4. Siyah
Gözlerimi açtığımda saat dokuza geliyordu.
Alarmı kapatıp uyumaya devam ettiğime inanamıyordum. Telaş içinde giyinip, doğru düzgün hazırlanamadan evden fırladım. Tam da şansıma berbat bir trafiğe saplandım. Telefonumda sadece Tekin'den beş tane cevapsız arama vardı. Diğer aramalar da iş yerindendi. Hemen Gülçin'i arayıp yalandan bir zehirlenme bahanesi uydurdum.
"Geçmiş olsun canım. Rapor aldın mı? Gelme bugün." dedi tüm yapmacıklığıyla.
"İşim çok Gülçin Hanım. Biraz daha iyiyim şu an hastaneden çıkıyorum. Sadece öğleden sonraya yetişebileceğim için yarım gün izin istiyorum."
"Yahu ben sana zaten hiç gelme dedim. İlla geleceksen de önemli değil ama toplantıyı kaçırdın."
"Farkındayım. Kusura bakmayın."
"Ne kusuru canım? Geçmiş olsun. Hadi gelince görüşürüz."
Son günlerde Gülçin'le böyle yalandan aramız iyiymiş gibi bir tavır içindeydik. İşime geldiğinden sürdürüyordum ben de. Gülçin mühim değildi de, zaten hafta sonu yüzünden bana bozuk atan Tekin'in tribinden bir müddet kurtulamayacağımın farkındaydım. Ona, "Uyuyakalmışım, yoldayım şimdi. Gülçin'e zehirlendim dedim." yazıp gönderdim. Tabi ki cevap yazmadı.
Şirket binasından içeri tozu dumana katarak girdim. Danışmadaki sevimli arkadaşım Melis, halime hayretle bakıyordu.
"Günaydın Işık. İyi misin?" dedi.
"Günaydın. Çok geç kaldım." dedim.
Geç kalmayı alışkanlık haline getirmiş değildim. Önden arayıp sebebini de belirttiğime göre kendimi dağıtmama gerek olmadığını biri bana söylese iyi olacaktı. Biri bana bunu söylemiş olsa belki, düğmesini kıracak gibi hınçla bastığım asansörü beklerken derin bir nefes alıp sakinleşebilirdim. Böylece belki, asansörün kapısı açıldığı an, içeride inecek birisi olabileceğini de hesap ederek önüme bakardım ve böylece asansörden inmekte olan genç adamın üzerine atlayarak elindeki nesnelerin fırlamasına sebep olmazdım.
Bir an havai fişek patlaması gibi bir şey oldu, her şey havaya uçtu. Bir an sonra bütün nesneler yer çekimine yenik düşerken, mermer zeminden gelen sert çarpma sesini duydum. Hissettiğim anlamsız panik saniyeler içinde hayatımın en utanç verici anlarından birine evrildi. Zamanı durduran bir sessizlik oldu.
Hemen sonra ben,
"Çok afedersiniz!" diyerek kendimi yere attım ve düşenleri toplamaya başladım. Bir sürü kağıt vardı. Ambleminden adını çıkaramadığım ama pahalı olduğunu bildiğim bir araba anahtarı ve ekran camı kırılmış bir telefon. Ben telefon yüzünden yeni bir utanç dalgasına kapılmışken, eşyalarını benimle beraber toplamaya çalışan adam aksi bir sesle,
"Hanımefendi, çekilir misiniz?" diye söylendi.
"Acelem vardı, bir an dikkat etmedim. Kusura bakmayın lütfen." Faydasız bir açıklama çabası içerisindeydim.
"O kadarı anlaşılıyor." dediğine göre belli ki kusura bakıyordu. "Yeterince zarar verdiniz. Çekilin artık."
Ses tonundaki aşağılama öylesine yoğundu ki, yüzüme düşen birkaç tutam saçımı önümden çekip sesin sahibine bir bakmak istedim. Ben ona baktım, zamanın donduğu o an, o da bana baktı. Köşeli çenesini, geniş alnını, parlak kırmızı dudaklarını, kusursuz düzgün burnunu ve gömük siyah gözlerinden bana doğru şimşek gibi taşan ışıltıları gördüm. Gözlerini gördüm ve ateşe değen bir çocuk gibi geri çekildim.
"Telefon ekranınızın masrafını karşılayabilirim." dedim. Ama bu kadar kabalık etmenize gerek yok, demedim, sadece içimden söylendim.
"Yolumdan çekilmeniz yeterli olacak." dedi hödük tavrını sürdürerek. "Belki acelesi olan bir tek siz değilsinizdir."
Kızgın bir suratla elimdekileri aldı. Ayağa doğruldu, bana son kez ters bir bakış atıp yerin dibine soktuktan sonra dönüp gitti. Binadan çıkana kadar Melis de ben de arkasından bakakaldık. Sonra Melis bana döndü ve,
"O neydi öyle?!" dedi. Hala adamın arkasından hülyalı hülyalı bakıyordu.
"Ne kadar kabaydı, gördün değil mi?" dedim duyduğum lafları hazmetmekte zorlanarak.
"Çok yakışıklıydı." dedi Melis.
"Ben ne diyorum, sen ne diyorsun!" diye çıkıştım. "Kimmiş bu?"
"Valla bilmiyorum. Bir saat önce geldi, doğruca Tekin Bey'in yanına çıktı. Müşteri herhalde." Adam çoktan gitmişti ama o hala arkasından bakıyordu. "Ve şu an siyah bir porsche'ye biniyor."
Belli ki gitmemişti. Arabanın sesinin geldiği yöne döndüm ben de.
"Telefon ekranı koymaz diyorsun yani." dedim.
"Ne telefonu?" Melis, olan biteni algılamaktan çok uzaktı.
"Tamam, bir şey yok." dedim.
Asansör kapıları yeniden açıldı. Bu kez dikkatliydim. Asansör aynasında yüzüme baktım. Küçük, önü hafif yayvan bir burun, geniş yanaklar, uykulu gözler ve makyajımın azlığından dolayı solgun bir cilt. Her yerden tel tel fırlamış saçlarımın rezaletliğini ise anlatacak kelime yoktu.
Hayatımda gördüğüm en keskin bakışlara sahip adam tarafından medeniyetsiz ve görgüsüz hissettirilmiş, hunharca aşağılanmıştım. Zaten kötü başlayan günüm gerçekten harika ilerliyordu.
Ofise girdiğimde herkes işinin başındaydı. Sessizce merhabalaşıp yerime oturdum. Gülçin hemen nasıl olduğumu sordu.
"İyi görünmüyorsun." dedi.
"Bütün sabah kustum."
"Keşke gelmeseydin."
"İyiyim şimdi."
Biz bunları konuşurken Tekin yüzüme bile bakmıyordu. Ona çok ama çok sinir oldum. Belki gerçekten hastaydım, insan bir halimi sormaz mıydı? Sonra ona yolda gerçeği söylediğimi hatırladım. Bu yine de tavır almasını gerekli kılmıyordu. Herkes uyuyakalabilirdi.
Fakat sonraki iki gün boyunca benimle hiç konuşmadı. Uzattığı bu tavrı beni o kadar üzmüştü ki, çarşamba sabahı çay ocağında dumanı tüten kahvemi uzatıp gözlerimin içine bakarak
"Günaydın." deyişini görmemezlikten geldim. Kendime başka bir kupa alıp, çay doldurdum. Öğlene doğru, "Küs müyüz?" diye mesaj attı, cevap vermedim. Sonra bir daha mesaj attı: "Akşam Tarık'larda toplanıyoruz." Tabi ki gitmeyecektim. Ona cevap vermek yerine Buket'e seslendim,
"Şu ne zamandır söylediğin japon restoranına bu akşam gidelim."
Tekin'in klavyede yazan parmaklarının bir an için durduğunu gördüm. Öfkeden hafifçe kısılmış gözlerle ekrana bakıyordu. Birkaç saniye sonra yazmaya devam etti. Oh olsun, diye düşündüm. Sen beni kırdın mı? Kırdın.
Öğleden sonra Elif aradı.
"Yavru kuş napıyorsun?"
"Yardırarak çalışmaca. Sen?"
"Bugün de minik öğrencilerime yüzme öğretiyorum."
"Kolay gelsin."
"Akşam bize geliyorsun." dedi lafı uzatmadan.
"Arkadaşlarla plan yaptım Elif'im."
"Yalan söyleme. Tekin bir şeyler geveledi. O söyleyemedi ama ben anladım. Küsmüşsünüz. Bu yüzden gelmemezlik edersen asıl ben küserim haberin olsun."
"Elif ya."
"Rüzgar gelecek. Kırk yılda bir oluyor böyle toplaşmamız."
"Rüzgar dönmüş mü?"
"Evet canım. Sen bu gece gel. Tekin'e seni üzmesinin hesabını ben soracağım."
Elif'i kırmak mümkün değildi.
"Tamam cadı tamam." dedim. Telefonu kapattım. Bilgisayarının ekranına bakan Tekin'in yüzü gülüyordu. Şapşalı yanına gidip sevmek istedim. Kızdırıyordu beni ama ona kıyamıyordum.
İşten çıkıp Elif'lere gitmeden önce yolda aramızdaki sorunu konuştuk. Seda'larda geçirdiğim hafta sonu süresince onu aramadığım için kırgındı. Sorumsuzca eğlenirken, habersiz kaldığı için endişelenebileceğini hiç düşünememiş miydim?
"Sen de beni arayabilirdin. Evinde oturmuş kuracağına beni bir kere arasaydın işler bu hale gelmezdi."
"Ben o inceliği senden bekledim."
"Şimdi de kaba mı oldum?"
"Düşüncesizlik diyelim."
"Bunu kabul etmiyorum Tekin. Kendi aramayışını bana yükleme. Ben seni incitecek hiçbir şey yapmadım. Ne yapıyorsak mesaj atıp söyledim. Ama sen pazartesiden beri bilerek benim canımı yakıyorsun."
"Benim de canım yandı. Özellikle bugün."
"Kendini benim yerime koyman için öyle yaptım."
"Çocuk muyuz biz? Birimiz bir şeye küsüyor, sonra diğerimiz tepki gösterip karşılığında küsüyor, sonra diğerimiz ona küsüyor."
"Ne kadar saçma olduğunun farkındayım."
"Bunu sürdürmeyelim olmaz mı?" dedi. "Ben kendi adıma özür dilerim, seninle konuşamamaktan hiç hoşlanmadım."
"Bende aşkım. Ben de özür dilerim."
"Bir daha böyle olmayalım."
"Olmayalım." dedim. En uzun süren kırgınlığımızı böylelikle sonuçlandırmıştık.
Kapıdan içeri girerken Elif tarafından sorgulandık,
"Nerde kaldınız? Herkes geldi. Biz de masayı kurmaya başladık."
"İyi yaptınız. İşimiz vardı. Yolda biraz oyalandık." dedi Tekin.
Elif radar gibi gözlerle bizi süzüyordu. Ona gülümsedim. O da anlayarak gülümsedi.
"İyi bakalım." dedi rahatlayarak.
Salondan bağırış çağırış erkek sesleri geliyordu. Tekin montunu çıkarıp hemen içeride futbol oynayan kankalarına doğru koşarken ben de mutfağa daldım. Derya salata yapıyordu. "Ben ne yapayım?" dedim. Elime ekmek sepetini tutuşturdular.
Koridoru geçip salona girdiğimde içeride beş erkek vardı. Hepsi televizyona dönmüş, oynanan maça odaklanmışlardı. O ana kadar Rüzgar'ı hayatımda ilk kez göreceğimi düşünüyordum. Fakat fena halde yanılıyordum. Kapıdan girişte direk karşımdaki koltukta diğerleri gibi maça bakar şekilde oturan uzun boylu adamı tanıyordum. Odaya girdiğim an bir ona baktım bir de önündeki sehpanın üzerinde duran ekranı kırık telefonuna.
"Yok artık." dedim kendimi tutamayarak. Tepkim yüzünden bütün bakışlar bana dönmüştü. Ama ben sadece ona bakıyordum. Ve o da çelikten sert bakışlarını üzerime dikmişti. Tekin önce bana sonra bakışlarımı takip ederek Rüzgar'a baktı.
"Ne oldu hayatım? Siz tanıştınız mı?"
"Tanıştık denemez pek."
"Nasıl yani?"
"Pazartesi günü şirketin girişinde küçük bir kaza yaşandı." dedim Rüzgar'ın telefonunu işaret ederek, "Ekranı yaptırmamışsın."
"Vakit olmadı." diye cevapladı bana tepeden bakarak.
"Doğru ya. Sen o gün bizim işyerine gelmiştin."dedi Tekin Rüzgar'a. "Aşkım sen de işe geç gelmiştin." İkimiz de şaşkınlık içinde olduğumuzdan Tekin'e boş gözlerle bakıyorduk. Sonra,
"Şu meşhur Rüzgar olduğundan haberim yoktu." dedim. Hiç nefes almadan,
"O kadarı anlaşılıyor." diye cevapladı.
Bu nasıl olabilirdi? Bu... bu son derece kaba, kendini beğenmiş ve aksi adam nasıl sevgilimin en yakın arkadaşı olabilirdi? Biraz daha kolay anlaşabileceğim biri olamaz mıydı yani?
"Neyse. Işık ben."
Elimi sıkarken bile suratsızdı.
Ben içten içe derdimle boğuşurken, diğer çocuklar şakadan ikisine takılmaya başladılar.
"Oo, gelir gelmez hemen Tekin'in işyerine gidilmiş?"
"Tabi ya. Başka ne olacaktı?"
"Oğlum biz beraber iş yapacağız." dedi Tekin.
"Aynen aynen." dediler.
"Başlatmayın lan." diye söylendi Rüzgar. "Konsomatris gibi hepinizin işyerini mi gezeyim?"
Gülüştüler.
"Önüne bak önüne, golü yiyeceksin." dedi Eren Tarık'a. Böylece yeniden maça dönüldü. Az önce beni gördüğü için hiç memnun olmadığı her halinden belli olan Rüzgar dışında, diğerleri çok keyifli görünüyorlardı. Yeniden bir araya gelmenin onlar için çok şey ifade ettiğini biliyordum. Aralarındaki bağ imrenilmeyecek gibi değildi.
Küçük sorunumu yok sayarak mutfağa döndüm ve kızlara yardım etmeye koyuldum. Fakat Rüzgar'ın savaş baltalarını indirmeye niyeti yoktu. Bariz şekilde benimle muhatap olmamasını hatta yüzüme bile bakmamasını bir kenara bırakabilirsek eğer, yemeğin neşeli bir sohbetle ve sataşmalarla başladığını söyleyebilirdik.
Herkes onunla uğraşıyordu. Arkadaşlarının konuşmalarından anladıklarım, Tekin'in onun hakkındaki sözlerini pekiştiriyordu. Anlaşılan o ki kendisi sabit bir yerde duramayan, hiçbir yere ait olamayan bağımsız bir ruhtu. Sözde Fransa'daki işleri yürütürken bir yandan dünyayı gezmişti. Masadakiler ağzından çıkan her kelimeyi hayranlıkla dinlerken o, sanki kendinden bahsetmek istemez gibiydi. Konu ne zaman kendisine dönse bir şekilde muhabbeti cıvıklaştırıyor, rota değiştirerek dikkatleri dağıtıyordu. Özlendiğinin farkındaydı. Belli ki o da yokluğunda arkadaşlarının hayatlarında kaçırdığı ne varsa öğrenmek istiyordu. Bir zaman sonra abartılı bir şekilde iç çekerek,
"Hepinizi çok mutlu gördüm. Sevgililer filanlar yapılmış." diyerek Tekin'e yandan bir bakış attı, bana yine hiç bakmadı. "Eren'imle ben yine yalnız. Hadi ben tamam. Sen neden yalnızsın lan?"
"Oldu da yürümedi. Şeyden beri biliyorsun." dedi sessiz sakin Eren. Tekin'le çıkmaya başladığımız dönemde onun bir kalp kırıklığından geçtiğini biliyordum. O zamandan beri kimseyle görüşmüyordu.
"E oğlum yeter artık." dedi Rüzgar. Eren'in çok severken aldatılarak biten ilişkisinin üstesinden gelmesi gerektiğini düşünüyor olmalıydı. Tekin'in bir zamanlar anlattığı kadarıyla Eren'in sevdiği kız, aldattığı öğrenilen kişiyle birkaç ay içerisinde evlenmişti. Ne kadar da klişe bir durumdu.
"Biliyorum. Sadece uygun biriyle tanışmadım. Sen geldiğine göre artık, tanıştırırsın." dedi Eren.
"Şu an portföyüm boş kardeşim ama en kısa zamanda yeni ortamlara akacağımıza emin olabilirsin."
"Senin ortamlardan düzgün biri bulunuyor muymuş?" diye sataştı Derya.
"Bilmem, Tekin'e sor." dedi Rüzgar ve ondan o anda nefret ettim. Terbiyesiz, hadsiz herif, ısrarla hala yüzüme bakmıyordu. Buz gibi bir hava esmesinin hemen ardından, "Pardon." dedi. "Siz iş yerinde tanışmıştınız, değil mi?" Ve çok kısa bir an göz göze geldik. Kılıçların çekildiğini hissettim.
"Ağzına sıçayım Rüzgar senin." dedi Tekin. Rüzgar eli ensesinde keyifle gülüyordu.
"Bok herif." dedi Tarık.
"Sen ona bakma," dedi Semih direk bana, "geldi işte bok ağızlı. Bu herif böyledir."
"Ya tamam be tamam. Şaka yaptık." dedi Rüzgar.
"Senin şakana sıçayım." dedi Tekin. Ama kızgınlığını çabuk atmış görünüyordu. "Hükmünü tamamladığına göre geri dönebilirsin."
Rüzgar sırıtıyordu. "Kalbimi kırıyorsun."
"Hakikaten Rüzgar, sen şimdi kesin dönüş mü yaptın?" diye sordu Elif.
"Kesin dönüş benim için iddialı bir kelime canım. Nice'teki ofisi başkasına bıraktım. Tekin'lerle yaptığımız iş bitene kadar buradayım. Sonrası belirsiz." Tekin çıkıştı.
"Bana öyle dememiştin. Pislik herif." Omuz silkti.
"Beni bilirsin. Her an kararım değişebilir."
Semih,
"Peki iş ne kadar sürecek?" diye sorunca Tekin'le birbirlerine bakarak gülüştüler.
"Tekin Bey planlamasını düzgün yapmışsa..."
"Devlet işi bu belli olmaz. Biz iki yıl diye planlıyoruz ama." dedi Tekin.
"Bakarsın temelli olmuş." dedi Rüzgar. "Tekin emekli olabilir bu işten."
"Işık bile olabilir." dedi Tekin. Eğleniyorlardı.
"Yok artık." dedim, "Abartmayın. Neye bulaştık böyle?"
"Boka!" dedi Rüzgar. Hepsi katıla katıla güldüler. "Sonuçta işin bir kısmında arıtma sistemleri de yapmıyor muyuz?"
"Bokun içine sen gir." dedim ona.
"Müdürler boka girmez canım." dedi.
"Bok müdürü." diye yapıştırdım.
"Bokları yönetiyoruz." dedi beklemeden.
"Benim yaptığım işin bokla hiçbir ilgisi yok. Sana kolay gelsin."
Herkes söylediklerimize gülerken, bunun ciddi bir atışma olduğunu gören sadece ikimizdik sanırım.
Yemekten sonra içmeye devam edildi. Rüzgar çok konuşuyordu. Yüksek tonlu sesi, güçlü vurgularıyla herkesi etkisi altına alıyor, genellikle geyik muhabbeti yaptığı için de insanları güldürüyordu. Normalde zekice şeylere gülen bu insanlar, Rüzgar'ın etki alanına girmiş bir şekilde onun ağzının içine bakıyorlardı. Gece boyunca surat asmadım ama herkes kadar da gülmedim.
Rüzgar'ı hiç sevmemiştim.
**********
Rüzgar bir anda hayatımıza dahil olmuştu.
İş yerinde proje toplantıları için her hafta bir kere görüşüyorduk. Ofise toplantı için geldiği o ilk gün bıraktığı izlenimi an be an hatırlıyordum. Çok şık siyah bir kaban vardı üzerinde. Füme pantolonu, siyah botları, biraz uzun ve dışarıdaki soğuk havada dağılmış dalgalı siyah saçları, uzun boyu ve gösterişli fiziğiyle bizim kata giriş yapmış, yerini çok iyi bildiği halde sırf dikkat çekmek için kızlardan birine Tekin'in yerini sormuştu. Rüzgar kızla konuşurken, yüzündeki ciddi ifade bir anda gülümsemeye dönüşmüş ve o gülümsemeyle beraber karşısındaki kız erimişti. Tekin'le birlikte Turhan Bey'in ofisine girdiklerinde masalar arasında fısıldaşmalar almış yürümüştü. Kimdi bu yakışıklı? Ben sesimi çıkarmıyordum. Proje ekibi olarak toplantı odasında toplandığımızda Turhan Bey onu, Buldanlı İnşaat'ın proje müdürü olarak tanıtmıştı. İş konuşurken yüzünde ciddi ve disiplinli bir ifade olan müdür Rüzgar'ı, evdeki küfürbaz ve gevşek halleriyle bildiğimden, herkesin aldığı kadar ciddiye alamıyordum. Dikkatimi söylediklerine veremiyordum. Fakat benim dışımda, ister bir bakış attığı, ister kısa bir cümle kurduğu kim olursa olsun, karşısında dizleri çözülüyordu. Kesinlikle onda şeytan tüyü vardı. Belki de şeytanın ta kendisiydi. İnsanları mıknatıs gibi çekip, dengelerini bozan bir enerjisi vardı. Kızlar ona bayılıyorlardı. Bunda herkesin dilinde dolaşan yakışıklılığının da payı vardı elbette. Buket ona yabancı bir aktöre benzettiği için James lakabını takmıştı. Dedikodu ortamlarında kod adıyla James aşağı James yukarı geyiğin dibine vuruyorlardı.
İş dışında sosyal hayatımızı da ele geçirmişti. İş çıkışı Tekin'le buluşuyorlar, hafta sonları bana fikrimi bile sormadan birlikte plan yapıyorlardı. Sevdiğim adamla Rüzgar'sız vakit geçiremez olmuştum artık.
Favori kafemizin bahçesinde yalancı sonbahar güneşinin tadını çıkardığımız bir gündü. Bir yandan kahvemi içiyor, bir yandan açık alandaki kedi yavrularıyla oynuyordum. Tekin işle ilgili bir telefon konuşması yaparken, onaylamaz gözlerle beni izliyordu. Ellerim çizikler içinde kalmıştı. Tekin kedileri sevmezdi. Günün geri kalanında, iyice yıkamazsam elimi tutmayacağını biliyordum ama umrumda değildi.
Kafenin bahçesinde uzun boylu, deri ceketli, esmer bir silüet belirdiğinde ilk anda herkes kadar benim de ilgimi çekmişti. Ortalama bütün kadınlar hatta oynadığım dişi kediler bile ona bakarken ben bakmak istemedim. Varlığımla somurtkanlaşan varlığı güneşime gölge düşürüyordu. Rüzgar büyük adımlarıyla bahçeyi geçerek yanımıza geldi. Tekin, elindeki telefonu bırakmadan onunla selamlaşırken, bizim birbirimize bile bakmadığımızı farketmemişti. Neyse ki yeni bir şey değildi. Az sonra onları baş başa bırakıp Seda'yla buluşacaktım. Tekin'in konuşması uzun sürecek gibi görünüyordu. Daha sessiz bir yerde konuşabilmek üzere yanımızdan uzaklaştı. Rüzgar deri montunu çıkarıp kaslı gövdesini hayran gözlerin seyrine sunarken, kedilerime döndüm. Onun kibirli dünyasına ait değildim. Siyah beyaz renkleri olan dişi kedi, bir kulağı kesik kardeşinin üzerine atlıyordu. Birden siyah bir çift bot tüm görüşümü kapladı. Uzun bir beden yere eğilerek benimle aynı boyuta indi. Şimşekler çakan siyah gözlere bakıyordum. Ve o gözlerin sahibi "Selam." dedi.
"Selam." dedim. Bakışlarımı kaçırdım. Gözleri hakkında düşünmek istemiyordum. Bana karşı biraz olsun dostane bir tavrı olsa, sıra dışı güzelliğini takdir edebilirdim. Oysa o an için sadece iki dakikalık huzurumun içine eden bir insandı bana göre.
"Bunlar buranın kedileri mi?" diye sordu.
"Kimse ilgilenmiyor. Sanırım sahipsizler." Bir süre kediyle oynamamı izledi.
"Çocukken kedilerim vardı." dedi. Tek kaşımı hafifçe havaya kaldırsam da bir şey söylemedim. Rüzgar'ın insani bir yönü olabileceğini düşünemiyordum. Zaten konu da bu değildi.
"Belli ki senin yoktu." diye devam etti. "Bir kediyi neresinden tutacağını bilmiyorsun. Böyle sevmeye kalkarsan daha çok tırmık yersin."
Siyah beyaz afacanı ense kökünden kavrayan düzgün parmaklarına baktım. İnce kazağının kollarını dirseklerine kadar sıvamıştı. Sol kolunun iç kısmında dumanlar arasında latince bir sözden oluşan dövmesini gördüm. Vi veri veniversum vivus vici. Bu söz öbeğini daha önce bir yerde gördüğüme emindim. Hatırlamaya çalışırken kaşlarımı çattım. Dilimin ucundaydı resmen. Bakışlarımı takip ederek, sonuca ulaştı.
"Faust." dedi. "Ayrıca Vi for Vendetta'da da geçer."
Ve hatırladım. "Gerçeğin etkisiyle..."
"Gücüyle." diye düzeltti.
"Gerçeğin gücüyle yaşadığım sürece..."
"...kainatı..."
"...bile fethedebilirim."
Çift taraflı sessizlik.
"Şaşırdım doğrusu." diye itiraf etti.
"Tamamen kibirden meydana gelen bir adam için ne kadar da uygun bir cümle." dedim.
"Ben miyim o?" Yüzünde eğlenen bir ifade belirmişti.
"Değil misin? Koluna yazdırmışsın ya işte."
Hiç beklemediğim anda gelen kahkahasıyla sersemledim.
"Komik kızsın aslında." dedi. Ensesinden tutup kaldırdığı kedi yavrusu havada sallanıyordu.
"Canını yakıyorsun." dedim kediye bakarak.
"Kedilerin canı yanmaz. Böyle bir anda..." Hayvanı aniden elinden bıraktı. "yere atsam bile..." Küçük kedicik bir anda yere düştü. "dört ayağının üzerine düşer onlar." Kedi gerçekten de dört ayağının üzerine düştükten sonra koşarak bizden uzaklaştı. Diğer yavru da kardeşinin peşinden gidince, dalgın gözlerle tahammül edilmesi çok güç olan gözlerine baktım.
"Hiç kedim olmadı benim. Kardeşim de." dedim. "İkisini de çok istedim. Annemin sağlık sorunlarından ötürü benden başka çocukları olmadı. Kediyi de annem çalışan bir kadın olduğu için istemedi."
"Çok hüzünlü." dedi ifadesiz bir sesle. "Okuldan eve döndüğünde kurabiye kokulu bir eviniz de olmamıştır hiç sizin." Piç. Nasıl da dalga geçiyordu!
"Sana anlatanda kabahat!" diye söylendim.
"Annen seni afacan kızım diye severdi. Sen kedi isteyince, bu evin kedisi sensin derdi?"
"Yeter, saçmalama."
"Ağlıyor muydun geceleri, yatağına yattığında, bir kedim bile yok diye?"
"Senin çocukluğunu sormalı asıl? Yetişkinliğine bakılırsa, çocukken hiç sevilmemiş misin nedir?"
Dudağının kenarında ufacık bir seğirme oldu, alaycı gülüşünün belli belirsiz soluşunu hayretle gözlemledim. Henüz gördüğüme emin olamamışken,
"Muhtemelen." dedi. "Öyle olmalıyım ki, çekip gitti."
Sonra söylediğinin ağırlığını hafifletircesine, yüzümdeki ifadeyi dalgaya alan, kocaman alaycı bir kahkaha attı. Gülüşünün güzelliği yüzünden yeniden bocalayarak, söylediğine inanmakla inanmamak arasında kaldım. Aniden, konuşmanın bittiğini belirtircesine ayağa kalktı. Yüzündeki ifade ciddileşmişti. Arkasını dönüp uzaklaşmasına izin vermemeliydim. Bu konuşma daha başlamadan bitemezdi. Kendisinden ve ailesinden konuşulmasını hiç sevmeyen adamın zırhında bir delik bulmuştum ve o delikten içeriyi görmek istiyordum.
"Nereye gitti?" diye sordum anlatmaya devam etsin diye.
Fakat çok geçti. Zırhındaki deliği tespit etmiş, anında önlemini almıştı.
"Ebenin amına gitti. Oldu mu?"
"Terbiyesiz. Pislik."
"Böyle soruya böyle cevap."
Öfke bir alev gibi bedenimi sararken çalan telefonum yüzünden ona cevap veremedim. Seda nerede kaldın demek için arıyordu. Saate baktım, sözleştiğimiz saati geçirmiştim. Ben hızla toparlanırken Tekin, konuşmasını bitirip masaya geri dönmüştü. Seda'yla buluşacağımı önceden bildiği için gidişimi yadırgamadı. Rüzgar'sa güneşe karşı bahçe koltuğuna yayılmış, gözlüklerini geri takmıştı. Sessizliği soğuk bir duvar gibi çevresini sararken nereye baktığını da ne düşündüğünü de anlamak imkansızdı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro