19
XXX
Martin küçük ve bakımsız evine ikinci kez konuk getirdi. Bu konuk Brissenden'di. Maria eve konuk gelince yine telaşlandı. Ama bu defa ne yapacağını şa-şırmadı, aklına sahip çıktı. Brissenden'i saygıyla karşıladı, kendi çapında gösterişli konuk salonuna buyur etti.
Hayatı bütün yönleriyle ince elemiş sık dokumuş, sözün sözünü bulmuş birisi için evin niteliğinin önemi yoktu. Brissenden bütün kibarlığıyla:
— umarım gelişimde bir sorun yoktur, dedi. Martin:
— Hayır, hayır, yok, diye keskin cevap verdi. Sonra arkadaşının elini sıkarak odasına buyur etti. Odadaki tek sandalyeye konuğunu oturttu, kendi de yatağın bir köşesine sıvıştı. Brissenden oturur oturmaz elini ceketinin cebine attı, ince bir cilt çıkardı:
— İşte sana bir şairin yazdığı bir kitap. Oku onu, senin olsun. Martin'in karşı koyma ya da kabul etmeme durumuna karşı da:
— Kitaplar benim neyime gerek? Bu sabah bir kanama daha oldu, dedi. Sonra:
— Viskin var mı? Hayır, yoktur tabii, bekle bir dakika, diyerek kapıdan çıktı, gitti. Martin onun uzun endamiyle, dış merdivenlerden inişini seyretti ve Bris-senden bahçe kapısını kapamak için dönünce, harabe haline gelmiş göğüs kafesinin üzerine doğru düşen, vaktiyle geniş oldukları belli omuzlarına içi acıyarak baktı. Martin, iki adımda yuvarlanır gibi kendini yatağa attı ve manzum eseri okumaya daldı. Kitap Henry Vaugian Marlow'un en yeni şiirleriydi.
Brissenden geri döndüğünde:
— Skoç viskisi yok, haberini verdi. Çapkın, Amerikan viskisinden başka bir şey satmıyor. Ama çeyrek galon aldım, ondan.
Martin:
— Çocuklardan birini gönderip limon aldırayım da bir todi yapalım, teklifinde bulundu. Brissenden'in getirdiği kitabı kaldırarak:
— Acaba böyle bir kitap, Marlov'a kaç para kazandırır? diye devam etti. — Belki elli dolar, diye cevap verdi diğeri. O parayı alabilir, hatta bir yayıncıyı bu kitabı yayınlamaktaki riski göze almaya kandırabilirse, talihli sayılır.
— Şu halde insan şiirle hayatını kazanamaz, öyle mi?
Martin'in sesinin tonu da, yüzü de canının sıkıldığını belli ediyordu.
Brissenden konuşmasını sürdürdü:
— Tabii kazanamaz. Hangi aptal yapacak bu işi? İşte Bruce, işte Virginia Spring, işte Sedgwick, Bunlar pekâlâ yapıyorlar. Ama şiir biliyor musun, Vaughan Marlowe hayatını nasıl kazanıyor? Ta Pensilvanya'da erkek çocuklara özgü, okul dedikleri özel ticaretin ne de öğretmenlik ederek; böyle bir okul, bütün bu özel cehennemlerin limitidir. Adamın daha elli yıllık ömrü bile olsa, yerimi onunla değişmek istemezdim. Bununla beraber, onun eserleri, çağdaş nazımcılar kalabalığından, havuçlar arasında duran bir pembe yakut gibi ayrılıyor. Bir de hakkındaki eleştirilere bak! Allah belâlarını versin, hepsinin belâsını versin, yontulmamış cüceler! Martin:
— Yazar insanlar hakkında yazamayan insanlar tarafından çok şeyler yazılıyor, diye onu destekledi. Meselâ Stevenson'la eseri hakkında yazılan süprüntü-nün çokluğu beni hayrete düşürdü. Brissenden takırdayan dişleri arasından:
— Gulyabaniler, cadılar! diye tükürür gibi fırlattı kelimeleri. Evet, biliyorum bu döküntüleri, Peder Da-mien'e mektubu için, onu inceleyip, tartıp, kendilerini beğenmişçesine gagalıyorlar. Martin:
— Sefil egolarının değer ölçüsüyle ölçüyorlar, diye lâfa karıştı.
— Evet, tam üstüne bastın, güzel bir söz, gerçeğe, güzele ve iyiye ağızlarından salyalar saçarak nutuk çekiyor, sonunda da onların arkasını okşayarak, 'Aferin, kuçu kuçu!' diyorlar. Richard Realf öldüğü gece onlar için, 'Küçük geveze kargalar' demişti.
Martin, onun sözü biter bitmez hemen hararetle atılarak:
— Yıldız tozunu gagalayanlar, büyük adamların fezada bir meteor gibi uçuğuna gaga atanlardır. Bir defasında oturdum bunlara bir hicviye yazdım, gazete ve dergilerde yazan eleştirmenlere.
Brissenden büyük bir arzuyla:
— Görelim şunu, diye istedi.
Böylece Martin, 'Yıldız Tozu'nun bir örneğini bulup ortaya çıkardı; Brissenden hicviyeyi okurken kıkır kıkır güldü, ellerini oğuşturdu ve todisini yudumlamayı unuttu.
Okuması bitince:
— Bu bende öyle bir izlenim uyandırdı ki, sen, gözleri görmeyen bir kukuletalı cüceler dünyasına fırlatılıp atılmış yıldız tozusun biraz, diye yorumda bulundu. Tabii hemen ilk dergi tarafından yüzgeri edildi, değil mi? Martin, yazılarını kaydettiği defterin sayfalarını çevirdi.
— Yirmi yedi dergi tarafından reddedilmiş.
Brissenden yürekten, uzun bir kahkaha koyver-mek istedi, ama bir öksürükle tıkandı. Soluyarak:
— Söyle, şiiri mutlaka denedin değil mi? Birkaç tanesini göster bakayım. Martin:
— Şimdi okuma, diye yalvardı. Seninle konuşmak istiyorum. Onları paket ederim, evine götürürsün. Brissenden 'Aşk Şiirleri' ve 'Peri ile İnci' yi yanına alarak ayrıldı, ertesi gün döndüğünde Martin'e ilk sözü; — Daha istiyorum, oldu.
Brissenden sadece Martin'i bir şair olduğuna iyice inandırmakla kalmadı, aynı zamanda kendisinin de bir şair olduğunu anlattı. Brissenden'in eseri Martin'in ayaklarını yerden kesti ve Martin, onun bu eseri yayınlamak için hiçbir girişimde bulunmayışına şaştı kaldı.
Martin eseri onun namına piyasaya sürmeye gönüllü olarak ileri atılınca, Brissenden: — Hepsinin canı cehenneme! cevabını verdi. Güzelliği yalnız güzellik için sev, diye öğüt verdi. Dergileri de rahat bırak. Geriye gemilerine, denizine dön sen, Martin Eden, işte sana öğüdüm bu benim. İnsanlarla dolu bu hastalıklı, bu kokuşmuş şehirlerde ne istiyorsun? Güzelliği, dergiler krallığının arzularına peşkeş çekerek vaktini kaybediyor ve her gün kendi gırtlağını kendi elinle kesiyorsun. Geçen gün sen bana neden sözetmiştin bakayım? Söyle bakalım, çılgınların en sonuncusu, ne yapacaksın şöhreti? Eğer onu elde edersen, seni zehirleyecektir. Sen daha bu mamayı yiyemeyecek kadar küçük, basit ve toysun. İnşallah dergilere bir mısra bile satamazsın. Hizmet edilecek biricik efendi, güzelliktir. Güzelliğe hizmet et ve bırak toplumun Allah belasını versin! Başarı! Başarı Steven-son'un, Henley'in 'Hayalet' ini gölgede bırakan sonesinde, şu 'Aşk Şiirlerinde' şu deniz şiirlerinde değil de hangi cehennemde yani? Sen yaptığın şeyde ulaştığın başarıda değil, o şeyi yapmakta buluyorsun zevki. Bana anlatamazsın. Biliyorum ben. Sen de biliyorsun bunu. Güzellik seni incitiyor. Bu senin içinde ebedi bir acı, iyileşmeyen bir yara, ateşten bir bıçak. Ne diye dergilerle kendi kendini aldatacakmışsın. Bırak, hedefin güzellik olsun. Ne diye altın sikke haline getiresin güzelliği? Zaten yapamazsın ya bunu; benim telâşım da boşuna işte. Dergileri bin sene okusan içlerinde, Keats'in bir dizesine değecek bir şey bulamazsın. Şöhreti ve parayı bir kenara bırak, yarın derhal tayfa yazıl bir gemiye ve denizine dön.
Martin:
— Şöhret için değil, aşk için, diye güldü. Senin dünyanda aşka yer olmadığı anlaşılıyor; benimkin-deyse güzellik, aşkın hizmetçisidir.
Brissenden ona hem acıyarak, hem de hayran hayran baktı.
— Çok gençsin sen, Martin yavrum, çok gençsin. Yükseklere kanat açacaksın, ama senin kanatların en ince tülden yapılmış ve en güzel renklerle bezenmiş. Sakın yakma onları. Ama sen, çoktan yaktın tabii. Şu 'Aşk Şiirleri' nin bir şeyler ifade etmesi için yüceltecek bir kadın lazımdı.
Martin gülerek:
— O şiirler hem aşkı, hem de kadını yüceltecek, dedi.
Brissenden cevaben:
— Delilik felsefesi, dedi. Afyon çekip, hayal kurduğum zamanlar, kendi kendimi buna inandırmıştım. Ama gözünü aç. Bu burjuva şehirleri seni öldürecek. Seninle tanıştığım o hainler inine bak. Kuru bir kokuşma kelimesi bile ad olamaz orası için. İnsan öyle bir ortamda aklını koruyamaz. Aşağılık bir yer orası. Orada kadın, erkek, aşağılık olmayan tek kişi yok, hepsi de midyelerinki kadar yüksek entelektüel ve artistik günülerin idare ettiği birer neşeli mideden ibaret...
Aniden durdu ve Martin'e baktı. Sonra, şimşek gibi bir sezişle durumu kavradı. Yüzü bir anda hayretle dehşet karışımı bir ifade aldı.
— Sen de tuttun bu muazzam 'Aşk Şiirleri"ni şu yoluk, kuru dişiye yazdın! Brissenden sözünü bitirir bitirmez de Martin'in sağ kolu yıldırım gibi ileri uzanarak, gırtlağını yakalayıp dişlerini takırdatana kadar sarsaladı. Ama Brissenden'in gözlerinin içine bakan Martin, orada korkudan eser göremedi. Garip, alaycı bir iblisten başka bir şey yoktu karşısında. Martin'in aklı başına geldi. Brissenden'i boğazından, yanüstü yatağa fırlattı ve gırtlağını bıraktı.
Brissenden bir dakika kadar soluk soluğa, ıstıraplı bir şekilde nefes aldı, sonra kıkır kıkır gülmeye başladı. — Alevi söndüreydin, sana ebediyyen borçlu kalırdım, dedi.
Martin:
— Bugünlerde sinirlerim son derece gergin, diye özür diledi, ümit ederim ki canım acıtmamışımdır. Dur sana taze bir todi hazırlayayım.
Brissenden:
— Ah, seni gidi barbar, diye devam etti. Şu vücudunla gururlanıp gururlanmadığını merak ediyorum. Zebani gibi kuvvetlisin. Genç bir pantersin sen, bir arslan yavrusu. Ey, ey, bu kuvvetinin hesabını verecek olan da sen sin.
Martin, Brissenden'e bardağı verirken:
— Me demek istedin? diye merakla sordu. Al, dibine kadar iç, iyi gelir.
Brissenden todisini yudumladı ve beğendiğini belli ederek gülümsedi. — Kadınların yüzünden. Seni ölünceye kadar rahat bırakmayacaklar, şimdiye kadar nasıl rahat bırak-madılarsa; eğer rahat bıraktılarsa seni, çaylağın biriyim. Bana bak, beni hırpalamanın faydası yok; ben diyeceğimi diyeceğim. Şüphe yok ki, bu senin toyluk aşkın; ama güzelliğin hatırı için, bir daha sefere daha zevkli davran. Bir burjuva kızından ne istiyorsun Allah aşkına? Bırak onları kendi hallerine. Kendine şen, şakrak, iri yarı, hayata gülerek bakan, ölümle alay eden ve sevebildiği müddetçe seni sevecek olan ateş gibi bir kadın seç. Böyle kadınlar var ve bunlar da seni burjuva yaşayışının koruması altında geçen bir hayatın yetiştirdiği kokulu ürünlerden herhangi biri kadar sevecektir.
Martin:
— Korkak mı? diye itiraz etti.
— Evet, korkak; kendilerine benzeyen kimselerin kafalarına doldurduğu küçük ahlâk anlayışlarını geveleyip hayatı yaşamaktan korkanlar. Seni sever bunlar, Martin, ama kendi küçük ahlâk anlayışlarını daha da fazla severler. Senin istediğin hayatı muhteşem bir şekilde terketmek; büyük hür ruhlara, kanatlan pırıl pırıl yanan kelebeklere ulaşmak istiyorsun sen, minik gri pervanelere değil. Oh, bunlardan da bıkacaksın, eğer hayatta kalacak kadar talihsiz isen, bütün kadınlardan bıkarsın. Ama yaşamayacaksın. Gemiye ve denizine dönmüyorsun; onun için de kemiklerin çürüyene kadar sana sıkıcı birer hapishane hücresi gibi gelecek olan şehirlerde kalacak ve öleceksin.
— Bana istediğin kadar nutuk çek, sana kızacak değilim, dedi Martin. Mihayet senin de yaradılışına uygun bir aklın var, bu bakımdan seni yaradılıştan ötürü nasıl suçlayamazsam, sen de beni yaradılışımdan ötürü suçlayamazsın.
Dergiler hakkında, aşk ve daha birçok şey hakkında anlaşamadılar, ama yine de birbirlerinden hoşlanmakta devam ettiler; Martin'inki ise çok derin bir hoşlanmaydı. Her gün beraberdiler; Brissenden bir sa-atçik de olsa, Martin'in tıklım tıkış odasına her gün uğruyordu. Brissenden hiçbir zaman çeyrek galonluk viskisini almadan gelmiyor, çarşıda birlikte yemek yedikleri zaman da, yemek boyunca hep iskoç viskisi ile soda içiyordu. Her zaman ikisinin yemek parasını Brissenden ödüyordu ve Martin, iyi yemeğin ne olduğunu onun sayesinde öğrendi, onun sayesinde hayatında ilk şampanyasını içti ve yine onun sayesinde Rhenish şaraplarını tanıdı.
Ama Brissenden daima bir bilmece gibiydi. O hastalıklı yüzüyle, tükenen kanının son damlasına kadar halis muhlis bir sefihti. Ölmekten korkmuyor, hayatta her şeye acı ve sinik bir gözle bakıyordu; bununla beraber, öleceğini bile bile hayatı son zerresine kadar seviyordu. Yaşamak, heyecanlanmak ve bir gün kendisinin ifade ettiği gibi, "boşlukta tuttuğum ufacık yeri bir solucan gibi ezerek yaratıldığım kozmik toz haline getirmek" için delice bir ihtirası vardı. Esrar içerek kendini berbat etmiş ve yeni heyecanlar peşinde olmadık şeyler yapmıştı. Martin'e de söylediği gibi, bir seferinde, sırf müthiş bir susuzluğun giderilmesindeki eşsiz zevki tadabilmek için isteye dileye üç gün kendi kendini susuz bırakmıştı. Onun kim olduğunu, ne olduğunu Martin hiçbir zaman öğrenemedi. O, geçmişi olmayan, geleceği çok yakın görünen bir mezar, hali de ateşli, acı bir hayat yaşamaktan ibaret bir adamdı.
XXXI
Martin toplumun alt tabakasına hitap eden ucuz eserlerden kazandığı parayla, basit ve ekonomik bir hayat bile yaşamakta zorlanıyordu. Çıktığı yazarlık yolunda büyük acı ve ıstıraplarla dolu günler geçirmiş, aç gezmiş, yaşamın meyvelerinden nasibini alamamıştı. En son geldiği nokta terazinin hangi kefesine neyi yerleştireceğini bilemediğiydi. Protestan mezhebine bağlı olduğundan Şükran günü geldiğinde giyecek bir elbisesi dahi kalmamıştı. Siyah elbisesi rehinde olduğundan Morse'ların yemek davetini kabul edememişti. Ruth, onun gelememe sebebini öğrenince çok üzüldü, Martin de bu olayın etkisinden kurtulamadı ve büyük bir umutsuzluğa kapıldı; ancak Ruth'un üzülmesine dayanamadığından ne yapıp edip geleceğini söyledi. Bunu nasıl yapacağını da şöyle açıkladı: San Francisco'ya, Transcontinental dergisine gidip, kendisine borçlu oldukları beş doları alıp elbisesini rehinden kurtarıp gelecekti.
Sabah kalkar kalkmaz ilk işi Maria'dan on sent borç almak oldu. Bu parayı Brissenden'den almayı tercih ederdi ama ne zaman ne yapacağı belli, olmayan bu dengesiz herif, kayıplara karışmıştı. Martin'in onu son görüşünden bu yana iki hafta geçmişti. Martin de acaba onu gücendirdim, üzdüm, incittim diye kafasını boş yere yorup durmuştu. Bu on sent Martin'i San Fransisco'ya ulaştırdı; Market Caddesinden yukarı doğru yürürken, parayı alamadığı takdirde, durumunun pek de parlak olmadığını, hatta tahmininden daha güç durumlarda bırakabileceğini düşündü. O zaman ne Oakland'a dönmesine olanak vardı ne de San Francisco'da tanıdığı on sent borç alabileceği kimse. 'Transcontinental'ın büro kısmının oda kapısı aralıktı; Martin, tam kapıyı açacağı sırada içeriden gelen yüksek bir ses onu durup düşünmeye itti. "Ama Önemli olan, bu değil, Mr. Ford" diyordu. (Martin, mektuplaşmalarından, bu Ford adının editöre ait olduğunu anladı.) "Asıl mesele; sizin parayı ödemeye niyetiniz var mı, yok mu? Nakit ve peşin olarak demek istiyorum? Beni ne Trancontinental'in gelecek yıl kazanması ihtimali olan para, ne de sizin bu parayı ne yapacağınız ilgilendirir. Benim istediğim, yaptığım şeyin karşılığını vermenizdir. Size şimdiden söylüyorum, para elime geçene kadar, Noel sayısı baskıya girmeyecek. Hayırlı günler. Paranız olduğu zaman gelir beni görürsünüz." Kapı hızla açıldı ve adam Martin'i kenara itip lanetler yağdırarak, yumruklarını sıka sıka koridorun alt yanına doğru geçip gitti. Martin odaya hemen girmemesi gerektiğine karar vererek koridorlarda onbeş dakika kadar oyalandı. Sonra kapıyı açıp içeri girdi. Bu, onun için yepyeni bir deneyimdi, ilk defa editörlük makamına giriyordu. Burada karta lüzum yoktu, zira hizmetçi çocuklardan biri, iç odaya girip birisinin Mr. Ford'u görmek istediğini söylemişti. Çocuk, geri döndüğünde, Martin'e yan yoldan işaret ederek onu özel odaya, kutsal editörlük makamına götürdü. Martin'in ilk izlenimi, odanın düzensizliği, perişanlığı oldu. Ondan sonra gözüne, döner bir sandalyeye oturmuş, yanakları sakallı, merakla kendisine bakmakta olan genç görünüşlü bir adam ilişti. Martin adamın yüzündeki sakin ifadeye hayret etti. Matbaacıyla yaptığı atışmanın, adamın sakinliğin zerre kadar bozmadığı görülüyordu.
Martin konuşmaya:
— Ben Martin Eden'im, diye başladı. Bu arada içinden, "Beş dolarımı verin lan" demek geçiyordu. Editör, Martin'i hayretler içinde bırakan bir hareketle ayağa fırlayarak: — Gerçekten mi? Demeyin? diye bağırdı. Bir süre sonra da iki eliyle Martin'in elini yakalamış, hararetle sıkıyordu.
— Sizi gördüğüme ne kadar memnun olduğumu anlatamam, Mr. Eden. Sizi hep merak eder dururdum. Bunu söyler söylemez de Martin'i bir kol boyu ileri atıp yıpranmış ve tamirden geçmiş elbisesini dikkatle süzdü; neyse ki Martin pantalonlarını Maria'nın ütüsüyle, özenli bir şekilde ütülemişti. — Sizi daha yaşlı biri olarak düşündüğümü itiraf ederim. Biliyorsunuz, hikâyenizde büyük bir düşünce genişliği, kuvveti ve düşünce olgunluğu ile düşünce derinliği göze çarpıyor. Bu öykü bir şaheser. Size onu ilk defa nasıl okuduğumu anlatayım. Ama hayır; önce sizi arkadaşlarla tanıştırayım. Editör, konuşmasına ara vermeden Martin'i genel büroya götürdü ve editör yardımcısı Mr. White ile tanıştırdı. Mr. White, seyrek, ipek gibi sakalları olan, ellerinin acaip soğukluğu insanda kendisinin soğuk algınlığı çekmekte bulunduğu izlenimi uyandıran, ufak tefek, ince yapılı bir adamdı.
— Bu da, Mr. Ends, Mr. Eden. Mr. Ends, bizim yönetim müdürümüzdür, biliyorsunuz. Martin, el sıkıştığı adamın başı saçsız, gözleri ters ters bakan ve yüzü, tamamıyla karısı tarafından özenle düzeltilmiş beyaz bir sakalla kaplı olduğu için anla-şılabildiği kadarıyla genç olduğu tahmin edilebilen biri olduğunu gördü.
Sakallarını pazar günleri düzelten karısı, Mr. Ends'in aynı zamanda ensesini de usturayla traş ederdi. Hepsi de hayran hayran konuşan üç adam, hemen Mardin'in çevresini sardılar. Martin'e öyle geldi ki, bunlar, sonunun ne olacağı belli olmayan bir durumu bir an önce savmak için böyle acele ediyorlardı. Mr. White:
— Hep neden bize uğramadığınızı düşünürdük, diyordu.
Martin, onlara paraya son derece ihtiyacı bulunduğunu belli etmek için, dobra dobra: — Vapura binecek, param olmadığı için, dedi. İçinden de, zaten başlı başına süslü elbiselerim, paraya olan ihtiyacımı en güzel bir ifade kudretiyle anlatmaktadır onlara diye düşündü. Arada sırada, onlardan fırsat düştükçe, gelmekteki maksadını ima yollu belirtti birkaç kere. Ama hayranlarının kulakları sağırdı. Öyküsünü ilk okuduklarında ne düşündüklerini, sonradan ne düşündüklerini, karılarının, ailelerinin öykü hakkında ne düşündüğünü anlatıp Martin'e hayranlıklarından dem vurdular boyuna, ama içlerinden biri bile, parasını ödemek niyetinde olduklarına dair en ufak bir imada bulunmadı. Mr. Ford:
— Öykünüzü ilk defa nasıl okuduğumu anlattım ya size? dedi. Tabii anlatmadım. New York'tan batıya dönüyordum. Tren Ogden'de durunca, oradan itibaren hizmet edecek olan çocuk, 'Transcontinental'in yeni sayısını getirdi.
Martin, of Allah'ım! diye düşündü; ben beş dolarak yüzünden açlıktan ölürken sen Pulimanda seyahat ediyorsun. Bir öfke dalgasının hücumuna uğradı. Transcontinental'in kendisine ettiği kötülük gözünde bir anda büyüdü, zira aylarca süren özlem, açlık ve mahrumiyetin Martin üzerindeki etkisi çok kuvvetliydi, şu anda çektiği açlık da ona bir gün önceden ağzına bir lokma yiyecek koymadığını, bir gün önce ağzına koyduğu yiyeceğin de ancak bir lokma olduğunu hatırlattı. O an için ortalığı kan kırmızı gördü. Bu yaratıklar, soyguncu bile değillerdi. Birer adi hırsızdılar. Yalanlar, boş vaatlerle kandırıp öyküsünü almışlardı onun. Pekâlâ, o da gösterirdi onlara. Parayı almadan oradan adımını atmamaya iyice karar verdi. Eğer parayı alamazsa, Oakland'a dönemeyeceğini de hatırladı. Büyük bir irade harcıyarak, kendine hakim oldu, ama bu arada yüzündeki vahşi kurt ifadesi, diğerlerini korkutmuş ve rahatsız etmişti. Eskisinden daha da fazla söze boğmaya başladılar. Mr. Ford, 'Çanların Sesi'ni ilk nasıl okuduğunu anlatmaya koyuldu. Aynı anda da Mr. Ends, yeğenini 'Çanların Sesi'ni ne kadar beğendiğini, tekrar, anlatmaya çabalıyordu. Bahsi geçen yeğen de Alame-da'da öğretmenmiş.
Sonunda Martin:
— Buraya neye geldiğimi söyleyeyim size, dedi. Bu kadar beğendiğiniz öykümün parasmı almaya. Eğer yanılmıyorsam, öykümü yayınlar yayınlamaz ödemeyi vaad ettiğiniz miktar beş dolardır. Yüzünün azaları kıpır kıpır kıpırdayan Mr. Ford, hemencecik uysal, memnun bir ifadeye bürünerek, elini cebine attı ve aniden Mr. Ends'e dönerek, parasını evde bıraktığını söyledi. Mr. Ends'in bu işe kızdığı yüzünden okunuyordu; Martin, onun kolunun sanki pantalon cebini korumak istermiş gibi seyirdiğini gördü ve paranın orda olduğunu anladı.
Mr. Ends:
— Çok üzgünüm," dedi. Ama matbaacıya para ödeyeli daha bir saat bile olmadı, adam bütün paramı aldı, gitti. Doğrusu yanımda bu kadar az para bulundurmakla tedbirsizlik etmişim; ne var ki, borç senedinin vadesi henüz gelmediği halde matbaacının, bir lütuf olarak, paranın peşin verilmesini isteyeceği de hiç aklıma gelmemişti.
Her iki adam, ümitle Mr. White'a baktılar, ama bu bey de gülüp omuzlarını silkti. Onun vicdanı temizdi nasıl olsa "Transcontinental'a edebiyatını öğrenmek için girmiş, onun yerine maliye öğrenmişti adamcağız. 'Transcontinental' ona dört aylık maaş borçluydu ve adam, matbaacının da mutlaka editör yardımcısı tarafından kandırılmış olduğunu biliyordu.
Mr. Ford kabara kabara:
— Mr. Eden'in bizi bu durumda yakalamış olması çok kötü, diye lâfa başladı. İnanın ki tamamıyla tedbirsizlik. Ama size ne yapacağımızı söyleyeyim bakın, yarın sabah ilk iş olarak size beş dolarlık bir çek postalarız. Mr. Eden'in adresi var sizde, değil mi, Mr. Ends?
Evet, Mr. Ends'de varmış adresi Martin'in ve Mr. Ends yarın sabah ilk iş çeki gönderecekmiş. Martin, öyle bankalar, çekler hakkında pek fazla bir şey bilmiyordu, ama çeki ertesi gün yerine, o gün vermemelerine de bir sebep göremedi.
— Şu halde, Mr. Eden, çeki yarın sabah size yollayacağımızı anladınız, değil mi? dedi Mr. Ford. Martin oralı olmadan:
— Benim paraya bugün ihtiyacım var, dedi.
Mr. Ford tatlı bir dille, "Durumun talihsizliği " diye lâfa başladı, ama ters ters bakan gözlerinden tahammülünün azaldığı anlaşılan Mr. Ends, onun sözünü kesti.
Sert bir tavırla:
— Mr. Ford size durumu anlattı ya, dedi. Ben de söyledim. Çeki postalayacağiz... Martin, onun sözünü keserek:
— Ben de durumumu açıkladım size" dedi. "Paraya bugün ihtiyacım olduğunu da anlattım. Yönetim müdürünün terslenişiyle birlikte Martin, kanının damarlarında daha hızlı dolaşmaya başladığını hissetti, aynı zamanda da adamı gözden kaçırmamaya dikkat etti, zira 'Transcontinental'in hazır parasının bu centilmenin cebinde yattığını sezinlemişti.
Mr. Ford:
— Çok yazık ki, diye söze başladı.
Ama o sırada, Mr. Ends, sabırsız bir hareketle, odayı terkedecekmiş gibi döndü. Aynı anda da Martin atılıp adamı tek eliyle gırtlağından öyle bir kavradı ki, Mr. Ends'in kusursuz biçimliliğini hala koruyan kır sakalı kırkbeş derecelik bir açıyla tavana doğru çevrildi. Mr. White ile Mr. Ford dehşet içinde, yönetim müdürlerinin bir Astragan kilimi gibi silkelendiğini gördüler.
Martin:
— Sökül bakalım, seni gidi genç yeteneklerin muhterem cesaret kırıcısı seni! diye gürledi. Sökül yoksa bütün paralar bozukluk bile olsa, seni silkeleye silkeleye çıkartırım onları. Sonra ödleri patlayan iki seyirciye dönerek:
— Geri durun! dedi. Karışacak olanın canı yanar ha!
Mr. Ends'in nefesi tıkanıyordu, ancak Martin'in eli gevşedikten sonra parayı sökülme meselesindeki uysallığını belli edebildi. Elleri pantalonunun ceplerine bir kere dalıp çıktıktan sonra, dört dolar onbeş sent verebildi. — Ters çevir cebini, diye emretti Martin.
Bir on sent daha düştü bu cepten. Martin, yaptığı akından elde ettiklerini, emin olmak için bir kere daha saydı.
Mr. Ford'a:
— Şimdi sıra sende, diye bağırdı.
Mr. Ford hiç bekletmeden ceplerini altüst edip, altmış sent çıkardı.
Martin kindar bir tavırla:
— Hepsinin bu kadar olduğuna emin misin? diye sordu. Yelek ceplerinde ne var? Mr. Ford iyi niyetinin bir belirtisi olarak, ceplerinin ikisini de tersine çevirdi. Ceplerden birinden yere bir karton parçası düştü. Mr. Ford, bunul aldı tam cebine koyacakken Martin bağırdı: — Nedir o? Vapur bileti mi? Ver onu bakayım bana. On sent eder bu. Bunu paraya mahsub ediyorum. Şimdi, vapur biletiyle birlikte, dört dolar doksan beş sentim oldu. Bana hâlâ beş sent borcunuz var. Mr. White'a yiyecek gibi baktı ve zayıf nahif adamcağızın kendisine bir beş sent uzattığını gördü. Martin hepsine birden hitap ederek:
— Teşekkürler eder, hepinize iyi günler dilerim, dedi.
Mr. Ends, onun arkasından:
— Haydut! diye homurdandı.
Martin de dışarı çıkıp kapıyı çarparken:
— Adî hırsız! diye karşılık verdi.
Martin gururlanmıştı. Öyle gururlanmıştı ki, The Hornet'in de kendisine 'Peri ile İnci" yazısı için onbeş dolar borçlu olduğunu hatırlayınca,hemen gidip bu parayı da tahsil etmeye karar verdi. Ne var ki, 'The Hornet'i, apaçık birer korsan olan ve hiç ayırdetme-den herkesi, her şeyi soyup soğana çeviren tertemiz traş olmuş, güçlü kuvvetli gençler yönetiyordu. Birkaç möble kırılıp döküldükten sonra, editör, yönetim müdürünün, reklam ajanının ve kapıcının da büyük yardımları sayesinde Martin'i bürodan çıkarıp ona ilk kat merdivenlerin inişindeki hızı kuvvetlice vermeyi başardı.
Yukarıdaki sahanlıktan Martin'e gülerek:
— Yine buyurun, Mr. Eden, sizi görmekten memnuniyet duyarız, diye seslendiler. Martin kendini toparlayıp sırıtarak:
— Öf be! dedi. Transcontinental'dekiler birer süt kuzusuydular ama, siz hepiniz profesyonel birer boksör çıktınız.
Onun bu lâfına daha bol kahkahalar karşılık verdi:
Hornet'in editörü aşağıya seslenerek:
— Bir şair olarak Mr. Eden, dedi. Sizin de profesyonel boksörden aşağı kalır yeriniz olmadığını söylemeliyim. Soruşumu mazur görürse, niz eğer, şu sağ kroşeyi nerden öğrendiniz Allah aşkına? — Siz bu kesik Molson vuruşunu nerden öğrendiniz? diye cevap verdi Martin. Bununla beraber gözünüz moraracak yine de.
Editör, de iyilikçi bir edayla:
— umarım ki sizin de boynunuz tutulmaz, temennisinde bulundu. Hep birlikte gidip bunun şerefine kafaları çeksek ne dersiniz? Boynunuzun şerefine değil tabiî, şu ufak gürültünün şerefine ha? — Eğer gözün morarmazsa, paralar benden ama, diye kabul etti Martin.
XXXII
Sevgiler kimi zaman aldatıcıdır. Kimi zaman çevrenin etkisinde kalır sevgililer ve büyük, bitmez denilen sevgiler saman alevi gibi sönüverir. Kadın için büyük sevgi ya paradır ya acıma ya da gerçekten aşk. Ruth, Martin'in yanına şükran günü verecekleri yemeğe gelip gelemeyeceğini sormaya gelmişti. Maria'nın bu küf kokan evinin küçük ön basamaklarını çıkarlarken Arthur kapıda kalmayı tercih etti. Merdivenleri özleyen bir kadına özgü değil de yavaş adımlarla çıkan Ruth hızla çalışan daktilonun tıkırtısını işitti. Kafasına yine olur olmaz sorular hücum etti. Martin kendisini içeri aldığında da, onun bir yazısının son sayfasını yazmakta olduğunu gördü. Ruth hiçbir şey söylemeden Martin bütün benliğini vererek hazırladığı yazısını okumayı teklif etti.
— En son eserim, hem de diğer yazdıklarımdan bambaşka bir şey bu. O kadar bambaşka ki, korkutuyor beni, ama yine de bunun çok güzel olduğuna inanıyorum. Sen yargıç ol. Bir Hawai öyküsü. Wiki Wiki adını verdim buna.
Yaratıcı ateşin harareti pırıl pırıl yüzüne vurmuştu
Martin'in, oysa Ruth bu soğuk odada titriyordu. Martin Ruth'u karşıladığı sırada ellerinin soğukluğu dikkatini çekmiş ama bir şey söylememişti. Martin okurken, Ruth onu dikkatle dinledi; Martin arada sırada her ne kadar Ruth'un yüzünde bir hoşnutsuzluk ifadesi gördüyse de, öyküsünün sonunda: — Gerçekten nasıl buldun? diye sordu. Ruth:
— Bilmem, diye cevap verdi. Satabilecek mi dersin?
Martin:
— Korkarım ki, hayır, diye itiraf etti. Bu öykü dergiler için fazla iyi. Ama gerçek, hakikaten gerçek. Ruth:
— Öyleyse, satılmayacaklarını bildiğin halde, bu gibi şeyler yazmakta niye hala ısrar ediyorsun? Senin yazı yazmanın sebebi; geçimini sağlamak değil mi?
Martin:
— Evet, doğrudur; ama şu sefil öykü aklımı aldı benim. Mutlaka yaz beni diye tutturdu. Ruth:
— Peki ya şu Wiki Wiki adlı karakter, neden onu o kadar kaba konuşturdun? Tabii okurlarını incitecektir bu, editörler de işte bu sebepten senin eserlerini reddetmekte haklılar.
Martin:
— Öyle konuşturdum, çünkü gerçek Wiki Wiki bu şekilde konuşurdu. Ruth:
— Ama okur zevkine uymaz bu. Martin:
— Hayata uyar, diye net konuştu. Gerçek bu. Ben de hayatı gördüğüm gibi yazmak zorundayım. Ruth cevap vermedi, kısa bir süre sessiz kaldılar. Martin, Ruth'u sevdiğinden onu tamamıyla anlayamı-yordu. Ruth da Martin'i anlayamıyordu; çünkü Martin Ruth'un ufkunun ötesinde yükselen bir dağ gibiydi. Martin konuşmayı daha rahat bir konuya sürüklemek için gayret göstererek: — Şey, dedi. 'Transcontinental'dan paramı aldım. Dört dolar doksan sent ve bir vapur bileti ödeyerek cezaya çarptırılan üç sakallının gözünün önünde canlanan resmi, Martin'i güldürdü. Ruth, neşeyle:
— Öyleyse geleceksin, diye bağırdı. Martin dalgın dalgın:
— Gelmek? diye mırıldandı. Nereye? Ruth:
— Yarın akşam yemeğine canım. Biliyorsun, bana eline para geçince elbiseni rehinden kurtaracağını söylemiştin.
Martin safça:
— Vallahi unutmuşum. Bu sabah belediye memuru, Maria'nın iki ineğiyle danasını götürdü. Maria'nm parası olmadığı için inekleri ben kurtarmak zorunda kaldım. 'Trans Continental'den aldığım beşlik işte buraya gitti. 'Çanların Sesi" belediye memurunun cebine indi.
— Demek ki gelemeyeceksin? dedi Ruth.
Martin kendi üstüne bir baktı. Ruth'un gözlerinde hayal kırıklığını ve sitemi anlatan gözyaşları pırıldadı, ama bir şey söylemedi.
Martin, onu neşelendirmek için:
— Gelecek Şükran gününde, benimle birlikte Del-monico'da akşam yemeği yiyeceksin, ya da Londra'da, Paris'te veya nerde istersen orada. Sözlerime dikkat et.
Ruth damdan düşer gibi:
— Birkaç gün önce gazetede gördüm, dedi. Demiryolu posta yönetimine birçok atama yapılmış. Sen birinci olarak kazanmıştın, değil mi?
Martin, çağırıldığını, ama kendisinin vazgeçtiğini, kabul etmek zorunda kaldı. — Kendimden o kadar eminim ki, dedi. Bir sene sonra bir düzine demir yolcunun kazandığından fazlasını kazanmaya başlayacağım. Bekle de gör bak.
Martin sözünü bitirince Ruth, sadece bir:
— Oh, dedi. Eldivenlerini eline geçirerek ayağa kalktı. Gitmem lâzım, Martin. Arthur beni bekliyor. Martin onu kollarının arasına alıp öptü, ama Ruth'un pasif davrandığını gördü. Ruth'un vücudunda gerginlik yoktu, kollarıyla onu sarmamış, dudakları ise Martin'in dudaklarını hiçbir ihtiras duymaksızın öpmüştü. Martin, bahçe kapısından dönerken, Ruth'un kendisine kızgın olduğu sonucuna vardı. Peki ama neden? Belediye memurunun Maria'nın ineklerini kapatması şanssızlıktı. Bunda hiç kimsenin suçu yoktu ki.
Kendi davranış tarzından başka türlü davranabileceği ise Martin'in aklının köşesinden bile geçmedi. Bir süre sonra demiryolu posta yönetiminin davetini kabul etmediğim için bir parçacık da benim kusurum var diye düşündü. Ruth da Wiki Wiki'yi beğenmemişti üstelik.
Merdivenin başında dönüp, akşam seferine çıkan postacısını karşıladı, üzün zarflardan oluşan posta paketini eline aldığı zaman, hep tekrarlanan o umut ateşi Martin'i yine sardı. Zarflardan biri uzun değildi. Kısa ve ince bir zarftı, üstünde de matbu harflerle, 'The New York Outview'nun adresi yazılıydı. Zarfı yırtıp açmadan önce duraksadı. Bu bir kabul mektubu olamazdı. Bu yayınevinde hiç yazı yazmamıştı Martin. Belki de bu müthiş düşünceyle Martin'in kalbi neredeyse duracak gibi oldu. Belki de kendisine bir makale ısmarlıyorlardı; ama aynı anda da bunun imkansız olduğunu düşünerek bu ihtimali kafasından uzaklaştırdı. Bu, editör tarafından kaleme alınmış kısa, resmi bir mektuptu ve aldıkları imzasız bir mektubu ilişikte yolladıklarını ve 'Outview' yazı işleri müdürlüğünün bu gibi imzasız mektupları dikkate almadıklarından emin olabileceğini bildiriyordu.
Martin, ilişik mektubun kargacık burgacık bir el yazısıyla yazılmış olduğunu gördü. Martin'i edepsizce aşağılayan bu karmakarışık mektup, 'Martin Eden denen' ve dergilere öyküler satan adamın yazarlıkla ilgisi olmayıp, eski dergilerden öyküler çalmak, yeniden daktiloya çekmek suretiyle kendisininmiş gibi sürdüğünü iddia ediyordu. Zarfın üstündeki damga 'San Le-andro' postanesine aitti. Martin, mektubu yazanın kim olduğunu anlamak için bir saniye bile düşünmedi. Higginbotham'ın grameri, Higginbotham'ın halk ağzı, Higginbotham'ın dolambaçlı ifadesi ve düşünüşü bütün mektup boyunca sırıtıyordu. Martin, mektubun her satırında eniştesinin sadece ince İtalyan elini değil, aynı zamanda onun kaba bakkal yumruğunu da ¦ gördü. "Peki ama neden?" diye boş yere kendi kendine sordu durdu. Bernard Higginbotham'a ne kötülüğü dokunmuştu ki? O kadar mantıksızca, o kadar aşağılık bir işti ki bu. Anlatılır gibi değildi bu. O hafta içinde Martin'e Batının çeşitli dergilerinden buna benzer bir düzine mektup daha geldi. Martin, editörler ince davranıyorlar diye düşündü. Hiçbirinin Martin'i tanıdığı yoktu, buna rağmen bazıları ona sempati bile göstermişti. Editörlerin imzasız yazılardan hoşlanmadığı açıkça anlaşılıyordu. Kendisine yöneltilen bu kindar girişimin boşa çıktığını anladı. Aslına bakılırsa bu mektuplar eğer bir sonuç sağlayacaksa, hiç şüphe yok bu Martin'den yana bir durum yaratacak, hiç değilse birçok editörün dikkati onun ismine çekilmiş olacaktı. Belki bir gün, ondan bir yazı aldıkları zaman, bunun, kendisi hakkında imzasız mektuplar gönderilen kişi olduğunu hatırlarlardı. Böyle bir hatırlayışın da, onların Martin'in hakkındaki hükümlerinin dengesini bir parçacık da olsa Martin'den yana bozmayacağını kim iddia edebilirdi ?
İşte bu sıralarda Martin, Maria'nın gözünden düştü. Bir sabah onu mutfakta, ütülenecek bir yığın çamaşır arasında, bitkinlikten yanaklarından gözyaşları süzülür ıstıraptan inler halde boş yere didinirken buldu. Martin, hemen grip tanısı koydu, Brissenden'in getirdiği viskilerin artığından bir bardak sıcak viski içirip, yatağa girmesini emretti. Ama Maria'nın yatmaya yanaştığı yoktu, ütünün bitmesi lâzım diye itiraz etti, aksi halde o akşam ve ertesi sabah yedi küçük aç çocuğuna yiyecek getiremeyeceğini anlattı.
Maria hayretler içinde, Martin'in sobanın üstünden bir ütü alıp, fantezi kola yapılacak bir bluzu ütü tahtasının üstüne yaydığını gördü. Bu, Kate Flanagan'ın pazarlık bluzuydu ve Maria'nın dünyasında ondan daha kusursuz, ondan daha titiz giyinen bir kadın yoktu, "üstelik Miss Flanagan, ayrıca haber gönderip bluzunun o akşama hazır olmasını istemişti. Herkesin bildiği gibi, Miss Flanagan, demirci Mr. Collins'le flört ediyordu, ertesi gün de birlikte Golden Gate Parkına gideceklerdi; bunu da yalnız Maria biliyordu. Maria, bluzu Martin'in elinden almak için boş yere uğraştı. Martin, ayakları birbirine dolaşan Maria'yı bir sandalyeye oturttu, o da oradan faltaşı gibi açılan gözlerle Martin'i seyretti. Kendisinin ütülemek için harcayacağı zamanın dörtte biri kadar bir zaman içinde bluz tertemiz ütülendi, hem de Martin'in bizzat Maria'ya da onaylattığı gibi, Maria'nın ütüleyebileceği kadar güzel oldu.
Martin:
— Eğer ütülerin daha sıcak olsaydı, çok daha hızlı çalışabilirdim, dedi. Maria'ya göre ise, Martin'in salladığı ütüler, kendisinin kullanmaya cesaret edebileceğinden çok daha sıcaktı. Martin ondan sonra:
— Senin ıslatma tarzın tamamıyla yanlış, diye yakındı. Bak nasıl ıslatılacağım göstereyim sana. Bize lazım olan tazyiktir. Eğer çabuk ütü yapmak istiyorsan, tazyik altında ısla. Bodrumdaki tahtalardan bir sandık yaptı, buna bir de kapak uydurduktan sonra, Silva ailesi çocuklarının hurdacıya satmak için topladıkları hurda demir parçalarını da talan etti. Sandığın içine yeni ıslatılan çamaşırları tıkıp, kapağı kapattı, kapağın üstüne de demir parçalarını koyunca düzen tamam ve işler hale geldi.
Martin iç donuna varıncaya kadar soyunup, kendi işinin 'iyice kızgın' dediği bir ütüyü eline alarak: — Şimdi beni seyret bak, Maria, dedi. Maria bunu sonradan şöyle anlattı: — ütüyü birince de, yünlüleri yıkadı. Dedi ki bana, Maria, sen koca bir aptalsın. Ben göstereyim sana nasıl yıkanır yünlüler, ve de gösterdi. Martin bu işi Shelley Hot Springs'de Joe'dan öğrenmişti. Dikine duran çubuğun üst tarafına eski jantı yerleştirmiş, bunu da mutfak kirişlerine sıkıca bağladığı çubuğa tutturmuştu. Böylece çamaşırları varilin içinde suya daldırıp çıkaran jantı çevirirken, bir eliyle de çamaşırları kolayca dövebiliyordu.
Maria'nın hikâyesi, hep:
— Artık Maria yıkamaz çamaşırları, diye biterdi. Çalıştırırım çocukları varilin başında, çevirsinler tekeri... Bununla beraber Martin, Maria'nın mutfak çamaşırhanesinde yaptığı yenilik ve işi ustaca becermesinden ötürü Maria'nın gözünden adamakıllı düştü. Ma-ria'nın hayalinde Martin'e yönelttiği romans pırıltısı, onun sabık bir çamaşırcı oluşu gerçeği karşısında sönüp gitti. Martin'in bütün o kitaplarının, onu arabalarla ya da kucak dolusu viski şişeleriyle ziyarete gelen bütün yüksek dostlarının hiçbir değeri kalmadı. Nihayet, Martin de alelade bir işçi, onun sınıfından, onun cinsinden bir insandı işte. Şimdi daha bir insanlaşmış, daha yanına varılır hale gelmişti Martin; sır olmaktan çıkmıştı artık.
Martin'in ailesinden gitgide daha çok soğumaya devam etti. Mr. Higginbotham'ın kışkırtmaya dayanmayan hücumunun arkasından, Mr. Hiermann von Schmidt de rengini belli etti. Birkaç küçük öyküsüyle, bir iki mizahi manzume ve şakasının satışından kendisine bir müddet yetecek kadar para kazanmıştı Martin. Sadece faturalarının bir kısmını ödemekle kalmamış, aynı zamanda eline siyah elbisesiyle, bisikletini rehinden kurtaracak kadar da para kalmıştı. Martin, krank sustası eğrildiği için, tamir isteyen bisikletini, müstakbel eniştesiyle dostluğunun bir belirtisi olarak Von Schmidt'in dükkânına yolladı. Aynı gün akşamüstü, ufak bir gocuğun, bisikletini getirdiğini gören Martin memnun oldu. Bu umulmaz lütuf üzerine Martin, eniştesinin de kendisiyle dost geçinmek arzusunda olduğu sonucuna vardı. Ama bisikleti gözden geçirince, el bile sürülmemiş olduğunu gördü. Aynı gün, biraz sonra kızkardeşinin sevgilisine telefon eden Martin, bu zatın kendisiyle, "hiçbir konuda, hiçbir surette ve hiçbir şekilde" ilgilenmek istemediğini öğrendi.
Neşeli bir tavırla:
— Hermann von Schmidt, diye cevap verdi Martin. Oraya gelip senin o patlıcan burnunu kırmak geçiyor kafamdan.
Diğeri:
— Hele dükkanıma gel, ben de polis çağırırım, diye cevap verdi. Senin işini ben de bitiririm ya. Senin ne mal olduğunu bilirim ben, ama bana kabadayılık sökmez. Senin gibilerle işim yok benim. Aylağın birisin sen işte, ben de uyuyorum zannetme. Kızkarde-şinle evleneceğim diye benim sırtımdan geçinmeye kalkamazsın. Niye işe girip de namusunla kazanmıyorsun hayatını, ha? Söylesene bunu sen bana. Martin'in felsefesi ağır basıp, öfkesini dağıttı. Büyük bir keyifle ahizeyi astı. Ama biraz sonra keyfi kaçtı ve reaksiyon kendini gösterdi, Martin yalnızlığının bütün ağırlığını hissetti, Brissenden'den başka kimse onu anlamıyor, Kimse onu işe yarar bir insan kabul etmiyordu. Brissenden ise kayıplara karışmıştı. Allah bilir neredeydi.
Martin, manavdan çıkıp, satınaldığı şeyler kolunda, eve dönerken, hava da kararmaya başlamıştı. Köşede bir tramvay durdu ve tanıdık, ince birisinin aşağı indiğini gören Martin'in yüreği sevinçle hopladı. Brissenden'di bu. Tramvay daha kalkmadan kısa bir bakış anında, Martin, Brissenden'in paltosunun ceplerinden birinin kitaplarla, diğerinin de bir litrelik bir viski şişesiyle dolu olduğunu gördü.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro