Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

4

Doktor, öğleden önce kızı yoklamaya geldi. Berger ona kendini tıp öğrencisi olarak tanıttı ve boğazını tıkayan utanç verici bilgisizlik hissinden kurtulamayarak, "Tehlike hâlâ sürüyor mu?" diye sordu.

"Sanmıyorum," dedi doktor. "Bence nöbeti atlattı. Tuhaftır, çocuklar bu hastalıklara karşı yetişkinlerden daha dayanıklı oluyorlar; henüz yaşanmamış hayatlarının gücü, ölümle mücadele edip onu yeniyor sanki. Neredeyse bütün çocuk hastalıklarında bu böyle: Çocuklar bu hastalıkları yeniyor, yetişkinler ise onlara yeniliyor."

Hastayı muayene etti. Berger, doktorun yanında durdu, etkilenmişti. Bu insanın ağzından çıkan her sözü can kulağıyla dinlemesi, her hareketine dikkat kesilmesi bir zamanlar körü körüne seçtiği, sonra uzun süre dikkate almadığı mesleğinin olağanüstü gücünü ruhunun derinlerinde hissettirdi. Bir yatağın başına geçip oraya bir armağan gibi umut, müjde ve belki de sağlık bırakmanın bütün güzelliği, ani doğan bir güneş gibi içinde açtı. Bundan sonraki yaşamının istikametini o an açıkça gördü: Faal ve yararlı olmalıydı, o zaman insanlar onu fark eder, o da bir daha hiç yalnız kalmazdı.

İşe, kızın bakımını bütünüyle üstlenmekle başladı. Kendisi için hiçbir şey yapmayıp, kendini hastalığın aşamalarını gözetim altında tutmakla, geceleri hatta gündüzlerin önemli bir bölümünü kızın hasta yatağının başında geçirmekle görevlendirdi. O malum gece kız gerçekten nöbet geçirmiş, ama artık ateşi düşmüştü. Berger küçük kızla konuşabiliyor ve bunu severek yapıyordu. Eğer dışarı çıkmışsa, kıza gelirken birkaç çiçek getiriyor ve ona baharı anlatıyordu; küçük kızın oynamayı çok sevdiği Schönborn Parkı'nda ağaçlar hafifçe yeşillenmişti ve öteki kız çocukları artık açık renkli elbiseler giyiyorlardı. Dışarıda şimdi parıldayan pırıl pırıl güneşi ve çeşitli hikayeler anlatıyor, kıza kitaplar okuyor, yakında iyileşeceğini söylüyor ve en büyük mutluluğu onu neşeli görmek oluyordu. Bu saf ve kasten çocuksu sohbetler içini açıyordu ve kendini bazen neşe içinde kahkaha atarken duyuyor ve şaşırıyordu.

Solgun yüzlü küçük kız ise yatağında yatıp gülümsüyordu yalnızca. Gülümserken dermansızdı, dudaklarının çevresinde sevimli hafif bir çizgi oluşuyor, sonra bir esinti gibi uçup gidiyordu. Ama bakışlarını Berger'e çevirince, kurşuni hareler taşıyan, ince ışıklar yayan ve diplerine kadar parlayan derin gözleri delikanlının yüzünde sabitleniyor-du; şaşkınlık ve yabancılamadan artık arınmış olan gözleri, tıpkı bir çocuğun annesinin boynuna sarıldığı anlarda olduğu gibi sıcacık ve ısrarla delikanlının üzerinde kalıyordu. Kız artık konuşabiliyordu ve Berger'e hitap ederken başlarda duyduğu sıkılganlıktan kısa zamanda kurtulmuştu.

Berger'den en çok, kız kardeşini anlatmasını istiyordu. Kardeşi nasıl görünüyordu, uzun mu yoksa kısa boylu muydu, nasıl giyiniyordu, okulda yaramazlık yapıyor muydu? Saçları Berger'inki gibi sarı mıydı? Berger, kız kardeşinin bir gün Viyana'ya gelmesini sağlayabilir miydi; Viyana, zor ve kızı her duyduğunda güldüren bir adı olan kasabadan mutlaka daha güzel olmalıydı? Kız kardeşi hiç onunki kadar ağır bir hastalık geçirmiş miydi? Küçük kız bu çocuksu saf soruların sürekli yenilerini buluyordu. Ama Berger bunlardan yorulmuyordu. Kıza seve seve yanıt veriyor, dünyadaki en değerli varlığı olan kız kardeşinden içtenlikle söz etmek ruhuna iyi geliyordu. Küçük kızın isteği üzerine kız kardeşinin çalışma masasının üzerinde duran fotoğrafını da getirmişti.

Kız, fotoğrafı incecik ve henüz saydam gibi duran çocuk ellerine dikkatle aldı.

"Bakın," dedi kız tırnağıyla dikkatle üzerinden geçerek, "tıpkı sizin ağzınız. Ama siz ağzınıza çoğunlukla kötü bir şekil veriyorsunuz ve çok değişiyorsunuz. Eskiden sizi gördüğümde sizden daima korkardım, öyle bakardınız çünkü."

"Şimdi peki?" Berger usulca gülümsedi.

"Artık korkmuyorum. Kardeşinizin gözleri de sizinkilere benziyor mu?"

"Sanırım evet."

"Bir de sizin gibi uzun boylu, değil mi? Kız kardeşiniz çok güzel olmalı. Aa, bakın, saç modeli tıpkı benimki gibi, çepeçevre örgülü. Annem bu saç modelini kullanmama önce izin vermek istememiş, yaşımı büyük gösterdiğini söylemişti. Ama ben çocuk değilim artık, konfirmasyon törenim de yapıldı."

Fotoğrafı Berger'e iade etti, o da buna hiç konuşmadan uzun uzun baktı. Anılarında kalan yüz hatlarını bu fotoğrafta ilk kez tam olarak bulamamıştı. Kız kardeşinin ve bu çocuğun ince solgun çehreleri farkına varmaksızın hayalinde iç içe geçmişti ve Berger bu iki yüzü birbirinden ayıramıyordu şimdi. İki gülümseme, iki ses birleşmişti içinde, tıpkı ona güvenen ve onunla bir arada olmayı seven yaşamındaki iki dişi varlık olarak şimdi bütünleştikleri gibi. Karla'nın silueti anılarından uçup gitmişti; kızı da, şimdi şarabın yarattığı bir sarhoşluğu, bir sersemliği, öfkeyle yapılmış bir çılgınlığı anımsar gibi sakin bir biçimde aklına gelen o malum saati de günlerdir bir kez olsun düşünmemişti. Bu kentte yaşadığı anlamsız kötü günlerin hepsini unutup gitmişti işte.

Karşısına büyük bir şansın çıktığından başka bir şey hissedemez olmuştu. Sanki karanlıkta uzun süre gecenin içine doğru yürümüştü ve bir anda, apansız mutluluğu yakalamış, yıldız gibi bembeyaz bir ışığın uzaklarda parıldadığını görmüştü; bir evin ışığıydı bu, buraya değerli bir misafir olarak kabul edilmişti ve burada kalabilecekti. Bu çocuksu, zavallı, korkak adam kadınlardan ne istemişti? Deneyimli kadınlar ona budala, bakireler de korkak gözüyle bakıyor olmalıydılar; çaresiz, olgunlaşmamış, hayalperest biriydi o hâlâ. Yaşamın sadece olgun meyvesini arzulayan kadınların yanına çok erken gitmiş, aralarına çok erken girmeye çalışmıştı. Ama içindeki kadının daha yeni yeni filizlendiği, tomurcuklanmaya yüz tutsa da yine de henüz uykuda olduğu şu çocuk, kibir ve hırs bilmeyen şu kız çocuğu; delikanlının gözünün önünde gelişen ve hâkim olabileceği yazgısı, kendine göre eğitebileceği bir ruh, ona şimdiden bilinçsizce meyil vermiş bir yürek değil miydi? Şimdiye kadar gördüğü düşlerin en tatlısı ve anlamsız saatlerinde beliren karmaşık şekillerden çok daha gerçek olanı, göğsüne sıcak bir dalga gibi vurdu.

Derken kıza baktıkça, onu tanıdığı süre uzadıkça ve şimdi hastalık sonrası kızın yanaklarına ağır ağır renk gelip yüzü güzelleştikçe, Berger'in içinde suskun ve ihtirastan uzak bir sevgi titreşmeye başlamıştı. Kardeşçe bir sevgiydi bu sadece; kızın cılız ellerini okşayabilmek ve dudaklarındaki gülümsemenin canlandığını görebilmek bile mutluluktu.

Bir seferinde kız yine sessizce, hiç kımıldamadan yatıyordu. İkisi de susmuştu. Ve Berger'in içi bir anda kendisinin bile anlayamadığı bir arzuyla doldu. Kızın uyuduğunu sanarak başucuna yaklaştı. Ama kız sessizce yatıyor ve ona ışıltılı tuhaf gözlerle bakıyordu. Suskun ağzı, kıvrılmış solgun bir gül yaprağını andırıyordu. Ve Berger ne istediğini ansızın anlamıştı: Bu ağza bir kez dudaklarıyla dokunmalıydı, usulca, çok usulca...

Eğildi. Şu hasta çocuğun karşısında bile cesaretsizdi hâlâ.

Kız onun yüzüne baktı: "Şu an aklınızdan ne geçiyor?"

Berger kendini kaptırmıştı, artık susamazdı. "Seni öpmek istiyorum," dedi usulca. "İzin verir misin?"

Kız hareketsizce yatıyor ve gülümsüyordu yalnızca, ışıl ışıl yanan gözleriyle delikanlının yüreğinin derinlerine kadar gülümsüyordu ve artık bir çocuk gibi değil, bir kadın gibi gülümsüyordu...

Berger eğildi ve masum, hassas çocuk dudaklarını usulca öptü.

Birkaç gün sonra hastanın ayağa kalkmasına ilk kez izin verilmişti. Kız, kendisi için pencerenin önüne çekilmiş olan koltuğa oturmuştu, yataktan kurtulduğu için çok mutluydu. Berger de yanına oturmuş kıza gururla bakıyordu, hastalıktan kurtulmasına yardımcı olduğuna dair bir hissi vardı, kızın hayata dönmüş olması da kendi başarısıydı adeta. Kız hastalık sürecinde büyümüş ve üzerinden çocukluğu usulca atmıştı sanki: Karşısında genç kız gibi oturuyordu, neşesi taşkın ve çocuksu değil ölçülüydü, derin bir duygudan kaynaklanıyordu. Ardında havanın ılık ılık parıldadığı camı tıklatıp, "Madem ben henüz dışarı çıkamıyorum, bari bahar içeri gelsin," demesini Berger küçük bir mucize, yaşamın daha önce hiç tanımadığı bir hoşluğu gibi algıladı. On üç yaşında bir kıza aşık olduğu için kendinden de utanmıyordu artık, çünkü kızın iyileşme sürecinde yaşadıklarının yerine konulamaz rüya gibi bir şey olduğunu biliyordu. Kızın henüz kadınsı utangaçlıktan nasibini alıp altüst olmamış candan güveni, içten ve keyifli ilgisi onu olağanüstü duygulandırıyordu. Kız ona sıklıkla adıyla sesleniyor, onunla şakalaşıyordu; Berger de coşkuya kapılıyor, artık yalnız olmadığını düşünüp yoğun bir mutluluk hissi yaşıyordu. İçinden gelerek gülebilmesi ona çocukluk günlerinin unuttuğu dilini anımsatıyordu. Sonra yalnız kaldığında hoş düşlere kapılıyor, kızın gelişip akıllı, ciddi ve ağırbaşlı bir kadına dönüştüğünü hayal ediyordu. Ve kendini bu fotoğrafların içinde görüyor, kızın onun için büyüyüp serpilmesi gerektiği sonucuna varıyordu.

Yalnızlığı her bakımdan son bulmuştu. Mesela kızın annesi ona Tanrı'ya bakar gibi bakıyordu. Kadın sanki bütün gün ona duyduğu şükranı dile getirebileceği yollar arayıp duruyordu. Berger şimdi kadınla sık sık konuşuyor ve yoksul koşullarda yaşayan bu kadının, kaderin pek çok sillesini yediğini ve onca küçük düşürülmeye ve düş kırıklığına karşın insanı duygulandıran iyi kalpliliğini koruduğunu fark ediyordu. Kendisinden daha aşağıda olan bu insanların yanından eskiden aksi bir ifadeyle geçip gittiğine pişmanlık duyuyordu ve bu borcunu kapattığı için seviniyordu.

Schramek'le de ilişkisini düzeltmişti. Berger bir keresinde ona koridorda rastlamış ve onunla nasıl neşeli ve rahat konuştuğuna kendi de şaşırmıştı. Karla'dan da söz açılmış ve onu andıklarında zerre kadar canı acımamıştı. İçi sevinçle doluydu, boşlukta özgürce süzülmesi ve rahatlığı yürüyüşüne bile yansımıştı, ona dimdik ve esnek bir duruş kazandırmıştı. Yaşam, dört bir yandan içine doluyor gibiydi, her şey uyumla birbiri içine oturuyordu; üzerinde baskı yapan tek delice arzusu, toz bağlamış kitaplarını açıp öğrenimine yeniden başlamaktı. Mesleği onu altın sarısı ışıklarla çağırıyordu. Kızın tamamen iyileşmesi için birkaç gün daha beklemek istiyordu; bu ilk başarısının, o pırıl pırıl günlerde her saniye hissettiği bu delice hazzın sonuna kadar tadını çıkaracaktı.

Berger iki hafta boyunca sokağın yüzünü görmemiş, arada sırada bir şeyler getirmek için hastanın odasından telaşla aşağıya koşmuştu sadece. Şimdi güneş ışığının vurduğu kaldırımda ilk kez ağır ağır yürürken baharı bütünüyle hissetti; baharın mis gibi kokan serin soluğu adeta bayram havasında ışıklandırılmış kentin üzerinde titreşmekteydi. O gün kenti ilk kez görüyormuş gibi oldu, sanki kent bulanık ve nemli sislerin arasından parıldayarak ortaya çıkıvermişti. Josefstadt'ın ona daha önce daima kir içinde ve çökmek üzereymiş gibi görünen tarihi binalarına baktı; eski tarzda inşa edilmiş, ona evini hatırlatan sıcaklıktaki çatıların ve bacaların kenarları masmavi berrak bir gökyüzüne çizildiği için, geniş caddelerin arkasında uzaklardan görünen ve henüz hafif bir yeşile bürünmüş olan Kahlenberg'i selam durmuş gibi algıladı. Bütün insanların yüzü ona aydınlanmış gibi geldi, bazen de yanından geçen kimi kadınların bakışlarının samimi bir edayla parlayıp ona doğru kaydığını hisseder gibi oldu. Siyah gözbebeklerinden, titreşen pencerelerden, ışıltılı sokaklardan, camların arkasında uyanmış parlak renkli çiçeklerden, kısacası her nesneden yansıyan onun içindeki pırıltı mıydı yoksa? Çevresindeki bütün bunları artık düşmanca ya da yabancı gibi algılamıyordu, aksine olgunlaşan bir meyve gibi duruyordu orada; umut vaat ediyordu ve rengârenkti, yakında ona sahip olacaktı ve şimdiden tadını çıkarıyordu. Her şey durmaksızın taşan ve insanı bir dalga gibi alıp götüren bir bollukla kuşatılmıştı. Berger kendini bu mutluluğa bütünüyle teslim etti.

Çok geçmeden üzerine hafif bir sersemlik çöktü. Sarhoş gibi olmuştu, ayakları ağırlaşmış, başı kurşundan bir halkanın içine sıkışmıştı sanki. Bu bitkinlik onu ansızın bahar yorgunluğu gibi yakalamıştı. Ring Caddesi yakınlarında bir bankın üzerine oturmak zorunda kaldı. Kucağına, ellerinin üzerine, üşür gibi hafifçe titreyen bedenine güneş vurmuştu, ağaçların sık yapraklarının henüz süzmediği yoğun ve kızgın bir güneşti bu ve öylesine yakıcı bir güce sahipti ki, Berger gözlerini kapamak zorunda kaldı. Kaldırımdan gelip geçen gürültüler ve insanlar vardı ama bir şey onu gözlerini kapalı tutmaya ve sert bankın üzerinde kalıba dökülmüş gibi hareketsizce oturmaya zorluyordu. İki üç saat öylece oturdu. Akşam karanlığı çöküp hava serinleyince kendini zorladı, güçlükle, tıpkı bir hasta gibi evine gitti.

Kızın odasının önünden geçti. Kendiyle baş başa kalmak, son haftalarda onu değiştiren yeni olayların muhasebesini yapmak zorunda olduğunu hissetti. Kitaplarını ve notlarını düzenlemek üzere çalışma masasına oturdu. Ertesi gün öğrenimine başlayacaktı.

O sırada kalın, boş bir defter eline geçti, hatırlamakta zorlandı. Viyana'ya geldiğinde bu defteri günlük olarak kullanmaya karar vermişti. Ve sürekli birinci sayfaya yaraşır bir şey yaşamayı, bir olayı beklemişti; bekleyip durmuş ve sonunda günler gitgide daha yeknesak oldukça defteri tamamen unutmuştu. Bu durum ona şimdi işaret gibi göründü. Çünkü yaşamı henüz başlamıştı, umutsuz gecede şimdi yıldızlar parlamaya başlamıştı. Maceralarla dolu -biraz hisseder gibiydi- belki de aşkla dolu bir günlük olacaktı. Çünkü içindeki bir ses, bu çocuğa duyduğu yakınlığın günün birinde bir kadına duyulan aşka dönüşeceğini söylüyordu.

Lambayı çevirerek yükseltti. Sonra kırmızı ve siyah mürekkeple çeşitli kalemler çıkardı, birinci sayfaya kıvrımlı yazılarla ve arabesk süslemelerle Dante'nin sözlerini yazmaya başladı: " Incipit vita nuova. " - "Yeni bir yaşam başladı." Güzel yazı sanatıyla kendine eğlence yaratmayı çocukluğundan beri severdi; geçmişini ve geleceğini yazıya dökmek istediği o an kıvrımlı güzel harfler yarattı, içlerini kırmızı ve siyah mürekkeple doldurdu: "Yeni bir yaşam başladı." Kan gibi ışımalıydı yazdıkları!

O sırada... yazmayı bıraktı... eline mürekkep sıçramıştı. Kırmızı küçük bir leke. Berger lekeyi silmeye çalıştı. Ama olmadı. Suyla ovaladı. Ama leke çıkmıyordu... Tuhaftı... Yeniden denedi. Yine sonuç alamadı.

O sırada beyninden şimşek gibi bir düşünce geçti. Kanının donduğunu hissetti. Neydi bu? Yoksa?

Çekinerek, korkuyla kolunu sıvadı. Kolunun üzerinde gezinen elinin buz kesildiğini hissetti: Burada da kırmızı yuvarlak lekeler vardı, bir, iki, üç... Az önce hissettiği bitkinliğin ve basıncın nedenini bir anda kavradı. Yeterince anlamıştı. Şakaklarındaki zonklama arttı, boğazı düğümlendi. Masanın altındaki ayaklarının soğuduğunu, yabancı ağır kütüklere dönüştüğünü duyumsadı.

Sendeleyerek ayağa kalktı, ürkek bir bakışla aynanın önünden geçti. Hayır, bakmamalıydı oraya! Değiştirilemez bir durum olduğuna göre hiçbir şey yapmamalı, bağırmamak ya da ağlamamalıydı, umutlanmamak, hiçbir beklentiye girmemeliydi. Öyle doğaldı ki! Hastalık ona da bulaşmıştı. Kızıla yakalanmıştı.

Kızıl... Doktorun geçenlerde çocuk hastalıklarıyla ve kızılla ilgili söylediklerini odada birinin yüksek sesle tekrarladığını duyar gibi oldu ansızın: "Çocuklar bu hastalıkları yeniyor, yetişkinler ise onlara yeniliyor."

Kızıl... Ölüm... Beyninin içinde her şey iç içe geçti. Kızıl - çocuk hastalığı! Bir yetişkin olarak daima çocuklara ve çocukluğa ait şeylerden dolayı acı çekmiş olması bütün yaşamının simgesi değil miydi? Ve yetişkinler bunları çocuklara nazaran çok daha şiddetli geçiriyorlardı: Her şeyi bir anda nasıl müthiş bir şekilde anlıyordu!

Ama ölmek - içinde pek çok şey buna başkaldırıyordu. Üç hafta önce kimsenin onu dinlemediği, onunla konuşmadığı günlerde nasıl gönüllü giderdi, sahneden sessizce ve dikkat çekmeden nasıl seve seve inerdi! Ama şimdi? Yaşam onunla neden böyle oynuyordu? Vedayı zorlaştırmak için mi ona son saatinde cazip bir şey sunmuştu? Neden tam da şimdiydi? İnsanlarla yeniden bağ kurduğu, kimilerinin acı çekeceği, belki de ondan çok acı çekeceği bir zamanda, neden?

Sonra üzerine yorgunluk, suskun ve şaşkın bir yılgınlık çöktü. Kırmızı lekelere, gözünün önünde kıvılcımlara dönüşüp dans etmeye başlayıncaya kadar donuk gözlerle baktı. Her şey birbirine karışmıştı. Yaşadıklarının bir düş olduğunu hissetti yalnızca; mutluluk ya da mutsuzluk, insanlar ya da yalnızlık, geçmiş ya da gelecek bir düştü. Arzuladığı hiçbir şey yoktu artık. Böyle bir anda suskunlaşmak - ölmek bu herhalde, diye acıyla düşündü.

Tek isteği vedalaşmaktı artık.

Kızın uyuduğu odaya gitti. Dinlenen, artık yakından tanıdığı yüz hatlarına sadece bir an baktı. Buranın yazgısı olmasını düşlememiş miydi? Ve yazgısı kızla birlikte vücut bulmamış mıydı? Düşündüğünden çok, ama çok farklı, yaşam değil ölüm olmamış mıydı?

Kızın yüz hatlarını şefkat dolu bir bakışla okşadı, uykusunda çocuksu dudaklarında hafifçe beliren gülümsemesini kendi dudaklarına aktardı. Tabii odasına döndüğünde dudakları solmuş bir çiçek gibi yine acıyla şekillendi.

Birkaç mektubu yırttı, bir kâğıdın üzerine bir adres yazdı. Sonra zile basıp bekledi.

Kadın hemen odasına atıldı. Tanrı gibi taptığı bu delikanlıya hizmet edebilmek için daima koşarak geliyordu.

"Ben," dedi Berger, ama sesini tam oturtamadığı için bir kez daha başladı, "Ben kendimi pek iyi hissetmiyorum. Lütfen yatağımı hazırlayıp, doktoru çağırın. Durumum kötüleşirse kız kardeşime telgraf çekin, adres burada."

İki saat sonra ateşler içinde yatıyordu.

Ateş, kanını delice yakıyordu. Yaşanmamış saatlerin bütün gücü ve hiç harcamadığı ihtirasları, önünde olması gereken uzun yaşamından ona kalan iki günde onu kavuruyordu adeta. Evdekiler sarsılmıştı. Kız ağlamaktan şişmiş gözlerle evin içinde usulca dolaşıyor, sanki onu suçlayacaklarından korkarmış gibi kimsenin yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu. Kadın, holdeki haçın önünde çaresizce duruyor, ölüm döşeğindeki delikanlı için hıçkırarak dua ediyordu. Schramek de hastanın yanına sık sık geliyor, bitmek bilmez inancıyla sonunda her şeyin iyi olacağını söylüyordu. Onun gibi düşünmeyen doktor, Berger'in kız kardeşine telgraf çekmişti.

Ateş, baygın halde yatan hastayı iki gün boyunca pençesine almış, kıpkırmızı aleviyle bedenini iyiden iyiye sarsmıştı. Berger bir kez uyanabilmişti. Kanı akmıyordu sanki. Dermansız ellerini kıpırdatmadan ve gözlerini açmadan öylece yatıyordu.

Ama tamamen uyanıktı. Odanın çok aydınlık olduğunu hissetti, çünkü gözkapaklarının üzeri sanki tozpembe bir pusla kaplıydı.

Hareket etmedi. O sırada yan tarafta bir kuş cıvıldamaya başladı. Önce sanki deneme niyetineymiş gibi çok dikkatli ötüyordu. Sonra coştu, cıvıldadı, şakıdı ve bir aşağı bir yukarı salınan bir melodi başlattı. Hasta, kulak kesildi. Anımsar gibi oldu, bahar gelmiş olmalıydı. Kuş sesi gitgide yükseliyordu: Bu sesteki coşku, hastanın adeta canını acıtıyordu. Sanki kuş başucuna kurulmuş, tiz seslerle kulağını tırmalıyordu... Ama hayır... Kuş şimdi sesini alçaltmış, uzaklaşmıştı. Dışarıdaki baharda ağacın tepesinde oturuyor olmalıydı. Şarkı gitgide daha az duyulur oldu, gitgide hassaslaştı; bir flütten, bir kızın sesinden geliyor gibiydi. Yoksa kuş değil miydi bu? Narin, gümüş gibi bükülebilen bu ses, tatlı ve ince bir çocuk sesi söylemiyor muydu bu şarkıyı?

Bir kız, bir çocuk... Anılar, gayretsiz bir esintiyle yeniden canlanıp yüreğini kıpırdattı. Her şey ağır ağır aklına geliyordu, ancak peş peşe dizilmiş ve sıraları karışmış fotoğraflardı bunlar. Unutmanın karanlığından, gülümseyen çocuk yüzü ve de -bulanık ama çok tatlı olan- o biricik kaçamak öpücük yükseldi. Ardından gözünün önüne hastalık, kızın annesi ve bütün ev geldi - deneyim çemberi tamamlandı ve ansızın kavradı: Hastalanmıştı ve yatıyordu, belki de ölecekti.

Ağırlaşmış gözlerini hızla açtı. Evet, o odaydı burası. Ve yapayalnızdı. Yan taraftaki kuş artık ötmüyordu, başka zaman şevkle tik tak sesleri çıkaran saat de susmuştu, kurmayı unutmuşlardı. Gözkapaklarının ağır ağır düştüğünü fark etmedi bile. Odanın içine bakarak geçmişe gitti, Viyana'ya ilk geldiği, dışarıda yağmur yağdığı gece orada oturmuş, acı veren yalnızlığına ağlıyordu. Sonra her şey, Schramek'le yaşadıkları ve diğer renkli olaylar gözünde canlandı, ama hepsi hayali gibiydi... çok yabancıydı... Ruhuna iyi gelmedi, ama canını da acıtmadı... Öylece geçip gitti, hızla o büyük ve karanlık donukluğa karıştı.

O sırada... ansızın... bitişikte bir kapının kapandığını duydu. Ardından kulağına adım sesleri geldi. Tanıyordu bu adımları, Schramek'ti bu. Evet, onun sesiydi. Kiminle konuşuyordu? Kanı, şakaklarında atmaya başladı... Bitişikte gülen Karla değil miydi? Ah, bu kahkaha nasıl da acıtıyordu canını! Sussaydı artık! Başını dinlemek istiyordu... Suskunluk... Sessizlik. Ne yapıyordu onlar öyle? İkisinin de güldüğünü duydu. Ve ansızın, sanki camın arkasından bakar gibi odanın içini gördü. Schramek ayaktaydı, kızı kavrayıp öptü. Kız kalçasını geriye attı, gözleri gülüyordu, o gece, tıpkı o gece olduğu gibi...

Berger'in elleri ateş gibi yanıyordu. Şunlar yan tarafta deli gibi ne gülüp duruyorlardı öyle! İçi sızladı. Onun burada tek başına, dostsuz ölmek istediğini, ölmekte olduğunu bilmiyorlar mıydı? Gözlerinin dolduğunu hissetti, göğsünü yakan bir şey vardı, ellerini yanlara vurdu. Ölmesini bekleyemezler miydi? Derken... bitişikte bir sandalye yere yuvarlandı... her şeyi olduğu gibi görüyordu. Şimdi Schramek kızı kovalıyordu, nasıl da vahşice, nasıl da güçlüydü, kızı nasıl masanın üzerinden kavrayıp kendine doğru çekiyordu... Kız şimdi yine elinden kurtulmuştu... neredeydi? Evet, oraya saklanmıştı... Şimdi birlikte telaşla koşturuyorlardı. Oda titremeye başladı... evin tamamı zangırdamıyor muydu? Evet, her şey sağa sola gidip geliyordu, ortalığı berbat bir gürültü sarmıştı. Lanet olasıcalar, onu son saatinde bile rahat bırakmıyorlardı! Koşturmaya devam ediyorlardı, şimdi, şimdi Schramek onu yakalamıştı. Korkunla ve çiftleşme arzunla ne ciyaklıyorsun? Hasta, acıyla inledi. Schramek yakalamıştı onu şimdi, dağılan saçları kan gibi aşağılara aktı... Schramek ceketini parçalarcasına çıkardı... Gömleği bembeyaz ışıldadı... Kız bembeyaz ve çıplaktı... Birbirlerini bu halde masanın çevresinde kovaladılar, bir o yana bir bu yana döndüler, sonra yeniden... Kız nasıl da gülüyordu! Ve şimdi -nasıl olmuştu bu?- kız duvarı yarıp onun odasına koşmuştu ve şimdi karşısında duruyordu... baş ucunda... bembeyaz yanıp sönüyordu, çıplaktı... Yoksa...

Yoksa -ağırlaşmış gözkapaklarını kaldırmak için uğraştı- yoksa... karşısında beyaz bir elbiseyle duran kız kardeşi miydi? Alnında duran onun o serin değerli eli değil miydi?

Ateş iki saat daha yandı. Sonra her şey söndü. Kız kardeşi, çocuk ve Schramek başucundaydılar; sevgisini verdiği üç kişi, onları daha önce hiç görmediği biçimde birleşmiş, onun bütün yaşamını ifade ediyorlardı şimdi. Üçü de ağzını açmıyordu. Küçük kız usulca hıçkırdı, sızlanan bu son ses de gitgide azalıp kesildi. Oda sessizliğe gömüldü. Üçü de bu havaya bürünmüştü, üçünün de canı yanıyordu. Dışarıdan, pencerelerin ardından yabancı büyük kentin hiddetli sesinden başka bir şey duyulmuyordu; kent, durmaksızın homurdanıyor, ne ölümle ne de yaşamla ilgileniyordu.

***

1 Viyana'nın oldukça işlek, merkezi anacaddelerinden biri. (ç.n.)

2 Burschenverein , delikanlı dernekleri, gençlerin yerel gelenekleri sürdürmelerini esas alarak köylerde kurulan cemiyetler. (ç.n.)

3 Viyana'nın büyük eğlence parkı. (ç.n.)

4 Viyana'nın merkez ilçelerinden biri. (ç.n.)

5 Almanya'da 19. yüzyıla kadar köy ya da kasabalarda biri öldüğünde kapı kapı dolaşıp sakinleri cenaze merasimine çağıran belediye görevlisi. (ç.n.)

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro