13
Karamusallı sütnine, konağın eski emektarlarındandı. Kuyruklu yıldız gibi birkaç senede bir doğar, üç, beş ay ortada dolaştıktan sonra kaybolup giderdi.
Aslen Van Ermenilerindendi. Fakat o kadar eski bir zamanda ki, şimdi artık ne Vanlılığından, ne de Ermeniliğinden eser kalmıştı.
Merhum Paşa, gençliğinde iki buçuk sene Van'da bulunmuştu. Yanında Karamusallı Süleyman diye iri yarı bir nefer vardı. O zaman on sekiz yaşında bir genç olan Karamusallı sütnine yahut eski adıyla Makruhi Hanım, Karamusallı Süleyman'ın yanaklarını görünce, mintarafillâh yüreğinde Müslümanlığa karşı bir muhabbet uyanmış, hak dini kabul ederek nefere varmıştı.
Karamusallı sütninenin konağa mensubiyeti o tarihtendi.
Süleyman, memleketinde çift, çubuk sahibi bir adamdı. Ancak evinde anasından ve üç kardeşinden başka iki karısı, iki kaynanası ve dört çocuğu vardı; yani yeni zevce, kocasının memleketine gittiği zaman, irili ufaklı bir düzine düşmanın içine düşmüş oluyordu. Fakat, Allah Van'da nasıl hidayetini eriştirdiyse, burada da yardımını eksik etmemiş, kadıncağız saye-i Resulullahta tek başına bir alay düşmanla uğraşmış beş seneden az bir zaman içinde her birini bir tarafa dağıtarak tek başına eve hâkim olmuştu.
Aradan kırk seneye yakın bir zaman geçtiği için, evin şimdiki manzarası tabiî eskisinden büsbütün başka idi.
Süleyman Ağa öleli yirmi seneyi geçmişti. Evde bir alay oğul, gelin, torun vardı. Karamusallı sütnine bunlarla geçinemez, birkaç senede bir oğulları, yahut gelinleriyle büyük bir kavga çıkarır. Dayak yer: «Ben artık sizin gibi hayırsızlarla oturamam, konağa gidiyorum, bir daha semtinize, soluğunuza uğrarsam bana insan demesinler!» diye yara, bere içinde kendini İstanbul'a atardı. Her defasında, artık ölünceye kadar konakta kalmaya karar verdiğini söylediği için odalar verilir, entariler, pamuklu hırkalar biçilirdi. Fakat, üç ay geçmeden ya hanımefendi ile, yahut konaktakilerden biriyle bir kavga çıkarır, ihtiyar kadın, bir iki hafta başınıı çatıp odasında yattıktan sonra, memleketine dönerdi.
Karamusallı sütnine, abdestsiz yere basmayan, yüzünde Müslümanlık nuru akan bir kadındı. Fakat, aynı zamanda da, şeytana külahı ters giydirir denecek kadar açıkgöz ve kurnazdı.
Her yerde baş olmak, birinci olmak kabiliyetinde yaratılmış bir insan olduğu için, gelir gelmez konağı avucunun içine alırdı. Sözü, sohbeti yerindeydi; hanımlarla hanım, hizmetçilerle hizmetçi, çocuklarla çocuk gibi konuşur, kendini sevdirmek ve saydırmak ilmini gayet iyi bilirdi.
Karamusallı sütnine, konağa gelince, çocuklar âdeta bayram gelmiş gibi sevinirlerdi. Bu ele, avuca sığmaz cıva gibi mahlûklar onun karşısında talimli maymun gibi otururlar, söylediği masalları, tekerlemeleri, bilmeceleri göz kırpmadan dinlerlerdi.
Evlenmek yaşına girmiş kızları mütemadiyen koca lâkırdısı ederek gıdıklar; toy genç kadınları ayıp hikâyelerle eğlendirir; karı, koca münasebetlerinin başka bir kimseden öğrenilmesine imkân olmayan sırlarını anlatarak ağzına baktırırdı.
Mamafih, Karamusallı sütninenin asıl nüfuzu hanımefendi üzerinde idi.
Hatta buna nüfuzdan da büyük bir şey, âdeta bir büyü demek yanlış olmazdı.
Nadide Hanım, onun aklına ve bilgisine son derece emniyet eder, büyük küçük bütün işlerini ona danışırdı.
Kızları ile damatları arasında bir geçimsizlik kokusu alırsa ondan medet bekler, Seniye'deki şüpheli dalgınlıkların sebebini ondan sorar; kızlardan biri doğuracağı zaman ebe ve hekimden ziyade, onun tecrübesinden yardım umardı. Hatta herkesten gizli tuttuğu o karmakarışık sarraf işlerini bile onunla konuştuğu olurdu.
Nadide Hanım, zamanla beraber, değişmesini bilen insanlardandı. Artık büyüye itikadı kalmamıştı, yalnız büyüye mi? Kızları, damatları cine, periye, cennete, cehenneme olan itikatlarını bile sarsmışlardı. Sonra, çocuk bakımı, hıfzıssıhha meselelerinde de yeni usulleri zar zor kabul etmişti.
Karamusallı sütnine geldi mi, bu yeni iman büsbütün bozulmasa bile zayıflıyor; meselâ, humma-yi nifâsînin pislikten, mikrop kaçmasından ileri geldiği muhakkak olmakla beraber, lohusa odasında daima bir adam bulunmaktan bir zarar gelmeyeceğine karar veriyordu. Çocuklardan biri düştüğü, bir yerini kanattığı, bir başkasının gözünde arpacık, parmağında gece yanığı çıktığı zaman, fen ne diyorsa onu yapmak tabiî lâzımdı.
Fakat, aynı zamanda düştüğü yere birkaç damla şerbet dökmekte, arpacığı fiske ile kırklamakta, gece yanığı için pencereden sokağa bir kömür parçacığı atmakta ne zarar vardı?
Sütninenin söyledikleri tâ eskiden beri tecrübe edilmiş şeylerdi. Sonra bunlardan bir çoğu akla da uyuyordu. Meselâ, pilâv, börek gibi hazmı güç hamur işleri yendiği gece sütnine odasının ortasına bir yatak yaptırır, yatağın üstünde çocuklara taklak attırırdı. Bu, hem bir eğlenceydi, hem de mide kepçe ile karıştırılmış gibi altüst olur, hamurlar bir ayak evvel erirdi.
Karamusallı sütninenin artık anılmasına imkân kalmamış keramet ve peri hikâyelerine gelince, bunlar yalan bile olsa, tatlı tatlı dinlenmez mi?
Nihayet, Karamusallı sütnine, hanımefendiyi eğlendirmeye, güldürmeye muvaffak olan tek insandı. Nadide Hanım, zeki bir kadın olmasına rağmen şakadan, nükteden hiç anlamazdı.
Meselâ, beceriksiz bir hizmetçi için: «Amma becerikli hizmetçi ha!» diyenlere: «Nerenin beceriklisi... Eline ne geçerse kırıyor... Neredeyse kafamızı kıracak!» diye itiraz ederdi.
Nükte meraklısı olan büyük damadına: «Hatırınız kalmasın amma oğlum... sözünüzün hangisi doğru, hangisi şaka anlayamıyorum!» der. Hele ara sıra çocuklarının hatırı için «Kel Hasan» ın tiyatrosuna gittiği zaman, herkes gülmekten kırılırken, o, sakin sakin bakar. «Bu adamın nesine para veriyorlar, şaşıyorum. Söylediklerinin içinde kaleme gelir bir lâkırdı yok... Abuk sabuk bir şeyler söylüyor... Delinin biri... Dinlerken içim şişiyor...» derdi. Şakaya ve nükteye karşı bu kadar duygusuz olan büyük hanım, Karamusallı sütnineden ne işitse güler, onun her lâkırdısı için: «İlahî kadın, nereden de bulur?.. Vallahi ölüyü güldürür» derdi.
Bunun içindir ki, Karamusallı sütnine günün birinde koltuğunda bohçasıyla çıkıp gelince, büyük hanım sevinçle onun boynuna sarılır, bir iki sene evvelki kavgaları, kırgınlıkları bir daha ölüp ölünceye kadar yüz yüze gelmemek için, edilmiş yeminleri iki taraf da unutmuş bulunurdu.
***
Sütnine, büyük hanımın ayaklarının dibinde oturduktan sonra, sordu :
— Hanım efendiciğim... bu fikirsiz kız, İsmail midir, nedir o oğlancık için kaçacağım demez mi?
— Evet... öyle görünüyor.
— Demek ki «İsmail ölmüştür» diye, onu aldatırız.. Ümidini keser, olur biter...
Büyük hanım, hafif bir isyan hareketiyle kalkındı :
— Ne söylüyorsun sütnine... öyle şey olur mu?
— Neden olmasın?.. Pekâlâ olur... Belki bir iki gün huysuzlanır; sonra sen sağ, ben selâmet... Keyfine bak sen hanımcığım...
— Yapamam sütnine... yapamam... Allahtan korkarım. O da can...
Canım hanım efendiciğim, biz öldü demekle çocuk sahiden ölecek değil ya... Ömürcüğü varsa bir gün çıkar gelir... Kız da o vakit daha ziyade sevinir... Bak, ben sana bir şey anlatayım... Bizim Karamusal'da bir Huriye vardı. Komşumuzun kızı... Derken efendim, bu Huriye'ye bir hal oldu... El âlemin kızları gülüp oynarken o, bir köşeye oturup kara kara düşünür... İkide bir gözleri yumruk gibi şişer...
«Be kızım, ne oldu sana, ne derdin var?» derdim. «Hiç teyze... Başım ağrıyor, karnım ağrıyor, ayağım ağrıyor,» diye yalan yalan üstüne döker... Derken efendiciğim, ben anladım ki, işin içinde iş var; bu kız, birine gönül vermiştir... Bir gün eve çağırdım... Şöyle önüne dökülüverdim... Gönlünde ne ki esrar varsa birer birer ağzından aldım...
— Ah, şeytan kadın... Kim bilir neler yaptın?
— İlahî hanım efendiciğim... Gayrı parmak kadar çocuğun da ağzını arayamazsam, kendimi insandan mı sayarım ya? Her neyse... Huriye kızın derdini öğrendik... Kâmil Bey diye bir mektepli mülazım; kız onu severmiş... Çapkın, Karamusal'da bu çocukcağızla eğlenmiş, eğlenmiş, defolup gitmiş... Maiyetinde giderken de «Sen beni bekle, bir gün seni alırım!» diye kıza bir felfelek sokmuş...
Alacağından, vereceğinden değil ya, lâf ola kabilinden... Ben, o saat anladım ki, bu çapkından ümidini kesmedikçe Marmara çırası gibi yanacaktır... Bak, şimdi ne oyun ettiğimi anlatayım hanım efendiciğim... Huriye'ye : «Sen hiç kasavet çekme... Ben onu neredeyse aratır, buldururum» dedim.
Güya Serasker kapısındaki bir bildiğe mektup yazdırdım. Hani sanki nerede olduğunu tahkik etsin de, bize bildirsin gibilerde... On beş gün sonra da o Serasker kapısındaki bildik ağzından bir mektup yazdırdım. Kâmil Bey, Edirne'de attan düşüp ölmüştür diye... Altına da rahmetli kayınbabamdan kalma nal gibi muhtarlık mührünü basıverdim mi, sen ol da inanma...
Büyük hanım, heyecanla minderden inerek sütninenin karşısına çömelmiş, bu kurnazlığa hayran oluyor; «Allahtan bulma yezit kan... Senden korkmayan, Allahtan korkmaz, sahiden bunu yaptın mı?» diye soruyordu.
Sütnine, memnun bir gururla cevap verdi:
— Elbette yaptım ya... Ne sandın?
— Peki, kıza bir hal olur diye de mi korkmadın?
— Tazecik çocuğa ne olur be hanım efendiciğim... Üç, beş gün fingi fingi ağlayıp sayıkladı... Unuttu, gitti... Şimdi iki çocuk anasıdır... Diyeceğim: Bu kıza da böyle bir iyilik etmek farz oldu... Bu çocuklar, sözüm ona, hayvan gibidir... Akıl vardır, fikir yoktur... Malûm ya, akıl başkadır, fikir başka... Başını alıp kaçar da, bir belâya uğrarsa vebal altında kalırsın... Bak, «demedi» deme...
Bu, öyle bir mantık ki, akar suları durdururdu. Mamafih, büyük hanım, buna bir türlü razı olamıyor:
— Doğru söylüyorsun sütnine... Doğru söylüyorsun... Gülsüm, kardeşinden ümidini keserse bize dört elle sarılır... Onun muhabbetini Bülent'e verir... Hem kendi için iyi olur, hem benim gönlüm rahat eder... Lâkin gönlüm bir türlü razı olamıyor, o da senin, benim gibi insan... Canı cana ölç... Allah esirgesin, bize birisi böyle bir şey yapsa Allah razı olsun der miyiz? diyordu.
Merhamet, insanlık, asalet başka şeydir. Nadide Hanım, tam üç gün, üç gece ağa düşmüş balık gibi çarpınıp çırpındı. Karamusalla sütnine, hanımefendinin er geç eline düşeceğinden emin; aceleye lüzum görmüyor, onun nihayet canına tak ederek teslim olmasını bekliyordu.
Mamafih, daha şimdiden Gülsüm'ün kaçmasına mani olmak için birçok tedbirler alınmıştı. Gündüzün kızı göz hapsinde tutuyorlar, gece onun yattığı yer ile sokak kapısı arasında kaç kapı varsa kilitliyorlardı. Yüzgöz olmamak için ona doğrudan doğruya bir şey söylenmiyordu. Fakat o, odada bulunduğu zaman, gerek büyük hanım, gerek sütnine, kapılarından kaçan ahretlikler üzerine tüyler ürpertici hikâyeler anlatıyorlardı. Bazen Dürdane ile annesi arasında tiyatro piyesi gibi evvelden prova edilmiş muhavereler geçiyordu:
— Anne, hani bahçeye bir fotoğrafçı getirdikti de, çocukların resmini çıkarttıktı. O resimlerden biri kaybolmuş, acaba nerede?
— Kızım, onu Şakir Bey karakola gönderdi ya...
— A, o nasıl şey?.. Karakolda resmi ne yapacaklar?
— Kendileri istemişler... Bazı akılsız çocuklar evden kaçıyorlarmış... Onları resimlerinden tanımak istemişler... Görür görmez yakalayıp hapse atacaklar, bir daha çıkarmayacaklarmış...
— İlahî anne... Bizim evde hiç öyle fena çocuk var mı?
— Yok amma kızım... işte polisler öyle istiyorlarmış...
Ana kız, lâkırdıları konuşurken, yan gözle Gülsüm'e bakıyorlar, onun hiç oralarda olmadığını görerek dudaklarını ısırıyorlardı. Bu tedbirlerin hepsi nafile idi. Hem hanımefendi, işini gücünü bırakıp da bütün gün bu dilenciye nöbetçilik etmekle mi uğraşacaktı? İhtiyar kadının zaman zaman sırtının ortasından bir ateş dalgası kabarıyor: «Sütnine, beni bu dertten kurtar da, ne yaparsan yap!» diye bağırmamak için kendini zor zapt ediyordu.
Kararsızlık, Nadide Hanım'ın sinirlerini adamakıllı bozmaya başlamıştı.
Mesele, artık Gülsüm'le alâkasını kaybediyor, ihtiyar kadının ruh ve sinir huzuruna ait bir dava oluyordu. Bazen sütnineye;
— Ben bittim, ben aradan çekiliyorum... Gülsüm'le aranızda ne yaparsanız yapın. Vebali senin boynuna! diye teslim bayrağını çekecek gibi oluyor; fakat sonra birdenbire: «Yok, yok... biraz bekleyelim... Hiç olmazsa yarına kadar» diye sözünden dönüyordu.
İşin artık kıvamına geldiğini anlayan sütnine, nihayet en kuvvetli sözünü söyledi :
— Hanım efendiciğim, dedi, ben anlıyorum... Sen kızın, kardeşinin ölümünü haber alınca, ağlayıp bağırmasından korkuyorsun... Ve lâkin sana söz veririm... Senin ruhun bile duymayacak... Hatta kız ağlamak şöyle dursun, senin yanında bir kere bile sızıldamayacak...
Büyük hanım:
— Deli misin sütnine?.. Öyle şey olur mu? diyor. Fakat saf yeşil gözleri derin bir ümitle parıldıyordu: Bu şeytan kadın neyi murat eder de başaramazdı?..
Büyük hanım, sütninenin bu teminatı üzerine, gırtlağında soluğunu tıkayan bir çıban varmış da patlamış gibi bir ferahlık duydu. Mademki facia onun gözlerinden uzakta geçecek, merhametli kulakları kızın en küçük bir iniltisini bile işitmeyecektir; o halde, meselenin şekli değişirdi.
Hem canım, hayatta cesur olmak lâzımdı. Bu, onlardan ziyade çocuğun kendi iyiliği için lâzım gelen bir şeydi. Anneler evlâtlarının çürük dişlerini çıkartmaya razı olmuyorlar mı? Yalnız bunun için bir şart vardır. Melun diş, görmeyecekleri, işitmeyecekleri kadar uzak bir yerde çıkmalı.
Büyük hanım, kurban bayramlarında da aşağı yukarı aynı şeyi yapardı. Kurbanlık koyunların konak bahçesine misafir edildikleri bir iki gün içinde onları evlât gibi sevmeye başlar, kesilecekleri sabah eliyle yüzlerini siler, kuru üzümlerini yedirir, hatta gözlerini öper, aşçıbaşı belinde çarşaf gibi bir peştamalla onları almaya geldiği zaman gözlerini kapayarak bucak bucak kaçardı.
Karamusallı sütnine, Gülsüm'ü bağırtmadan ameliyat etmek için bulduğu aklı anlatmak isteyince, büyük hanım razı olmadı:
— Hayır, hayır... Bana söyleme... Ne yapacağını dinlemeye bile dayanamam, dedi.
Evet, Gülsüm'ün bu haberi nerede, nasıl alacağım hayal etmeye bile güzel kalbinin tahammülü yoktu.
Karar verildikten sonra, büyük hanım, kızın yüzüne bakmamaya, ondan bucak bucak kaçmaya başladı. Ah, bu çocuklar, kendilerini seven ve acıyan büyüklere ne zahmetler çektirdiklerini bir anlayabilseler!..
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro