Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

3

III

Bu aristokrat evin biçimli merdivenlerinden sakin sakin inen Martin Eden'in eli istemi dışında ceketinin cebine gitti. Bu yaralardan kabuk bağlamış el kahverengi tonda bir sigara kağıdı ve bir tutam Meksika tü-tünüyle çıktı; tütünü hızlıca kağıda sararak sigara haline getirdi. Sanki aylarca sigara içmemiş gibi ilk nefesi alabildiğince derin çekip, ciğerlerinin ta içine gönderdi ve uzun, devamlı bir nefes halinde tekrar dışarı verdi. Bir huşu ve hayret nidası halinde, yüksek sesle, "Hay Allah!" dedi. "Hay Allah!" diye tekrarladı. Ardından, "Hay Allah!" diye mırıldandı. Sonra elini yakasına götürüp gömleğini sökercesine açtı ve kaba ellerine cebine tıktı. Soğuktu ve yağmur çiseliyordu ama o buna karşı tuttu şapkasını çıkardı, kayıtsızlık içinde yalpa vura vura bağrını kıl kökleri görününce-ye değin açtı. Kendinden geçmişti; hayal kuruyor, az önce üzerinde derin etkiler bırakan sahneleri kafasında yeniden şekillendiriyordu.

Sonunda o kadına rastlamıştı, bir gün gelip karşılaşacağına dair uzaktan uzağa bir umut beslediği kadına. Masada onun yanında oturmuştu. Onun elini elinde hissetmiş, gözlerinin içine baktığında güzel bir ruhun hayalini görmüştü. Bu ruhun pırıldadığı gözlerle, bu ruha bir ifade, bir biçim kazandıran et, bu ruhun kendisi kadar güzeldi. Onun bedenini bir et yığını olarak düşünmemişti, bu, onun için yepyeni anlatılmaz bir şeydi. Tanıdığı kadınları hep böyle, et yığını olarak düşünmüştü şimdiye değin. Onun eti ise bir başka türlüydü. Onun bedenini eksikliklere, hastalıklara hedef olmaya esir bir beden olarak düşünmemişti. Onun bedeni ruhunun kıyafeti olmaktan daha da fazla bir şeydi. Bu, onun ruhunun bir görünüşü, ondaki tanrısal cevherin saf, cana yakın billurlaşmasıydı. Tanrısallık hakkındaki bu fikri onu ürküttü; onu sarsarak, rüya aleminden alıp, ayık düşünceler alemine getirdi. Şimdiye kadar tanrısal olana dair hiçbir ipucu, hiçbir belirti ona ulaşamamıştı. Tanrı'ya hiçbir zaman inanmamıştı. Ruhani önderlerle ve onların, ruhların ölümsüzlüğü fikirleriyle tatlı tatlı eğlenip, daima dinsiz kalmıştı. Öte yanda bir hayatın bulunmadığına inanıyordu; hayat buradaydı, şimdi vardı, ondan ötesi sonsuz karanlıktan ibaretti.

Kızın gözlerinde gördüğü şey ruhtu, asla ölmeyecek olan sonsuz ruh. Tanıdığı hiçbir erkek veya kadın, ona ölümsüzlükten haber vermemişti. Halbuki o vermişti. Kız, ilk baktığı dakikada fısıldamıştı onun kulağına. Yürürken kızın yüzü gözlerinin önünde solgun ve ciddi, tatlı ve hassas, ancak bir ruhun gülümseyebile-ceği şekilde, acıma ve şefkatle gülümseyerek ve kendi aklının alabileceği saflıktan da saf bir halde pırıldıyordu. Bu saflık Martin Eden'e bir darbe gibi geldi, onu ürküttü. O, iyiliği ve kötülüğü biliyordu; ama saflık, var oluşun bir niteliğiydi ve onun kafasına hiç girmemişti. Şimdi ise, ondaki saflığı, iyilik ve temizliğin en üst derecesi olarak düşünüyordu; bir araya geldikleri zaman sonsuz hayatı oluşturan bir iyilik ve temizlik. Martin Eden birdenbire, sonsuz hayatı anlamak ihtirasıyla yanmaya başladı. Onun ayağına su bile dökmeye layık değildi. Bunu biliyordu; o gece, onu görmesini, beraber olmasını, konuşmasını sağlayan şey, bir mucize, kaderinin akıl almaz bir cilvesiydi. Böyle bir şeye layık olamazdı. Böyle uğurlu bir şansa hak kazanmamıştı o.

Martin Eden, esas itibariyle dindarca bir ruh hali içindeydi. O kendini, yine kendi gözünde hepten küçük gören, alçaltan, alçakgönüllü bir adamdı. Günahkarlar böyle bir düşünüş tarzı içinde pişmanlık duyarlar. O da günahlarından ötürü vicdan azabı duyuyordu. Ancak pişmanlık içindeki alçakgönüllü kimseler nasıl gelecekteki asil varlıklarına ait hayaller görürse, o da öylece kıza sahip olmakla ulaşacağı hale dair muhteşem hayaller gördü. Fakat kıza sahip olma hayali, donuk, puslu ve onun bildiği sahip oluştan bütün bütün farklıydı. İhtirası, çılgın kanatlar takmış onu yükseklere uçuruyor ve o, onun düşüncelerini paylaşarak, güzel ve asil şeylerden onunla birlikte zevk alarak, birlikte yükseklere tırmandığını görüyordu. Onun, sahip olmayı hayal ettiği ruh, herhangi bir kabalıktan arınmış, bir türlü kesin bir düşünce şekline sokamadı-ğı, hür bir ruh yoldaşlığıydı. Bunu düşünmedi. Bu konuda hiç düşünmedi. Duygu aklın yerini almış ve o, hissin yücelip, manevileşerek hayatın en yüksek noktalarının ötesine aştığı bir hassasiyet denizinde, haz içinde sürükleniyor; içinde bir nabız gibi atan şimdiye kadar hiç bilmediği heyecanlarla ürperiyordu.

Bir sarhoş gibi sendeleyerek giderken, yüksek sesle, ateşli ateşli mırıldandı: "Hay Allah! Hay Allah!"

Bir sokağın köşesinde duran bir polis ona şüpheli şüpheli baktı ve gözü denizci çantasına ilişti. Polis memuru sordu:

— Nereden aldın onu?

Martin Eden hayal dünyasından tekrar gerçek dünyaya döndü. Onun, çarçabuk düzenlenebilen, her çeşit yarığın, çatlağın içine sızıp, köşe bucağı doldurabilen, akıcı bir organizması vardı. Polisin seslenişiy-le birlikte, durumu derhal açıkça kavrayarak eski halini alıverdi.

— Ne güzel, değil mi? diye güldü polise. Yüksek sesle konuştuğumun farkında değildim. Polis teşhisini koyarak:

— Biraz sonra da öteceksin, dedi.

— Yok yok, ötmem. Sen bana bir kibrit ver de ikinci tramvaya atlayıp eve gideyim. Sigarasını yaktı, iyi geceler dedi ve yoluna gitti. "Tepesini attırmaz mı insanın?" diye içinden söylendi. "Aynasıza bak, beni sarhoş sandı." Gülümsedi ve kendi kendine düşündü. "Galiba da sarhoştum," diye ekledi; "ama bir kadın yüzünün beni sarhoş edeceği aklıma gelmezdi."

Telgraf Caddesinden, Berkeye'e giden bir tramvaya atladı. Tramvay, şarkı söyleyip, kolejlilere özgü sevinç çığlıkları atan çoluk çocukla ve delikanlılarla doluydu. Bunları merakla, inceden inceye süzdü. Bunlar üniversite öğrencileriydi. Onun gittiği üniversiteye gidiyorlardı, onunla aynı sosyal sınıftan idiler, isterlerse onunla tanışabilirler, onu her gün görebilirlerdi. Düşünceleri oradan oraya dolaşmaya devam etti. Gözleri birbirine çok yakın, sarkık dudaklı biri dikkatini çekti. Bu herifin berbat biri olduğuna karar verdi. Bu eğer gemiye çıksa, sinsinin, mızmızın, boşboğazın biri olurdu. Martin Eden, bu adamdan çok daha mükemmel bir erkekti. Bu düşünce neşesini yerine getirdi. Sanki bu düşünce onu kıza daha çok yaklaştırmıştı. Kendini öğrencilerle kıyaslamaya başladı. Vücudunun kaslı mekanizmasının gitgide daha iyi farkında olmaya başladı ve bedenen bunların hepsinden üstün olduğuna kanaat getirdi.

Ya kafaları! Bu öğrencilerin kafaları, kızın konuştuğu gibi konuşabilmelerini sağlayan bilgilerle doluydu, bu düşünce canını sıktı. "Peki ama beyin ne güne duruyor?" diye kendi kendine hırsla sordu. Onların yapabildiklerini, o da yapabilirdi. O hayatın ta kendisini yaşarken, diğerleri hayatı kitaplardan öğrenmeye çalışıyorlardı. Gerçi başka türlü bir bilgiydi onunki, yine de beyni bunların beyni kadar doluydu bilgiyle. Bunların kaç tanesi bir çıma düğümü atabilir, dümen dolabının başına geçebilir ya da gözcülük yapabilirdi acaba? Hayatı, tehlikeli, cüretli, güç ve zahmetli işlere ait sıra sıra resimler halinde önüne serildi. Öğreniş sırasında düştüğü başarısızlıkları, atlattığı kötü durumları hatırladı. Ama yine de bu kadarını başarabilmişti işte. Bunlar da ilerde hayata atılmak ve onun gibi kötü haller geçirmek zorunda kalacaklardı. Pekala onlar bu işle uğraşırken, o da hayatın öbür tarafını kitaplardan öğrenirdi.

Tramvay, evlerin seyreldiği Oakland'ı Berkeley'den ayıran bölgeden geçerken gözleriyle, ön cephesini boydan boya, üzerinde "Higgibotham Bakkalı" yazılı, gösterişli bir tabela kaplayan iki katlı, tanıdık bir evi araştırdı. Martin Eden bu köşede indi. Bir an gözleri tabelaya takılı kaldı. Bu tabela ona, üzerindeki kelimelerin anlattığı şeyin ötesinde bir şeyler anlatıyordu. Sanki harflerin içinden bir kişiliğin küçüklüğü, bencilliği ve aşağılık hileciliği çıkıyor gibiydi. Bernard Hig-ginbotham, kız kardeşiyle evliydi ve o bu adamı çok iyi tanıyordu. Bir anahtarla içeri girdi, merdivenlerden ikinci kata çıktı. Burada eniştesi oturuyordu. Dükkan aşağıdaydı. Havada bir çürük sebze kokusu vardı. Holden geçerken, kızlı erkekli sayısız yeğenlerinden birinin oraya bıraktığı bir oyuncak araba yüzünden sendeledi ve dan diye akseden bir gürültüyle kapıya bindirdi. "Cimri," diye düşündü, "iki sentlik gaz yaka-mayıp, kiracılarının boyunlarını kırdıracak kadar pinti." El yordamıyla kapı tokmağını bularak, aydınlık bir odaya girdi; odada kız kardeşiyle, Bernard Higginbot-ham oturuyordu. Kız kardeşi kocasının pantolonlarından birini yamıyordu, Bernard Higginbotham da bir sandalyeye yaslanıp bacaklarını bir başka sandalyeye uzatmış, eski püskü keçe terlikler bulunan ayakları bu sandalyenin kenarlarından sarkar vaziyette, vücudunu iki sandalyeye bölmüştü. Samimiyetsiz, delici, kara gözlerini devirerek, okuduğu gazetenin üzerinden baktı.

Martin Eden ne zaman ona baksa, içinden bir çeşit iğrenme hissi gelirdi. Kız kardeşinin bu adamda ne bulduğu onu ilgilendirmezdi. Onda böcek etkisi uyandırır ve içinden hep, onu ayaklan altına alarak ezmek gibi bir his gelirdi. Bu herifin varlığına tahammül etmek için kendini sık sık, "Bir gün onun suratını darmadağın edeceğim," diye düşünerek teselli ederdi. Bir sansarınkine benzeyen minicik, zalim gözler kendisine şikayet eder yollu bakıyordu. Martin Eden: — Evet, dedi, Ne diyeceksen, de bakalım.

Mr. Higginbotham yarı sızlanıp, yarı tehdit ederek:

— Kapıyı daha geçen hafta boyatmıştım, dedi; sendika ücretlerinin de ne olduğunu bilirsin. Daha dikkatli olmalısın.

Martin cevap vermek istedi, ama bunun çaresiz olduğu fikri kafasında yer etmişti. Duvardaki taş basması resmin tahammül edilmez, iğrenç ruhluluğuna baktı. Buna hayret etti. Bu resmi her zaman beğenirdi, fakat şimdi ona sanki bunu ilk defa görüyormuş gibi geldi, ucuz bir resimdi, bu evdeki diğer her— şey gibi... Aklı, biraz önce çıktığı eve gitti ve önce yağlı boya tabloyu, sonra da ayrılırlarken elini sıktığı zamanki o her yanı saran tatlı haliyle, onu gördü. Nerede olduğunu ve Bernard Higginbotham'ın varlığını unuttu; ta, beyefendi soruncaya kadar.

Martin ayıldı, o alaycı, haşin, korkak, boncuk gibi gözlerle baktı ve aynı gözler, sahiplerinin aşağıdaki dükkanda satış yaptığı zamanki halleriyle sahte, yaltakçı, dalkavuk, köle gözleri, sanki bir sinema perdesine akseder gibi hayaline aksediverdi.

— Evet, diye cevap verdi, Martin. Bir hayalet gördüm. İyi geceler Gertrude. Odadan çıkmak için kapıya yönelirken, ayağı, yamalı kilimin üstündeki bir sökük dikiş yerine takılıp sendeledi.

Mr. Higginbotham:

— Sakın kapıyı hızlı çarpma! diye uyardı. Martin, kanının damarlarına sürünerek dolaştığını hissetti, ama kendini kontrol ederek, kapıyı arkasında yavaşça kapadı. Mr. Higginbotham karısına ben demedim mi gibilerden bakarak, boğuk bir fısıltıyla: — içiyordu, diye düşüncesini açıkladı. İçeceğini söylemiştim sana.

Karısı başını sakin sakin salladı.

— Gözleri parlıyordu, diye itiraf etti; yakası yoktu, halbuki yakayla çıkmıştı giderken. Ama belki de iki kadehten fazla içmemiştir.

Kocası:

— Doğru dürüst ayakta duramıyordu, diye ısrar etti. Dikkat ettim ona. Sendelemeden yürüyemiyordu. Kendin de duydun kadın. Holde az daha yuvarlanıyordu.

Karısı:

— Bana kalırsa, Alice'in arabası yüzündendi o, dedi. Karanlıkta görememiştir. Mr. Higgmbotham'ın sesi, yükselmeye, öfkesi kabarmaya başladı. Dükkanda bütün gün kendini tutmuş, gizlemiş, kendi halini almak şevkini akşama, ailesinin yanına saklamıştı. — Sana diyorum ki, bu senin kıymetli kardeşin, sarhoştu. Sesi soğuk, keskin ve kesindi; dudakları ise her kelimeyi sanki bir kalıp makinesinden keser gibi konuşuyordu.

Karısı içini çekti, ses çıkarmadı. Her zaman pasaklı elbiseler içinde gezen, etinin, işlerinin ve kocasının yüküyle her zaman yorgun, enine, şişman bir kadındı.

Mr. Higginbotham:

— Bu onun içine işlemiş diyorum sana, babasından kalmış, diye suçlamayla sözüne devam etti. Aynı şekilde de nalları dikecek. Biliyorsun bunu.

Kadın, onaylar yollu başını salladı, içini çekti ve dikişine devam etti. Martin'in eve sarhoş geldiği konusunda anlaşmaya varmışlardı. Onlara güzelliği tanıtacak, o pırı] pırıl gözlerle, o alev alev yanan yüzün, ilk gençlik aşkının hayaline işaret ettiğini anlatacak ruh yoktu.

Mr. Higginbotham, karısının sebep olduğu ve kendini kızdıran sessizlik içinde birdenbire: — Çocuklara çok güzel örnek oluyor, diye hırladı. Bazı zamanlar karısının kendisine daha fazla karşı gelmesini istediği olurdu.

— Eğer bir daha yaparsa bu işi, evi terk edip gitmesi gerekir. Anlaşıldı mı ? Onun bu içki alemlerini çekemem. Ben masum çocukları onun ayyaşlığıyla bozamam.

Mr. Higginbotham sözlüğüne yeni giren, daha geçenlerde bir gazete sütunundan toparladığı bu kelimeyi beğeniyordu.

— Bozmak derler budala başka adı yoktur bunun işte.

Karısı yine iç geçirdi, başını üzüntüyle iki yana sallayıp dikişine devam etti. Mr. Higginbotham okuduğu gazetenin üzerinden bir bakış atarak:

— Geçen haftanın kirasını ödedin mi? dedi. Kadın başını evet der gibi sallayarak ekledi: — Daha da parası var.

— Tekrar ne zaman denize çıkıyor?

— Parası bitince, herhalde, diye cevap verdi kadın.

— Dün gemi aramak için San Francisco'ya gitmişti. Ama şimdilik parası var, üstelik de tayfa yazılacağı gemiyi seçerken çok titizdir.

Mr. Higginbotham:

— Çalım satmak onun gibi güverte salağına kalmamış, diye hırladı. Titizmiş! O! — Bana, gömülü bir defineyi aramak için uzakça bir yere gitmeye hazırlanan bir yelkenliden bahsettiy-di; parası o zamana kadar yeterse bununla gidecekmiş.

Kocası:

— Eğer aklını başına toplayıp, durulmaya razı olsaydı ona bir iş verirdim, arabayı sürerdi, dedi. Ama sesinde hiç de iyilikçi bir ifade yoktu.

— Tom ayrıldı.

Karısının yüzünde büyük bir korku ve soru ifadesi belirdi.

— Bu gece ayrıldı. Carruther'lere çalışacak. Benim verebileceğimden daha fazla para veriyor onlar. Karısı:

— Onu kaybedeceğini söylemiştim sana, diye bağırdı. Verdiğin paradan daha fazlasını hak ediyordu o. 48

Jack London

Higginbotham:

— Bana bak kocakarı, diye böğürdü, sana, benim işlerime burnunu sokma diye bin kere söyledim. Bir kere daha söylemem, bak.

Kadın burnundan soluyarak:

— Vız gelir, dedi. Tom iyi çocuktu.

Kocası ona yiyecek gibi baktı. Bu hafif yollu bir meydan okumaydı.

— Eğer şu senin kardeşin olacak, yediği ekmeğin değerinde bir adam olaydı, arabayı alırdı, diye hırladı. Kadın cevabını verdi:

— Kirasını ödüyor, yine de. Hem o benim kardeşim, üstelik sana borcu olmadığı müddetçe, böyle sürekli üstüne üstüne varmaya da hakkın yok. Seninle yedi senelik evliysem, ona da sevgim var. Öbürü sordu:

— Yatakta okumaya devam ederse, gaz parası keseceğini söyledin mi, ona? Mrs. Higginbotham cevap vermedi, isyankarlığı kaybolmuş, şevki kırılan ruhu yorgun etinin içine çekilmişti. Kocası, karısını yenmişti. Kulakları, karısının kesik kesik burnundan verdiği soluklan zevkle dinlerken, kinci gözleri, kıvılcım saçan bakışlarla kırpıştı. Karısını bastırıp susturmaktan büyük bir mutluluk duyardı, hem kadın da bugünlerde kolayca susturuluyordu. Ama kuluçka çıkarır gibi doğurduğu çocuklarıyla, kocasının devamlı dırdırlarının enerjisini kemirip tüketmediği, evlilik hayatlarının ilk günlerinde işler başka türlüydü. — İyi ya, dedi Mr. Higginbotham. Yarın söylersin, işte o kadar. Ha sonra unutmadan söyleyeyim sana; yarın çocuklara bakması için Marian'ı çağırtsan iyi edersin. Tom ayrıldığına göre, yarın arabayla benim çıkmam lazım, sen de aşağıda tezgahı bekleyeceğini bil. Karısı zayıf bir sesle itiraz etti:

— Ama yarın çamaşır günü.

— Sen de erken kalkıp çamaşırını yıka öyleyse. Saat ona kadar işe çıkmam. Gazetesini hırsla kıvırıp okumasına devam etti.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro