Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

22

XXXVIII

Hayatın çekilmez ve acı yüzünü zaten tanımıştı. Son zamanlarda ise acının ne olduğunu anlıyor, ıstırabın şeklini çiziyordu. Ancak çizdiği bu şekil onu sarsıyordu. Düşünceleri, eylemleri donup kalmıştı, adımını bile atamıyor, olduğu yerde çakılıp kalıyordu. İşte bu nedenle de yazmayı bir süreliğine rafa kaldırdı. "Gecikmiş" masasının üzerinde ve unutulmuş bir halde uyumaya devam ediyordu. Değişik dergilere göndermiş olduğu yazılarının hepsi de şimdi masanın altını dolduruyordu. Yalnız bir tek yazıda ısrarını sürdürüyordu. Geri geldikçe başka dergilere gönderiyor, bu başyapıt niteliği taşıyan yazının yayımlanmasını istiyordu. Bu yazı Brissenden'in "Sapkın"ıydı.

Hayatı çalışmaktan ibaret gören Martin artık bu-nalımlarıyla uğraşıyordu. Bu bunalım son hızla onu da içine alıp sindirmişti. Sinirleri hassasiyetini yitirmiş, beyni, ruhu, kalbi karma karışık olmuştu. Hayatın belki de en çekilmez yanıyla karşılaşmıştı, sevmiş, ölümüne sevmiş, ama terkedilmişti. Artık bisikletinin, çok sevdiği siyah elbisesinin bir önemi yoktu, kaldı ki her ikisi de rehindeydi. Daktilonun sahiplen de onu kira için sıkıştırmaya başlamışlardı. Fakat o, bunları önemsemiyordu. Bu bunalım devresini atlatıp kendine yeni bir yol arıyordu. Bu yolu ararken de hayatının alabildiğince sakin geçmesi gerekiyordu.

Haftalar sonra beyniyle ruhunu burkan, içindeki alevi yakan ve beklentiler içinde sorularla baş başa bırakan bir beklentisi gerçekleşti. Sokakta dalgın ve anlamsızca yürürken Ruth'a rastladı. Ruth'un yanında kardeşi Norman vardı. Martin, Ruth'u görünce günlerin getirdiği acı ve baskılara dayanamadı ve koşar adım yanlarına geldi. Ne var ki onlar, Martin'i görmezlikten geldiler, hatta Norman daha da ileri giderek Martin'i kaba bir el hareketiyle itmeye çalıştı.

— Eğer kardeşimin önünü kesmeye kalkarsan polis çağırırım, diye tehditde bulundu. — Seninle konuşmak istemiyor, ısrar etmekle onu aşağılamış oluyorsun, dedi. Martin bu sözlere aldırmadı:

— Eğer inat edersen polisi çağırmak zorunda kalırsın, o zaman da adın gazetelere geçer. Hadi şimdi çekil yolumdan da eğer canın istiyorsa git çağır polisini. Ruth'la konuşacağım ben. Ruth'a:

— Kendi ağzından duymak istiyorum, dedi. Ruth sararmış titriyordu ama kendini toplayıp sorar gibi baktı. Martin aceleyle:

— Mektubumda sorduğum soru, dedi.

Norman sabrının tükendiğini gösteren bir harekette bulundu, Martin bakışıyla onu durdurdu. Ruth başını iki yana salladı.

Martin sordu:

— Bütün bunlar tamamen senin kendi isteğinle mi?

Ruth, alçak, kendinden emin bir sesle ve vereceği cevabı enine boyuna düşünerek: — Evet. Kendi isteğimle. Beni öylesine küçük düşürdün ki, arkadaşlarımla karşılaşmaktan utanıyorum. Hepsinin de benim hakkımda konuştuklarını biliyorum. Sana söyleyebileceğim bundan ibaret. Beni çok kötü duruma düşürdün, seni bir daha asla görmek istemiyorum.

— Arkadaşlar! Dedikodu! Yalan gazete haberleri! Hiç şüphe yok ki bütün bunlar aşktan daha kuvvetli değildir! Ben ancak, senin beni hiçbir zaman sevmemiş olduğuna inanabilirim. Ruth'un yüzüne hücum eden kan, betini benzini sararttı. Belli belirsiz bir sesle: — Bütün geçenlerden sonra mı? dedi. Martin sen ne dediğini bilmiyorsun. Benim haysiyetim var. Norman kızkardeşini kolundan çekerek:

— Görüyorsun, seninle herhangi bir ilişiği kalmasını istemiyor işte, diye bağırdı. Martin kenara çekilip onlara yol verdi. Eli bilinçsiz bir hareketle cebine gidip boş yere tütün ve kahverengi sigara kâğıdını aradı.

Kuzey Oakland'a kadar uzun bir yol vardı, ama Martin merdivenleri çıkıp da odasına girene kadar yürüdüğünün farkında bile değildi. Kendini, yatağının kenarına oturur halde, yeni uyanmış bir uyurgezer gibi çevresine bakınırken buldu. "Gecikmiş"in masanın üstünde durduğunu gördü, sandalyesini çekti, uzanıp kalemini aldı. Yaradılışından gelen bir etkiyle, mantığı onu hep her şeyi tamamlamaya zorlardı. Burada bitmemiş bir şey vardı. Bu şey, başka bir şeyin tamamlanabilmesi için geri bırakılmıştı. Şimdi bu başka şey bitmiş bulunuyordu ve Martin, artık bitirene kadar kendini bu işe verecekti. Ondan sonra ne yapacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey, hayatının bunalımlı bir dönemini atlatmış olduğuydu. Bir dönem tamamlanmıştı ve Martin bu devreyi bitirmek için bir usta gibi son defa elinden geçiriyordu. Geleceği merak ettiği yoktu. Nasıl olsa yakında geleceğin kendisine neler hazırladığını öğrenecekti. Bu her ne ise, önemi yoktu. Beş gün, hiçbir yere gitmeden, kimseyi görmeden, azıcık bir yemekle yetinip başını kaldırmadan "Qecikmiş"in üstünde çalıştı. Altıncı günün sabahı postacı ona, The Parthenon"un editöründen ince bir mektup getirdi. Mektuba bir bakışta, "Sapkın"ın kabul edildiğini anladı. Editör mektubuna devamla, "Şiiri Mr. Cartwright'e vermiştik, bize verdiği raporda şiirden öyle övücü bir dille söz ediyor ki, şiiri geri çevirmemize imkan yok. Şiiri yayınlamaktan duyacağımız samimi zevkimizi belirterek şunu size bildirmek isterim ki, Temmuz sayımız hazırlanmış olduğu için şiiri Ağustos sayısında çıkarmayı tasarladık. Lütfen memnuniyetimizi ve teşekkürlerimizi Mr. Brissenden'e iletiniz ve bize kendisinin bir fotoğrafı ile hakkında biyografik bilgi postalayınız. Önerimizi yeterli bulmadığınız takdirde bize derhal bir telgraf çeker ve uygun bulduğunuz fiyatı bildirirseniz çok teşekkür ederiz.

Teklif ettikleri para üçyüz elli dolar olduğundan, Martin telgraf çekmeye lüzum görmedi. Bundan sonra iş Brissenden'in rızasını almaya gelmişti. Eh, sonunda Martin haklı çıkmıştı, üstelik fiyat da gayet iyi, gerçi bu fiyat asrın şiirine veriliyordu ama yine de çok iyiydi. Cartwright Bruce'a gelince, Martin onun, azıcık da olsa Brissenden'in saygısını kazanmış biricik eleştirmen olduğunu biliyordu.

Martin kentin çarşı semtine bir tramvayla indi; dışarı, da birbiri ardınca kayıp geçen evleri, yol kavşaklarını seyrederken, arkadaşının başarısına ve kendi kazandığı net zafere pek fazla sevinmediğini üzülerek farketti. Değerli yazıların ne olursa olsun yayınlanacağı hakkındaki kendi fikri doğru çıkmış, öbür yandan da Amerika Birleşik Devletleri'nin biricik kritiği şiiri övmüştü. Ne var ki Martin'in içindeki şevk zembereği kuvvetini kaybetmişti; Martin, Brissenden'e güzel haberi vermekten çok onu görme arzusunun içini doldurduğunu hissetti. "The Parthenon"dan gelen kabul cevabı ona, kendini "Gecikmiş"ine verdiği beş gün içinde Brissenden'den ne bir haber aldığını ne de onu düşünmüş olduğunu hatırlatmıştı. Martin kafasının ne kadar bulanık olduğunu ilk defa şimdi farketti ve arkadaşını unuttuğu için utanç duydu. Ama bu utanç bile içine işleyip yakamadı onu. "Gecikmiş"in yazılışıyla ilgili ilginç heyecanlar dışında Martin hiçbir heyecana tepki göstermiyordu. Diğer bütün heyecanlara karşı bu beş gün uyuşukluk hali içinde kalmıştı. Tramvayın, içinden vınlayarak geçtiği bütün bu hayat ona uzak ve gerçekdışı bir şey gibi geliyordu. Eğer önünden geçtiği kilisenin büyük taş kulesi birdenbire yıkılıp kafasının üstünde parçalansaydı, Martin buna pek az ilgi gösterir, şaşkınlığı ise gösterdiği ilgiden de az olurdu.

Otele ulaştığında acele Brissenden'in odasına çıktı, aynı aceleyle de aşağı indi. Oda boştu. Brissenden'in hiçbir eşyası yoktu. Kendisine merakla bakan otel katibine:

— Mr. Brissenden adres bıraktı mı? diye sordu. Katip:

— Duymadınız mı? dedi.

Martin başıyla, duymadığını anlattı.

— Şey, gazeteler bu haberle doluydu. Yatağında ölü bulundu. İntihar etmiş. Kendini kafasından vurmuş. — Gömüldü mü? Martin'e sanki soruyu soran kendi sesi değilmiş de, uzaklardan, bir başkasının se-siymiş gibi geldi.

— Hayır. Soruşturmadan sonra cesedi doğuya gönderildi. Ailesi, bu işlere bakmaları için avukatlar tuttu. Martin:

— Amma da aceleciymişler, diye yorumda bulundu.

— Bilmem. Beş gün önce oldu.

— Beş gün önce mi?

— Evet. Beş gün önce. Martin dönüp giderken bir.

— Off, dedi.

Köşede postaneye uğradı ve "The Parthenon "a bir tel çekerek şiiri yayınlamalarını bildirdi. Cebinde sadece eve dönüş parası olan beş sent kaldığından, telgrafı ödemeli yolladı. Odasına geldikten sonra da hemen yazısının başına geçti. Günler, geceler gelip geçti, o, masasının başından ayrılmadan işine devam etti. Tefeciden başka hiçbir yere gitmedi, beden hareketleri yapmadı, aç olduğu ve yiyecek bir şeyleri bulunduğu zaman metodik bir şekilde yemek yedi, ya da pişirecek şeyi olmadığı zamanlar aynı şekilde metodik olarak açlığa katlandı. Öykü bölüm bölüm, zamanından önce bitti, ama Martin buna bir giriş eklemek ihtiyacını hissetti ve kafasında öykünün kudretini arttıran bir giriş geliştirdi. Bu ise daha yirmi bin kelimeyi gerektiriyordu. Yazının mükemmel olmasını gerektiren hayati bir sebep yoktu, ama ilginç ölçüleri onu işini iyi yapmaya zorluyordu. Garip bir şekilde çevresindeki bütün dünyadan soyutlanmış ve sersemlemiş bir halde, önceki hayatını anlatan bu süslü edebi yazılar arasında kendini tanıdık bir hayalet gibi hissederek çalışmaya devam etti. Vaktiyle birisi ona, hayalet, ölü olan ve duygusu kalmadığı için ölü olduğunu bilmesine imkan olmayan kimsenin ruhudur, demişti. Martin'in aklına bu geldi ve bir an durup, acaba gerçekten ben de ölüyüm de farkında mı değilim diye düşündü.

"Gecikmiş"in bittiği gün geldi çattı. Daktilo makinesinin acentesinden bir ajan gelmiş, Martin sandalyede bitiş bölümünün son sayfalarını yazarken, o da yatağın kenarına oturmuş bekliyordu. Yazının sonuna büyük harflerle "Son" yazdı, bu onun için gerçekten de son demekti. Daktilonun kapıdan çıkarılıp götürü-lüşünü bir çeşit iç rahatlığıyla seyretti, sonra gidip yatağına uzandı. Açlıktan bayılmak üzereydi. Otuz altı saattir ağzına lokma koymamıştı, ama bunu düşünmüyordu bile. Gözleri kapalı, sırt üstü yatmış hiçbir şey düşünmüyordu. Sersemlik, ya da uyuşukluk Martin'in içinden kaynayarak, bütün bilincini kapladı. Yarı hezeyan içinde, Brissenden'in kendisine sık sık tekrarlamaktan zevk duyduğu sonsuz şiirin mısraları dudaklarından dökülmeye başladı. Martin'in ağzından monoton bir şekilde çıkan kelimeler, kapının dışında merakla içerisini dinlemekte olan Maria'yı endişelendirdi. Kelimeler ona bir şey anlatmıyordu, ama gerçek olan Martin'in bu kelimeleri söylediğiydi, şiirin ana fikri ve nakaratı, "Bitirdim" di. "Bitirdim

Notu bir kenara bıraktı elim.

Havaya asılı gölgeler gibi

Mor yoncalar arasında

Şarkı da,

Şarkıyı söyleyen ses de

Bitecektir yakında.

Bitirdim

Notu bir kenara bıraktı elim.

Çiğli çalılar arasında öten

Seher bülbülü, gibi şakırdım

Bir zamanlar ben de;

Şimdi söndü nefesim.

Yorgun keten kuşu gibiyim

Gırtlağımda kalmadı sesim;

Büyük bir titizlikle bitirdim şarkımı.

Bitirdim.

Notu bir kenara bıraktı elim." Maria daha fazla dayanamadı, hemen koşup sobanın üzerinde duran tencereden, bir litrelik çanağın içine çorba koydu, kepçesiyle tencerenin dibinden toparladığı bol kuşbaşı et ve sebze ile doldurdu. Martin doğrulup oturdu ve yemeğe başladı. Çorbasını içerken bir taraftan da Maria'yı, uykusunda konuşmadığına, ateşi olmadığına inandırmaya çalışıyordu.

Maria onu yalnız bıraktıktan sonra, omuzlan düşmüş bir halde parlaklığını kaybetmiş gözlerini hazin hazin çevresinde dolaştırarak oturdu; sabah postasıy-la gelen, açılmamış bir derginin yırtık ambalajı, karanlık beynine bir ışık demeti sunana kadar, gözleri bütün dünyaya kapandı ve hiçbir şeyi görmedi. Bu "The "Parthenon"dur, diye düşündü, Parthenon'un Ağustos sayısı, "Sapkın" da mutlaka içindedir. Ah, Brissenden burada olup da görseydi!

Sayfaları çevirirken birden durdu. "Sapkın"ı Be-ardsleyvari bir çerçeve içine alarak, muhteşem bir motifle, önemle belirtmişlerdi. Motifin bir yanında Brissenden'in, öbür yanında da İngiliz Büyükelçisi Sir John Value'nun fotoğrafı, baş tarafta da editörün bir notu vardı. Bu notta, Sir John Value'nun, Amerika'da şair yoktur deyişine değinerek, "Sapkın "ı "The Part-henon"un tanıttığını belirtiyordu. "İşte, alsana, Sir John Valut!" Cartwright Bruce, Amerika'nın en büyük kritiği olarak gösteriliyor ve onun "Sapkın"dan Amerika'da şimdiye dek yazılan en büyük şiir olarak bahsedişine değiniliyordu. Nihayet editörün önsözü şöyle bitiyordu: "Henüz Sapkın'ın gerçek değeri üzerinde kararımızı vermiş değiliz, belki de hiçbir zaman, veremeyeceğiz. Ne var ki, onu, kelimelere, kelimelerin bağlanışına ve Mr. Brissenden'in bu kelimeleri nereden bulduğuna, nasıl biraraya getirdiğine hayretler ederek, tekrar tekrar okuduk." Arkasından da şiir geliyordu.

Martin, dergiyi dizlerinin arasından yere bırakırken:

— Çok önemli bir başarı kazandın Briss, koca herif, diye söylendi.

Bu dergi insanın midesini bulandıracak kadar ucuz ve adi idi, ama Martin ruhsuz bir şekilde midesinin pek de bulanmadığını farketti. Kızabilmiş olmayı istedi, ama kızmaya yeltenecek kadar bile enerjisi yoktu. Hissiz kalmıştı. Kanı, hızla kabaran öfkenin bile hızlandıramayacağı kadar donmuştu. Zaten ne önemi vardı? Bu dergide Brissenden'in burjuva toplumunda mahkum ettiği diğer şeylerle aynı seviyedeydi işte. — Zavallı Briss, diye konuştu Martin; sağ olsa beni hiç affetmezdi.

Gayret edip yerinden kalktı ve vaktiyle içinde daktilo kağıtlarının durduğu kutuyu aldı. İçindekileri elden geçirip kutudan arkadaşının yazdığı onbir tane şiir çıkardı. Bunların enine ve boyuna yırtıp çöp sepetine attı. Bu işi mecalsiz bir şekilde yaptı, bitirince de yatağın kenarına oturup boş gözlerle önüne bakmaya başladı. Orada ne kadar oturduğunu bilmiyordu, birden görmeyen gözlerinin önünde beyaz bir çizgi hayali belirdi. Acayipti. Ama gerçekten de baktıkça bu hayal gitgide daha belirli bir şekil alıyordu. Martin bunun, Pasifiğin beyaz köpüklü dalgaları arasında, üzerinden buğular yükselen mercan döküntüleri olduğunu gördü. Arkasından, kırılan dalgalar çizgisinin üzerinde gözleri ufak bir kanoyu, dirsekli cinsten bir kanoyu seçti. Kanonun kıçında, beline dizlerine kadar inen kızil bir kumaş parçası sarmış bronz derili genç bir Tan-rı'nın, güneşte pırıl pırıl çakmaklanan kısa küreğini suya daldırıp çıkardığını gördü. Onu tanıdı. Bu Moti idi; reis Tati'nin en genç oğlu, burası da Tahiti idi. O buram buram tüten mercan kayalarının ötesinde de tatlı Papara ülkesi, reisin nehrin ağzındaki saz evi duruyordu. Günün bitimiydi, Moti balıktan dönüyordu. Mercan kayalarının üzerinden aşabilmek için kanosunu kaldıracak büyük bir dalgayı bekliyordu. Sonra kendisinin de eskiden çoğunlukla olduğu gibi kanonun burnunda oturduğunu gördü; küreğini suyun içinde hafif hafif aşağı yukarı oynatıyor ve firuze renkli dalga bir duvar gibi arkalarında yükseldiği zaman küreğini suya deliler gibi daldırmak için Moti'nin işaretini bekliyordu. Bir an sonra Martin artık bir seyirci değildi; şimdi bizzat kendisi kanonun içindeydi, Moti bağırıyor, her ikisi de kısa küreklerini bütün güçleriyle daldırarak, firuze renkli dalganın dik yüzü üzerinde uçuyorlardı. Teknenin demirden yapılan sütunları altında su bir buhar fıskiyesinden fışkırır gibi ıslık çalıyordu. Hava, savrulan serpintilerle dolmuştu, denizin hışırtı ve uğultularla karışık kükreyişi arasında kano, döküntülerin içinde kalan gölcüğün sakin suları üzerine sürüklendi. Moti güldü, başını sarsarak gözlerinden tuzlu suları silkti ve ikisi biden önü kapalı mercan plajına doğru küreklerine asıldılar. Kıyıda hindistancevizi ağaçlan arasından, Tati'nin sazdan yapılmış evinin duvarları, gurup ışıklarına karşı, altındanmış gibi görünüyordu. Resim eriyip kayboldu, rezil odasının dağınıklığı Martin'in gözleri önüne seriliverdi. Tekrar Tahiti'yi görebilmek için boş yere zorladı kendini. Orada, ağaçlar arasında şarkıların söylendiğini, mehtapta kızların dans ettiklerini biliyordu, ama bunların hiçbirini göremedi. O sadece, üstü karmakarışık yazı masasını, masanın üzerinde daktilo makinesinden boş kalan yeri ve yıkanmamış camlan gördü. Bir iniltiyle gözlerini kapadı ve uyudu.

XXXIX

Ayrılıklar insan ruhunda bıraktığı acıyla anılır. Bu acı ruhların şekillenmesinden hayat görüşünün değişmesine; hatta insanın kendisini yenilemesine neden olur. Aşk ayrılığı ise ölümden daha şiddetlidir. İnsanı sersemletip hayattan soğutması bir yana tam bunalımların ortasında bırakır. İnsan bu durumda yapayalnızdır, kimsesizdir, elleri üşümüş, ayakları donmuştur; bedeni, aklı, beyni esrarkeşlere özgü alemlere dalmıştır. Martin Eden'de böylesine büyük iki acıyı kısa aralıklarla tatmak zorunda kalmıştı. Önce canından çok sevdiği Ruth'u terk etmiş, sonra da kadim dostu Bris-senden dünyayı bırakıp gitmişti. Bu iki kayıp Martin'i bunalımların tam ortasına itmişti, uyku ile uyanıklık arasındaki derin uçurumlarda dolaşıp durmuş, çılgın beyni duygularının içinde erimişti. Yemeğe ihtiyacı oiduğu kadar deliksiz bir uykuya da ihtiyacı vardı. Bu yüzden Martin o geceyi derin bir uykuyla geçirdi, sabah seferine çıkan postacı tarafından uyandınlıncaya kadar kıpırdamadı. Yorgundu, bitkindi, çevresel ve içsel bütün etkilere karşı hareketsiz olduğunu hissetti. Postacı, soyguncu dergilerin birinden ince bir zarf getirmişti. Bu zarfın içinde yirmi iki dolarlık bir çek vardı. Bir buçuk yıldır bu yirmi iki dolarını defalarca istemiş, her isteyişi onursuz dergi yöneticileri tarafından reddedilmişti. Artık çekinde, tutarının da bir önemi yoktu. Çeke ve tutarına anlamsız bir bakış fırlattı. Bir yayıncıdan çek aldığında duyduğu o eski heyecanı tamamen kaybolmuştu. Eskiden aldığı çeklerin aksine, bu ona geleceğe dair büyük ümitler vermedi. Martin için, yirmi iki dolarlık bir çekti, o kadar. Yalnızca kendisine yiyecek bir şeyler alıp karnını doyurmasını sağlayacak normal bir kağıt parçasından başka bir şey değildi. Hayatın Martin'e oynadığı oyun daha bitmemişti. Aynı postadan, Mew York'ta yayınlanan haftalık dergilerden birinin, aylarca önce kabul edilen bazı mizahi şiirlerinin tutarı karşılığı olarak gönderdiği bir çek daha çıktı. Bu da on dolarlık bir çekti. Bu çekin de hiçbir anlamı yoktu. Aklına bir fikir geldi ve Martin bu fikri soğukkanlılıkla değerlendirdi. Ne yapacağını bilmiyordu ve bir şey yapmak konusunda da aceleye lüzum görmüyordu. Bu arada yaşaması da lazımdı, üstelik çok da borcu vardı. Acaba masanın altında duran koskocaman yazılar yığınını pullayıp yeniden seyahate çıkarmak, karşılığını alacağı bir yatırım olamaz mıydı? Bunlardan bir iki tanesi kabul edilebilirdi. Bu da onun yaşamasına yardım ederdi. Bu yatırımı yapmaya karar verdi ve çekleri Oakland'daki bankada paraya çevirdikten sonra on dolarlık posta pulu aldı. Gidip de o havasız odasında kendine kahvaltı hazırlamak düşüncesi Martin'e iğrenç göründü. İlk defa borçlarını ödemeyi düşünmekten vazgeçti. Odasında on beş, yirmi sente, kendisine oldukça zengin bir kahvaltı hazırlayabileceğini biliyordu. Ama o, bunun yerine Forum Cafe'ye gitti ve kendine iki dolar tutan bir kahvaltı ısmarladı. Garson'a bir yirmi beş sent bahşiş verdi, bir paket Mısır sigarası için de elli sent harcadı. Ruth'un kendisinden sigarayı bırakmasını istediği günden beri ilk defa o gün sigara içti. Ama şimdi içmemesi için hiçbir sebep göremiyordu, üstelik canı da içmek istiyordu. Paranın ne önemi vardı sanki? Beş sente istese bir paket Burham marka tütünle kahverengi sigara kağıdı alabilir, bunlarla da kırk tane sigara sarabilirdi ama ne olacaktı? Şu anda para derhal satın alabileceği şeyden gayrı hiçbir şey ifade etmiyordu onun gözünde. Martin haritasız, rehbersiz kalmıştı, gidecek hiçbir limanı olmaksızın asgari hayat şartları içinde sürüklenip gidiyordu ve bu, insanı derinden yaralayan bir hayattı.

Günler akrebin kıskacında akıp gitti. Martin her gece düzenli olarak sekiz saat uyudu. Daha başka çeklerin gelmesini beklediği sırada her ne kadar yemeklerini, on sente karın doyurulan Japon lokantalarında yiyor idiyse de, yanaklarındaki çukurluklarla beraber vücudu da dolmaya başladı. Artık kısa uykularla, aşırı iş ve aşırı çalışmayla kendini yormadı. Hiçbir şey yazmadı, kitapları da kapadı. Tepelerde bol bol yürüyüşlere çıktı, sessiz parklarda aylak aylak uzun saatler geçirdi. Ne bir arkadaşı, tanışı ne de yeni bir arkadaş ya da tanış edinmeye niyeti vardı; Durmuş hayatına yeniden hareket verecek bir dürtünün ortaya çıkmasını bekliyordu, ama bu dürtünün nereden geleceğini bilmiyordu. Bu süre içinde hayatı sıkkın, plansız, boş ve aylak geçmekte devam etti.

Bir keresinde, "gerçek kir"e bir göz atmak için San Fransisco'ya indi. Ama tam üst kat merdivenlerinin eşiğinde birdenbire irkilerek vazgeçip geri döndü ve sokağın kalabalığı içine dalarak oradan kaçarcasına uzaklaştı. Felsefi tartışmaları işitmek düşüncesi onu korkutmuştu. "Gerçek kir"den biri rastlar da tanır korkusuyla bir hırsız gibi kaçtı oradan.

Ara sıra "Sapkın"ın nasıl kötü bir davranışla karşılaştığını görmek için gazete ve dergilere göz atıyordu. Şiir başarı kazanmıştı. Ama nasıl bir başarı! Onu herkes okumuştu ve şimdi herkes bunun gerçekten bir şiir olup olmadığını tartışıyordu. Gazeteler bunu dillerine dolamışlar, her Allah'ın günü bilgiç makaleler, şakacı başyazılar ve abonelerden gelen ciddi mektuplar yayınlanıyordu. Helen DellaDalmar kendine dahi şair süsü verip Brissenden'i inkar ederek, onun şair olmadığını ispat için halka ciltler dolusu mektuplar yazdı. Ertesi sayıda "The Parthemon" yarattığı heyecandan ötürü kendi kendini övüp Sir John Value ile alay ve Brissenden'in ölümünü tüccarca ve insafsızca istismar ederek çıktı. Yarım milyon sattığına yemin billah edilen bir gazete, Helen DellaDal-mar'ın esinle yazılmış orijinal bir şiirini yayınladı; şiirde Brissenden'le alay edilip eğleniliyordu. Helen DellaDalmar aynı zamanda Brissenden'in şiirini alaya alan ikinci bir şiir yazmak suçunu da işlemişti.

Martin'in, Brissenden'in ölü olduğuna bin kere şükretmesi lazımdı. Brissenden halktan o kadar nefret ederdi, oysa şimdi onun en kıymetli en kutsal şeyi halkın önüne atılmıştı. Her gün, güzelliği diri diri ameliyata devam ettiler. Memlekette ne kadar budala varsa, eskimiş küçük egolarını Brissenden'in taşan büyüklüğü sayesinde rahatça gazete sütunlarına geçirip halkın gözleri önüne sermek imkanını buldu. Bir gazetede şöyle deniyordu:

"Bir süre önce, tıpkı buna benzer, ama bundan daha da güzel bir şiir yazan bir beyden bir mektup almıştık." Bir diğer gazete, Helen DellaDalrnar'a alayından ötürü büyük bir ciddiyetle sitem ederek şöyle diyordu: "Hiç şüphe yok ki Miss Dalmar bunu canı şaka yapmak istediği bir sırada ve bir şairin diğer bir şaire, belki de en büyük şaire göstermesi gereken saygıyı pek göstermeden yazmıştır. Bununla beraber Miss Dalmar "Sapkın"ı yaratan adamı ister kıskansın ister kıskanmasın, şurası muhakkak ki Mr. Brissenden'in eseri, diğer binlerce şair gibi onu da büyülemiştir ve bir gün gelir kendisi de onunki gibi mısralar yazmayı denemek isteyebilir." Vaizler "Sapkın" aleyhine vaazlar vermeye başladı ve cesaretle şiirin içeriğini savunan birisi küfür işlemiş sayılarak papazlıktan atıldı. Koca şiir, dünyanın neşesine neşe katıyordu. Komik manzume yazarları, karikatüristler onu çığlık çığlığa kahkahalarla ele alıyor, sosyete dergilerinin özel sütunlarında, Charley Frensham'ın, Archie Jennings'in kulağına "Sap-kın"dan beş dizenin insana sakat bir adamı dövdüre-bileceğini, on dizesinin ise aynı adamı nehrin dibine attırabileceğini söylediği şeklinde şakalar yapılıyordu. Martin bunlara ne güldü, ne de öfkeyle dişlerini gıcırdattı. Onun üzerinde meydana gelen etki büyük bir üzüntü oldu. Başta aşkı olmak üzere bütün dünyasının yıkılışı yanında, dergiciliğin ve sevgili toplumun yıkılışı gerçekten de çok hafif kalıyordu. Brissenden dergiler hakkındaki kararında yerden göğe kadar haklıydı, kendisi ise bunu anlayabilene kadar boş yere ve çetin geçen yıllar harcamıştı. Dergiler tam Brissenden'in onlar için söylediği gibiydi, hatta daha da beter. Ne yapalım, Martin de işini bitirmişti işte; kendi kendini böyle avuttu. Ne büyük ümitlere bağlanmış, neler ummuş ne bulmuştu. Tahiti'nin hayalini daha sık görmeye başladı. Sonra Paunıotus adaları, Markizler de vardı; şimdi kendini sık sık, yelkenli ticaret gemilerinde, ya da tek yelkenli, ufak, narin teknelerde şafak vakti Papetee'deki döküntülerden sıyrılıp, inci atolleri arasından Nukahiva'ya ve Taiohae Körfezine kadar uzun yolculuğunu tamamlamak için durmaksızın kürek sallarken görüyordu. Nukahiva'da, Taiohoe Körfezinde, Tamari'nin onun gelişi şerefine bir domuz öldüreceğini biliyordu. Biliyordu ki orada Tamari'nin, boyunlarında çiçeklerden kolye taşıyan, kızları, şarkılar ve kahkahalar arasında ellerini tutup, onun da boynuna aynı kolyelerden takacaklar. Güney Denizleri çağırıyordu onu. Martin de biliyordu ki er veya geç bu çağırışa cevap verecektir. Bu arada Martin, bilgi alanında yapmış olduğu uzun gezintilerinin verdiği yorgunluğu, dinlenip, gidererek kendini topladı. "The Parthenon" üçyüz dolarlık çeki ona gönderdiğinde Martin bu çeki, Brissenden'in ailesi namına onun işlerine bakan avukata havale etti. Çeki verip bir makbuz aldı, aynı zamanda Brissenden'in kendisine vaktiyle verdiği yüz dolar için de bir makbuz verdi.

Çok geçmeden Martin, Japon lokantasına ilgisini kesmek zorunda kaldı. Tam artık mücadeleyi terket-mek üzereyken şansı donuverdi. Ama çok geç dönmüştü şansı. "The MilleniunV'dan gelen ince zarfı en ufak bir heyecan bile duymadan açtı, üçyüz dolarlık çeki yüksek sesle, ağır ağır okudu ve bunun "Macera" için gönderildiğini öğrendi. Fahiş faiziyle tefeci de dahil olmak üzere dünyaya olan bütün borcu yüz dolar bile tutmuyordu. Bütün borçlarını ödedikten ve Brissenden'in avukatından yüz dolarlık makbuzu geri aldıktan sonra cebinde yine de yüz dolardan fazla para kaldı. Hemen terziye bir elbise ısmarladı ve yemeklerini şehrin en güzel kafelerinde yemeye başladı. Hala Maria'nın evindeki ufak odasında kalıyordu, ama yeni elbisesini gören komşu çocuklar, odunlukların üzerinden ya da çitlerin arkasından artık ona "serseri", "ipsiz" diye bağırmaz olmuşlardı.

"Wiki Wiki" adlı kısa, öyküsü, "Warren's Monthly" tarafından ikiyüz elli dolara satın alınmıştı. 'The Northern Review' "Güzelliğin Beşiği" adlı denemesini; 'Mac kintosh's dergisi de "Falcı" şiirini satın aldı. Editörlerle yayıncılar yaz tatillerinden döndükleri için yazıları çabuk çabuk elden geçiriliyordu. Ama Martin hangi acaip esintinin bu adamlara iki yıldır ısrarla geri çevirdikleri şeyleri kabul ettirdiğini bir türlü anlayamadı. Hiçbir yazısı yayınlanmamıştı. Oakland dışında kimse tanımıyordu onu, Oakland'da da onu tanıdıklarını sanan birkaç kişi arasında kızıl sosyalist olarak ün salmıştı. Bu bakımdan mallarının böyle aniden herkes tarafından kabul görüp beğenilmesine bir anlam veremedi. Bu tam anlamıyla Tanrı'nın bir yardımı, kaderin bir cilvesiydi. "Güneşin utancı" birçok dergi tarafından reddedildikten sonra Martin, Brissenden'in önceleri dinlemediği öğüdünü tutup eseri yayınevi sahiplerine göndermeye başlamıştı. Birçokları tarafından reddedildikten sonra eser, sonbahar kitapları arasında yayınlanmak vaadiyle Singletree Darnley ve ortakları firması tarafından kabul edildi. Martin yazarlık hissesine mahsuben biraz avans isteyince de, bunun adetleri olmadığını, bu tip kitapların masraflarını bile zor kurtardığını, Martin'in eserinin de bin nüsha bile satacağından emin olmadıklarını bildirdiler. Martin kitabın kendisine ne getireceğini hesapladı. Perakende bir dolardan ve yüzde onbeş yazarlık hissesi üzerinden yüzelli dolar kazanacaktı. Martin, eğer yeni baştan yazarlığa başlayacak olsam kendimi tamamen öykü yazarlığına verirdim diye düşündü. Bunun dörtte bir uzunluğunda olan "Macera" 'The Millenium'dan ona kitabının getireceğinin iki mislini kazandırmıştı. Çok eskiden gazetede okuduğu yazı doğruymuş demek. Birinci sınıf dergiler yapıtı kabul eder etmez ödeme yapıyorlar ve iyi para veriyorlardı. "The Millenium' ona, kelimesine iki değil, dört sent ödemişti, üstelik de seçme eser alıyorlardı. Öyle ya onun eserini almamışlar mıydı? Bu son düşünceyle dudaklarında geniş bir tebessüm yayıldı.

Singletree Darnley ve ortaklarına bir mektup yazarak, "Güneşin Cltancı"nın telif haklarını yüz dolara satmayı teklif etti. Ama yayınevi bu riski göze alamadı. Bu arada zaten paraya ihtiyacı yoktu, zira son yazdığı öykülerinin çoğu kabul edilmiş ve paralan ödenmişti. Nihayet dünyaya tek metelik bile borcu kalmayan Martin bir banka hesabı açıp yüzlerce dolarlık kredi sahibi oldu. "Gecikmiş" birçok dergi tarafından çevrildikten sonra, Meredith Lewell Kumpanyasında yatmaya başladı. Martin, kızkardeşinin kendisine vaktiyle verdiği beş doları, kendisinin de bunu ona yüz misliyle ödemek için verdiği kararı hatırladı; bunun üzerine beş yüz dolarlık bir hisse üzerinden avans istediğini bildiren bir mektup yazdı. Cevap olarak gelen mektuptan bir kontratla, istediği meblağ tutarında bir çek çıkıp Martin'i hayretler içinde bıraktı. Çeki beşer dolarlık altın paraya çevirdi ve Gertrude'a telefon ederek onu görmek istediğini bildirdi.

Kızdarkeşi Martin'in oturduğu yere, acelesinden nefes nefese, tıkanarak geldi. Haber kokusu aldığı için birkaç dolardan ibaret paracıklarını küçük el çantasına tıkıştırmıştı gelirken; kardeşinin bir derdi olduğuna o kadar emindi ki, sendeleyerek yürüyüp içini çeke çeke kendini Martin'in kollarına attı. Aynı zamanda da hiçbir şey söylemeden çantasını ona uzattı. Martin:

— Ben kendim gelirdim," dedi. Ama Mr. Higgin-botham'a gürültü çıkarmak istemedim, eğer gelseydim mutlaka gürültü çıkardı.

Gertrude bir yandan Martin'in içinde bulunduğu derdin ne olduğunu merak ederken, bir yandan da: — Bir süre sonra yumuşar, diye kardeşine güven verdi. Ama sen bir işe yerleşsen çok iyi edersin. Seni doğru dürüst bir işte görmek Bernard'ı çok memnun eder. Şu gazetedeki yazılar onu deli etti. Onu daha önce hiç bu kadar öfkeli görmemiştim.

Martin gülümseyerek:

— Hiçbir işe girecek değilim, dedi. Bunu da ona benden böylece söyleyebilirsin. Benim işe ihtiyacım yok, ispatı da işte burada.

Yüz altın parçasını pırıltılı, tıngırtılı bir şelale halinde kızkardeşinin avucuna boşalttı. — Eve dönecek param olmadığı gün bana verdiğin beş dolarlığı hatırlıyor musun? İşte o beşlik burada, ayrı ayrı yaşta, ama hepsi de aynı büyüklükte doksan dokuz kardeşiyle beraber.

Gertrude geldiğinde içinde bir korku vardı, şimdi korku yerini paniğe bırakmıştı. Korkusu öyle büyüktü ki, içinde şüpheden eser yoktu. Tamamıyla emindi. İnanmıştı. Martin'e dehşet içinde baktı ve ağır kollan, sanki elleri bu altın şelalesinin altında yanıyormuş gibi aşağı aşağı gitti.

Martin:

— Senin bunlar, diye güldü. Gertrude gözyaşlarına boğularak:

— Zavallı yavrum, zavallı yavrum! diye sızlanmaya başladı.

Martin bir an şaşaladı. Sonra onun neden böyle heyecanlandığını anlayarak, kızkardeşinin eline, Meredith Lowell'den çekle birlikte gelen mektubu tutuşturdu.

Gertrude arada bir gözyaşlarını silmek için durarak mektuba göz gezdirdi ve bitirdiği zaman: — Yani sen, bu parayı namusunla mı kazanmış oluyorsun? dedi.

— Eğer piyangodan çıksaydı bu kadar namuslu olmazdı. Kazandım bu parayı ben. Gertrude yavaş yavaş inanmaya başladı ve mektubu dikkatlice tekrar okudu. Martin'in ona, paranın eline geçmesini sağlayan muameleleri izah etmesi epey vakit aldı, paranın şimdi tamamıyla ona ait olduğunu ve kendisinin buna ihtiyacı bulunmadığını anlatabilmesi ise daha da uzun sürdü. Nihayet Gertrude:

— Bunu senin namına bankaya koyacağım, dedi.

— Kesinlikle böyle bir şey yapmayacaksın. Para senindir, istediğini yap onunla, eğer istemezsen Ma-ria'ya veririm. O, bu parayla ne yapacağını bilir. Ma-amafih ben hatırlatayım da senin aklında olsun, ben senin yerinde olsam bir uşak tutar, uzun bir istirahata çekilirdim.

Gertrude giderken:

— Bernard'a bütün bunları anlatacağım, dedi. Martin bir göz kırptı, sonra güldü. — Evet, söyle, dedi. Belki o zaman beni yine akşam yemeklerine davet eder. Gertrude onu hararetle bağrına basıp öperken:

— Evet, edecektir, edecektir! dedi.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro