19. Vedalaşma
Çok garip hislerdeyim bu bölümü yayınlarken, neden diye sormayın bölüm kendisini anlatsın... Sonrasını zaten konuşuruz.
Tekin'in onayıyla avukatın gönderdiği anlaşmalı boşanma protokolü benim için bir şakadan ibaretti.
Evliliğimiz sürecinde edinilen bütün malların bende kalmasını ve bir de üstüne benim hiç çalışmadan geçinebileceğim miktarda nafakanın her ay hesabıma yatırılmasını içeriyordu. Tekin'e hiçbir şey kalmıyordu. Benimse kalan ömrüm boyunca Tekin'den gelecek bir parayla yaşamam mümkündü. Adil olmadığı gibi küçük düşürücü de bir teklifti. Benim ondan maddi bir isteğim yoktu ama olsaydı bile bir şeyleri eşit bölüşmekten yana olabilirdim ancak. Beni tanıyan herhangi biri böyle bir teklifi kabul etmeyeceğimi bilirdi. Tekin de biliyordu.
Reddettim.
Bunun alabileceğim ilk ve son teklif olacağını bilseydim, elbette reddetmezdim.
******************
Eve yollanan dosyayı incelerken ilk olarak bunun konuşarak kolaylıkla aşabileceğimiz ve avukatlık bürosunda bir araya gelerek tek seferde çözebileceğimiz bir durum olduğunu sanmıştım.
Belki de abartıyordum. Belki işle ilgili sıkıntılı durum devam ediyordu, bu yüzden malları benim üzerime yapmak istiyordu. Daha önce bir kez dile getirmişti. Neyin ne olduğunu anlamakta fayda vardı. Şüpheye bir şans tanıdım ve ona ilk olarak bunu sordum.
"Merak etme, o sorun çözüldü." dedi.
Teklifi bana hiçbir baskı altında kalmadan, tamamen hür iradesiyle sunuyordu.
"Öyleyse ben bu şekilde boşanmayı kabul edemem Tekin. Bildiğin gibi işe başladım, senden nafaka istemiyorum. Kendi kullandığım arabayı alabilirim. Evi de istemiyorum. Oturup derli toplu bir konuşsak çok iyi olur. Avukatın ofisine birlikte gidelim." diye önerdiğimdeyse aldığım cevap şu şekilde oldu:
"Benim avukata ayıracak daha fazla vaktim yok Işık."
Akıntının yönü çok hızlı değişiyordu.
İş yoğunluğunu mazeret göstererek avukata ayıramadığı o vakti, sosyal medya hesabında spor salonundan görseller paylaşmaya ayırabiliyordu. Ve ayrıca, hiçbir arkadaşını durumdan haberdar etmediğinin de farkındaydım. Onun evden ayrılmasını takip eden birkaç gün içerisinde ben Seda'yla, Esin'le, Neslihan ve Buket'le konuşmuştum. Sadece ailelerimize anlatmamıştım çünkü duydukları anda Tekin'i arayacaklarını ve hatta barıştırmayı denemek amacıyla İstanbul'a geleceklerini biliyordum. Aileleri işin içine katmadan önce hiç değilse bir dava günü almış olmayı umuyordum.
Spor salonu görsellerinin ardından, hiç tarzı olmayan bir şekilde erkek arkadaşlarıyla kadeh tokuşturmalı, efkar dağıtmalı görseller paylaşmaya başladı. Benimle dalga geçtiğini düşünmeye başlamıştım artık. Öfkem galip gelip de protokolü onaylamam, malı mülkü alıp gitmem mümkündü ama bu şekilde kendim gibi davranmış olmazdım. Ve onun da, beni elinin tersiyle iten, konuya gereken önemi göstermeyen tavrıyla kendisi gibi davranmadığının farkındaydım.
Uzlaşmaya çalıştım. Ben uzlaşmaya çalıştıkça o uzaklaşmayı seçti.
Telefon konuşmalarımızda sinirler git gide gerilmeye, saygı yitirilmeye başladı. Onu tamamen insanlık namına çağırdığım avukatla birlikte görüşme fikri git gide anlamını yitirdi. Ben vaktinde göremedim.
"Kabul et geç işte Işık. Senin yerinde kim olsa öyle yapar."
"Çok çirkin bu tavrın. Neyin inadındasın onu da anlamıyorum. Aksine millet bir kuruş para vermemek için uğraşır. Çalışıyorum ben. Senden niye her ay para isteyeyim?"
"Kaç yıldır çalışmıyordun, benim kazandığım para şimdi mi dert oldu?"
"Tekin sınırı aşıyorsun. O süreçte yaşadıklarımız normal şeylermiş gibi davranıyorsun. Bak, ben çalışmazken seninle yürütmeye çalıştığım bir evliliğin içindeydim. Şimdiyse yakında bitmiş olacak bir evlilik hakkında konuşuyoruz."
"Belirli bir çevrenin içine girdik Işık. Belirli bir standardımız var. Eskort gibi 1+1 plaza dairelerine kira mı ödemek istiyorsun? Asıl sen ne istiyorsun? Ben senin düzenin bozulsun istemiyorum."
"Ben boşanmak istiyorum! Kendi ayaklarımın üstünde durmak istiyorum! Nerede oturacağım beni ilgilendirir. Bana ne kim düşünürse düşünsün! Başkalarının işine burnunu sokmasın kimse."
"Tamam öyleyse, protokolü yırt at. Kabul etme."
"Zaten etmiyorum!"
"İyi."
"Fuat Bey'le görüşmeye ne zaman geleceksin?"
"Gelemem. Söyledim ya sana meşgulüm."
"Bunca yılın hatrına bu kadar mı vaktin yok bana ayıracak?"
"Benim sana değil Işık, benim avukata ayıracak vaktim yok."
"Çok güzel, sür yokuşa. Sür, süründür. Böyle mi anlaşacağız?"
"Anlaşmalı boşanmak isteyen sendin. Uzatmak istemeyen sendin. Şimdi de ben uzatmak istemiyorum."
Uzatmak istemiyordu fakat anlaşmak gibi bir niyeti de yoktu.
"Gelme. İyi. Gelmezsen gelme. Avukatla kendim görüşür, yeni bir protokol hazırlatırım. Ben sana yollarım bu kez, sen onu kabul edersin."
"İstersen direkt celp yolla bu saatten sonra umrumda değil."
"Öyle mi Tekin?"
"Evet, öyle!"
Bile isteye kalbimi kırdığı için ona karşı git gide artan bir öfke duyuyordum.
"Buraya kadarmış, öyleyse."
"Buraya kadar Işık. Ben artık önüme bakıyorum."
************************
Bütün enerjim Tekin tarafından emilirken bir yandan hayat devam ediyordu. Her gün Göktürk - Maçka arası bir yolu gidip geliyor, hatırı sayılır saatleri trafikte geçiriyordum.
Tasarım ve Projeler Grubu Sorumlusu olarak başladığım işime alışmaya çalışıyordum. Daha önce çalıştığım bir pozisyon olması avantajımaydı. Sahalardan uzak kaldığım ise yıllar dezavantajımaydı. Değişen birçok prosedür vardı, kullanmaya kullanmaya bilgisayar programlarına olan hakimiyetim gerilemişti. Ve ayrıca, daha önce bu kadar kalabalık bir grubu da yönetmemiştim. Bu konulardaki açıklarımı etrafa sezdirmeden gidermek öncelikli hedefimdi.
Kararlı, bilgili, adil bir duruş göstererek saygılarını kazanmak ise uzun vadeli hedefimdi. Bütüne bakılınca, şirket içinden birini terfi ettirmek yerine dışarıdan birini almayı seçmelerinin çalışanlar arasında sebep olabileceği memnuniyetsizlik ve dedikoduların farkındaydım. Beni tanımıyorlardı, bu hem iyi hem de kötü bir şeydi. Huzurlu bir kafayla odaklansam işim daha kolay olurdu da işte aklımın yarısı başka yerlerdeydi.
Üstelik bir de o vardı.
İşe başladığımdan beri, başımdan eksik olmayan kara bulutlar düşüncelerimi ondan uzak tutmuştu.
Ama işte oradaydı. Karanlık günlerimde bulutlar arasından yüzünü gösteren güneş gibi varlıklarıyla Rüzgar ve kızı.
Rüzgar çok sık gelmiyordu ofise. Geldiği zamanlarda ise cam ofisinin ardında genellikle kendi işleriyle meşgul olmayı tercih ediyordu. İlk selamı ben verene dek bana selam vermemişti. Buna özellikle dikkat ettiğine inanan bir yanım vardı. Muhtemelen son konuşmamızın burada çalışmam üzerinde bir etkisi olmadığını göstermek ve bana huzurlu bir çalışma alanı sağlamak istiyordu.
Oysa huzur benim neyimeydi?
İyi niyetini bana sunulduğu şekliyle kabul ettim. Ben de onunla selamlaşmanın dışında iletişim kurma çabası göstermedim. Fakat iletişim kurmak aslında çaba gerektirmiyordu ve aslında insan, ne yaptığını farketmezken bile iletişim kurmayı başarıyordu.
Öyle ki bazen, bir başkasıyla konuşurken onun bana baktığını göz göze gelişimizin ileri safhalarında farkediyordum ve o da bazen bir telefon görüşmesi yaparken onu izleyen bakışlarıma karşılık verdiğini çok sonra farkediyordu. Cam ofisinin kapanmayan perdelerinin ardında göz göze geldiğimiz anlar, gün içinde birkaç defayı geçmiyordu. Ama bana hala yaşadığımı, hala bir kalbimin olduğunu hatırlatıyordu. Bundan beş yıl önce olsa bu bakışmaların ayaklarımı yerden nasıl da keseceğini düşünüyordum. Şimdiyse, gözlerini ilk o kaçırdığında, önüme bakmam gerektiğini.
Ofiste iki hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. O gün sabah erkenden ekip arkadaşlarımdan biriyle bir şantiyeye gidip öğleden sonra dönmüş, ardından ekibin geri kalanıyla uzun süren bir değerlendirme toplantısına gömülmüştüm.
Toplantıyı bitirdiğimizde saat akşam üzeri dörde geliyordu. Yorgunluktan omuzlarım ağrıyordu. Bence gün artık bitebilirdi. Yorgun argın teknik ofise döndüm. Ekip arkadaşlarım son bir saati bilgisayarın başında muhtemelen internette gezilerek tamamlayacaklardı. Benimse hala biraz işim vardı. Bakışlarım gayri ihtiyari bir şekilde cam ofise gitti. Camların ardında sapsarı saçları yüzüne dökülmüş minik bir beden gördüm. Babasının misafir koltuğuna oturmuş, boyama yapıyordu. Rüzgar içeride değildi. Bundan cesaret alarak doğruca ofise yürüdüm.
Kapıyı açıp,
"Adel." diye seslendim. Biblo surat bana döndü.
"Bonjour la Lumiere!"
"Işık." diye düzelttim gülerek.
"Işık." diye tekrarladı kendince, ardından fransızca birkaç kelime sıraladı. Anlamadığımı anladığı anda ise,
"Gel." dedi. Türkçe olarak. Ağzından duyduğum ilk türkçe sözcük gel olmuştu, tatlı dilinin kölesi olabileceğimi hissederek ona doğru yürüdüm. Çizim yaptığı masaya doğru eğildim. Elinde uçurtma tutan bir tavşan resmini boyamakla meşguldü.
"Çok güzel." dedim. Gülümsedi.
Üzerinde le crayons gras yazan kalemlerini bana doğru uzattı.
Herhalde onunla birlikte çizmemi istiyor diye düşünerek pembe boya kalemini elime aldım. O sırada kapı açıldı ve Rüzgar elinde mis gibi kokan bir fincan sıcak çikolatayla içeri girdi. Bizi kafa kafaya vermiş halde görünce gülmeye başladı.
Bardağı Adel'in önüne bırakırken,
"Sana da getireyim mi?" diye sordu. Olur dememek için dudaklarımın iç yanlarını kemiriyordum. Rüzgar ofisin storlarını kapattı. Pek sık yaptığı bir hareket değildi, dışarıdan izlenmemek için yaptığını anlamıştım.
"Benim işe dönmem lazım."
"Neredeyse akşam oldu. Bitir artık, bir şey olmaz."
"Ofistekilere ayıp olur."
"Adel günlerdir seni soruyor." dedi.
O an itibariyle hiçbir yere gidemeyeceğimi biliyordum. Eğildim ve Adel'i kafasından öptüm. Sıcak çikolatasını içmek üzere uzandı.
"Dur!" dedim. "Yanacak!"
"Dur!" diye tekrarladı Adel çocuksu bir ifadeyle gülerek. Rüzgar da güldü.
"Aşağıda ılık suyla yaptırdım. Onun içebileceği sıcaklıkta."
Adel zaten içmeye başlamıştı. Ağzının kenarında beliren kakao iziyle küçük bir kedi gibi görünüyordu.
"Türkçe öğrenmeye başlamış."
"Zehir gibi, ne duysa kapıyor."
"İstediğin gibi olacak. Dönmeden önce epey öğrenir bu gidişle."
"Öyle görünüyor."
"Okul yok muydu bugün?"
"Öğleden sonra tadilat varmış. Üç gün boyunca erken almam gerekecek."
"Hafta içi zor olacak."
"İdare ederiz biz." derken yine gülümsedi. Bu şekilde gülümsemeyi sürdürürse benden geriye şekilsiz bir eriyik kalacaktı sadece.
"Ben de ilgilenirim." dedim.
"Olur." dedi.
Üç gün boyunca Adel'in ofise geldiği ve benim onunla dolaylı olarak da babasıyla geçirdiğim toplamda birkaç saat, son aylarda hatta belki de yıllarda geçirdiğim en güzel saatlerdi.
Fakat nihayetinde Adel okuluna döndü. Ben de Rüzgar'ı yeniden storlarını kapatmadığı cam ofisinin ardında bırakarak işlerimin başına döndüm.
***********************
Tekin'in, sözde yoğunluğunun arasında yaratamadığı vakti ben yarattım ve soluğu yeniden hukuk bürosunda aldım. Daha önce görüştüğüm avukat Fuat Bey ödemeyle ilgili yaşanan fiyaskodan ötürü çok mahcuptu. Özrünü kabul ettim, şu aşamada yeni bir avukat arama lüksüm yoktu. Davamızı Fuat Bey alacaktı çünkü artık Tekin'i de beni de tanıyordu.
"Tekin Bey'le hazırladığınız protokolle ilgili düzeltmek istediğim unsurlar var Fuat Bey. Tekin, iş yoğunluğundan ötürü gelemedi, benim de ondan farkım yok. Açıkçası bu işi olabildiğince çabuk ve sorunsuz halletmek istiyoruz."
Tekin'in adına da konuşarak söylediğim yalanın hiç değilse Fuat Bey'in işleri hızlandırmasına katkısı oldu. Birlikte yeni bir protokol hazırladık. Bu seferki Göktürk'teki evin tapusunun ortak paylaşımını içeriyordu. Arabam bende kalıyordu. Ziynet eşyalarım bende kalıyordu. Nafaka ya da tazminat istemiyordum, sadece yeni bir hayat kurma aşamasında olduğumdan bu süreçte masraflarıma katkıda bulunacak kadar bir miktar nakit talep ediyordum. İstediğim para Tekin'in bir maaşından daha fazla değildi.
Boşanma dilekçesini de hazırladık aynı görüşmede. Kendi payıma düşen imzayı attım. Geriye bir tek Tekin'in imzası kalmıştı. O da imzaladığında duruşma günü almak üzere mahkemeye başvurmamıza bir engel kalmayacaktı. Fuat Bey, dilekçe ve ekini posta yoluyla Tekin'e yollayacaktı. Malum kendisi çok meşguldü ya, bir imza atmaya bile gelemezdi. Hiç değilse ayağına yollanan dilekçelere imza atabilirdi herhalde. Fuat Bey'le el sıkışıp ayrıldık.
İki akşam sonraydı. İşten yorgun argın dönmüş, bir şeyler yiyip salonda televizyon karşısına geçmiştim. Garaj yolunda tanıdık bir araba sesi duydum. Hayırdır inşallah deyip doğruldum. Biraz da korkmuştum. Tekin'in arabasını garaja girerken son anda gördüm. Telefonuma baktım. Geleceğini haber vermemişti.
Eskiden alışkanlığı olduğu üzere kapıyı çalmak yerine doğruca garaj kapısından içeri girdi.
"Selam." dedim onu gördüğümde, başka ne diyeceğimi de bilemeyerek, saçımı başımı düzelttim.
Burası hala onun da eviydi ama yaşananlardan sonra geleceğini haber vermesini beklerdim. Yabancı biri gibi girmişti içeriye. Pek de benimle muhattap olası yokmuş gibi davranıyordu.
"Selam." dedi, yüzüme şöyle bir bakıp geçmişti.
"Birkaç yeni kıyafet ve eşya almaya geldim. Gelmişken bir duş alıp çıkacağım."
"Tamam." dedim. Hızlı adımlarla merdivenleri tırmanıp, gözden kayboldu.
Tedirgin etmişti beni. Aklım yukarıdayken yanına çıkmamak için kendimi zor tutuyordum. İşi bir saatten uzun sürdü. Bir sürü eşya hazırlamıştı. Defalarca kez indi, çıktı, arabasının bagajına eşyalarını taşıdı. Gözüm sürekli üstündeydi. Yardım ister mi diye sordum, istemiyordu.
Nihayetinde işi bittiğinde; "Ben çıkıyorum." diye seslenme tenezülünde bulundu.
"Tekin gitme, biraz bakar mısın?" diye seslendim.
"Çok yorgunum Işık." dedi.
"Yine de bir beş dakikan vardır herhalde."
Eli belinde bıkkın bir ifadeyle geri döndü. Benim yanıma koltuğa oturdu.
"Efendim?" dedi.
Ağzını açtığında aldığım yoğun alkol kokusu, ilk kez beni bir tedirgin etmişti.
Ayrıca bu soğuk, kaba, uzak tavrı ona hiç yakıştıramıyordum. Tekin, beni aldatırken, Sezin'e beni sevmediğini söylerken bile hiçbir zaman bana karşı böyle soğuk olmamıştı. Bir insanın karakteri bu kadar hızlı değişemezdi.
"Beni şaşırtıyorsun." dedim.
"Anlamadım?"
"Seni tanıyamıyorum Tekin. Biz çok kavgalar ettik seninle ama hiç böyle olmamıştık."
Gözlerinin içinde farklı bir ışık yanıp söndü.
"Bitti ya artık." dedi, yüzünü yüzüme eğdiğinde gözlerim kızarmış gözleriyle çakıştı. "Sen söyledin ya artık bitti."
"Ne söylediğimi biliyorum ama böyle davranmana gerek yok. Bu tavrın beni çok kırıyor."
"Kırılıyorsan farklı davran. Hem pastam dursun hem karnım doysunla olmuyor Işık. Hayatın gerçekleriyle yüzleşmen lazım."
Sanki çocuktum karşısında. Öyle bir üstten üsttendi tavrı. İçimdeki sakin konuşma isteğini başarıyla öfkeye dönüştürmüştü.
"Öyleyse gerçeklerden konuşalım biz de. Arıyorum ulaşamıyorum sana. Nasıl bir meşguliyet içerisindeysen telefonlarıma bile çıkmıyorsun artık!"
"Bunu mu konuşacağız?"
"Hayır Tekin. Bu kez de kaçıp gitmezsen eğer boşanma davamızı konuşacağız."
Gözlerini devirdi.
"İstemiyorsan boşanmayalım Işık. Kararını değiştirmen kadar doğal bir şey yok. Yeter ki açık ol."
Ne saçmalıyordu acaba? İstemsizce kaşlarım çatılırken vazgeçme önerisini yok saydım.
"İki gün önce mesaj atmıştım. Fuat Bey'le yeni bir protokol hazırladık. Kargo ile yollayacaktı sana. Ulaştı mı?" diye sordum.
"Evet. Bugün ulaştı?"
Sinirim tepeme çıkıyordu yine. "Ee?" dercesine ellerimi açtım: "İmzaladın mı?"
"Hayır imzalamadım."
"Ona da mı vaktin yoktu?"
"Bu haliyle imzalamayacağım Işık. Bu evin tapusuyla ilgili kısım hoşuma gitmedi. Boşandıktan sonra herhangi bir mal varlığı üzerinde ortak olmamıza gerek yok. Evi al dedim, almıyorsun. Belli ki burada oturmak istemiyorsun. Ben de istemiyorum. Satalım, parasını paylaşalım daha iyi."
"Peki bu fikirlerini neden benimle paylaşmadın? Okumuşsun protokolü benimle konuşmaya tenezül etmiyorsun! Amacın ne senin? Beni peşinden koşturup, yalvartmak mı?"
Adeta aynen öyle diyen, dalga geçen bakışlarına rağmen, kafasını yana eğip,
"Saçmalama." diye cevap verdi.
Evi bugün satılığa çıkarsak kim bilir ne zaman satılırdı? Bunun için beklemeye, bir de bunun için zaman kaybetmeye ne gerek vardı?
"Ne istiyorsun o zaman Tekin? Bile bile işi yokuşa sürüyorsun! Sana yemin ederim şu evden zerre talebim yok! Ben sadece daha adil bir anlaşma olmasını istedim. Eğer lütfedip görüşmeye gelseydin orada konuşur hemen çözerdik. İmzaları da orada atardık, biterdi."
"Vaktim yok diyorum nesini anlamıyorsun?"
"Bana gelince olmayan vaktin, ben hariç her şeye var!"
Bu kez hiç gizlemeye gerek duymadan gülümsedi.
"Ne o? Kıskanıyor musun yoksa?"
Ne demek istediğini anlamıştım anlamasına ama anladığımı kabul etmek istemez bir yanım vardı. Bu kadar sağlıksız düşünmesi mümkün müydü? Resmen paralize olmuştum.
"Yapma Allah aşkına." diyebildim.
Gözlerimin içine baktı baktı baktı. Aklından neler geçirdiğini tahmin bile edemiyordum. Davranışlarının garipliği karşısında yoğun şaşkınlık içerisindeydim. Benden farklı bir tepki alamadığından olsa gerek, kalktı ayağa.
"Gitmem lazım."
Ardından hiç beklemeden kapıya yöneldi. Ellerimi yüzüme çarptım. Kabus gibi çökmüştü adam başıma. Sözde anlaşmaktan yanaydı ama saçmasapan meselelerle işi uzattıkça uzatıyordu.
"Fuat Bey'e yeni bir protokol hazırlatacağım. Bu kez evi istemiyorum diyeceğim, haberin olsun. Al da şu evi satıyor musun, yakıyor musun ne yapıyorsan yap!" diye seslendim arkasından.
Durdu. Arkasını döndüğünde yüzünde hala gülümseyen ama hiç eğlenmeyen bir ifade vardı.
"Boşanmak için değil ama gerçekten benimle konuşmak istediğinde konuşacağım seninle Işık." dedi.
"Ne demek bu?" diye bağırdım arkasından.
Durmadı bu kez yürümeye devam etti.
"Ne demek istiyorsun Tekin?" diye bağırdım.
Cevap vermedi.
**********************
Fuat Bey'le yeni bir protokol hazırladık. Ofisine yolladım.
Üç gün sonra kargo görevlisi kata kadar gelip dosyayı elden teslim ettiğinde gün ortasında işimin telaşındaydım. Tekin Gökçe adıyla gelen dosya ilk anda umutlanmama sebep olmuştu. Yoksa imzalamış mıydı? Fakat imzaladıysa bana niye yolluyordu ki avukata yollaması lazımdı.
Henüz daha açmadan üstüne yazdığı notu gördüm, Tekin kendi el yazısıyla zarfın üzerine,
"İstediğin imzayı attım aşkım." yazmıştı.
Bir heyecana kapılarak zarfı açtım ve gördüğüm manzara karşısında neye uğradığımı şaşırdım.
Dilekçeyi önce imzalamış sonra kağıt kesme makinesinde parçalara ayırmıştı. Ve bununla yetinmemiş bana yollamıştı.
Sinirden ağlamaklı oldum. İyice kedi fare kovalamacasına döndürmüştü işi. İyice çığrından çıkarmıştı.
Şu halde Tekin'le konuşmanın anlamsız olduğunun artık farkındayım. Kahve yapmak bahanesiyle birinci kattaki çay ocağına inerek, kimsenin olmadığı bir cam önünde Fuat Bey'i aradım.
"Merhabalar Fuat Bey, sizi rahatsız ediyorum. Biz Tekin Bey'le bir kez daha anlaşamadık. İmzalamak istemiyor. Artık size söylemekten başka çarem kalmadı. Her şeyimize şahit oldunuz."
"Farkındayım Işık Hanım." dedi Fuat Bey. Sesi, tecrübesi gereği benzeri durumlara birden çok kez şahit olduğunu yansıtan bir duyarlılıktaydı. "Öyleyse artık, çekişmeli dava açılması yoluna gidilmesi gerekiyor. Anladığım kadarıyla siz mal paylaşımında anlaşamıyor değilsiniz. Oraya ne yazsak imzalamayacak çünkü Tekin Bey boşanmak istemiyor."
İstemeye istemeye kabul ettim: "Haklısınız."
"Sorun şu ki, davayı ben açamam. Tekin Bey'in avukatıyım."
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
"Nasıl olur?"
"İlk protokolü Tekin Bey'le hazırlamıştık. Dolayısıyla avukatlık sözleşmesini onunla imzalamıştım. Sözleşmeyi iptal edemem, etsem bile şu noktadan sonra sizin avukatlığınızı üstlenmem etik değil."
"Ama diğer her aşamada benimle görüştünüz."
"Haklısınız. Davanız anlaşmalı olarak sürseydi zaten kimin avukatı olduğumun bir önemi olmayacaktı. Siz mahkemede kendinizi temsil edecektiniz. Çoktan imzalanmış bir dilekçe sunacağımız için tek celsede sona erecekti. Ama şartlar değişti. Üzgünüm Işık Hanım."
Ben de üzgündüm, hem de çok. Bu kadar yıpratıcı bir süreç olmaması gerekiyordu. Bunun iki avukatlık görüşmesi, tek mahkeme celsesiyle sonlanması gerekiyordu. Haftalardır ne yaparsam yapayım, havanda su dövüyordum.
Telefonu kapattığımda artık anlaşmayı bırak, beni yeniden yönlendirecek bir avukatım bile yoktu.
İçimden Tekin'e küfürler ederken, sinirimden akan yaşlarımı durdursun diye yumruklarımı gözlerime bastırdım. İş yerindeydim, kendimi toparlamak zorundaydım.
Oysa yerlere çöküp tepine tepine ağlamak istiyordum. Herkes destek olabilirdi ama kimse yardım edemezdi bana. Kendimi çok çaresiz, çok yalnız hissediyordum.
Tam da o anda, çay ocağından çıkan Rüzgar'ı gördüm. Uzak bir köşedeydim. Bakmasın, beni bu halde görmesin diye diledim ama bakışları sanki özellikle bulmuştu durduğum yeri. Metrelerce ileride elinde fincanıyla öylece kaldı.
"Işık?" diye seslendi.
O kadar uzaklıktan ağladığım belli oluyor muydu? Lütfen olmasındı. Hemen arkamı dönüp, kaldıysa diye yüzümdeki ağlama belirtilerini yok etmeye çalıştım. Arkamı döndüğümde bana doğru geliyordu.
Yüzüme şöyle bir baktığı an anladı.
"Neyin var?" diye sordu.
Burnumu çekerken kafamı iki yana salladım.
"İşe dönmem lazım." diyerek kaçmaya çalıştım.
"Dur bir dakika, dur. İş bekler seni." derken eli bileğimi nazikçe kavramıştı. "Anlat." dedi.
"Anlatabileceğim bir şey değil." dedim. O karşı konulmaz bakışla birlikte kafasını bana doğru eğdi.
"Anlat Işık."
"Rüzgar lütfen." dedim. İncecik bir sınırda duruyordu gözyaşlarım. "Sorma lütfen." dedim, o sınırda kalmaya çabalayıp, ağlamaya direnirken.
Bakma lütfen, de demek istedim. Diyemedim.
Yüzündeki ifadeyi tanıyordum. Çok eski ve çok tanıdıktı. Bileğimin dışını kavrayan eli, bileğimin içine doğru kaydı. Dokunuşuyla ürperen tenim ve gözlerini su gibi içen gözlerim ona sözcüklerin anlatabileceğinden farklı bir şey söylüyordu. Elim eline, parmaklarım parmaklarına karışmak istiyordu. Gözlerindeki bakış, yangınları körüklese de elimi tutmadığı gibi bileğimdeki parmaklarını ansızın geri çekti.
"Dışarı çıkalım. Biraz hava alalım." dedi.
Saniyeler öncesine kadar beni terketmiş olan iş yerinde olmanın getirdiği rezil olma kaygısı elini çektiği anda geri gelmişti.
"Benim gerçekten işe dönmem lazım." diye direttim.
Bu kadar yakınlıkta gözlerine daha fazla bakamadığım için bakışlarımı yere doğru kaçırdım. Az önce bileğimde olan elini yumruk yapıp açtığını farkettim. Bu esnada benden bir adım daha uzaklaştı.
Yakınlığı gibi uzaklığının da içimi ürperttiğini hissettim. Yaklaştığımız anda ortaya çıkan reddedilemez bir çekim alanı vardı aramızda. Benim hissettiklerimi o da hissediyor muydu?
Kafasını sallayarak onayladı.
İşe dönmem gerek demiştim, onay verdiğinin bu isteğim olduğunu anladım.
Kırılma noktasına o denli yakındım ki ısrar etseydi anlatacaktım. Ama o beni bir kez daha azad etmeyi seçti.
Ben de başka bir şey söylemeden; bugüne dek içime attığım ne varsa bir çırpıda ona anlatma, onunla paylaşma ve gözyaşlarımı göğsüne akıtma isteğime karşı direnerek yanından uzaklaştım.
******************
Boşanacağımızı paylaştığım arkadaşım Buket'ten eşi Emre'nin Tekin'le konuştuğunu ve Tekin'in insanlara hala zor bir dönemden geçtiğimizi ama toparlayacağımıza inandığını anlattığını öğrendim. Bunu daha fazla kaldıramıyordum. Kesinlikle tahammül edemiyordum.
Seda, Tekin'le şu dönemde hiçbir şekilde yalnız başıma görüşmemem gerektiğine inanıyordu. Esin ve Neslihan'la yaptığımız bir dertleşmede ise farklı bir fikir ortaya çıktı. Kızlar, ben katılaştıkça Tekin'in tavırlarının da katılaştığını düşünüyorlardı. Öyleyse onu ikna etmemin yolu tatlı dil kullanmaktan geçiyordu. Tekin benimle boşanmak için değil ama başka bir şekilde konuşmak istediğimde konuşacağını söylemişti.
Bu da aklıma bir plan getirdi.
Bir cumartesi akşamı onu Göktürk'teki eve, evimize, yemeğe davet ettim.
"Geçmiş günlerin hatırına." dedim. "Seninle gerçekten konuşmak istiyorum. Buna ikimizin de ihtiyacı var." dedim.
Ve gerçekten konuşmak da istiyordum. Yaklaşık bir aydır ayrı yaşıyorduk. Günlerini nasıl geçiriyordu? İşleri nasıl gidiyordu? İçinden neler geçiyordu? Belki de son kez olduğunun bilinciyle duygularını, düşüncelerini benimle paylaşmasını istiyordum. Hiç değilse bu konuşmayı yapmayı hakediyorduk. İnatla anlatmak istiyordum: Benim ona olan sevgimin bitmediğini ama artık evliliğimizin kurtulma şansının hiç kalmadığını tartışarak değil, konuşarak anlamasını istiyordum. Gece umduğum şekilde giderse son hazırlanan sözleşmenin bendeki kopyasını imzalamasını isteyecektim.
Seda'yı tepki göstereceği, tedirgin edebilecek ölçüde arayacağı ve hatta belki de eve gelebileceği için bu yemekten haberdar etmedim. Esin ve Neslihan biliyorlardı ama Esin de o gece dışarıda bir planı olduğunu söylemişti. Yani yakınlarımızda geceyi bölecek hiç kimse olmayacaktı.
O gün saatler ilerledikçe içimde git gide artan bir heyecan vardı. Mutfağa girdim ve yıllardan beri özenmediğim şekilde bütün yemekleri kendim yaptım. En son bu şekilde yemek yaptığım zamanın Tekin'e, hamile olduğum haberini vereceğim gece oluşunu aklımdan çıkardım. Güzelce giyindim, hazırlandım.
Tekin'in arabasının farları akşam sekiz civarı otopark girişinden itibaren evi aydınlattı. Açık mavi bir gömlek, koyu renk bir pantolon giymişti. Son zamanlarda kendini adadığı spor ve rejim fayda etmişti, oldukça fit görünüyordu. Elinde büyük bir buket çiçek ve bir paketle birlikte kapıdan içeri girerken onun da heyecanlı olduğunu yüzündeki ifadeden sezebiliyordum.
"Hoş geldin." derken elindeki buketi almak üzere uzandım. O ise yanağımdan öpmek istemişti. Benim böyle bir niyetim olmadığından hazırlıksız yakalandım ama ayıp olmasın diye son anda karşılık verdim. Son derece garip bir merhabalaşma olmuştu.
Nihayet çiçekleri aldım. Tartıştığımız gece kırılan büyük vazo evde elimdeki çiçekleri koyabileceğim yegane vazoydu. Çiçekleri nereye koyacağımı bilmediğimden mutfak masasının üzerine bırakmayı düşündüm. Bu esnada Tekin diğer elindeki büyük paketi uzattı.
"Bu da senin. Çiçekler için."
Paketin içinden mavi renkli porselen bir vazo çıktı. Önceki kadar güzel değildi, yine de güzeldi. Üzerindeki küçük mavi taşlar ışık yansımaları yapıyordu. El yapımına benziyordu.
Çiçekleri vazoya yerleştirip salona geri döndüm. Yeni vazoyu, kırılan vazonun yerine koydum. Geri çekilip baktım.
"Güzel oldu böyle."
"Kırılan hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, biliyorum. Yine de yenilemek mümkün."
Manidar bir şekilde gülümsedim: "Vazoyu evet."
Onun gülümsemesi biraz buruktu.
"Şarap açalım mı?" diye sordu.
"Olur."
"Getiriyorum kilerden."
"Fırında biftek yaptım. Ona göre seç."
Evin mahzeninde Tekin'in yıllar yılı biriktirdiği güzel bir şarap koleksiyonu vardı. Örneğin bu bile evi istememem için bir sebepti. Mahzen benim işime yaramazdı, Tekin'e aitti. Elinde en sevilenlerden kırmızı bir Arjantin şarabıyla geldi: Bodega Norton Privada. 2015. Mendoza, Arjantin. Üzümler; Merlot, Primitivo, Cabernet Sauvignon, Malbec.
Tekin kadehlerimizi doldurduktan sonra elime aldığım şişenin etiketini dünyanın en merak ettiğim konusuymuş gibi inceliyordum.
Kadehini kaldırdığında şişeyi bırakıp kendi kadehimi elime aldım. Seçimi bana bırakmıştı:
"Sağlığımıza." dedim.
Kadeh tokuşturduk. Tabaklarımıza salata ve mezelerden alırken,
"Nasılsın? Nasıl gidiyor?" diye sordum.
"Yoğun. Öncesine göre daha iyi ama. Yeni bir iş aldık."
"Tebrikler. Ne işi?"
"Sağol. Eskişehir'deki projenin devamı aslında. Avm'nin yanındaki araziyi de almayı başardık. Rezidans yapacağız."
"Çok iyi. Birkaç yıl sürer herhalde."
"İki yıl da o sürer tahminen."
"İşlerin yolunda gitmesine sevindim."
"İşte bir de ihale var hala, bekliyoruz."
"Onunla ilgili Tufan'dan bir şeyler duydum ama ne kadar doğru bilemem. Bir daha bana anlatmaması için uyardım."
Tekin merakla kaşını kaldırdı.
"İhaleyi senin kazanacağını söylüyor. Çünkü onlar son anda çekilmişler."
"Kibrine sıçayım." derken Tekin güldü. "Gerçekten anlamıyor. Anladığını sanıyor o çok komik."
"Ne ki işin aslı?"
"İşin aslı bu ihalenin altından kalkamayacaklarını zaten biliyordu ama benimle sidik yarıştırmaya girdi. Kendini kanıtlayacak aklı sıra. Senin de artık bildiğin üzere, zaten devam eden projelerden ötürü fabrikanız yoğun, böyle bir üretim gücünüz yok. Komple yeni ekip kurulması lazım, öyle bir ekibi de yok. Biz Rüzgar'la konuştuk. Bu işi biz alamayacağız sen al, dedi. Onlar teklifi yüksek çıktılar, kuşlar haber uçurdu. Geri kalan firmalar da onlara göre fiyat çıkardı."
"Sense hepsinden uygun teklifi verdin." dedim nihayet işin aslını anlayarak.
"Aynen öyle." dedi gülümseyerek. "Buldanlı son anda çekildi. Baya eğlenceliydi."
"Sizden korkulur." dediğimde Tekin keyifle arkasına yaslandı. Ve ihaleyi kazanacaktı. "Gerçekten kazanacaksın."
"İyi ki dostlarım var." dedi. Rüzgar her zamanki gibi ortamızda yer almıştı.
"Ama dostlarınla değil, kardeşleriyle iş yapıyorsun ve onlarla pek anlaşamıyorsun."
"Tufan'ın nesiyle anlaşacağım Işık? İş bilmezin teki. Dünkü çocuk o daha."
"Rüzgar gidecek." dedim. Tekin ne yapayım dercesine elini açtı.
"Rüzgar'ın gitmelerini kalmalarını konuşmayacağız, değil mi? Ben sıkıldım da bu konudan artık." dediğinde içten içe güldüm.
Doğru, bu konuyu konuşmayacaktık.
"Sen napıyorsun? Yeni patronunla aran nasıl?" diye sordu.
"Tufan bizim işlerimize fazla karışmıyor. Haftalık toplantılar yapıyoruz, orada soracaklarını soruyor. Benimle bir problemi yok."
"İyi. Başından sınır çizmen de iyi olmuş. Manipülatif bir karakteri var. Rüzgar gibi değildir Tufan. Rüzgar net adam. Dürüst çalışır. Amaçları uğruna insan kullanmaz. Tufan ise ne kadar kazanacağını sorar. Yani onunla mesafeli olman en iyisi."
"Dediğim gibi işte, bana bulaşmıyor. Benim bir müdürüm var, Selçuk Bey, hesap verilecekse ben ona hesap veriyorum. Ama o adamı hiç sevmedim."
"Tanıyorum. Selçuk Kül, değil mi?"
"Evet, o da seni tanıyor."
"Sen işe girmeden önce Ayanoğlu'ndaydı o, biliyor musun?"
"Aaa hiç haberim yok. Söylemedi."
"Söyler mi?" Tekin bilmiş bilmiş güldü. "Benim müdürümdü. Tartışmıştık birkaç kez. Baş edemedi benimle. İtin götüne soktum ben bunu. O da sonra istifa etti. Bak, seni benden ötürü sevmez. Dikkatli ol ona karşı."
"Bir husumet olduğunun farkındayım ama şimdilik idare ediyoruz."
"Senin de dişli olduğunu görmüştür o. Fazla üstüne gelemez ama yine de dikkatli ol."
"Uyarı alındı."
Güldük. Kadehler bir kez daha doldu, bir kez daha kadeh tokuşturduk. Tekin'le iş konuşurken hiçbir zaman tıkanmazdı konuşma. Aramızın iyi ya da kötü oluşu farketmeksizin garantili sohbet konularımızdan biriydi. İçim şişmesine rağmen onu dostane sularda tutmak istiyordum, bu yüzden bir süre daha işten güçten konuşmaya devam ettik.
"Et çok lezzetliydi bu arada."
"Teşekkürler, hepsini ben yaptım."
"Gerçekten mi?"
"Evet, yapasım gelirse yaparım. Bilirsin."
İçini çekti.
"Sen yeter ki iste. Neler yaparsın daha."
"Valla tatlı da yaptım da rejim devam ediyorsa zorlamayacağım."
"Senin elinden olsun, ne yaptıysan yerim. Beni çok mutlu ettin Işık. Ne kadar uzun zamandır bu şekilde sofraya oturmamıştık seninle."
Yüzümde kaçamak bir gülümsemeyle yerimden kalktım. Mutfağa gidip, buzluktan tatlıyı çıkardım. Tabaklara bölüştürdüm. Artık yavaştan tatlı yiyelim tatlı konuşalım safhasına geçsem iyi olacaktı. Elimde tabaklarla masaya döndüm. Tekin kadehinde kalan son yudumu içiyordu. Şişe de bitmişti. Ben iki kadeh içmiştim, ikisini de onun içtiğinin yarısı kadar doldurtmuştum. Tekin biraz fazla içiyordu ama genel olarak hep öyle içerdi zaten.
"Gözlerime inanamıyorum ya. Doğruyu söyle, tatlıyı Seda yaptı, değil mi?"
"Kendim yaptım diyorum, neden inanmıyorsun? Seda'nın senin burada olduğundan haberi bile yok."
"Bak sen? Neden söylemedin?"
"Her şeyi de söyleyecek değilim."
Oysa her şeyi söylerdim genelde. Bunu yüzüme vurmadı. Biraz alkol karışımlı, saf denilebilecek bir ifade vardı yüzünde. Dirseğini masaya, elini de yüzüne yaslamış beni izliyordu. Son zamanlardakinden farklı bir hali vardı. Sanki o da bu gece benimle tartışmak istemiyordu.
"Yemeyecek misin?" diye sordum.
"Yiyeceğim tabi. Sadece anın keyfini çıkarıyordum." dedi. Konuşmanın gidişatı beni tedirgin etmeye başlamıştı. Benim artık bu konuşmaya kendi istediğim yönü vermem lazımdı.
"Otelde rahat mısın? Nasıl gidiyor her şey?"
"Evimde olduğu gibi değil." dedi omuz silkerek. "Ama temiz, düzenli. Benim gibi uyumadan uyumaya giden biri için yeterli."
"Hala geç saatlere kadar ofiste misin?"
"Çalışıyorum işte. Bildiğin gibi."
"Spor filan? Fotoğraflarını görüyorum."
"Vermiş miyim kilo?"
"Vermişsin."
"Sekiz kilo gitti toplamda. Evlenmeden önceki kilomdayım şu an."
Evlenmeden önceki. Japonya'dan döndüğü zamanlar.
"Antrenörün başarılıymış."
"Gel, seni de çalıştırsın."
"Ben almayayım. Yeterince yoruluyorum şu sıralar. Senin kendine zaman ayırmana seviniyorum ama. Zor bir süreçten geçiyoruz. Çok düşünüyorsundur eminim. Bana yansıtmasan da. İnsanın kafasını da dağıtması lazım-"
Yüzündeki keyifli ifade bir miktar solmuştu. Daha fazla devam etmemi istemez gibi,
"Kalkalım mı masadan?" deyip ayaklandı. Pantolonunun belini düzeltirken gerçekten de epey kilo verdiğini farkettim. İnsanlar sadece spor ve rejim yaparak değil, sıkıntıdan da kilo verirdi. Böyle bir durum olmamasını umuyordum. Bana doğru gelip elini uzattı. Ne yapmaya çalıştığını anlayamayarak elini tuttum. Yüzünde gülümseyen kibar bir ifadeyle beni yerimden kaldırdı. Geniş üçlü koltuğa yönlendirdi.
"Yoruldum masada oturmaktan." diye açıkladı. "Sohbetimize burada devam edelim. Ben bir şarap daha açacağım hatta. Bana eşlik eder misin?"
Konuşacağımız çok şeyler vardı. Onu herhangi bir sebeple kışkırtıp kaçırmak istemiyordum. Ilımlı havayı korumak istiyordum.
"Olur. Ama önce masayı toplayalım."
"Boş ver masayı. Yok mu fındık, fıstık? Şöyle şaraba eşlik edecek bir şeyler çıkarsana."
"Tamam."
O mahzene giderken ben de yeniden mutfağa gidip istediği tarzda kuruyemişleri hazırladım. Hala konuya giremeyişim beni biraz sıkıntıya sokuyordu. Lafı bir türlü istediğim yere getirememiştim.
Elimdekilerle döndüğümde yeni getirdiği şarabı açmış, kadehlere bölüştürmüştü. Bu kez müdahale edemediğimden kadehimde öncekinden daha fazla miktarda şarap vardı. Rahat bir şekilde koltuğa, onun yanına doğru otururken ayaklarımı kendi altıma toparladım. O da rahat görünüyordu. Gömleğinin üst düğmelerini açmıştı.
"İnsan ne hayal ediyor, ne yaşıyor değil mi Işık? Evden uzaklaştığımdan beri çok yıprattım seni. Oysa ki istediğim bu değildi. Hem de hiç değildi." diyerek konuya o girdi.
"Ne istiyorsun?" diye sordum.
"Ne istediğimden daha ziyade ne düşünüyorsun dersen; bizi, geçmişimizi, hayallerimizi. Çok sık düşünüyorum hatta. İnsan evden uzak olduğunda düşünecek çok fırsatı oluyor. Esin'in o gün, kahvaltı masasında hatırlattığı şeyleri düşünüyorum mesela. Hayatımın en güzel dönemiymiş meğer. İnsan bittiyle sınandığında daha iyi anlıyor sahip olduklarının kıymetini."
"Ama sen çok başa gitmişsin." diye güldüm. Keyifsiz bir gülüştü bu. Kadehimden büyükçe bir yudum aldım. "Biz oralarda değiliz."
"Farkındayım." diye onayladı. İtiraz eder, benimle çekişir bir tavrı yoktu. Aksine, bittiğini kabul etmiş, metanetli bir havası vardı. Anılarının tadını kaçırmak istemedim. "Esin'in hatırlattığı şey, sadece bir dönem değildi. Çoğunlukla sen ve benden ibaret bir dönem ama sadece o kadar değil... o gün anlattıklarım bana eski beni hatırlattı. Senin gözlerindeki ben; çalışırken farklı, özel hayatında farklı olan ben. O Tekin'i özlediğimi farkettim. Senin gözündeki beni yani, senin için heyecan verici olduğum zamanları."
İçim bir kırık kırık olmuştu şimdi. Bu konuları açmasının ne gereği vardı?
"Ofiste gizli gizli mesajlaşmalarımızı hatırlıyor musun? Akşam olup da herkes işten çıksın ve biz baş başa kalabilelim diye dakikaları saydığımız o günleri? Şakalaşırdık, şakalarımızın bile apayrı bir tadı vardı. İlk kez yemeğe çıktığımız geceyi hatırlıyor musun? Caddebostan'da balık yemiştik. Bana gelir misin diye sormuştum. Sen evine gitmek istemiştin. Sonra ben seni evine bırakmıştım. Takside ilk kez öpmüştüm seni. O asansördeki hallerimiz, Seda'ya rezil oluşumuz..."
İstemdışı bir şekilde gülümsediğimi farkettim.
"Hatırlıyorum."
"Seni bizim çocuklarla tanıştırdığım zamanları. Ne çok vakit geçiriyorduk o zamanlar. Sonra Seda'nın düğünü. Düğünden sonra ilk defa yalnız yaşamaya başlamıştın. Bana gelmiştin, dertleşmiştik..."
"Bana, yalnız değilsin tek başınasın, demiştin."
Ve ben o sözü öyle çok sevmiştim ki sonradan Rüzgar'a da söylemiştim. Rüzgar ise yüzüme baka baka kahkaha atmıştı.
"Bana güvendin. İlkleri yaşadık birlikte."
Ağır ağır kafamı salladım. Bir şeylerin ilkini yaşamak ne çok anlam ifade ediyordu o günlerde. Fakat sonra ilklerin anlamını paramparça eden başka bir adamı tanımıştım.
"Heyecanlıydık, aynı zamanda çok da huzurlu hissediyordum senin yanında. Seni özel kılan buydu Tekin." dedim.
O da gülümsedi.
"Hepsi asırlar öncesinde kalmış gibi. Çok uzun zaman geçmiş üstünden Işık. Ben o adam olmayı unutmuşum. İşe vermişim kendimi, sosyal hayatımızın tadı tuzu kalmamış. Bir şeyleri yapmaya devam etsek de görev gibi yapar olmuşuz artık. Sevişmelerimizi bile... her şey kusursuz görünürken, kusursuz bir sıkıcılığa dönüşmüş. Bunca zamandır nasıl anlayamadığıma şaşırıyorum. Artık seni tam olarak nerede kaybettiğimi daha iyi anlıyorum. Evlendik ve bir şeyler büyüsünü kaybetti. Belki çok daha önce kaybetmişti, senin de dediğin gibi. Farkedememek benim hatam."
Doğru duymuştum, değil mi? Gerçekten ama gerçekten anlıyor olabilir miydi? Yoksa rüya mı görüyordum?
"Benim de hatam vardı. Senin aksine ben ne yaşadığımızı görüyordum ama buna müdahale etmedim. İzin verdim, hatta destekledim."
"Neden peki?" diye sordu. Bunca zamandan beri bana hiç sormadığı, akla zarar derecede doğru bir soruydu. Şimdiyi mi bulmuştu sormak için? Gerçekten aklımı kaçırıyordum. "Sıkıcılaşmamıza, solup gitmemize neden izin verdin?"
Çünkü O, öyle tanımsız, öyle güçlü bir heyecan getirmişti ki hayatıma, gittiğinde, ardında doldurulması imkansız bir boşluk bırakmıştı. Ve çünkü bu şekilde davranmak, O'nun yokluğuna katlanabilmek için yapabileceğim tek şeydi.
"Başka birine aşık oldum." dedim.
Dört kelimeden ibaret bu cümleyi nasıl olur da bir solukta kurabilmiştim?
Yüzünün taş kesildiği bir an oldu. O taşlaşmış ifadeyle birlikte aramıza derin bir sessizlik girdi ve ben hissettiğim gerginlikle hala elimde tuttuğum kadehin içindekini bitirdim. Kadehi sehpanın üzerine bıraktım. Biraz başım dönmeye başlamıştı. O hala elinde içmekte olduğu dördüncü kadehiyle duruyordu fakat duyduğundan sonra içip içemeyeceği muammaydı.
Söylediğimi sindirmesi için ona yeterince zaman tanıdıktan sonra artık bir şey söylesin diye dikkatle yüzüne baktım. Buz gibi bir sesle,
"Aşık mısın hala?" diye sordu.
"Çok zaman önceydi."
"Hep böyle bir şeyi duymaktan korkmuştum." dedi.
İçime oturdu bu söylediği fakat aslında şu anda ne söylerse söylesin içime otururdu.
"Neden benden çocuk sahibi olmak istedin peki?"
"O döneme dair her şeyin yolunda olduğuna inandığımı hatırlıyorum. Kusursuz bir sıkıcılıktan ziyade kusursuz bir adam ve evlilik görüyordum. Çünkü bitmişti, o kişiyi hiç görmüyordum. Sadece sen vardın."
"Ne zaman bitmişti?"
"Seni evliliğimiz boyunca hiç aldatmadım Tekin."
"Evliliğimizden önce... ne zaman başlamıştı peki?"
"Sen Japonya'dayken." dedim. Ağır geldi ona. Yüzündeki kan iyiden iyiye çekilirken kadehini elinden bıraktı. Ellerini yüzünden şakaklarından geçirdi. Kalktı yerinden, dışarıdaki buz gibi havaya rağmen odanın penceresini açtı. Boş gözlerle camdan dışarı baktı. Baktı, baktı, baktı.
Bir zaman sonra yanıma döndü. Alkol aldığında normalde kızarırdı yüzü ama bu kez kireç gibi solgun görünüyordu.
"Çok yalnız bıraktım seni. Çok boşlukta bıraktım, değil mi? Üç ay diye gittim, altı ay kaldım. O dönemki gel gitli ruh hallerin, kaçıp gitme isteğin... o kadar ortadaymış ki aslında nasıl görememişim hayret."
"Yaşanacağı varmış. Şunu bil ki, planlayarak yaşadığım bir şey değildi. Kamyon kazası gibiydi. Çarptı, dağıttı, geçti."
"Kim diye sorsam söyler misin peki bana?"
Kafamı iki yana salladım. Limitlerimin çok ötesinde itiraflarda bulunmuştum. Bir de Rüzgar'ın adını vererek bu yangına benzin atmayacaktım.
"Bir önemi yok."
"Ben de bilmek istemiyorum zaten." dedi samimi bir şekilde. "Daha ne kadarını kaldırabilirim diye düşünüyorum. O sınır burası herhalde."
Sehpaya bıraktığı kadehine uzandı yeniden. O da içindekini tek seferde içti.
"Beklemediğim kadar sakin karşıladın." dedim.
"Beş yıl öncesinde sona ermiş bir şeyi itiraf ediyorsun. Ben de seni aldattım. Onun bile üzerinden yıllar geçti."
"Ne iyi oldu da hatırlattın." dedim.
Yüzüme bakmadan tatsızca güldü. Açık duran şarap şişesine uzandı.
"Dolduruyorum yeniden."
"Doldur madem."
Son bir kez kadeh tokuşturduk.
"İtiraflara." dedim bu kez.
Kafasını geriye atıp, gözlerini kapattı. Burun deliklerini küçültüp genişleten derin bir nefes aldı.
"Artık seni sevmiyorum'la bitirseydik, açıklamadıklarının boşluğu hep içimde kalacaktı. Söylemediğin bir şey olduğunun farkındaydım. İçgüdüsel olarak hissediyordum. Bir ağırlık vardı üzerimde onu atmış gibiyim şimdi." dedi.
"Ben de öyle." diyerek ona hak verdim. Gerçekten, beni aldattığı ve yıllardır benim bunu aşamadığım için bittiğine inansaydı, bu, ömür boyunca ona yükleyeceğim haksız bir yük olacaktı.
Şimdiyse duru gerçeği görebiliyordu. Biz önce heyecanımızı yitirmiştik, sonra aşkımızı. O işine aşık olmuştu, bense bir başkasına. Evlenmiştik, bu bir hataydı. Hatalar, başka hataları beraberinde getirmişti. Fakat hataların hesabını tutmanın zamanı geçmişti.
Çünkü bitmişti.
"Yine de kabul etmek zorundayım, yaşadığın şeyin geçmişte kalması önemli bir teselli benim adıma." dedi.
"Bugün de birine aşık olabilirdim, bu neyi değiştirirdi ki Tekin?"
"Çok şeyi."
"Ne gibi mesela?"
"Kafayı takardım. Tüm detaylarıyla öğrenmek isterdim. Sana karşı öfkeli de olurdum."
"Aldatmak aldatmaktır."
Yüzünün rengi bir ton daha attı.
"Böyle söyleme."
"Var mı bir farkı?"
"Hataları yarıştırmanın peşinde değilim ama bence ben seni evliliğimiz dahilinde aldattığım için daha hatalıyım."
Ben de seni en yakın arkadaşınla aldattığım için daha hatalıyım, Tekin, diyemedim.
"Bence de hataları yarıştırmayalım." dedim. Kadeh kaldırdım: "Vedalaşmaya."
Kadehimi kadehine son kez tokuşturduğumda yüzünde okunması imkansız bir ifade vardı. Kadehimden büyük bir yudum daha içtim.
İkinci açtığımız şarabın tıpkı konuşmalarımıza eşlik edercesine buruk bir tadı vardı. Muhtemelen alkol oranı da daha yüksekti. Ben artık iyiden iyiye sersemlemiş haldeydim. Ama içmeseydim, duygusal ağırlığı böylesine fazla olan bir konuşmanın da üstesinden gelemezdim.
Gittikçe silikleşen bilincime rağmen gecenin anlam ve önemini ifade eden cümleyi kurmayı başardım: "Bunca hatadan sonra boşanmamızın neden gerekli olduğunu artık sen de görüyorsundur; bu yapabileceğimiz tek doğru şey Tekin."
Az önce onun yaptığı gibi gözlerimi kapattım. Kafam kendiliğinden arkaya devrildi. Koltuğun sırtına yaslandım. Cevap verip vermediğini duyamadım. Bir yerlerde zaman atlaması olmuş olmalıydı. Çünkü sesi şimdi çok uzaklardan geliyordu.
"Bu şekilde uyuma. Boynun ağrıyacak."
Uyumuş olmalıydım.
Beni kendine doğru çektiğinde gözlerimi açtım ve doğrulmaya çalıştım. Benden çok daha fazla içmesine rağmen hala kendinde görünüyordu.
"Gel seni yatağına yatıralım."
"Uyumuyorum ben."
Oysa gayet uyuyordum. Merdivenlere doğru yürürken içim geçiyordu. Destek vermek için koluma girmişti, ben de ona iyice yaslandım. Basamakları güç bela çıktık. Yatak odasına girdiğimizde ışığı yakmadı. Koridorda yanan ışık loş bir biçimde aydınlatıyordu odayı. Gözümün ucuyla gördüğüm yatak dünyanın en çekici yeriydi benim için. Kollarından sıyrıldım. O benim için örtüyü kaldırırken büyük bir istekle kendimi yatağa attım. Midem bulanmasın diye sırt üstü döndüm. Tekin'in gömleğinin düğmelerini çözerken beni izlediğini gördüm. Bir şey söylemem gerekiyordu ona, mesela artık gitmesini?
Koridorun ışığı söndü. Oda tümüyle karanlığa gömüldü.
Bedenimin üzerinde bir başka bedenin ağırlığını hissettiğimde gözlerimi açtım fakat çok karanlıktı. Korku dolu bir çığlık attığımda büyük bir el yüzüme kapandı. "Bağırma benim."
Hala korkuyla bağırıyordum çünkü üzerimdekinin Tekin olduğunu farketmek paniğimi geçirmemişti. "Bağırma." diye tekrarladı.
Bense "Elini çek!" diye bağırıyordum fakat sesim ulurcasına çıkarken kelimeler elinin baskısının altında boğulmuştu.
"Bağırmamaya söz verirsen çekerim."
Karanlığa alışmaya başladığımda kocaman açılmış gözlerimle ona bakarken sustum. Dehşet tüm bedenimi kuşatmıştı. Tekin üzerimdeydi ve çıplaktı. Kendimi göremiyordum ama muhtemelen ben de çıplaktım.
Elini ağzımdan çektiğinde; "Sen napıyorsun?!" diye inledim ve olanca gücümle tepinmeye başladım. Faydası olmadı çünkü o çok güçlüydü, çok ağırdı. "Tekin sen nap-?"
"Işık lütfen."
Eli tekrar ağzıma kapandığında sertliğini bacaklarımın arasında hissedebiliyordum. Bütün bedeniyle bütün bedenimi himayesi altına almıştı. Bana bunu yaptığına inanamıyordum. İnanamıyordum.
"Beni reddetme nolur." diye soludu, kulağımın altına, boynumun en hassas bölgesine doğru. "Çok uzun zaman oldu. Buna çok ihtiyacım var, lütfen."
Bense sadece inliyor, çırpınıyordum.
Yapma, bize bunu yapma, diye haykırmak istiyordum fakat sesim çıkmıyordu. İçime girdiğinde hissettiğim keskin sancıyla daha güçlü bir şekilde inledim. Bedenim onu reddediyordu. Fakat onu bu da durdurmadı. Benim ne hissettiğimle ilgilenmiyordu. Sarhoştu, istekliydi ve istediğini almakta kararlıydı.
İçimde gidip gelirken, "Çok özledim." diye sayıklıyordu. "Çok özledim. Bilemezsin."
Gözlerimden yaşlar akar giderken artık çabalamamın, çırpınmamın hiçbir fayda getirmediğini, sadece benim canımı yaktığını anlamıştım. Bir süredir bağırmaya çalışmıyordum bile, yine de sonuna kadar eli ağzımda sımsıkı kapalı kaldı. Ve kısa sürmedi, hemen bitmedi.
Alkol süreci uzatan bir etkendi. Dakikalar boyu, dakikalar boyu üzerimde gidip geldi.
Nihayet arzuladığı doyuma ulaştığında, ağırlığını bedenimin üzerinden çekti. Bir zamanlar yatağın ona ait olan tarafına doğru devrildi.
Bense hala gözlerimden sessiz yaşlar dökerken, kıpırtısız, adeta bir ölü gibi yatmayı sürdürdüm. Böyle bir anda ilk sevişmemizi hatırlamam ne kadar trajikomikti. O zamanlar ilk sevişmesinde canının yanıp yanmayacağını merak eden bir Işık vardı. O Işık günün birinde şu an hissettiği gibi bir acı yaşayacağını asla tahmin edemezdi.
Tüm vücudum cam kırıklarının içinde yuvarlanmış gibiydi, baştan ayağa acı içindeydi.
Hala yanımda yatan, sakinleşmeyi bekleyen Tekin'in nefes alışverişlerini dinlerken aldığım her nefesin son nefesim olmasını diliyordum. Ölmek istiyordum.
Fakat ölemedim.
Tekin'in nefes alışverişleri düzene girdi. Muhtemelen ağladığımın farkındaydı. Yüzüme bakmaya cesaret edemedi.
Doğruldu. Ağlamaya devam ettim. Yataktan kalktı. Ağlamaya devam ettim. Eğildi, yere düşen gömleğini eline aldı. Ağlamaya devam ettim.
Nihayet yüzüme baktı.
"İşte şimdi vedalaştık." dedi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro