Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

27

Bülent, yediye basmıştı. Demek ki Gülsüm, bu hesaba göre, konağa geleli yedi sene oluyor, yaşı on beşi geçmiş bulunuyordu.

O, şimdi artık bir genç kızdı. Boyu uzamış, çehresi güzelleşmişti. Gözlerindeki şaşılık bile artık insana batmıyordu.

Ancak, bu, onun sırf sükûn haline mahsus bir görünüştü. Fakat hareket ettiği, söz söylediği zaman son derece sevimsiz ve aptal bir mahlûk oluyordu. Nadide Hanımın onun için ne emelleri vardı:

Gülsüm, temiz, saf, atik, tetik bir kız olarak yetişecek, hanımefendisinin anahtarlarını beline takacak, konağa kilit kürek olacaktı. Ne boş hayal! O, şimdi eskisinden besbeterdi. Hırsızlığı geçmemişti. Ortadan hâlâ öteberi kayboluyordu. Bilhassa bir vakası konağı dehşet içinde bırakmıştı.

Yine Pendik'te hava tebdiline gittikleri bir yazdı. Nevnihal Kalfa, bir gece namaz kılarken seccadesi üzerinde, kendi kendine ölüvermişti.

Kışa doğru Saraçhanebaşı'na dönüldüğü zaman Gülsüm ne yapsa beğenirsiniz? Nevnihal Kalfa'nın sandığına anahtar uydurmuş, kadıncağızın cenaze için hazırladığı ne kadar eşya varsa çalmıştı.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra, büyük hanım, bir gün tesadüfen bu sandığı hatırlamış, Karamusallı'ya:

— Kuzum, sütnine... Yukarıda galiba Nevnihal'in ötesi, berisi olacak... Şunları topla da bir fukaraya veriver... Evde böyle uğursuz şeyler istemem, demişti.

Karamusallı sütnine, yukarı çıktığı zaman ne görsün? Sandık tamtakır, kuru bakır... Gülsüm, Nevnihal'in kefeninden gömlek, yaşmağından başörtüleri yapmış da paralamış bile... Gördün mü soyzadeyi?..

Yalancıydı: Bir ayak üstünde kırk yalanın belini büküyor.

Edepsiz ve şirretti: Hiçbir lâkırdının altında kalmaz; hanımlara karşılık verir; evin çocuklarıyla baş koşardı. Orta hizmetçileriyle ellerini kalçalarına dayayarak, öyle bir kavga edişi vardı ki, göçebe çingenelerine parmak ısıttırdı.

Nihayetsiz derecede yüzsüz ve haysiyetsizdi. Nasihatlere aldırmaz, azardan utanmazdı.

En ağır sözleri hiç yüreğini oynatmadan, o dişlek ağzı ile sırıta sırıta öyle bir dinleyişi vardı ki, karşısındakinin içini şişirirdi.

Gayet fitne ve dedikoducu idi: Konağın içinde ondan ona, ondan ona lâkırdı götürür; küçük hanımları, damatları birbirine katardı. Bir defa Nadide Hanım, onun bir fitneliği yüzünden altı ay Feridun Beyle dargın durmuştu.

Ya aşüfteliği!.. Şimdi başlarına bir de bu çıkmıştı. Sokaktan bir erkek geçtiği zaman, yan beline kadar pencerelerden sarkıyor, seyir yerine gidilecek olsa peşine sıra sıra neferler takıyor, alışveriş için kapıya gelen zibidi sokak satıcılarına sırnaşıyordu.

Hanımefendi, gecenin birinde eve zampara almasından korktuğu için onu kilit altında yatırıyordu.

Nadide Hanım, bir zamandan beri Gülsüm'ün şerrinden konakta aşçı kullanamıyordu. Fakat, onun büyük hanımı en ziyade kudurtan hali: Evdeki erkeklere sırnaşmasıydı. Adamcağızlar, onu bir iş için yanlarına çağırdıkları vakit, ağızlarının içine girer, şaşı gözleriyle baygın baygın bakar. Hanımlara daima kafa tuttuğu halde, onların karşısında pervane kesilir. Dürdane, yahut Naciye Hanım: «Şunu şöyle yapmadın!» diyecek olurlarsa karşılık hazırdı. Fakat beylerin karşısında dünyanın en mazlum, en tatlı dilli bir kızı olur. Bu serseri, acaba ne umuyor? Beylerin aslan gibi karıları üzerine kendine bakacaklarını mı?

A mundar kirli kukla! Onlar, senin elinden bir bardak su içmeye iğreniyorlar.

Nadide Hanımın, damatlarından korkusu yoktu. Namuslu, ağır başlı insanlardı. Fakat, bu serserinin onları kendi gibi korkulu bir ahretlik parçasına tenezzül edecek ruhta insanlar sanması ihtiyar kadını çıldırtıyordu. Mamafih, bu işin tehlikeli bir tarafı da yok değildi. Ya bu ahlâksız kız, aşçı, işçi makulesi bir adamdan gebe kalır da damatlarının üstüne atarsa!.. Artık, işin yoksa mahkeme kapılarında sürün, dur.

Büyük hanım, ikide birde :

— Ben merhametli bir insanım, derdi, bu serseriyi kolundan tutup kapı dışarı atmaya vicdanım razı olmuyor... Ah, yarabbi! Turşucu, murşucu bir herif çıksa da şunu başımdan alsa... Başım, gözüm sadakası üç, beş parça eşya, beş, on kuruş da para veririm.

İşte Gülsüm'ün sükûn halinde güzelce bir kız göründüğü halde, hareket ve lâkırdı ettiği zaman, çirkin ve bayağı görünmesinin sebebi bu idi. Büyük hanımın dediği gibi, sanki içinin pisliği yüzüne vuruyordu.

Gülsüm'ün yaşı ile beraber, pisliği de artmıştı. Yattığı yerde köpek bağlasalar yatmazdı. Eski dokuma şiltesi kirden, pasaktan muşamba gibi olmuştu. Onu bir yıkayıp temizlemek şöyle dursun, eline bir iğne alıp sökülen yerlerini dikmeye, deliklerini yamamaya bile üşeniyordu.

Akşamları yatacağı zaman etrafa dağılmış pamuk yığınlarını toplayıp şiltenin deliklerinden içeri tıkar, kuş-tüğü yatakta yatıyormuş gibi, bu pisliğin üstünde horul horul uyurdu. Hatta bazı soğuk havalarda yatağın bir kocaman yırtığından vücudunun bir kısmını içeri soktuğu, pamuklara gömüldüğü de oluyordu.

Büyük hanım:

— Pamuk dede diye bir evliya varmış. Sandukasının içinde pamukların arasında yatarmış. Bu kız, lâteşbih ona benziyor, derdi.

Gülsüm'ün bazı aşüfteliklerini görüp duydukça da :

— A kızgın pasaklı... Gözlerini belirtip herif düşünürsün amma, herifi pamukların içine mi sokup boğacaksın? diye bağırırdı.

Gülsüm'ün iç çamaşırları, çorapları da yatağı kadar pisti. Ona çok kere küçük hanımlar tertemiz çamaşırlarını verirlerdi. Fakat, bunlar, kızın sırtında iki günde yağlı mutfak paçavrasına dönerdi.

Büyük hanım:

— Ayol, niçin böyle yapıyorsun? Evde su mu eksik, sabun mu? İnsan, şunları bir çalkalayıp asmaz mı? diye şikâyet ettiği zaman cevap hazırdı:

— Hanım efendiciğim... vakit kalıyor mu? Oraya koş, buraya koş... Öteki kirlilerin arasına soksam darılıyorsunuz!

Nadide Hanım, kinli bir kahkaha ile kızın sözünü keserdi:

— Darılmayacağım da çocuklarımın çamaşırını kendi pis paçavralarının suyuna sokacaksın ha... Seni pasaklı palyaço seni!.. Çamaşırını yıkamaya vakit yokmuş. Bir dikiş iğnesi, bir sap iplik alıp şu yırtıkları dikmeye de mi vaktin yok... Cumartesi Yahudisi gibi senin elin iğne, iplik tutmaz mı?

Hanımefendinin bu sözü de doğru idi. Gülsüm, küçüklüğünde iğne, iplikle oynamayı çok severdi. Bir zamanlar boş vakitlerinin en büyük eğlencesi öteden, beriden topladığı kırpıntı bezlerle bebek elbiseleri dikmekti. Hatta, bu yüzden başka işleri ihmal ettiği için dayak da yediği olurdu. Fakat, gitgide birçok merakları gibi, bu da sönmüştü.

Şimdi, gömleklerinin yırtığım bile dikmiyor, sökükleri toplu iğne ile tutturuyor, delik yerlerini büzüp top top ederek bez parçalarıyla boğuyordu.

İğne, ipliği yalnız bu leş kokulu çamaşırların yakasına bir fisto, beline bir kurdele, paçasına hanımlardan aşırılmış bir dantelâ parçası dikmek için kullanır olmuştu.

İçindeki bu pisliğe mukabil, dışı oldukça temizdi. Hatta bazı günler, küçük hanımların eskimiş kostümlerinden güzel bir elbise ile, saçlarının tabiî bukleleriyle âdeta koket bir kız bile oluyordu. Fakat, bu kabuğun içinde ne pislikler gizlendiğini, bu buklelerin altında ne bit yuvaları saklı bulunduğunu siz bir de büyük hanıma, bahusus Karamusallı sütnineye anlattırın. Karamusallı sütninenin güzel bir teşbihi vardı:

— Bu kızın temizliği kundura boyacılarının temizliğine benziyor, derdi, onlar kunduradaki pisliğin üstünü nasıl boya ile, cilâ ile kapatırlarsa, bu da öyle yapıyor.

Gülsüm'ün konağın neresinde sakladığı bir türlü keşfedilemeyen bir tuvalet kutusu vardı: Zaman zaman ortadan kaybolur, sonra kaşlarında rastıklar, gözlerinde sürmeler, dudaklarında karmenler, maskara bir çehre ile ortaya çıkardı. Bu boyaları küçük hanımlardan çaldığına şüphe yoktu. Fakat, bunları kullanmasını bilmediği için, kendisini maskaraya çevirirdi.

Büyük hanım onu kaç defa kulağından çeke çeke aynanın karşısına götürmüş:

— Bizden utanmıyorsun, belki kendinden utanırsın!. A paskal, a ibiş, a palyaço, sen bu kepazeliği kimden öğrendin? diye yüzüne tükürmüş, hatta dövmüştü. Fakat, Karamusallı'nın dediği gibi: «Onda surat mahkeme duvarı; tükürsen yağmur yağıyor sanacak.»

Geceleri, Gülsüm'ün tavan arasında akşam tuvaletini yaptıktan sonra, elinde şamdanla, merdivenden inmesi görülecek şeydi: Arkasında küçük hanımlardan birinin dantelli dekolte gömleği, hava soğuksa üstünde büyük hanımın pamuklu zıbını, ayağında Karamusallı sütninenin makasından çıkmış zıpka biçiminde bir basma don...

Bu tuvalet, bazen baş süsleriyle de zenginleşirdi. Meselâ, Dürdane Hanınım mektebe başladığı günden kalma, zamanla rengi beyazdan kanarya sarısına dönmüş, papaziye hotozunu takar, yahut da ertesi güne bir ondülâsyon hazırlığı olmak üzere saçlarını lüle lüle kâğıt parçalarına sarıp bez parçalarıyla bağlardı.

***

Konakta hayatı hep koşmakla, hep ötekine, berikine yardım etmekle geçtiği için, belli başlı bir iş öğrenememişti.

Ezkaza onun leğenine giren bir çamaşır, eskisinden on kat pis çıkar, fazla olarak da elvan elvan boyanmış, alı karasına karışmış bulunurdu.

Bunca sene mutfakta aşçıların peşinde sürttüğü halde; bir yumurta pişirmesini beceremezdi.

Eskiden, hiç olmazsa yumuşak başlı bir kızdı; koş dediğin yere güler yüzle koşardı. Fakat, şimdi maazallah Nemrut gibi bir mahlûk olmuştu. Çocukluğunda meselâ: «Haydi Gülsüm, şu sofayı süpürüver» dedikleri zaman, gerçi ortadaki pisliği bir yandan bir yana nakletmekten, fazla olarak etrafı toza boğmaktan başka bir şey yapmazdı. Halbuki şimdi, süpürgeyi parmağının ucu ile iğrene iğrene tutuyor, hamamdan çıkmış yorgun bir hanımefendinin yelpaze sallayışı gibi ağır ağır iki yana kımıldatıyordu.

Bu hali gördükçe, sinirli büyükhanımı âdeta hafakanlar boğardı:

— Ayol karı... azıcık canlanıversene... Ay, içim şişiyor... Şimdi düşüp bayılacağım, diye haykırdıkça, Gülsüm, istifini bozmadan bıyık altından gülümser, başını bir yandan bir yana çevirirdi. Dayağın da artık tesiri kalmamıştı. Hanımefendinin mor damarlı incecik elleriyle indirdiği yumruklar, ona âdeta masaj gibi geliyor ve vücudu büsbütün gelişip sıhhatleniyordu.

Nadide Hanım Gülsüm'e vuracağı zaman, o, artık eskisi gibi kaçınmıyor, bilâkis karşısında dimdik, sımsıkı duruyordu. Çünkü kendisi ne kadar sıkı durursa, hanımefendinin o kadar fazla eli acıyacağını, canı yanacağım tecrübeleriyle anlamıştı. Kızın yumruğu yumrukla mukabele etmesine cemiyet kanunları müsait değildi. O da fizikteki tesir ve aks-i tesir kanunundan istifade ediyor, bir taş duvar gibi yerinden kımıldamadan kendine sataşan elin cezasını veriyordu.

Bazen Gülsüm'ü acele bir işe süren Nadide Hanım, onun ağırlığına sinirlenerek:

— Kız yürüyüversene... Ermeni gelini gibi ne kırıtıyorsun? diye söylenir.

O, inadına yürüyüşünü bir kat daha ağırlaştırırdı. Kadıncağız, hiddetle yerinden fırlar, yedek vagonu süren bir lokomotif gibi iki eliyle kızı arkasından itmeye başlar.

Evlâtlık, o ağır vücudunun bütün ağırlığı ile Nadide Hanımın incecik bileklerine yaslanır ve kadıncağızı kan ter içinde bırakırdı. Gerçi büsbütün durmak da onun elindedir. Fakat, bu zahmeti bile lüzumsuz görüyormuş gibi, yine adım adım yürümeye devam eder. Hanımefendi, o vakit ayağından terliğini çıkararak kızın butlarına birkaç kere indirir. O, inatçı bir eşek gibi yine tavrını değiştirmez.

Bazen, küçük hanımlar, dayanamayarak haykırışmaya başlarlar :

— Anne, sen bu ayı ile uğraşabilir misin? Bırak Allah aşkına... Kalp hastalığına tutulacaksın.

Mamafih, Gülsüm'ün bu hareketi sade inattan değil, biraz da ye'sinden ileri gelmektedir. Konakta geçirdiği yedi senelik hayat ona anlatmıştır ki, ne kadar koşsa kâfi görülmeyecek, daha fazla koşsun diye dövülmeye devam edilecektir. Eh, yenecek kızılcık dallarının yekûnu değişmeyecek olduktan sonra, boş gayretle neye kendini yormalı?..

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro