Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

35

«Taşhan» ın önüne geldikleri zaman şoför, otomobili yavaşlatarak:

— Nereye emrediyorsunuz? diye sordu.

İçerden bir ses azametli bir emir verdi:

— «Opera Meydanı» na...

— Yahu, sen nasıl şoförsün? «Opera Meydanı» nı bilmiyor musun?

Şoför, gülerek: «Anladım beyim» dedi.

Otomobil süratle «Karaoğlan» çarşısını geçerek «Bentderesi» yoluna saptı ve birkaç dakika sonra «Tabakhane» tiyatrolarının önündeki meydanlıkta durdu.

Bu gece, iki tiyatro arasında şiddetli bir rekabet mücadelesi vardı. Otomobil durur durmaz, tiyatroların renk renk bayraklar, resimler, fenerlerle süslenmiş antreleri önündeki mızıkaların ikisi birden başladı. Sağdaki alaturka bir şarkı, soldaki bir fokstrot çalıyor, davullar, ziller, borular birbirinin sesini boğmak için dehşetli bir gürültü yapıyordu.

Bundan başka sağ tarafın çağırtkanları: «Komik-i şehîr (!) Arif Bey burada... Gülünç komediler, millî rakıslar, «Odeon Bülbülü» Kadriye Hanım burada...

Sol taraftakiler ise:

«Dramlar, düetolar... Şark Greta Garbo'su meşhur Primadonna Mücellâ Suzan Hanım tarafından kantolar..» diye bağrışıyorlardı.

Biraz evvel şoföre burasını tarif eden genç, Nadide Hanımın elinden tutarak otomobilden indirdi:

— Halacığım... Bizim «Opera meydanımız» nasıl? Şehzadebaşı'nı aratıyor mu? diye sordu.

Gürültü, ihtiyar kadını serseme döndürmüştü. İki eliyle kulaklarını kapatıyor:

— İşitemiyorum, diye bağırıyordu.

Yaşı şimdi yetmişi geçiyordu. Vücudu daha zayıflamış, boyu küçülmüş gibi görünüyordu. Saçlarında bir tek siyah tel kalmamıştı. Fakat gözleri hâlâ eski, masum ve taze çocuk gözleriydi.

Bir dakika sonra meydanlığa bir ikinci otomobil geldi ve kafile tamamlanmış oldu: Feridun Bey, Naciye Hanım, Naciye'nin iki yetişmiş kızıyla, şimdi on altı yaşında, uzun boylu, güzel bir genç olan Bülent...

Saraçhanebaşı'ndaki konaktan kalanlar, aşağı yukarı bunlardan ibaretti. Dürdane karaciğerinden, Seniye apandisitten, Şakir Bey kalp hastalığından ölmüş, çocukların her biri, bir tarafa dağılmıştı.

Feridun Bey, şimdi Ankara'daki şirketlerden birinde muhasebeci idi. Beş aydan beri çoluk çocuğuyla beraber Cebeci istasyonu civarında bir evde oturuyordu. Nasrettin Hoca gibi: «Beşiğin arkası gurbet!» diyen Nadide Hanımı İstanbul'dan çıkarmak, balığı sudan çıkarmak gibi bir şey olmuştu. Fakat İstanbul'da hemen hemen kimsesiz kaldığı için, çaresiz onlarla beraber gurbete çıkmaya razı olmuştu.

Ankara'da bazı akrabalar da bulmuşlardı. Nadide Hanıma «halacığım» diyen genç onlardan biriydi. Sade «akraba» diye çağırdıkları bu çocuk, bir bankada çalışıyor, otelde oturuyordu.

«Akraba» ara sıra Cebeci'deki eve misafir gelir, delidolu lâkırdılarla büyük hanımın gamlı gönlünü avuturdu.

Bu geceki tiyatro eğlencesi onun ikramı idi. Bir akşam evvel yemekte:

— Aman, burada gayet alaylı bir tiyatro var, demişti. Yarın gece sizi de götüreyim... Meşhur Şark Greta Garbo'su Mücellâ Suzan Hanımı da görmüş olursunuz...

Nadide Hanım, geldi geleli sokağa çıkmamakta inat ettiği için yabanî gibi bir şey olmuştu.

Meydan, kalabalıktı; mızıkalar onu âdeta ürkütüyordu.

Genç akraba:

— Halacığım... Ben size iki loca ayırttım amma, kendim görmeden olmaz... İki dakika beni bekleyeceksiniz, dedi ve Nadide Hanımı Feridun Beye bırakarak içeri daldı.

Meydanlığa mütemadiyen yeni otomobiller gelip duruyor, içlerinden kelli felli insanlar çıkıyordu.

Feridun Bey, kaynanasıyla karısını ihtiyaten bir kenara götürmüş, bir yemişçi arabasının arkasına siper etmişti.

Bülent: «Haminne... Sana yemişçinin iskemlesini isteyeyim mi?» diyor, o: «Çocuğum... Ben daha zannettiğin kadar ihtiyarlamadım» diye gülümsüyordu.

Mızıkaların çaldığı kantolar arasında Nadide Hanımın uzaktan uzağa tanıdığı havalar da vardı.

Bu çalgı, bu fenerler, bayraklar, resimli ilânlar, allı, yeşilli uçurtma kâğıdından askılarla süslenmiş yan yana tiyatro kapıları Nadide Hanıma eski Ramazan gecelerini, Direklerarası'nı hatırlatıyor, ölü bir çürük diş gibi yıllardan beri bütün hassasiyetini kaybetmiş yüreğinde uzak, müphem ağrılar uyandırıyordu.

Kaynanasındaki dalgınlığı yorgunluğa yoran Feridun Bey, ona bir kere daha yemişçinin iskemlesini teklif etti. Fakat artık buna hacet kalmamış, akraba, memnun bir çehre ile kapıda görünmüştü.

Bu gece, kalabalık dehşetti. İki erkek akıntıya karşı yüzer gibi hareketlerle kadınlara yol açtılar. Aile, toprak döşeli, uzunca bir geçitten geçti, dar bir merdivenden çıktı; galeri müşterilerinin arkasından dolaşarak localar koridoruna girdi.

En önde yürüyen akraba, bir eliyle büyük hanımın bileğini tutuyor, ötekindeki cep feneriyle yolu aydınlatıyordu.

Misafirlere ayrılan iki loca, koridorun nihayetindeydi. Nadide ve Naciye Hanımlarla Feridun Beyi baş locaya, gençleri ötekine aldı. Galeri ve localar katı —deniz hamamı gibi— kalın sırıklar üzerine kurulmuştu. Nadide Hanımın bunlara ehemmiyetsiz bir gözle baktığını gören akraba:

— Hiç merak etme halacığım... Vallahi bugün belediye mühendisleri yeni muayene ettiler, dedi.

Büyük hanım; sağda, solda kaçacak bir yer göremediği için kuvvetle:

— Allaha emanet çocuğum. Merak edilecek ne var? dedi.

Parter, her sınıftan insanla hıncahınç dolu idi. Kelli felli beyler, kürklü hanımlar, bereli mektep çocukları, neferler, şoförler, köylüler, çarşaflı kadınların yanında asrî kızlar...

Kalabalık o haldeydi ki, mavi mintanlı bir delikanlı:

— Yahu, efendiler, hanımlar... ayıptır, şu çalgıcılara yer verin de geçsinler, diye bağırıyordu. Bilhassa davulun, başlar üzerinden elden ele geçmesi âdeta bir mesele oldu.

Localar, baştan başa kibar insanlarla doluydu. Feridun Beyin arkasında ayakta duran «akraba» ara sıra ona eğilerek ehemmiyetli isimler söylüyordu.

Büyük hanım, kahvesini içerken kantolar da başladı. Bunlar onun çocukluğunda Peruz'dan, Büyük Amelya'dan dinlediklerinin hemen hemen aynı idi. Yalnız araya bir bale ile bir fokstrot sokulmuştu. Fokstrotu kantocu kızlardan biriyle biraz evvel mızıkacılara yol açmak için ahaliye yalvaran mavi mintanlı delikanlı oynuyordu. Kavalye; yorgun olduğu ve yemeni biçimindeki kunduraları galiba ayağını sıktığı için mezürü bozuyor, aktrisi kızdırıyordu. Kızın sinirli sinirli kaşını, gözünü oynattığını, kavalyeye çıkıştığını gören çalgıcı, bir azizlik etmek istedi; kasten borusundan acayip, acayip sesler çıkarmaya, tempoyu büsbütün karıştırmaya başladı. Nihayet, aktris, dayanamadı, çalgıcıya yüksek sesle: «Eşekliğe lüzum yok... adamakıllı çal!» dedi.

Tiyatro, birdenbire alkış ve kahkaha fırtınasıyla sarsıldı. Tepinen ayaklar ikinci katın döşemelerini zangırdattıkça, büyük hanım, locanın kenarlarına tutunuyor, içinden dualar okuyordu.

Her yeni kantocuda, misafirler soruyorlardı:

— Mücellâ Suzan Hanım bu mu?

Akraba:

— Hayır, diyordu. Şark Greta Garbo'su uzun uzadıya nazlanmadan sahneye çıkmaz... Hem o çıktığı zaman tiyatro alkıştan yıkılır.

Tiyatronun içyüzünü gayet iyi bilen akrabaya göre, bu aktrisin Ankara'da birçok sevdalısı vardı. Fakat, o, bunlardan ancak iki, üç tanesine yüz veriyordu.

Geçen hafta tiyatroda onun için büyük bir kavga olmuş, iki gece evvel de barda bir sarhoş onu vurmaya kalkışmıştı.

Büyük hanım: — Sakın burada da gürültü çıkarsa ne yaparız? diyor, geldiğine, geleceğine bin pişman oluyordu.

Nihayet, Greta Garbo'nun sırası geldi. Halk, onun havalarından birini tanıyınca bir alkış, ıslık gürültüsüdür koptu. Perdecinin perdeyi oynata oynata açışında bile bir fevkalâdelik vardı.

Büyük hanım, kulislerden birinde sırmalara, boncuklara batmış, mavi bir elbise fark etti. Bu, Mücellâ Su-zan Hanımdı. Fakat, akrabanın dediği gibi sahneye çıkmaya nazlanıyor, yanındakilerle konuşarak sigara içiyordu. Nihayet, gönlü olarak sıçraya sıçraya ortaya atıldı.

Naciye, birdenbire annesini dürterek hafif bir feryat kopardı:

— Anne... Bu, bizim Gülsüm...

Büyük hanım, sapsarı kesilmişti...

Tam o esnada Greta Garbo, sahnenin önünde durarak, çalgıcılara yavaş sesle bir emir verdikten sonra, kanto söylemeye başladı. O vakit artık Nadide Hanımın da şüphesi kalmadı. Mücellâ Suzan: Gülsüm'dü.

Vücudu irileşmiş, yüzü âdeta güzelleşmişti. Çocukken ön dudaklarından fırlayan iri dişi söktürmüş, yerine yüzünün renk renk boyaları arasında pırıl pırıl yanan iki altın diş taktırmıştı. Gülsüm, türlü cilvelerle gözlerini süzüyor, gerdanını titretiyor, şımarık kahkahalarla gülüyor, ara sıra mızıkayı durdurarak çalgıcılarla, hatta ön sıradaki halkla arsız arsız konuşuyordu.

Fakat ihtiyar kadın, şimdi bunlardan hiçbirini fark etmiyor, buğulu gözleriyle yalnız konağın üst katındaki çocuk tiyatrosunu, yatak çarşafından perdeler arasında, sıvanmış kolları, ağlamaktan boyaları birbirine karışmış yüzü ile kanto söyleyen eski küçük Gülsüm'ü görüyordu.

***

On beş, yirmi dakika sonra locanın kapısına hafifçe vuruldu. Büyük hanım, başını çevirince koridorun karanlığında Gülsüm'ün çehresini fark etti.

Kız da perdenin deliğinden dışarısını seyrederken onları görüp tanımış, hanımefendisini dünya gözüyle bir kere daha görmek istemişti.

Gülsüm, yüzünün boyalarını yıkamış, ahaliden kimsenin kendisini tanımaması için bir siyah mantoya bürünmüştü. Koridorun karanlığında «Hanım efendiciğim, hanım efendiciğim...» diye boğula boğula ağlıyor, yerlere kapanarak Nadide Hanımın dizlerini öpüyordu.

Sonra da bir kere Bülent'i görmek için yalvardı. Biraz evvel sahneden ahali ile konuşan şımarık kantocu kim bilir hangi tesirler altında eski mütevazi, zelil ahretlik olmuştu.

Mücellâ Suzan'ın yeni bir kantosunu bekleyen halk ;

«Greta Garbo... İsteriz!», diye tepiniyor, onlar, hanım, evlâtlık bir türlü birbirlerinden ayrılamayarak karanlıkta ağlaşıyorlardı.

SON

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro