim.
"Herkesin kendince sorumlulukları var."
"Kesinlikle."
"Kimilerimiz geçimini sağlamak için çalışmak zorundayız."
"Kimilerimiz değil, hepimiz." Yine ona hak verdim. Beni böyle yenmeye devam ederse konuşma tıkanacaktı. O ise, incelikli gören bakışlarıyla bakıyordu yüzüme.
"Bu gece seninle iş konuşmak istemiyorum." dedi. "Benim ailemi biliyorsun. Biraz da sen anlat."
"Ben senin aileni bilmiyorum." diye itiraz ettim.
"Bilinmeye değer şeyleri öğrendin. Şimdi sıra sende."
Ona tek çocuk olduğumu, babamın emekli muhasebe müdürü olduğunu, anneminse teyzemle birlikte işlettikleri küçük bir giyim butiklerinin olduğunu, İzmir'de yaşadıklarını, kuzenim Seda'nın benim için kız kardeş yerinde olduğunu anlattım.
"İstanbul'a gelebilmemi Seda'ya borçluyum. Çocukluğumuzdan beri hayalimiz üniversiteyi kazanıp İstanbul'da birlikte yaşamaktı. O kazandı. Ben İzmir'de kazanabildim. Bu da herşeyi dört sene kadar erteledi. Okul biter bitmez İstanbul'a geldim. Burası benim ilk işim."
"Biliyorum. Küçüksün daha." Yaktığı sigaranın ilk dumanını üflerken yüzüme ufak tefek, sevimli bir şeymişim gibi bakıyordu.
"Şöyle bakmayı keser misin?"
"Hem küçük hem de başa belasın. Tekin iyi katlanıyor sana." Şimdi kocaman gülüyordu.
"Onunlayken seninle olduğum gibi değilim. Asıl sana iyi katlanıyor! Kendini beğenmiş, bencil, alaycı herifin tekisin."
"Öyle miyim?"
"Horluyorsun da." İkimiz de kahkahayı patlattık.
"Tekin beni koynuna almadığından sorun yok."
"Bilemiyorum." dedim. Bu konuya değinmesi beni hala geriyordu, yine de gülmeye devam ettik. Biraz gülmemiz hafifleyince,
"Nasıl tanıştınız diye sormayacağım." dedi.
"Evet, bence de." dedim gülmeyi sürdürerek çünkü gülmek gerginliği hafifletiyordu.
"Nasıl başladı bu ilişki? Aynı ofistesiniz çünkü. O senin müdürün. Hassas bir mesele. Zor."
Ona bu sorunun cevabını vermek bence daha zordu.
"Oldu işte, ne bileyim. Tanıştıktan hemen sonra değil. Aylar boyunca doğru düzgün sohbetimiz bile yoktu. Ben çekiniyordum ondan. Ofiste, biliyorsun işte, çok ciddi biri Tekin. Özel hayatında ve ofiste iki farklı insan adeta. Bir etkileşim vardı ama konduramıyordum."
"Tekin açıldı o zaman sana?"
"Evet. İki sene önce. Yılbaşında."
Sigarasından derin bir nefes çekti.
"İki sene olmuş ha."
"Evet." dedim. Ben de bir sigara yakmak istiyordum. "Meğer anlamayan benmişim. O çok netti. Sizin grup komple biliyormuş meğer. Önce Eren'e anlatmış, Eren de herkese."
"Ben bilmiyordum." dedi pat diye.
"Yaa..."
"Bir keresinde beni görüntülü aramaya çalışmışlardı. İlk kez orada bahsini duydum. Şaka yapıyorlar sandım. Ben de şakaya aldım."
"O gece ben de oradaydım."
"Tekin ciddi bir ilişkiye başlasa bana anlatır diye düşünüyordum. Seninle ilgili değildi."
İçime bir kurt düşürmüştü ama üzerinde durmayacaktım.
"İlişkimiz yeniydi o zamanlar. Belki anlatacak ortam oluşmamıştır." Sözlerim kulağa kendini savunma gibi geliyordu, bundan hoşlanmamıştım.
"Evet. Muhtemelen. Dediğim gibi seninle ilgili değildi. Tekin sana çok değer veriyor. Ben epey savruk yaşıyordum o sıralarda. Anlatılacak halde değildim."
"Tekin sana da çok değer veriyor." dedim.
Kısa bir an sustu. Düşünceli bir ifade vardı yüzünde. Sonra,
"O da senin Seda gibi benim için." dedi. "Kardeş yerinde."
Aralarındaki bağın güçlü olduğunu biliyordum. Şaka yollu takılsalar da, diğer çocuklar da bunun farkındalardı.
Nihayet kendime bir sigara yakarken, "Bu bağ nasıl oluştu?" diye sordum.
"Hayatımda en ihtiyaç duyduğum dönemde bana dost elini uzattı. Daha okulun en başlarıydı. Babamla kavga edip evden çıkmıştım. Okulda kimseyle samimiyetim yoktu. Eski arkadaşlarımı da aramak istemiyordum. Fazla tanımamama rağmen Tekin'i aradım. Birine her şeyi anlatmak istiyordum. Siktiri boktan psikologlara değil, kendim gibi gördüğüm birine. Tekin'di o kişi. Beni sabaha kadar dinledi. Beş parası yoktu, tek odalı, leş gibi bir apartta kalıyordu. Durumlar bir çözüme kavuşana kadar bende kal dedi. Bu yaptığını hiç unutmuyorum."
"Demek böyle başladı."
"Evet, hepimiz sınıf arkadaşıydık ama diğer çocuklarla samimiyetim Tekin sayesinde oluştu. Beni seviyorlar biliyorum ama hep biraz farklı buluyorlar. Tekin öyle değil..."
"Tekin yaşından olgundur, insanlar onu da farklı bulur."
"Tam babamın hayalini kurduğu evlat o aslında ama işte neylersin. Babama ben düşmüşüm."
"Senden başka kimsenin böyle düşündüğünü sanmıyorum."
"Babamı tanımıyorsun."
"Babanı tanımıyorum ama Tekin'den duyduğum kadarıyla ilişkinizi biliyorum. Ortak arkadaşlarımızın gözünden seni biliyorum. Bana sorarsan hepsi sana hayranlar."
"Bu doğru değil."
"Bence öyle."
Rahatsız olmuş görünüyordu.
"Konuyu değiştirebilir miyiz?"
Güldüm. "Peki."
O da güldü. "Ne?"
"Kendini daha iyi hissedeceksen başarısız ilişkilerinden bahsedebiliriz."
Gözlerini devirdi.
"Tabi."
"Konuyu değiştirmeyi sen istedin."
"Haklısın. Ne diyeyim?"
"Vay canına. Bana bir iddia kaybettin. Yeri gelmişken hatırlatayım öyleyse."
"Bu akşam hesabı hangimizin ödeyeceğine dair bir iddia değil kastettiğin, değil mi?"
Dudaklarımı birbirine bastırıp kafamı iki yana salladım. Gözlerini kıstı.
"Gülçin." dedi.
"Ben ona kısaca üç ay diyorum."
"Gerçekten çok komik birisin."
"Senin Gülçin'e yaptığın ayıptı ama konuya dahil olmak da benim ayıbımdı."
Ve işte itiraf etmiştim. Keşke beni rahatlatacak bir şeyler söyleseydi ama o sadece,
"Peki." dedi.
Bu konudaki ketumluğunu sürdürüyordu ve ben hala çok utanıyordum bu yüzden,
"Gülçin benim arkadaşım. Biliyorsun." diye mırıldandım.
"Biliyorum." dedi.
Konuşmamakta kararlıydı, öyleyse ısrar etmemin bir anlamı yoktu.
O özgüven dolu gülümsemenin ve keskin bakışların karşısında kızıl kesilerek elimdeki şarap kadehimin ardına sığındım.
"Seni evine bırakamayacağım için fazla içmesen iyi olur." dedi.
Öfkelenmeliydim. Atarlanmalıydım belki de. Ama tam şu anda içimde bu hisleri taşımıyordum.
"Beni düşündüğün için teşekkür ederim." dedim.
Uysal bir tavrı hiç beklemediğinden olsa gerek, afalladı. Kısa bir an yüzüme bakakaldı.
Boğazını temizledi ve, "Hesabı isteyelim mi artık?" diye sordu.
"İsteyelim."
Garson adisyonu direk Rüzgar'ın önüne bıraktı. Çevik bir hamleyle uzandığım an, konum olarak benden daha avantajlı olan Rüzgar bileğimi yakaladı.
"Ben ödüyorum."
"İddiayı ben kaybettim."
"Bugün değil, bugün sen kaybettin. Ama geçmişte ben kaybetmiştim. Bu yüzden ben ödeyeceğim."
Hayretimi yutkunarak elimi çektim. "Pekala."
Restoranın kapısına kadar yan yana yürüdük, kabanımı giymeme yardım etti. Valenin arabalarımızı getirmesini beklerken keskin rüzgarda birbirimize bakmadan yan yana dikildik öylece. Ufacık tefeciktim evet. Normalde değilse de, onun yanında kendimi öyle hissediyordum. Önce benim arabam geldi. Rüzgar benimle gelip kapımı açtı. Binip gitmeliydim artık ama bir anda ona doğru döndüm.
"Bu güzel gece için teşekkür ederim Rüzgar." dedim.
Keskin bir rüzgar esiyor, soğuk hava yanaklarımı ısırıyordu. Bakışları yeniden o çözemediğim ifadeye bürünmüştü. Yanağından öpmek istiyordum ama sanki aramızda görünmez bir sınır çekiliydi. Bu yüzden ben bir hamle yapmadım. O da taştan bir sütun gibi durdu.
"Rica ederim. Evine varınca haber ver." dedi.
**********
Hafta sonu Elif'le plan yapmıştık. Cuma akşamı gidip onlarda kalacaktım. Tarık cumartesi günleri çalışıyordu. Biz de Elif'le alışverişe gideriz diyorduk. Ta ki cuma öğleden sonra Elif arayıp iptal edene kadar. Tarık'ın Ankara'daki ailesi ani bir sürprizle ziyarete geliyorlardı.
"Ne yapacağımı şaşırdım. Müstakbel gelini bir de hazırlıksız yakalayalım dediler herhalde."
"Üstesinden gelirsin sen."
"Evi bok götürüyor kızım! Dersten yeni çıktım. Yardıra yardıra toparlamaya gidiyorum. Yoldalarmış!"
"Habersiz geliyorlar, sen ise çalışıyorsun. Fazla beklenti içinde olmazlar bence. Kendini yorma."
"Ya Tarık'ın hatrı olmasa. Yavrum o da nasıl heyecanlanmış. Özledim diyordu doğrusu ya."
"İdare edersin. Ne zaman gideceklermiş?"
"Bilmiyorum ki. Emekli insanlar, iş yok, güç yok. Birkaç gün kalırlar herhalde."
"Yardıma ihtiyacın var mı?"
"Yok bebeğim. Kusura bakma planımız bozuldu."
"Önemli değil yine yaparız."
Seda'yla Sinan hafta sonu baş başa bir kaçamak tatili planlamışlardı.
Başka da aramayı düşünecek kadar samimi hissettiğim kimse olmadığından kaldım mı dedim bir başıma. Cumartesi sabah Tekin'le biraz konuştuk. O da oradaki boş vakitlerinde yapacak pek bir şey bulamıyordu. Özlemenin çaresizliğini bir miktar azaltabilmek için konuşmalarımızın arasını bilinçsizce açmıştık. Günde birer kere görüntülü konuşuyorduk. Arada bir de önemli bir şey oldukça whatsapptan yazışıyorduk. Zamanın bir an önce geçmesini dilemekten başka bir şey gelmiyordu elimden.
Günün devamında evde tıkılı kalmaktan çok sıkılarak sahilde koşuya gitmeye karar verdim. Tam hazırlanmıştım ki Rüzgar mesaj attı.
"Napıyorsun?"
"Sahilde koşuya gidiyorum. Sen?"
"Çalışıyorum." yazdı. Epey bir süre başka bir şey yazmadı. Bu anlamsız yazışma kafamı kurcalasa da üstünde durmayacaktım. Birlikte bir şey yapmak isteyen daha önce söylerdi, değil mi? Sahile kadar arabayla indim. Zorlukla arabayı park edecek bir yer bulduktan sonra kulaklığımı taktım, müziğin sesini sonuna kadar açıp koşmaya başladım. Yarım saat geçmemişti ki Rüzgar'dan yeni bir mesaj geldi,
"Ben Kalamış tarafındayım, uğramak istersen."
Mesaja öfkeli gözlerle baktım, münasebetsizliğine kızmamak elde değildi.
"Bu şimdi mi söylenir? Çoktan dışarı çıktım." yazdım.
"İşle ilgili bir görüşme yapıyordum. Ancak yazabildim." diye açıkladı.
Fakat bu, ter içinde kaldıktan, yüzüm pancar gibi kızarmış hale geldikten sonra çağırmasına olan öfkemi azaltmadığından dere tepe dümdüz giriştim. Rüzgar da bana ters cevaplar verdi. Sözüm ona artık arkadaştık, kavga ediş tarzımız ise bir klasikti. Klasikler hiç değişmiyordu. Sen gel, yok ben geleyim derken tartışmayı sen beni hiç tanımamışsın ben oraya gelmem saçmalığına kadar sürdürdük. Bir de baktım yürüye yürüye Kalamış'a gelmişim zaten. O da görüşme yaptığı otelden çıktı. Onu yolun karşısından bana doğru gelirken, asık suratlı ifadesiyle gördüğümde içimde bir şeylerin kaynadığını hissettim. Buna kızgınlık deyip kurtulmak en iyisiydi. Bana doğru adım adım yaklaşırken sırasıyla önce başka yere bakmak, ondan uzak durmak ve son olarak şuanki kılığımda olmamak istedim. Üzerimde diz altı boyda koşu taytım, spor tişörtüm ve ayaklarımı kocaman gösteren spor ayakkabılarım vardı. At kuyruğu uzun saçlarım, şapkamın arkasından sarkıyordu. O ise karşımda takım elbiseli, ciddi görünümüyle dikiliyordu. Birbirimizi öfkeyle süzdük.
"Şu haline bak. Kaprisli, küçük, şımarık bir kızsın sen." dedi.
"Sen kendi haline bak. Suratsız, kibirli, kendini beğenmiş..." Lafımı kesti,
"Hadi gidelim."
"Nereye gidiyoruz? Senin görüşmen bitti mi?"
"Bitirdim. Arabam otelin otoparkında."
"Ben de arabamı sahile park ettim."
"Mecbur önce gidip arabanı alacağız o zaman."
"Kafandan ne geçiyor Rüzgar?"
"Önce sana gideceğiz. Sen duşunu alacaksın. Sonra birlikte dışarı çıkacağız." diye saydı bir çırpıda.
Derin bir nefes aldım.
"Ben böyle emrivaki görmedim hayatımda."
Ne kadar söylenirsem söyleneyim, onun beni pek dinlediği yoktu. İki araba peş peşe evimin yolundaydık, bir an sonra evdeydik, bir an sonra giyiniyordum. O da takım elbisesini arabasının bagajında bekleyen giysileriyle değiştirdi.
"Arabanın bagajında kıyafet taşımak çok ergence. Biliyorsun, değil mi?"
"Bekar adam işi aslına bakarsan."
"Ergence."
Benimle uğraşmakla vakit kaybetmiyordu. Siyah spor bir pantolon üzerine ince bir kazak ve deri ceket giydiğini görünce ben de ona uyumlu giyindim: Siyah deri tayt, üzerine dökümlü ince siyah bir triko, beli kısa siyah bir deri mont ve boynuma da bir şal doladım. Ayağımda siyah beyaz vans ayakkabılarım vardı. Saçlarımı dalgalandırıp açık bıraktım. Göz ağırlıklı bir makyaj yaptım. Kendimce hem spor hem şıktım. Her zamanki halimdeydim.
Birlikte önce bir et restoranına gidip biftek şarap seçenekleriyle yemeğimizi yedikten sonra Asmalımescit'te canlı müzik yapan bir mekana girdik. Sahnedeki grup popüler pop ve rock şarkıları coverlayarak mekandakileri eğlendiriyorlardı. Ortam güzeldi. Alkolün yarattığı tatlı sarhoşluk güzeldi. Rüzgar iyi bir eşlikçiydi. Şarkıları birlikte söyledik, içkileri tokuşturduk, kendimize güldük. Mekandaki kızların gözünü alan bir çekiciliği vardı. Ne zaman bize içki almak üzere bara gitse, ardından bakanları görebiliyordum. Bunu dalga geçerek onunla paylaştım fakat o hiç komik bulmadı. Her şeyle eğlenen, başı boş Rüzgar değildi bu, bambaşka bir hali vardı. Kesinlikle eğleniyordu evet ama sanki ben, o ve müzikten başka bir şey umrunda değildi. Kendime konduramadığım bu tavrı beni çok heyecanlandırıyordu. Oradan geç bir saatte çıktık. Yolların boş olduğu bu nadir İstanbul saatinde arabasının hakkını veren bir hızla köprüyü ve yolları aştı. Çok kısa sürede kapımın önündeydik.
"Yukarı gelmek ister misin?" diye sordum. Kelimeler ağzımdan kontrolsüz şekilde fırlayarak dökülüyordu. Alkolün etkisini gösterdiği anlardaydım. Çenemi tutsam iyi olacaktı. Bir de başımın dönmesi dursa çok daha iyi olacaktı. Sanki kontrol edebilirmişim gibi elimi alnıma koydum.
"Teşekkür ederim ama istemem." diye cevap verdi. "İyi misin sen?"
"İyiyim, iyiyim. Biraz başım döndü sadece."
"Hadi evine çık." dedi bir çocuğa hitap eder gibi.
"Rüzgar. " dedim. Durdum. Yüzüne baktım. Ben böyle bakarken yüzündeki ukala sırıtış soldu. Çene kaslarından biri seğirdi.
"Efendim?"
"Bugün iyi ki buluştuk." dedim.
Kafasını salladı.
"Bir daha yalnız hissettiğinde şımarık bir kız gibi davranma. Beni ara. Sonra Tekin'e neden seninle ilgilenmediğimi açıklamakla uğraşmayayım."
Gözlerimi devirdim.
"Ben yalnız değilim. Tek başımayım."
Bir an ciddiye aldı zannettim çünkü çok ciddi bakıyordu. Fakat yanılıyordum çünkü birdenbire kahkahalarla gülmeye başladı.
"Bu duyduğum en saçma şeydi."
"Sensin saçma olan!"
"Hadi arabama kusmadan evine gir."
Arabasından indim. Gitmeden önce cama doğru eğildim.
"Evine varınca haber ver."
Gülüyordu. Ben de gülüyordum. Sonra geri çekildim. Yüzündeki gülümseme sabit kaldı, ben apartmanın girişine doğru ilerlerken o da gaza basarak gecenin karanlığına karıştı.
Evet, yalnızdım. Evde, işte, her yerde. Tekin gittiğinden beri kolum kanadım kırılmış hissediyordum. Gün geçtikçe yokluğunun yarattığı yoksunluk hissi artıyordu ve ben kendimi hiç iyi hissetmiyordum.
Pazartesi sabahı yine yeniden her hafta gibi bir hafta başladı. Ofise gelir gelmez kahvemi yaptım, bilgisayarımı açtım. Benim gibi erkenci olan Gülçin'le selamlaştık. Eskiden insanlar sabahları birbirleriyle sohbet ederlerdi. Son zamanlarda kimsede eskisi gibi neşe kalmamıştı. Yakın arkadaş olanlar yine ofiste ve ofis dışında görüşmeye devam ediyorlardı. Fakat yaklaşan kışla birlikte kaçan güneş, soğuyan havalar moral bozuyordu. Özellikle uyanmanın çok zor geldiği pazartesi sabahlarında.
Ofis camlarından dışarı baktığımda karanlık bir gün ve yapraklarını dökmüş ağaçları görüyordum. Depresif ruh halimle toplantı saati gelene kadar kafamı işten kaldırmadım. Vakit geldiğinde masamı şöyle bir toparladım. Esneyerek etrafıma bakındım. Rüzgar yine işlerinin yoğunluğundan dert yandığı için toplantıya geleceğini düşünmüyordum. Ekibiyle birlikte asansörden çıktığını gördüğüm an mutluluğun ruhuma dalga dalga yayıldığını hissettim. Onun tanıdık yüzünü görmek kendimi iyi hissettirmişti.
Toplantı esnasında göz göze geldiğimiz anlarda öyle bir elektrik akımı oluşuyordu ki gözlerimi kaçırma gereği hissediyordum. Bakışlarının keskinliği ürkütüyordu insanı. Bana bakmadığı anlarda ise hep onu izliyordum. Kimi ilgiyle dinliyor, kim konuşurken esniyor, telefonuyla ne kadar uğraşıyor... Daha önce birlikte sayısız toplantıya katıldığım adamı sanki yeni görüyordum.
Karşısındaki insanı, işe ve konuya odaklanarak dinlediğinde çivi gibi saplanıyordu gözleri. Tıpkı Zeus'un alameti farikası şimşeği gibi etrafındaki ortamın tüm ışığını yansıtan ışıklar saçılıyordu gözlerinden. Ve o gözlerde hiç duygu yoktu. Fakat sonra gözleri gözlerimi bulduğunda yüreğimi yerinden eden bir şey görüyordum orada. Çok garip bulduğumdan adlandıramıyordum. Bir duygunun iziydi bu fakat ben adını koyamıyordum.
Toplantı sonrası sigara içmek üzere bahçede bir süre daha kaldı. Yanımızda birçok insan varken ayak üstü lafladık. Elif'in misafirleri kısacık kalıp pazar akşamı dönmüşlerdi. O da bizi yeniden yemekte toplamak istiyordu.
"Akşam Elif'lere geliyor musun?" diye sordum.
"Muhtemelen gelemem. Bugün çok işim var. Geç çıkarım şirketten."
"Geç de olsa gel." dedim. Bir düşündü.
"Belki uğrarım." dedi sonra. "Sen nasıl geleceksin?"
"Buradan çıkışta direk geçerim."
"Arabayla gelme. Bu gece içilir. Dönemezsin."
"Orada kalırım."
"Ben seni bırakırım."
"Eve mi? Saçmalama. Avrupa'dan Anadolu'ya geçip bir de geri döneceksin. Hiç gerek yok."
"Tekin'e sözüm var. Seni evine ben bırakırım. O yüzden uzatma. Arabayla gelme." dedi. Sigarasını yere atıp, ezerek söndürdü. "Görüşürüz."
Sürekli olarak Tekin'e verdiği sözü vurgulaması sinir bozucuydu. Israrına karşılık surat assam da uzatmadım. "İyi. Görüşürüz."
Arkasını döndüğü an sağda solda oyalanan ekibi de bizimkilerin yanından ayrılıp toparlandılar. Eskiden olsa Rüzgar'la yaptığımız bu baş başa konuşma dedikoduya sebep olur diye rahatsızlık duyardım. Tekin'le birlikteliğimi herkes öğrendiğinden beri onun en yakın arkadaşıyla özgürce laflayabilme hakkını da elde etmiştim. İş ortamımı gerçekten artık sevmiyordum.
Akşam Elif yine muhteşem mezeler yapmıştı. İş çıkışı açlığıyla masaya oturduğum ilk anlarda gözüm görmeksizin her şeyden yedim. Tarık'ın ailesi üç hafta sonra Elif'i istemek üzere Antakya'ya gitmeye karar vermişlerdi. İsteme, söz ve nişan bir arada yapılacaktı.
"Şimdi sizde bir telaş."
"Dünden beri annemle telefondayız. Nişan evde olacak o yüzden büyük bir hazırlığa gerek yok. Yine de üç hafta kısa bir süre. Yetiştiremeyeceğim diye dertleniyor." dedi Elif.
"Yetişir yetişir. " dedi Derya. "Biz de evde yapmıştık biliyorsun. Yetişiyor."
"Cidden böyle şeyler duymaya çok ihtiyacım var kuzucum ya. Seni annemle de görüştürmeliyim."
"Annem anneni arasın."
"Olur valla."
Erkekler sırıtıyorlardı. Semih Tarık'a,
"Aman abi, kadınlar ne diyorsa itirazsız yap sen. Bu dönemi kazasız belasız atlatmanın yolu bu." diyordu.
"Sorma zaten. Benim annem de işleri sıraya dizdi. İki tarafta da koşuşturma başladı. Boku yedim ben."
"Şu saatten sonra düğüne kadar size dinlenmek yok." dedi Semih. "Dost acı söyler." Derya'ya göz kırptı. Derya hemen,
"Aşkım strese sokma çocukları." diye müdahale etti.
"Düğün için gün aldınız mı?" diye sordu Merve.
"Daha değil ama tarih olarak Eylül'ü düşünüyoruz."
"Eylül'de Tekin gelmiş olacak. Ama nişanı kaçıracak." dedim üzgünce.
En çok olmak isteyeceği yerlerden birinde olamamak sevgilimi çok üzecekti. Bunu söylememle birlikte herkes biraz buruklaştı.
"Evet ya."
"Ben de çok üzüldüm."
"Aslında ben nişanı o gelince yapmayı düşündüm." dedi Tarık. "Hatta bugün konuştuk, gelmesine en az bir buçuk ay daha var."
"En az mı?" diye müdahale ettim, "En çok demek istedin herhalde."
Tarık'ın gözümün önünde huzursuzca kıpırdanması hoşuma gitmemişti.
"Yani işte aşağı yukarı." dedi. "Adam çok ısrar etti siz nişanı yapın diye. Bu mevsimde yapmazsak, yaza kadar düğün hazırlıklarını yetiştiremeyiz. Bu yüzden aradan çıksın istiyoruz bir an önce."
"Haklısınız." derken dalgınlaşmıştım. Biraz vicdan azabı çekiyordum çünkü Tekin'le bugün "günaydın aşkım" içerikli mesajlamamızdan başka konuşmamıştık. Tarık'la konuştuklarından ise haberim yoktu. Öte yandan Tarık'ın Tekin'i arayıp bu özel günüyle ilgili haber vermesi hoşuma gitmişti. Ben de bir an önce arayıp belki nişana yetişebilir mi umuduyla yoklayayım diye düşündüm. Fakat şu "en az bir buçuk ay" cümlesi de neyin nesiydi? Ben artık dayanma gücümün sınırlarında yaşıyordum.
Masa başındaki konuşmamız sürerken kapı çaldı. Rüzgar gelmişti. Yorgunluktan dökülüyordu. Bizimkiler ona şakayla sataşırken o masa başında dikilip, ayak üstü bir şeyler atıştırdıktan sonra salon koltuğuna yığıldı.
"Başım çatlıyor millet."
"İlaç vereyim mi?" dedi Elif.
"Alkol ver ona. Onun ilacı o." diye takıldı Eren.
"Yok ya arabayla geldim. İçmeyeceğim. İlaç neyin var?" diye sordu Elif'e.
"Hayır olsun. Bunlar yeni Rüzgar alametleri. Sen ne zamandan beri araba kullanacağım diye içmiyorsun?"
"Ceza mı aldın lan yoksa?"
"Ne alakası var oğlum? Bugün içesim yok sadece."
"Hiç normal cümleler kurmuyorsun." dedi Tarık.
"Yeter adamı rahat bırakın." dedim.
"Biri içmez, diğeri onu savunur. Tekin'in yokluğunda iyice çete oldunuz siz."
"Kavga etmeyince çete olunuyor." dedi Rüzgar, yarı kapalı gözleriyle bana yan yan bakıp sırıttı.
"Aynen." dedim. "Sevgilimi özledim. Keşke burada olsa da çeteye katılsa."
Bunun üzerine konu Tekin'e döndü. Bildiğim kadarıyla anlattım. Anlaşılan Rüzgar da onunla yakın zamanda konuşmuştu. O da bir şeyler anlattı. Hali hal değildi yalnız. Konuşurken koltukta uyudu uyuyacaktı. Gelmesi için ben ısrar ettiğime göre, adama daha fazla eziyet etmeden kalkmaya karar verdim. Ben dile getirince yarın iş var diyerek diğerleri de ayaklandılar. Kapıda vedalaşma faslı sürerken,
"Nasıl geldin?" diye sordu Rüzgar.
"Vapurla geçtim."
"Ben seni bırakırım." dedi, sanki bunu bugün ilk kez dile getiriyormuş gibi. Derya müdahale etti.
"Biz de bırakabiliriz. Sen berbat görünüyorsun Rüzgar."
"Yok ya iyiyim. İlaç iyi geldi."
Bir süre sen ben inadı sürer gibi oldu. Rüzgar yine bastırarak Derya'yı da yendi. Böylece ikimiz birlikte yola çıktık.
"Teşekkür ederim ama bu zahmete gerek yoktu." dedim yolda giderken. "Elif'lerde kalabilirdim ya da içmeyebilirdim."
Cevap verme tenezzülü göstermeden sürmeye devam etti. Bu esnada radyoda çalmaya başlayan şarkıyı çok sevdiğim için sesini açtım. Nelly Furtado adeta aramızda oturmuş "Oh you don't mean nothing at all to me.." diyordu, "But you got what it takes to set me free..." Ben kendimi kaptırmış sözleri mırıldanırken aniden sesi kıstı,
"Yalnız kalmandan hoşlanmıyorum." dedi.
"Ben yalnız değilim Rüzgar." dedim inatla.
"Tek başınasın." dedi yola bakmasına rağmen tek kaşı alaycı bir tavırla havalanmıştı. Sıkıntıyla iç çektim. Onunla didişmek istemiyordum.
"Seni önemsiyorum."
Dedi.
Sanki beynime bir balyoz darbesi indirmişti.
Anlamamıştım ya da anlamak istemiyordum. Ve çünkü direniş en güçlü savunmaydı.
"Pardon ne zamandan beri?" diye diklendim. "Tanıştığımız günden beri ağzıma sıçıyorsun sen benim."
"Telafi etmek istiyorum Işık."
"Nasıl?" dedim şaşkınlıklara düşerek. "Bak Rüzgar, benimle ilgilenmeye mecbur hissetme kendini. Benim kimseye emanet edilmeye ihtiyacım yok. Kendi başımın çaresine bakabiliyorum."
"Ama ilgilenmek istiyorum." dedi sakin bir sesle. Hatta çok sakin ve hatta kendinden çok emin bir sesle. Öyle ki, doğru mu duydum diye bir onay ararcasına yüzüne bakmak istedim. O ise hala ve doğruca yola bakıyordu.
"İnanmıyorum söylediklerine."
"Neden?"
"Çünkü alaycı birisin."
"Şu an hiç alaycı değilim."
"Bazen güzel şeyler söylüyorsun ama öyle bir söylüyorsun ki onlar bile kulağa hakaret gibi geliyor."
"Sana arkadaşlık konusunda iyi olmadığımı söylemiştim." dedi.
Evet söylemişti. Ve belli ki çabalıyordu. Bense hala eski mantıkta takılı kalmış, onunla savaşıyordum. Hırçın olan bendim ve belki de sıkı sıkı tuttuğum bu ipleri biraz gevşetmeliydim. Fakat ona inanmayı hiç istemiyordum. Kendimi bıraktığım anda yüzüme tokat gibi çarpacak cümleler duymaktan korkuyordum.
"Söyledin. Doğru. Yine de zor." dedim.
"Bana bu kadar tepki göstermemeyi denersen, biraz olsun denersen, sana karşı alaycı olmadığımı anlarsın belki."
Dürüst olmaya karar verdim.
"Beni incitmenden korkuyorum." dedim.
Usulca o güzel kafasını çevirdi ve kısa bir an yüzüme baktı. Yeniden gözlerindeki şimşeklerin ardında adını koyamadığım o hisleri gördüm. Bakışlarıyla ruhumun en içine işledikten sonra tekrar önüne döndü.
"Kusursuz ilişki yoktur. İnsanlar birbirini incitir." dedi.
"Bunu bile bile kabullenmek mantıklı mı sence?"
"Seni bile bile incitmeyi hiç düşünmüyorum." dedi.
"Çok zorsun Rüzgar." diye mırıldandım. Çatık kaşları gevşedi, gülümsedi.
"Bence eğlenceliyim." Modu anında değiştirmişti.
"Başa belasın."
"Bak işte o sensin. Ben kibirli, suratsız bir de neydi, kendini beğenmiş herifin tekiyim."
Kendi sözlerimi ondan duymak beni de gülümsetmişti.
Araba durdu. Çünkü kapımın önüne gelmiştik.
"Söylediklerini düşüneceğim."
"Düşün." dedi gözlerinde yine o bakışlarla.
Arabadan indim, kapıyı kapatırken yine cama doğru eğildim.
"Eve varınca haber ver."
Kafasını sallayarak beni onayladı ve sonra gaza basarak bir kez daha geceye karıştı.
Ardından bakarken kendimi o zamana kadar hissettiğimden çok daha yalnız hissettiğimi farkettim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro