Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

24

XLII

Martin'in büyük başarısı, para ve şöhreti Morse-lar'ı derinden etkilemişti. Beğenmedikleri, çapulcu diye kızlarını vermemek için bin türlü sorun çıkardıkları adam başarı basamaklarını birer birer çıkmış, onların hayal bile edemeyeceği zirveye oturmuştu. Mr. Morse da bir zamanlar beğenmeyip aşağıladığı adamı görmeye gelmişti. Mr. Morse, yaptığı bunca oyalamaca ve yarattığı bunca sıkıntıdan sonra Otel Metro-pol'ün yazıhanesinde Martin'in karşısına çıktı. Martin'in bu adama bir türlü kanı ısınmamıştı. Arkasından çevirdiği dolapları bilmiyordu ama davranışlarından kendisi hakkında hiç de iyi şeyler düşünmediğini biliyordu. Bu yüzden burada bir iş için tesadüfen mi bulunduğuna, yoksa doğrudan doğruya kendisini yemeğe davet etmek için mi geldiğine bir türlü karar veremedi. Ancak aklı daha çok ikinci ihtimale yatıyordu. Bunca olayın ardından Martin, Mr. Morse tarafından, kendisini daha önce evine gelmeyi yasaklayan, nişanı bozması için Ruth'a akla hayale gelmedik baskılar yapan bu bey tarafından akşam yemeğine davet ediliyordu.

Martin biraz yüzsüzlükle karışık bu davete hiç kızmadı. Hatta daha önce kırılmış gururunu bile düşünmedi. Mr. Morse'un kibrini kırıp boynunu bükmesinin anlamını düşünerek ve hoşgörüyle karşılayarak daveti reddetmedi. Ama gelecek zamana, müsait olacağı güne bıraktı. Kendisinin durumunu, aile bireylerinin durumunu ve özellikle de Ruth'u sordu. Ruth'un adını telaşlanmadan, normal bir şekilde söyledi. Ruth adını söylerken hiç ürperme duymayışına, o eski, tanıdık kalp atışının, kanın damarlarına sıcak sıcak hızla sürüşünün olmayışına şaşırdı.

ünlü Martin Eden olalı beri birçok yemek daveti almış, bunların bir kısmını kabul etmişti. Bu davetler bazen kafasını kurcalıyor, bu küçük ayrıntılar her geçen gün içinde büyüyordu. Bernard Higginbotham, onu yemeğe davet edince şaşkınlığı son noktaya vardı. Kimsenin kendisini yemeğe davet etmediği, açlık çektiği, hatta açlıktan karnının yapıştığı günleri anımsadı. Asıl o zaman, ihtiyacı vardı bu yemeklere. Bu dönemde kimse elinden tutmamış, o yemekler olmadığı için kuvvetten düşmüş, baygınlıklar geçirmiş, açlıktan kilo vermişti. Çelişki de buradaydı zaten. Yemeğe ihtiyacı olduğu zamanlar kimse yemek vermediği gibi yemeğe de davet etmemişti. Oysa şimdi binlerce yemek satın alabilirdi, paraya pula ihtiyacı yoktu, ama tuhaf olan şimdi sağdan soldan yemek davetleri almasıydı. Neden ama? Bunda hiç adalet yoktu; üstelik kendisi bu yemekler için bir liyakat kazanmamıştı! Oysa hiç değişmemişti o. Bütün eserlerini daha o zamanlar tamamlamıştı. Bay ve Bayan Morse, kendisini bir tembel, görevini yapmayan insan olarak suçlamış, Ruth vasıtasıyla da katiplik işini kabul etmeye zorlamışlardı, üstelik onun tamamladığı eserlerinin de farkındaydılar. Ruth aracılığıyla eser üstüne eser göndermişti onlara. Onlar da okumuşlardı bunları. Adının bütün gazetelerde geçmesine sebep olan işte o eserlerdi ve onların kendisini şimdi yemeğe çağırışlarının sebebi de adının gazetelerde geçişiydi. Emin olduğu bir şey vardı: Bir zamanlar onu kendisi ya da eserleri için davet etmek akıllarının köşesinden bile geçmemişti. Bu bakımdan şimdi de onu kendisi ya da eserleri için davet etmelerine olanak yoktu; onu şöhreti için, insanlar arasında statü sahibi olduğu ve yüzbin dolara yakın parası olduğu için çağırıyorlardı. İşte burjuva toplumu, insanı bu şekilde değerlendiriyordu; Martin kim oluyordu da bunun aksini düşünebiliyordu? Ama kendinden gurur duyuyordu. Böylesine değerlendirmelerden iğreniyor, kendisinin, kendisi olarak kabul edilmesini ya da kendisinin bir ifadesi olan eserlerine göre değerlendirilmesini arzu ederdi. Lizzie, onu işte böyle değerlendiriyordu. Kitap sahibi Martin, Lizzie'ye vız gelirdi. O, yalnızca ve sadece Martin'e değer veriyordu. Lehimci Jimmy ve bütün çete arkadaşları da onu bu şekilde değerlendirirlerdi. Onlarla birlikte gezip tozduğu günler, bunu kaç defa ispat etmişlerdi; o gün Shell Mound Parkında da ispat edilmişti bu. Martin'in eserinin canı cehen-nemeydi. Onların sevdikleri ve uğruna dövüşmekten çekinmedikleri kimse, Martin Eden'in, çok iyi heriftir ha, dedikleri Martin Eden'in kendisiydi. Sonra Ruth da onu sadece o olduğu için seviyordu. Onu olduğu gibi seviyordu, bundan şüphesi yoktu. Ne var ki Ruth onu sevdiği kadar ve belki daha da fazla burjuva değer ölçülerini seviyordu. Bu yüzdenMartin'in yazı yazmasına itiraz etmişti. Martin'e öyle geliyordu ki, bu itirazın bellibaşlı sebebi yazılarının para getirmeyişiydi. Ruth'un "Aşk Şiirleri"ni eleştirmesi de bu yönden olmuştu. Martin'in bir işe girmesi için Ruth da ısrar edip durmuştu. Gerçi Ruth, ısrar ederken, "statü sahibi olmak" kelimeleriyle daha ince bir tarzda ifade etmişti fikrini, ama bu da aynı kapıya çıkardı; nitekim Martin'in kafasından o eski açıklama çıkmıyordu bir türlü. Bütün yazdıklarını okumuştu Ruth'a, şiirlerini, öykülerini, denemelerini. "Wiki Wiki" yi, "Güneşin ütancı"nı, hepsini. Ruth da hep, ısrarla onu bir işe girmeye, çalışmaya zorlamıştı. Sanki Martin uykularını feda edip, kendini harap edercesine Ruth'a layık olmak için çalışmıyormuş gibi. O küçücük şey böylece gittikçe büyüdü, Martin'in sağlığı yerinde, normaldi, düzenli yemek yiyor ve günde sekiz saat uyku uyuyordu, ama o, küçük şey onda bir sabit fikir halini aldı. "İş Bitmiştir." İşte bu cümlecik, kafasını sık sık rahatsız eder olmaya başladı. Bir pazar günü, Bernard Higginbotham'larda, dükkanın üstünde sıkıcı bir akşam yemeğindeydi. Martin, kafasını bu sabit fikirden kurtarmak için kendini zorluyor: — Evet. İş çoktan bitmişti, ama o zaman benim açlık çekmeme razı olduğunuz, evinize gelmemi yasak ettiğiniz ve sırf işe girmedim diye lanetlediğiniz halde beni şimdi besliyorsunuz, diye bağırmaktan kendini güçlükle alıkoyuyordu. Şimdi, ben konuştuğum zaman ağzınızı tutup fikirlerinizi söylemiyor, benim söyleyeceklerimi saygı ve dikkatle dinliyorsunuz. Size toplumunuzun kokuşmuş, hırsızlıklarla dolu bir topluluk olduğunu söylüyorum; siz ise öfkeye kapılacağınız yerde, ne diyeceğinizi şaşırıp, saçma sapan sesler çıkararak, söylediklerimde büyük bir gerçek payı olduğunu kabul ediyorsunuz. Neden? Çünkü ünlüyüm; çünkü bir sürü param var. Yoksa hiç de aptal, hiç de fena bir herif olmayan Martin Eden olduğum için değil. Size kalkıp da, ayvanın yeşil peynirden yapıldığını söylesem hemen kabul edersiniz, ya da hiç değilse, yalanlamaya çalışmazsınız, çünkü dolarlarım var, yığınla dolarlarım var da ondan. Oysa bunlar çoktan, çok önceden kazanılmış paracıklardı; bana ayağınızın altındaki çamura tükürür gibi tükürdüğünüz sıralarda bitmişti bu işler, diyorum size. Ama Martin içinden geçenleri onların yüzüne hay-kırmadı, kendisini tanrılık katına yükselten bu insancıklara güldü geçti. Ancak bu düşünce hiç eksilmeyen bir işkence gibi kafasının içini kemirirken, o aldırmadı, gülümsemeye devam etti ve bu yalancı toplumun değer yargılarına aldırmaksızın hoşgörüyle davranmayı başardı. Martin sustuğu sıralarda dizginleri ele geçiren Bernard Higginbotham konuştukça konuştu. Bernard Higginbotham da hayatta başarı kazanmış bir insanmış ve bununla övünüyormuş. Kendi kendini yetiştirmiş bir insanmış. Kimsenin yardımı dokunmamışmış ona. Kimseye borcu da yokmuş. Bir vatandaş olarak görevlerini yerine getiriyormuş ve koskoca bir aile besliyormuş. Bernard Higginbotham Mağazası, kendi çalışma ve yeteneğinin görüntüsü de ortadaymış işte. O, Bernard Higginbotham Mağazasını, bazı insanların kanlarını sevdiği gibi seviyordu. Martin'e kalbini açtı ve mağazayı nasıl büyük bir zeka inceliği ve nasıl büyük bir planlamayla kurduğunu anlattı. Bu mağazayla ilgili daha başka planları da vardı, ihtiraslı planlan.

Semtleri hızla gelişiyordu. Oysa mağaza çok küçüktü. Daha geniş bir yeri olsaydı, hem daha az çalışıp, hem de daha çok para kazanmak için hamleler yapabilirdi, bunu yapacaktı da. Yandaki arsayı da alıp, iki katlı bir ahşap bina daha çıkıncaya kadar son gayretiyle çalışacaktı, üst katı kiralayacak, bütün alt kat da Bernard Higginbotham Mağazası olacaktı. Her iki binanın cephesini boydan boya kaplayacak olan yeni tabelasından bahsederken gözleri parladı.

Martin bunları dinlemiyordu. Kafasının içinde bir nakarat gibi durmadan tekrarlanan, "iş bitmiştir," cümleciği, diğerinin gevezeliklerini duymasına imkân bırakmıyordu. Bu nakarat, onu bir an deli etti ve Martin, bundan kurtulmak istedi.

Aniden:

— Ne kadar lazım demiştin? diye sordu.

Semtin kendisine sağlayacağı iş imkânlarını ballandıra ballandıra anlatmakta olan eniştesi, lâfını yarıda bırakıverdi. Kaç paraya çıkacağını söylememişti. Ama biliyordu. Kaç kere hesaplamıştı bunu. — Kereste fiyatlarının bugünkü durumuna göre, dedi. Dört bin yeter. — Tabela da içinde mi?

— Onu içine katmadım. Bina yapılsın çıksın ortaya bir kere, o nasıl olsa konacak yerine. — Ya ne olacak?

— üç bin tutar.

Mr. Higginbotham, parmaklarım sinirli sinirli açıp kapayarak öne doğru eğildi, çek yazan Martin'i seyretti. Çek kendisine uzatıldığı zaman, yazılı miktara bir göz attı, yedi bin dolar. Boğuk bir sesle:

— Yüzde altıdan fazla faiz vermeye gücüm yetmez, dedi.

Martin'in gülmek istedi, ama güleceğine, sordu:

— Peki, ne tutar bu?

— Yüzde altı, altı kere yedi dört yüz yirmi eder.

— Yani ayda otuz beş dolar ediyor, öyle değil mi? Mr. Higginbotham başıyla doğruladı. O halde, eğer bir itirazın yoksa seninle şöyle bir anlaşma yapalım, diyerek yan gözle Gertrude'ya baktı Martin: — Eğer her ay yemek pişirme, çamaşır yıkama ve temizlik işleri için otuz beş dolar harcamayı kabul edersen, anapara senin olsun. Eğer Gertrude'a bundan böyle iş yaptırmamayı garanti edersen, bütün para senindir. Anlaştık mı?

Mr. Higginbotham yutkundu. Karısının iş yapmaması, onun cimri ruhuna hakaret gibi gelmişti. O muhteşem hediye, kendisine bir ilacı, acı bir ilacı yutturacak tatlı gibiydi. Karısı çalışmayacaktı ha! Bu midesini bulandırdı Mr. Higgmbotham'ın.

— Madem kabul etmiyorsun, her ay otuz beş dolar öder...

Sözlerini söylerken masanın öbür ucundaki çeke uzanan Martin'in elini ondan atik davranan Mr. Higginbotham çekin üstünde yakalayarak:

— Kabul! Kabul! diye bağırdı.

Martin, tramvaya bindiği zaman, içinde bir bıkkınlık duydu. Koskoca tabelaya baktı: — Domuz! diye homurdandı. Domuz oğlu, domuz!

"Mackintosh's Magazine" "Falcı"yı, Wenn'in süs-lemeleriyle yayınladığı zaman, Herrmann von Schmidt, vaktiyle bu şiire seksi dediğini unuttu. Şiiri karısının ilham ettiğini söyleyip bu haberin gazetecilerin kulağına ulaşmasını sağladı ve yanında fotoğrafçıyla gelen bir muhabirle söyleşi yaptı. Bunun sonucu olarak da, bir Pazar ekinde Marian'ın idealize edilmiş resimleri, Martin Eden ve ailesinin özellikleriyle ve bir sürü ayrıntıyla birlikte, "Falcı", 'Mackintosh's Magazi-ne'in izniyle tam metin halinde ikinci defa yayımlandı. Bu, Vön Schmidt'lerin oturduğu semtte büyük bir heyecan yarattı, şerefli aile kadınlarından, büyük yazarın kızkardeşini tanıyanlar, bu tanışıklıkla övünme, henüz tanımayanlar da tanışıklık kurmakta acele ettiler. Hermann von Schmidt, dükkanında tıkır kıkır gülüp, bir torna tezgahı ısmarlamaya karar verdi. Mari-an'a, — Reklam vermekten daha iyi oldu bu, üstelik masrafsız da böylesi, dedi. Marian:

— Onu yemeğe davet etsek, diye fikrini öne sürdü.

Martin de yemeğe geldi ve Hermann von Schmidt gibi yükselmeye aday birine yardımları dokunacağı anlaşılan şişko celeple, ondan da şişko karısına havayı hiç bozmayacak şekilde davrandı. Onları evine çekmek için Von Schmit, büyük kayınbiraderinden daha iyi bir yem bulamazdı. Masada oturan, aynı yemi yutmuş bir başkası da, Asa Bisikletleri Kumpanyasının Pasifik Sahili Şefi'ydi. Von Schmidt, bisikletlerin 572

Oakland acenteliğini koparabilmek için adama iltifatla davranarak yakınlığını kazanmaya çalışıyordu. Böylece, Herman Von Schmidt, kayınbiraderi olarak Martin gibi bir insana sahip olmasının kendisine bu bakımdan çok yardımı dokunacağını düşündü, ama içinden de bütün bu olanların nasıl olup da gerçekleştiğini bir türlü anlayamadı. Gecenin sessiz saatlerinde, karısı uyurken, Martin'in kitaplarını, şiirlerini karıştırdı ve bunları satın aldıkları için bütün dünyanın aptal olduğuna karar verdi.

İçinden, durumu çok iyi kavrayan Martin de, arkasına yaslanıp Von Schmidt'in kellesine iştahla bakarak, saman kafalı Alman'ın kafasına tam yerini bulan sanal yumruklar sallayarak, bu kelleyi omuzlarından alaşağı etti hayalinde. Bununla beraber bu adamın beğendiği bir tek tarafı vardı. Yükselmeye azimli bu adam, fakir olduğu halde, ağır işleri Marian'ın sırtından alacak bir hizmetçi tutmuştu. Martin, Asa acentelikleri şefiyle konuştu ve yemekten sonra, Oak-land'daki en mükemmel bisiklet mağazasını takım taklavatıyla birlikte kurabilmesi için paraca desteklediği Hermann'la adamı bir kenara çekti. Daha da ileri giden Martin, yalnız kaldıkları zaman Hermann'a, gözünü açarsa bir otomobil acenteliğiyle, bir garaj sahibi olabileceğini, her iki kurumu da başarıyla yönetmemesi için hiçbir sebep olmadığını söyledi. Martin evden ayrılırken Marian kollarını onun boynuna dolayıp yaşlı gözlerle, onu ne kadar çok sevdiğini, öteden beri de sevmekte olduğunu söyledi. Bunu ısrarla söylerken de bir ara durakladı ve Martin lafa karışınca, gözlerinde daha fazla yaş boşanarak, Mar-tin'i daha fazla öpücüklere boğarak, bir zamanlar ona olan güveninin kaybolup da iş araması için ısrar edişinden ötürü Martin'den af diledi. Hermann Von Schmidt, karısına bir sır verir gibi:

— Bak görürsün, parasını hiçbir zaman tutamayacak. Faiz vermekten söz edince, küplere bindi, anaparanın da canı cehenneme dedi ve eğer bir daha bunun lafını edecek olursam pis Alman kafamı koparacağımı söyledi. Ya işte böyle dedi, Alman kafammış. Ama olsun, iş adamı olmasa da yine de eyvallah. Bana bir fırsat verdi ya, eyvallah.

Martin'e yemek davetleri yağıyordu; davetler yağdıkça da Martin'in şaşkınlığı artıyordu. Arden Kulü-bü'nün sedirinde, çoğunun bütün hayat öykülerini okuduğu, kendilerinden bahsedildiğini duyduğu tanınmış kişilerle yan yana şeref konuğu olarak oturdu; bu kişiler, Martin'e, "Çanların Sesi" "Transcontinen-tar"de, "Peri ile İnci" de "The Homef'de çıkar çıkmaz bunları nasıl okuduklarını ve okur okumaz da nasıl hemencecik Martin'in ödül kazanacağını anlayıver-diklerini anlattılar. Martin kendi kendine, Allah'ım! diye düşündü, ben de o zamanlar paçavralar içinde, açlıktan geberiyordum. Neden o zaman beni yemeğe davet etmediniz? Asıl o vakitti sırası. Eserlerim daha o zaman tamamlanmıştı. Şimdi beni tamamladığım eserlerim yüzünden besliyorsanız, buna ihtiyacım olduğu o vakit neden beslemediniz beni? Ne "Çanların Sesi"nde, ne de "Peri ile İnci" de bir kelime değişiklik oldu. Yok sizin, beni şimdi bitirdiğim eserler için beslediğiniz filan yok. Siz, şimdi herkes besliyor diye besliyorsunuz beni; beni beslemek bir şeref haline geldi de ondan besliyorsunuz. Sürü hayvanları olduğunuz için besliyorsunuz beni; sürüden bir parça olduğunuz için; sürünün, o kitle kafası şimdi otomatikman beni beslemeyi düşündüğü için. Ya Martin Eden'le, Martin Eden'in eserleri nereden gelip ulaştı bütün bunlara? diye kendi kendine üzüntüyle sordu, sonra da ayağa kalkarak, şerefine zekice ve ustalıklı cümlelerle kaldırılan kadehlere, yine zekice ve ustalıklı cümlelerle cevap verdi.

Bu böylece devam etti gitti. Martin, nerede olursa olsun Basın Klübünde, Redwood Kulübünde, çay partilerinde, edebi toplantılarda hep, "Çanların Sesi" ve "Peri ile İnci" nin ilk yayınlandıkları gün hatırlandı. Martin de hep kendi kendine, o sonu gelmeyen soruyu sordu: Neden o zaman doyurmadınız karnımı? O zaman bitmişti bütün işler. "Çanların Sesi" de, "Peri ile İnci" de bir nebze bile değişmedi. O zaman da şimdiki kadar artistik, o zaman da şimdiki kadar değerliydiler. Ama siz, beni ne onlar için, ne de yazdığım başka eserler için besliyorsunuz. Besliyorsunuz, çünkü şimdi moda oldu bu, çünkü bütün sürü, Martin Eden'i beslemek için deli oluyor.

Bu gibi zamanlarda da çok kere sırtında, dört köşe biçilmiş ceketi, başında sert kenarlı kovboy şapkası olduğu halde, genç bir serserinin şapşalca yürüyüşüyle oradakilerin arasına süzüldüğünü görür gibi olurdu. Bir akşam, Oakland'daki Galîina Derneği'nde de aynı şey oldu. Yerinden kalkıp, platformda ilerlerken büyük salonun arka tarafındaki geniş kapıdan, dört köşe ceketli, sert kenarlı kovboy şapkası giymiş genç serserinin kabara kabara girdiğini gördü. Martin hayalinde gördüğü şeyi iyice görmek için gözlerini dikmiş öyle dikkatle bakıyordu ki, salonda bulunan, modaya uygun giyinmiş beşyüz kadının hepsi de başlarını çevirip kapıdan tarafa baktılar, ama boş orta yolundan başka bir şey göremediler. Martin genç külhanbeyinin orta yolda sendeleyerek yürüdüğünü gördü ve hiç şapkasız görmediği bu serseri acaba şapkasını çıkaracak mı çıkarmayacak mı diye merak etti. Serseri, orta yoldan yürüyüp platforma çıktı. Martin gözlerinin önüne serilen bu manzarayı düşününce, kendi gençliğinin bu gölgesi onu ağlamaklı etti. Serseri, platformdan kabadayı yürüyüşüyle Martin'e doğru geldi ve Martin'in bilincinin ön planı içinde kayboldu. Beş yüz kadın, konukları olan utangaç büyük adamı cesaretlendirmek için eldivenli elleriyle hafiften alkış tuttular. Martin de bu hayali beyninden silkip attı, gülümsedi ve konuşmaya başladı. Martin'in eski okul müdürü, o iyi ihtiyar, Martin'i tanıyarak onu sokakta durdurdu ve Martin'in dövüş yüzünden okuldan kovulduğu günlerin anısını tazeledi.

— Epey önce dergilerden birinde, senin "Çanların Sesi"ni okudum, dedi. "Poe" kadar nefisti. Nefisti, o zaman da söylemiştim ya, nefis! Martin az daha yüksek sesle:

— Evet, diyecekti. Şiirim çıktıktan sonra ayda iki defa rastlardın da tanımazdın beni. Bana her rastlayışında açtım, tefeciye giderken rastlıyordun bana. Ama daha o zaman bitirmiştim ben işimi. O zaman tanımıyordun beni. Şimdi neden tanıyorsun?

Öbürü:

— Geçen gün kanma söylüyordum, diyordu. Bir gün bize yemeğe gelsen ne iyi olur diye. Karım da benimle aynı fikirde. Evet, tamamen aynı fikirde o da.

Martin öyle keskin bir:

— Yemek mi? dedi ki, adeta hırlama gibi çıktı bu ağzından.

İhtiyar, Martin'in omzunu arkadaşça şakalaşmak istercesine dürtükleyerek: — Şey, evet, evet akşam yemeği, biliyorsun. Allah ne verdiyse yersin eski müdürünle beraber seni gidi haydut, seni, dedi.

Martin başı dumanlı, sokaktan aşağı yürüdü. Köşeye geldiğinde boş gözlerle çevresine bakındı. Nihayet:

— Eğer ihtiyar benden korkmadıysa, ne olayım, diye mırıldandı.

XLIII

Gemi tayfalığını bırakıp kendini okumaya adamış, günlerce, aylarca gecesini gündüzüne katarak okumuş, yazmış çalışmıştı, uykusuz ve aç geçen gecelerin ödülünü maddi olarak almaya başlamış, ünü tüm dünyaya ulaşmıştı. En alttan gelip merkezin tam göbeğine, elitlerin tam ortasına oturmuştu. Ama kendine ait olan her şeyini kaybetmişti. Hem de öylesine kaybetmişti ki beyni ruhuna, ruhu aklına karışmıştı. Karma karışık kafası algıda seçiciliği kaybetmişti. Artık yaşamın derin anlamları üzerine fikir yürütmeyi durdurmuş ama içinde patlayan volkanlara ve soru işaretlerine engel olamamıştı. İnsanların kapılarını hangi gerekçeyle olursa olsun kendisine sonuna kadar açtıklarını görmesi bile artık şaşırtmaz olmuştu. İşte böylesine yaşadığı günlerden birinde Martin'e "gerçek kirden" Kreis geldi. İnsanlar, artık Martin'i parası için ziyarete geliyordu, en yakın akrabalarından sokakta tanıdığı adamlara, küçük bir fikir savaşına girdiği insancıklardan "büyük düşünürlere" kadar. İşte Kreis'te sinsice bir planla gelmişti. Plan şuydu: Kreis yeni bir öykü yazacaktı, bunun için paraya ihtiyacı vardı, hem de bin dolara... Bu planın ayrıntılarını büyük rahatlık ve sükunetle dinledi. Kreis, "Güneşin ütancı"nda birçok yerde bir budala durumuna düştüğünü anlatan konuşmasına orta yerinde susup uzun bir süre bekledikten sonra:

— Ama ben felsefe yapmak için gelmedimdi ki, diye devam etti. Benim anlamak istediğim, sen bu işe bin dolar yatıracak mısın, yatırmayacak mısın?

Martin:

— Hayır, diye cevap verdi. En azından, o kadar aptal değilim. Ama bak ne yapacağım söyleyeyim sana. Sen bana hayatımın en güzel gecesini yaşatmıştın. Bana paranın satın alamayacağı bir şey vermiştin. Şimdi param var ve bu para benim içim hiçbir şey ifade etmiyor. Sana, bana o gece verdiğinle hiçbir zaman eş değerde tutmadığın bin doları vereceğim. Bu paraya ihtiyacın var. Benimse ihtiyacımdan çok param var. Bu parayı istiyorsun. Onun için geldin buraya. Bunu böyle dolambaçlı yollardan istemeye çalışman gereksiz. Al gitsin.

Kreis hiç şaşırmadı. Çeki katlayıp cebine koydu.

— Aynı fiyata, sana onun gibi daha birçok gece yaşatmak için sözleşme yapmak isterdim, dedi. Martin başını sallayarak:

— Bunun için artık çok geç. O benim hayatımın tek gecesiydi. Kendimi cennette sanmıştım. Sizler için olağandır bunlar, biliyorum. Ama benim için öyle değildi. Bir daha o geceki heyecanı hiçbir zaman yaşayamayacağım. Felsefeyle işim kalmadı artık benim. Artık felsefenin kelimesini bile işitmek istemiyorum. Kreis tam çıkacakken kapının eşiğinde durdu:

— Felsefe sayesinde hayatımda kazandığım ilk dolar bu. Ne var ki, kaynak hemen kuruyuverdi. Martib bir gün sokakta Mrs. Morse'a rastladı. Mrs morse gülümsedi ve başıyla hafifçe selam verdi. Martin de ona gülümseyip, şapkasını çıkardı. Bu küçük olayın Martin üzerinde hiçbir etkisi olmadı. Bir ay önce olsaydı, Martin belki de iğrenir, ya da kadının o anki akli durumu üzerinde meraka kapılıp kafa yorardı. Şimdi bu durum Martin'in aklına herhangi bir şey getirmedi. Bir süre sonra unuttu gitti. Central Bank binasının ya da Valilik Konağının önünden geçtikten sonra onları nasıl unutuyorsa, bunu da öyle unuttu. Bununla beraber, zihni her zaman için çalışır haldeydi. Düşünceleri bir daire etrafında dönüyor, dönüyordu. Bu dairenin merkezini de "iş bitti", cümleciği oluşturuyordu. Amansız mantık geçitlerinde zihnine at koş-tura koştura, kendisinin bir hiç olduğu sonucuna vardı. Gerçek olan serseri Martin Eden, denizci Mart Eden'di; ama meşhur yazar Martin Eden diye biri yoktu. Meşhur yazar Martin Eden, sürü kafasının yaratıp da, denizci ve serseri Mart Eden'in bedenine zorla soktuğu bir buhardı. Ama bu, onu kandıramazdı. Sürünün tapındığı, yemekler adadığı güneş tanrısı kendisi değildi. O, dersini almıştı. Kendisinden söz eden dergileri okudu. Bu dergilerde yayımlanan kendi portreleri üzerinde derin düşüncelere daldı. Öyle oldu ki, bu portrelerde kendini bulamaz hale geldi. O yaşamış, heyecan çekmiş, aşık olmuş bir adamdı; yumuşak başlı, insan hayatının zaaflarını hoş gören bir adam; baş kasaralarda hizmet görmüş, garip diyarlarda dolaşmış ve kavga ettiği o eski günlerde çetesine elebaşılık etmiş bir adam. O, kütüphanedeki binlerce kitapla ilk karşılaşmasında sersemleyip sonra bunlar arasında yolunu bularak, kitapları yenmiş bir adam; geceleri durup dinlenmeksizin çalışıp sırtında bir mahmuzla yatağa girmiş, kendisi de kitaplar yazmış bir adamdı. Ama o, bir tek şey değildi; bütün sürünün doyurmaya savaştığı büyük şey değildi o. Yine de, dergilerde onu eğlendiren şeyler de vardı. Bütün dergiler ona sahip çıkıyordu. "Warren's Monthly", abonelerine, kendilerinin daima yeni yazarlar peşinde olduklarını ve bunlar arasında okurlara Martin Eden'i tanıttıklarını haber veriyordu. "The White Mouse" da, ona sahip çıkıyordu; The Northern Review" ile "Mackintosh's Magazine" de öyle; ama muzaffer bir şekilde, arşivindeki dosyalar arasında ütülenmiş yatan "Deniz Lirikleri"ni gösteren "The Globe" hepsini susturdu. Faturalarını ödemekten kurtulup da, yeniden canlanan "Touth and Age", Martin'i hepsinden önce keşfettiğini iddia ettiyse de, bu iddiayı çiftçi çocuklarından başka kimse okumadı. "Transcontinental" ağır başlı ve ikna edici bir şekilde Martin Eden'i ilk defa kendilerinin keşfettiğini söyleyince, karşısında, "Peri ile İnci"yi hararetle ileri süren "The Hornet"i buldu. Singltree Danley ve ortaklarının mütevazı iddiası, toz duman arasında gürültüye gitti, üstelik bu yayınevinin, iddiasını biraz daha süsleyeceği bir dergisi de yoktu.

Martin'in yazarlıktan ne kadar para kazandığı gazeteler tarafından hesaplandı. Bazı dergilerin kendisine yaptığı muhteşem teklifler her nasılsa duyuldu ve bir taraftan profesyonel dilenci mektupları Martin'in posta kutusunu doldurmaya başlarken, öbür yandan da Oaklandlı papazlar ona dostça yanaştılar. Ama hepsinden kötüsü, kadınlardı. Fotoğrafları basılıp yayınlandı, bazı yazarlar da onun kuvvetli, bronz rengi yüzünü, yara izlerini, kuvvetli omuzlarını, sakin, duru gözlerini ve yanaklanndaki, bir hastanınkini andıran hafif çukurlukları istismar ettiler. Bu sonuncusu ona ilk gençliğini anımsattı. Tanıdığı kadınlar arasında, çoğunlukla, kendisine bakan, kendisini beğenen, seçen kadınlara rastlamıştı. Kendi kendine güldü. Bris-senden'in yaptığı uyarıyı hatırladı. Kadınlar onu asla yıkamazlardı, burası muhakkaktı. O, bu devreyi çoktan atlatmıştı.

Bir gün, Lizzie ile birlikte gece okuluna doğru yürürlerken, iyi giyimli, güzel bir burjuva kadınının kendisine yönelttiği bakışlarla karşılaştı. Bakış biraz fazlaca uzun sürmüştü, biraz fazlaca manalıydı. Lizzie bu bakışın ne demek istediğini anladığı için öfkeyle dikeldi. Martin dikkat etti, bu dikelisin sebebini anladı ve Lizzie'ye bu gibi şeylere artık nasıl alışır olduğunu ve aldırmadığını anlattı.

Lizzie alev alev yanan gözlerle:

— umursaman gerekirdi, diye cevap verdi. Sen hastasın. Sorun bu. — Daha önce bundan daha sağlıklı olduğumu bilmiyorum. Her zamankinden iki kilo daha fazlayım. — Vücudundan bahsetmiyorum, hasta olan kafan. Senin düşünce makinende bir bozukluk var. Bir hiç olduğum halde, ben bile anlayabiliyorum bunu.

Martin düşünceli düşünceli Lizzie'nin yanında yürümeye devam etti. Lizzie içinden gelen bir dürtüyle sessizliği bozarak:

— Bundan kurtulduğunu görmek için her şeyimi verirdim. Kadınlar sana öyle baktığı zaman umursaman, senin gibi bir adamın bununla ilgilenmesi lazım. Seninki doğal değil. Züppe hanım evlatları için normaldir bu. Ama sen öyle yaratılmamışsın ki. Allah'ım, isterdim ki esaslı bir kadın gelsin de ilgini çeksin senin, çok, çok sevinirdim buna. Lizzie'yi gece okuluna bıraktıktan sonra Metropole Oteline dönen Martin, dairesine girince, kendini bir koltuğa attı ve gözlerini dikip öylece, önüne bakmaya başladı. Ne uyukluyordu, ne de düşünüyordu. Hafızasından çağrılmadan kopup gelen resimlerin tam göz-kapaklarının altında biçim, renk ve ışık aldığı aralar dışında, zihni bomboştu. Bu resimleri görüyordu, ama bilinçli bir şekilde değil, birer rüyadan farkı yoktu bunların. Bir ara kendini toparlayıp saatine baktı. Tam sekizdi. Yapacak hiçbir şeyi yoktu, yatmak için de çok erkendi saat. Ondan sonra zihni gene o bomboş halini aldı, gözkapaklannın altında resimler yeniden görünüp görünüp kaybolmaya başladı. Bu resimler hep, aralarından kızgın güneş ışığının sızdığı yaprak yığınları, iri iri dal kümeleri şeklindeydi.

Kapının vuruluşuyala kendine geldi, uyumadığı için, zihni kapının vuruluşunu hemen bir telgraf, bir mektup ya da çamaşırhaneden temiz çamaşırlarını getiren uşakla bağlantı kurdu. "Girin", diye seslendiği sırada, Joe'yu, Joe'nun nerelerde olabileceğini düşünüyordu.

Düşünmeye devam ettiği için kapıya doğru dönmedi. Kapının yavaşça kapandığını duydu, üzün süren bir sessizlik oldu. Kapının vurulmuş olduğunu unuttu; bir kadın hıçkırığı duyduğunda hala boş gözlerle önüne bakmaktaydı. Elde olmaksızın çıkarılan, gelip geçici, hakim olunup boğulmuş bir hıçkırıktı, bunu arkasına dönerken farketti. Aynı anda da ayağa fırladı.

Şaşkın, dehşete düşmüş bir halde:

— Ruth! diyebildi.

Ruth'un yüzü süzülmüştü, bembeyazdı. Bir eliyle kapıya dayanmış, bir eli yanında, tam kapının önünde duruyordu, İki elini de acıklı bir şekilde Martin'e uzattı, onu karşılamak için ilerledi Martin, onu ellerinden tutup koltuğa oturturken, bu ellerin ne kadar soğuk olduğuna dikkat etti. Bir başka koltuk çekip koltuğun geniş kenarına oturdu. Konuşamayacak kadar şaşkındı. Onun kafasında, Ruth'la olan macerası kapanmış, mühürlenmişti. Shelly Hot Springs Çamaşırhanesi yıkaması için kendisini bekleyen bir haftalık çamaşırla birlikte Metropole Otelini bir anda istila ediverse, hissedeceği şeyin aynısını hissetti. Birkaç sefer konuşacak gibi oldu, ama her seferinde tereddüt geçirdi.

Ruth, zayıf ve dokunaklı bir şekilde gülümseyerek, mırıldanır gibi:

— Hiçkimse buraya geldiğimi bilmiyor, dedi. Martin:

— Ne dedin? diye sordu. Martin'in kendi sesi kendini şaşırttı. Ruth, dediğini tekrarladı. — Senin girdiğini gördüm, birkaç dakika bekledim.

Martin anlamsızca baktı.

Hayatında hiç dilinin böylesine tutulduğunu hatırlamıyordu. Kendini budala, acemi buldu, ama kendi hayatından bahsedecek bir şey aklına gelmedi. Eğer odaya giren Shelly Hot Spring's Çamaşırhanecisi olsaydı bu daha kolay gelecekti. Kollarını sıvar, işe ko-yuluverirdi.

Nihayet:

— Sonra da içeri girdin, diyebildi. Ruth, belli belirsiz cilveli bir eda ile başını salladı ve boynundaki eşarbı gevşetti.

— Seni sokakta gördüm ilk defa. Yanındaki o kızla karşıdan karşıya geçiyordun. Martin:

— Evet, dedi önemsemeden. Onu gece okuluna götürüyordum.

uzunca sayılabilecek bir susuştan sonra Ruth:

— Beni gördüğüne memnun olmadın mı? diye sordu.

Martin acele acele:

— Tabi ki. Ama buraya gelmekle tedbirsizlik etmedin mi?

— İçeri giriverdim. Kimse burada olduğumu bilmiyor. Seni görmek istedim. Çok aptallık ettiğimi söylemeye geldim sana. Senden daha fazla ayrı kalmaya tahammül edemediğim için, kalbim beni gelmeye zorladığı için, gelmek istediğim için geldim.

Ruth, koltuğun ön tarafına doğru geldi, kalktı ve Martin'e yaslandı. Bir an kadar elini Martin'in omzu üstünde tuttu, sonra onun kolları arasına kaydı. Onun kalbini kırmaktan çekinen ve onu kendini böyle verişini reddetmenin bir kadın için düşünülebilecek en büyük incinme olacağını bilen Martin, o cömert kalbiyle, o büyük uysallığıyla Ruth'u kollarına aldı ve kendine çekti. Ama bu kucaklayışta, bu temasta ne bir sıcaklık, ne de bir okşayış vardı. Ruth, onun kolları arasına girmiş, o da onu sarmıştı, hepsi o kadar. Ruth, Martin'in kucağına daha fazla sokuldu, sonra durumunu değiştirerek, ellerini onun boynuna götürdü. Ama Martin'in eti bu ellerin dokunuşu altında yanmıyordu; kendini rahatsız ve acemi hissetti. — Neden titriyorsun? diye sordu Ruth'a. üşüdün mü? Şömineyi yakayım mı? Ruth'dan kurtulmak amacıyla davrandı, ama deli gibi titreyen Ruth, ona daha sıkı yapıştı. Dişleri birbirine vurdu:

— Sadece sinirden. Hemen kendimi toplarım. Bak şimdi daha iyiyim işte. Yavaş yavaş titremesi azaldı. Martin onu hala kollarında tutuyordu, ama artık şaşkınlığı geçmişti. Şimdi Ruth'un neden geldiğini biliyordu.

Ruth:

— Annem beni Charley Hapgood'la evlendirmek istedi, dedi.

Martin:

— Charley Hapgood, şu hep sıkıcı konuşan herif mi? diye homurdandı. Sonra ekledi: — Sanıyorum ki, annen şimdi de benimle evlenmeni istiyordur.

Martin bunu soruyormuş gibi söylemedi. Kesin bir şekilde söyledi, o anda da gözlerinin önünde, kitaplarından kazandığı paralar, rakamlar halinde uçuşmaya başladı.

Ruth itiraz etmedi. Martin:

— Bunu biliyorum, dedi. Demek beni kendilerine layık görüyorlar?

Ruth başıyla onayladı. Martin düşünceli bir tavırla:

— Oysa eskiden, nişanımızı bozduğun zaman ne kadar layıksam, yine o kadar layığım. Hiq değişmedim ben. Hep aynı Martin Eden'im, hatta bir bakıma daha da kötüyüm, şimdi sigara içiyorum. Nefesimin nasıl koktuğunu duymuyor musun?

Cevap olarak Ruth açık elinin parmaklarını onun dudaklarına kapadı; bunu cana yakın bir tarzda, şaka şeklinde, aynı zamanda da eskiden bu gibi durumlarda hep olduğu gibi, elinin Martin tarafından öpülmesi-ni umarak yaptı. Ama Martin'in dudaklarının okşayıcı cevabını bulamadı. Martin, Ruth parmaklarını çekene kadar bekledi, sonra devam etti.

— Ben hiç değişmedim. Hala işim yok. Aramıyorum da. üstelik iş arayacak da değilim. Hala Herbert Spencer'in büyük ve soylu bir insan, Yargıç Blount'un da insanlıktan zerre kadar nasibi olmayan bir eşşek olduğuna inanıyorum. Geçen gün yemekteydim onlarda, ordan biliyorum. Ruth:

— Ama babamın davetini kabul etmemişsin, diye azarladı.

— Demek bunu da biliyorsun? Kim yolladı babanı? Annen mi?

Ruth sesini çıkarmadı.

— Demek ki gerçekten annen yolladı. Ben de böyle düşünmüştüm. Şimdi seni de o yollamıştır herhalde.

— Kimse burada olduğumu bilmiyor, diye itiraz etti Ruth. Sence annem buna izin verir miydi? — Benimle evlenmene izin verir, bu kesin. Ruth keskin bir çığlık attı: — Martin ne kadar zalimsin. Daha beni bir kere bile öpmedin. Bir taş kadar duygusuzsun. Bir de benim nelere cesaret ettiğimi düşün.

Ürpererek çevresine bakındı, ama bakışının yarı sebebi de meraktı.

— Nerede olduğumu düşün bir kere.

Lizzie'nin kelimeleri Martin'in kulaklarında ötmeye başladı:

— Senin için ölebilirim! Senin için ölebilirim! Martin zalimce sordu:

— Neden daha önce bu cesareti göstermedin? jşim olmadığı zamanlar? Açlıktan kıvrandığım zamanlar? Şimdikinden hiçbir farkım olmadığı, bir sanatkar, bir erkek olarak şimdikinden farksız, aynı Martin Eden olduğum zamanlar? Günlerden beri hep bu soruyu sorup duruyorum kendi kendime, yalnız seninle ilgili olarak değil, herkesle ilgili olarak. Böyle birdenbire bana açıkça değer verilişi gerçi beni devamlı olarak bunu kabule zorluyor, ama görüyorsun ki, hiç değişmedim ben. Kemiklerimin üstünde yine aynı et var, ellerimde, ayaklarımda yine onar parmağım var. Aynıyım. Ne yeni bir kuvvet, ne de yeni bir fazilet kazandım. Beynim, yine o eski beyin. Edebiyat ve felsefede yeni hiçbir adım atmış değilim. Bireysel değer bakımından, beni kimsenin istemediği zamanlar ne idiysem, yine oyum. Kafamı kurcalayan şimdi beni neden istedikleri. Hiç şüphe yok ki beni, ben olduğum için istemiyorlar, zira ben, o istemedikleri eski benim hala. Şu halde beni başka bir şey için istiyorlar, benim dışımda olan, ben olmayan bir şey için istiyorlar! Bunun ne olduğunu söyleyeyim mi sana? Kazandığım şöhret için istiyorlar beni. Ben bu şöhret değilim. Başkalarının kafasında olan bir şey bu şöhret. Sonra, kazandığım, kazanmakta olduğum para için istiyorlar beni. Ama ben bu para değilim. Bu para bankalarda, falancanın, filancanın cebinde bulunuyor. Şimdi sen de beni bunun için mi, bu şöhret, bu para için mi istiyorsun?

Ruth hıçkırarak:

— Kalbimi kırıyorsun. Seni sevdiğimi, burada seni sevdiğim için bulunduğumu biliyorsun. Martin nazikçe:

— Sanıyorum, ne demek istediğimi anlamadın, dedi. Söylemek istediğim şu: Eğer beni seviyorsan, nasıl oluyor da şimdi beni, aşkının sana beni inkar ettirecek kadar zayıf olduğu zamankinden bu derece fazla sevebiliyorsun?

Ruth ihtirasla inledi:

— Affet beni. unut. Seni her zaman sevdiğimi, şu anda da senin kollarında bulunduğumu hatırla. — Korkarım ki ben, senin aşkını tartıp bunun ne biçim bir şey olduğunu anlamak için terazinin kefelerini dikkatle kollayan kurnaz bir tüccarım.

Ruth kendini Martin'in kollarından çekti. Oturup araştıran gözlerle ona uzun uzun baktı. Konuşmak üzereyken durakladı ve vazgeçti. Martin:

— Sen de görüyorsun, diye devam etti. Ben böyle görüyorum meseleyi. Şimdikinden hiç farkım olmadığı zamanlarda kendi sınıfımdan kimsenin aldırdığı yoktu bana, bütün kitaplarım yazılıp bittiği zamanlarda karalamaları okuyan kimsenin aldırdığı yoktu yazılarıma. Hatta gerçeğin bir ifadesi olarak söyleyeyim, yazdığım şeyler yüzünden daha da az değer verir gibiydiler bana. Bunları yazmakla en azından, mesela küçültücü cinsten suçlar işlemiş oluyordum.

Ruth bunu kabul etmediğini belli eden bir hareket yaptı.

— Evet Martin.

— Ama sen herkesten farklı olarak bir statü sahibi olmamı söylüyordun bana. Mütevazı 'iş' kelimesi, yazdıklarımın çoğu gibi kaba geliyor sana. Ama seni temin ederim ki, bu bana en aşağı, herkesin tıpkı ahlaksız bir yaratığa dürüst davranış önerir gibi işe girmemi tavsiye edişleri kadar zalimane geliyordu. Sana gelince, yazdıklarımın yayınlanması, halkın gözünde tanınmam, bana olan aşkının dokusunda bir değişiklik yarattı. Bütün eserlerini yazıp bitirmiş Martin Eden'le ev-lenemezdin. Ona olan aşkın, onunla evlenmeni mümkün kılacak kadar kuvvetli değildi. Ama aşkın şimdi, kuvvetli ve ben ister istemez senin bu aşkının kitaplarımın yayınlamamdan, halk gözünde tanınmış olmamdan doğduğu sonucuna varıyorum. Gerçi annenle babandaki değişikliği, kazandığım paraların meydana getirdiğinden eminim, ama senin için bunu düşünmüyorum, Şüphe yok ki, bütün bunlar benim için övünülecek şeyler değil. Ama en kötüsü, bütün bunlar benim aşktan, kutsal aşktan şüpheye düşmeme sebep oluyor. Aşk, kitapların yayımlanmasıyla, şöhretle beslenecek kadar bayağı bir şey mi? Öyle olduğu anlaşılıyor. Oturup, başım dönene kadar bunu düşündüm hep. Ruth: — Zavallı, sevgili kafacığın, diye elini uzatıp parmaklarını, Martin'in saçları arasında okşayarak gezdirdi: — Artık başın dönmesin. En baştan başlayalım, şimdi. Seni her zaman sevdim. Ailemin iradesine boyun eğmekle zayıflık gösterdiğimi biliyorum. Böyle yapmamam lazımdı. Ama senin insanların yanılmasından, insanoğlunun zayıflığından büyük bir merhametle bahsettiğini işittim. Bu acıma duygusunu benden de esirgeme. Yanlış davrandım, bağışla beni.

Martın sabırsızlıkla:

— Affediyorum. Gerçekten de affedilecek bir şey olmadığı zaman, affetmek kadar kolay bir şey yok. Senin yaptığın hiçbir şey affedilmeyi gerektirmiyor. İnsanlar akıllarına göre hareket ederler, hiç kimseden bundan fazlasını da bekleyemeyiz. Ben de aynı şekilde, işe girmediğim için senden af dileyebilirdim. Ruth:

— Ben Kötü bir niyetle yapmadım hiçbir şeyi, diye itiraz etti. Sende biliyorsun. Sevmemiş, sana karşı kötü niyetle hareket etmiş de olabilirdim.

— Doğru; ama iyi niyetinle beni yok edebilirdin de.

İtiraza yeltenen Ruth'u "Evet, evet," diye susturararak:

— Yazılarımı, yazarlık mesleğimi öldürebilirdin, dedi. Gerçekçilik benim ruhumun ayrılmaz bir parçasıdır, halbuki burjuva ruhu, gerçekten nefret eder. Burjuvazi korkaktır. Burjuvazi hayattan korkar, senin de bütün çaban beni hayattan korkutmaktdı. Beni bir biçime sokacak, beni içindeki bütün hayat değerlerinin gerçek dışı, sahte ve bayağı olduğu ikiye dört ebadında bir kafese tıkacaktın. Ruth'un itiraz için kıpırdandığını hissetti:

— Şunu kabul ediyorum ki, bütün burjuva inceliğinin, bütün burjuva kültürünün esası adiliktir, kopkoyu bir adilik. Dediğim gibi, beni biçime sokmak istedin, senin sınıfının ideallerine, senin sınıfının değer ölçülerine, senin sınıfının peşin fikirlerine uygun bir kalıba sokmak istedin beni. Hatta şimdi bile söylediklerimi anlamıyorsun benim. Kelimelerim sana, benim anlatmaya çalıştığım şeyi anlatmıyor. Söylediklerim senin için bir sürü fanteziden ibaret. Halbuki bunlar benim için hayati birer gerçek. Olsa olsa sen, bu toy çocuğun cehennemin çirkefi içinden çıkıp da senin sınıfın hakkında hüküm yürütebilmesine bir parça şaşar, biraz eğlenirsin.

Ruth başını Martin'in omzuna dayadı; tekrar gelen sinirle bütün vücudu titriyordu. Martin bir süre onun konuşmasını bekledi ve devam etti:

— Şimdi her şey değişti. Aşkımızı yenilemek istiyorsun. Evlenelim istiyorsun. Beni istiyorsun. Ama, bak dinle, eğer kitaplarım şöhret kazanmasaydı, ben yine şimdikinden farklı olmayacaktım. Halbuki sen, benden uzak duracaktın. Hep bu Allah'ın belası kitaplar...

Ruth:

— Küfür etme, diye sözünü kesti.

— Tamam işte, dedi Martin. Bütün hayatının mutluluğunun tehlikede olduğa, kritik bir anda, sen eskisi gibi hayattan ve insanı rahatlatan küfürden korkuyorsun.

Martin'in söylediği şeylerle gerçekle karşı karşıya gelen Ruth, hareketinin saçmalığını anladı, ama aynı zamanda da içinden, Martin'in işi haksız yere büyüttüğünü düşündü. Uzun zaman konuşmadan oturdular; Ruth ümitsizce düşünüyor, Martin de kendisini bırakan aşkını tartıyordu. Ruth'u gerçekten sevmediğini şimdi anlıyordu. Onun sevdiği idealleştirmiş bir Ruth'du; kendi yarattığı, buharımsı bir yaratık, kendi aşk şiirlerinin ışıklı, parlak ruhuydu. Bütün burjuva kusurlarına sahip, kafasında burjuva psikolojisinin iyi-leşmez krampını taşıyan, burjuva sınıfının gerçek Ruth'unu hiçbir zaman sevmemişti. Ruth, birdenbire konuşmaya başladı:

— Söylediklerinin buraya kadar olan kısmı doğrudur, bunu biliyorum. Hayattan korkmuşumdur hep. Seni yeteri kadar da sevmedim. Ama daha çok sevmesini öğrendim. Seni şimdi olduğun gibi, eskiden olduğun gibi, hatta, senin sen olmak için geçtiğin yollarla seviyorum seni. Seni, benim sınıfım dediğin şeylerden ayıran taraflarınla anlamadığım, ama bir gün anlayacağıma emin olduğum inançlarınla seviyorum. Kendimi bunları anlamaya adayacağım. Hatta seni sigaran ve küfrünle seveceğim. Hala öğrenebilirim. Son on dakika içinde çok şey öğrendim. Buraya gelişim de, öğrenmiş oluşumun bir delilidir Martin!

Ruth hıçkırarak ve Martin'in göğsüne sokuldukça sokuluyordu.

Martin'in kolları ilk defa olarak Ruth'u şefkatle, sempatiyle sardı ve Ruth, mutlu bir hareket, pırıl pırıl bir yüzle bunu teşekkürle karşıladı.

— Artık çok geç, dedi Martin. Lizzie'nin sözlerini hatırladı:

— Ben hasta bir insanım, bedenen değil. Hasta olan ruhum, beynim. Bütün değerlerimi kaybetmiş gibiyim. Hiçbir şeye aldırdığım yok. Eğer birkaç ay önce bu şekilde gelseydin bana, başka türlü olabilirdi. Şimdi çok geç artık.

— Hayır, diye bağırdı Ruth. Geç değil. Göreceksin. Sana aşkımın geliştiğini, aşkımın benim için sınıfımdan da, benim için en sevgili olan şeyden de üstün olduğunu ispat edeceğim. Burjuvalar için aziz olan her şeyle alay edeceğim. Hayattan korkmuyorum artık. Annemi, babamı terk edeceğim. İsterse arkadaşlarım adını ağızlarına dolasınlar. Seninle serbest aşk yaşamak için buraya geleceğim, istersen hemen şimdi, seninle beraber olmaktan da mutluluk ve övünç duyacağım. Eğer aşka ihanet ettiysem, şimdi, hemen, o ilk ihanete sebep olan her şeye ihanet edeceğim aşk uğruna.

Pırıl pırıl parlayan gözleriyle Martin'in önünde durdu.

— Beni kabul etmeni bekliyorum, Martin. Bak ba-

na.

Ona bakan Martin, fevkalade diye düşündü. Bütün eksiklerine rağmen, burjuva toplumunun demirden göreneklerinin üstüne yükselerek, nihayet gerçek bir kadın oldu, kendini buldu. Harikaydı, muhteşem, ama ümitsiz. Peki ama, kendisine ne oluyordu böyle? Gördükleri, Ruth'un eylemleri onu ne duygulandırmış ne de heyecanlandırmıştı. Bütün bunlar sadece zihnen muhteşem, sadece zihnen harikaydı. Ateşten bir an olması gereken o anda, Ruth'u sadece soğuk bir şekilde takdir etmişti. Yüreği bir şey hissetmemişti. Ruth'a hiçbir arzu duymuyordu. Tekrar Lizzie'nin sözlerini hatırladı.

Kederli bir el hareketiyle:

— Ben hastayım. Çok hastayım. Me derece hasta olduğumu şu ana kadar ben de bilmiyordum, bir şeyler eksildi benim içimden. Hayattan hiçbir vakit korkmadım, ama hayata doyacağım da aklımdan geçmezdi. Hayat beni öylesine doldurdu ki, içimde hiçbir arzuya yer kalmadı. Eğer bir parçacık yer olsaydı, şimdi seni isterdim. Görüyorsun ya, ne kadar hastayım.

Başını arkaya yasladı ve gözlerini kapadı, göz bebeklerinin üstündeki, gözyaşlarıyla bulanan ince zardan güneş ışığının süzülüşünü seyrederek üzüntüsünü unutan, ağlayası bir çocuk gibi Martin de gözkapakla-nnın altında şekillenen, aralarından kızgın güneş ışıklarının elendiği ot yığınlarını seyrederek, hastalığını ve Ruth'un varlığını unuttu. Bu yeşil yapraklar hiç de dinlendirici değildi. Gün ışığı çok çiğ, çok parlaktı. Ona bakarken canı yanıyordu, ama yine de, neden olduğunu bilmeksizin bakmaya devam etti. Kapının tıkırtısıyla kendine geldi; Ruth kapıda duruyordu.

Gözleri yaşlarla dolu olarak sordu Ruth:

— Nasıl çıkacağım burdan? Korkuyorum. Martin ayağa fırladı:

— Affet beni. Kendimde değilim, biliyorsun. Burada olduğunu unuttum. Elini alnına götürdü:

— Görüyorsun iyi değilim. Seni eve kadar götüre-yim. Servis kapısından çıkarız. Kimse görmez bizi. Peçeni indir, korkacak bir şey kalmaz.

Ruth, Martin'in koluna sımsıkı girdi, birlikte yarı aydınlık koridorlardan geçip dar merdivenlerden indiler. Kaldırıma çıktıklarında Ruth, elini Martin'in kolundan çekmeye çalışarak: — Artık emniyetteyim, dedi. Martin:

— Hayır, hayır, seni eve kadar götüreyim, diye cevap verdi.

Ruth:

— Hayır, lütfen bırak, diye itiraz etti. Hiç gerek yok buna.

Tekrar elini Martin'in kolundan kurtarmaya çalıştı. Martin'in kafasını bir an için bir merak kurcaladı. Şimdi dışarıda, emniyette olduğu halde, korkuyordu Ruth. Kendisinden kurtulmak için adeta bir paniğe kapılmıştı. Buna hiçbir sebep bulamadı ve Ruth'un sinirliliğine verdi. Böylece Ruth'un elini çekmeye çalışmasına aldırmadan onunla birlikte yürüdü. Tam bir bloğun yarısına kadar yürüdükleri sırada, bir kapı eşiğinin içine çekilen, uzun paltolu bir adam gördü. Geçerken yan gözle bir bakış attı; adamın kalkık yakasına rağmen Ruth'un kardeşi Norman olduğuna emindi Martin.

Yürüyüşleri sırasında Ruth'la Martin, pek az konuştular. Ruth sersemlemiş bir halde, Martin de duygusuz. Bir defasında Martin Ruth'a tekrar Güney Denizlerine döneceğini söyledi, bir defasında da Ruth, Martin'den ona geldiği için kendisini affetmesini istedi. Bütün konuşmaları bu kadarla kaldı. Kapıda birbirlerinden usulüne göre ayrıldılar. Tokalaştılar, birbirlerine iyi geceler dilediler, Martin şapkasını çıkardı. Kapı kapandı, Martin bir sigara yaktı ve oteline gitmek için döndü. Norman'ın içeri süzüldüğü kapı aralığının önüne geldiğinde durdu, alaylı alaylı içeriye baktı.

Yüksek sesle:

— Ruth bana yalan söyledi, dedi. Beni, büyük bir cesaret gösterdiğine inandırmak istedi, ama bütün bu arada kendisini getiren kardeşinin, yine kendisini geri götürmek için beklediğini biliyordu. Boğulur gibi gülmeye başladı:

— Ah, şu zenginler! Meteliksiz olduğum vakitler kızkardeşleriyle görünmeye layık değildim. Bankada hesabım olunca, kızkardeşini kendi elleriyle getiriyor bana.

Yürüyüp gitmek üzere topuklarının üstünde döndüğü sırada, aynı yönde giden bir sarhoş, Martin'in omuzlan üstünden dilendi.

— Şey, beyim, bana bir yirmibeş sent verebilir misin, kendime yatacak bir yer bulayım? dedi. Ama Martin'i bir anda geri döndüren söylediği sözler değil de, adamın sesi oldu. Döner dönmez de Joe'yu kolundan yakaladı.

— Hot Springs'te ayrıldığımız günü hatırladın mı? diyordu Joe. O zaman söylemiştim tekrar karşılaşacağımızı. Böyle olacağını adım gibi biliyordum. İşte şimdi karşı karşıyayız.

Martin hayranlıkla baktı:

— Çok iyi görünüyorsun. Kilo da almışsın. Joe'nun yüzü şişmanlıktan parlıyordu. — Tabii aldım, dedi. Serseriliğe başlayana kadar yaşamak nedir bilmezdim. Şimdi eskisine nazaran onbeş kilo daha şişmanım, her zaman da saat gibiyim. O eski günlerde kan kusuncaya kadar çalışıyordum canım. Serserilik bana yarıyor ne de olsa.

Martin:

— Yine de yatacak yerin yok, diye alay etti.

— Ne? Yatacak yer mi arıyor muşum? Joe kıç cebine el atıp,bir avuç dolusu bozuk para çıkardı: — Memurların aldığı rüşvet hiç kalır bunun yanında. Sen kalantor gözüktün de ondan yanaştım sana, yoksa. Martin güldü kabul etti.

— Avucunun içinde bir sürü koca göbekli sarhoş görüyorum ben, diye imada bulundu. Joe parayı tekrar cebine attı.

— Benim avucumda göremezsin. Mosmor olmak yok benim kitabımda; hoş, kimsenin mani olduğu da yok ya, ben istemiyorum işte. Seni son görüşümden beri yalnız bir kere sarhoş oldum, o da aç karnıma içtiğim için tuttu. Hayvan gibi çalıştığım zaman hayvan gibi içiyorum, insan gibi olduğum zaman da insan gibi içiyorum. Arada sırada bir, iki kadeh atıyorum şöyle canım çektikçe, hepsi o kadar.

Martin ertesi gün onunla buluşmayı kararlaştırıp oteline gitti. Otelin yazıhane kısmında durup vapur seferlerine bir göz attı. "Mariposa" beş güne kadar Ta-hiti'ye her gün kalkıyordu. Katibe:

— Yarın telefon edip bana bir kamara ayırtın. Sakın güvertede olmasın, aşağıda istiyorum, en alt kamaralardan, iskele tarafında olsun, unutmayın, iskele tarafında. Şunu kaydediverseniz bir yere daha iyi edersiniz.

Odasına döndüğünde hemen yattı. Bir çocuk kadar sakin uyudu. Akşamki olaylar onda hiçbir iz bırakmamıştı. Joe'yle karşılaşmadaki sıcaklık gelip geçiciydi. Bir an sonra çamaşırcının varlığı ve onunla konuşma mecburiyeti canını sıkar olmuştu. Beş gün sonra sevgili Güney Denizlerine doğru yola çıkacak olması da ona bir şey ifade etmiyordu. Onun için de, gözlerini kapayıp sekiz saat deliksiz normal ve rahat bir uyku çekti. Huzursuz değildi. Me durumunu değiştirdi yatakta, ne de rüya gördü, uyku Martin için bir unutturma vesilesi haline gelmiş ve Martin her sabah üzüntüyle uyanır olmuştu. Hayat onu üzüyor, sıkıyor, vakit geçirme kaygısı ise sinirlendiriyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro