Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

3

Berger, bitmek bilmeyen o gece boyunca ve ertesi sabah Schramek'in gelip, Karla'yla arasında geçenlere dair ondan hesap sormasını bekledi. Çünkü Karla'nın olanları hemen Schramek'e anlattığından kuşkusu yoktu, ama kızın bunu kötü niyetli bir saldırı mı, yoksa gülünç ve aptalca bir dengesizlik olarak mı aktardığını kestiremiyordu. Bütün gece Schramek'e vereceği yanıtı düşünüp taşındı; hayalinde uzun konuşmalar yaptı ve vereceği karşılıkları hazırladı, bir çıkış yolu bulamaması durumunda tartışmayı sert bir şekilde kesmesini sağlayacak belli hareketler de tasarladı. Bildiği bir şey vardı, dostlukları artık tehlikedeydi, her şey bitmişti ya da temelden yenilenmek zorundaydı.

Ama boş yere bekledi. Schramek ne o gün ne de sonraki günler geldi. Bunda bir tuhaflık yoktu, çünkü Schramek diğer zamanlarda da ondan bir iyilik beklediği ya da anlatıp kurtulmak istediği şeyler olduğunda kapısını çalardı sadece, onun dışında Berger Schramek'i görmek istediğinde onun odasına gitmek zorunda kalırdı. Ama Berger bu kez suçluluk duyduğu için, arkadaşının uzak durmasında bir kasıt aradı, onun yanına gitmedi, canını acıtan sessiz ve küskün bir inatla bekledi. O günleri yapayalnız geçirdi. Yanına kimse gelmedi, o da kimsenin onu istemediği, sevmediği ve ona ihtiyaç duymadığı gibi alçaltıcı duyguları gitgide daha şiddetli duyumsadı. Onca düş kırıklığına ve küçük düşürülmeye karşın bu arkadaşlığın ondaki anlamını iki misli hissetti.

Bir hafta böyle geçti. Masanın başında ders çalışmayı denediği bir öğleden sonrasında kapısına doğru yaklaşan hızlı adım sesleri duydu. Schramek'in yürüme tarzını tanıdı, yerinden fırladı; derken kapı hızla açıldı, sertçe kapandı. Karşısında şimdi Schramek duruyordu, soluk soluğaydı, gülüyordu; ona sarıldı ve sağa sola silkeledi.

"Selam, Çocuk! Yüzünü göremez olduk, herkes vardı, bütün gün kafayı çektiğin için sadece sen yoktun. Öyle demek, ne yapalım! Evet geçtim ve şükürler olsun son sınavımdı. Sekiz gün sonra bana Doktor Bey diye hitap edeceksin."

Berger afallamıştı. Aklına her şey gelmişti ama, karşılaşmalarının böyle olacağını hiç düşünmemişti. Birkaç tebrik sözü kekeleyebildi. Ama Schramek sözünü yarıda kesti.

"Tamam, tamam, anladım, zorlama kendini. Hadi şimdi yürü, bana geçiyoruz, sıkı bir kutlama yapacağız, bir de sana anlatacaklarım var. Hadi, yürü. Karla çoktan geldi."

Berger irkildi. Karla'yla bir araya gelmekten ansızın korktu, çünkü kız onu şimdi küçük düşürecek, o da yine kızaracak ve bu iki insanın ortasında okul çocuğu gibi kalacaktı. Bir bahane bulmaya çalıştı.

"Beni mazur gör, Schramek, çok istesem de gelemem. Çok meşgulüm."

"Meşgul mü? Oğlum, ben son sınavımı vermişsem senin ne meşguliyetin olabilir ki? Sana düşen sevinmek ve benimle gelmek, başka bir meşguliyetin olamaz. Yürü bakalım."

Onu kolundan tutup çekerek götürdü. Berger, ona karşı koyacak gücü kendinde bulamadı. Schramek'in, üzerinde hâlâ nasıl büyük bir gücü olduğunu sıkıntıyla duyumsadı. Bir kızmış gibi davranmıştı ona; kadınların böylesine güçlü, neşeli ve hayat dolu bir adama nasıl teslim olduklarını ilk kez kavradı, hiç istemedikleri halde, görünmez bir güce hayranlık duydukları için yapıyorlardı bunu. O an Schramek hakkında aklından geçenleri kadınlar da erkeklerin karşısında düşünüyor olmalıydılar; kin ve öfke duyuyor, ama yine de güçlü birine teslim olmanın hoş duygusuna kapılıyorlardı. Berger yürüdüğünü bile algılamadı, nasıl olduğunu anlamadan kendini bir anda Schramek'in odasında buldu.

Karla orada, ayakta duruyordu. Berger'i görür görmez yanına geldi, delikanlıyı yumuşacık bir dalga gibi sarıp sarmalayan tuhaf ve sıcak bakışlarla süzdü, hiç konuşmadan elini uzattı. Sonra ona bir kez daha meraklı bir ifadeyle, yabancıyı süzer gibi, ama yine de farklı gözlerle baktı. Schramek masa başında uğraşıyordu. Bir şeyler yapmak ve konuşmak geliyordu içinden, sevinçten coşmuş olan duygularının canlılığı bu tür kanallara ihtiyaç duyuyordu. Bir şeyden etkilenmişse taşkınlığını üzerinden atması için insanlara gereksinimi oluyordu, yoksa diğer zamanlarda lakayt ve daha ziyade içedönük biriydi. Ama o gün bütün ruhu canlanmıştı, çocuksu delice bir sevinçle yanıp tutuşuyordu.

"Evet, ne içiyoruz? Kurumuş bir boğazla size hiçbir şey anlatamam. Ne, şarap istemiyor musunuz? Akşamları şarabı sevmez olduk artık, ama bu akşam yer yerinden oynamalı. Çay demleyelim. Şöyle sıkıcı, sıcacık bir çay. İster misiniz?"

Karla ve Berger bu öneriyi olumlu karşıladılar. Masada yan yana oturuyorlardı, ama Berger kızla konuşmuyordu. Tıpkı bir yere kapatılmış bir kelebeğin odanın içini vızıldayarak dolaşması gibi, beyninin içinde düşünceler uçuşup duruyordu: Yanında oturan şu kadınla çaresiz biri gibi boğuşması düş müydü yoksa? Kıza bakmaya cesaret edemiyor, havanın gitgide boğucu bir hal aldığını, boğazının düğümlendiğini hissediyordu. Neyse ki Schramek durumun farkında değildi. Tabakları ve fincanları şangırdatıyor, ıslık çalıp gevezelik ediyordu. İkisine hizmet etmek hoşuna gidiyordu. Onlara coşkuyla servis yaptıktan sonra karşılarında duran gıcırtılı sandalyeye rahatça yayıldı ve anlatmaya başladı.

"Pek fazla ders çalışmadığımı size söylememe gerek yok sanırım. Üzerimdeki Leichenbitter 5 elbisemle sınav salonuna usulca girdiğim sırada karşılaştığım eski bir arkadaşım Karl -sen tanırsın onu- acınacak durumda olduğumu görür görmez beni yatıştırmaya başladı. Ona aslında korkumdan sorular sordum, sınavın zorluk derecesini ve iki yıl önce ona hangi soruların geldiğini öğrenmek istedim -düzgün bir insanın sınavdan bir saat önce nasıl berbat hale düştüğünü tahmin edemezsiniz. İlk soruyu söyledi, zerre kadar bilgim yoktu ve iyice fenalaştım. Hemen bana açıklamasını istedim -bir anayasa hikayesiydi-, yanıtı beynime zerk etti, ardından da beni nasıl hakladıklarını izlemek üzere içeri girdi."

Ne anlatıp duruyordu öyle? Berger onu dinleyemiyordu, her şey uzaktan duyuluyordu adeta, anlamsız ve kopuk sözcükler gibiydi. İçinde titreşen tek düşünce, onunla boğuşan ve onu yere seren kadının yanında oturuyor olmasıydı ve bu kadın şimdi onunla alay etmemiş; onu sarıp sarmalayan, ışıltılı yumuşacık bakışlarla süzmüştü... Ansızın irkildi. Elini unutup masanın üzerine koymuştu, hâlâ ateş gibi kıpkırmızı yanan yara izinin üzerinde şimdi bir parmak usulca geziniyordu. İrkildi ve Karla'nın soran, neredeyse sevgi dolu, acıyan bakışlarıyla karşılaştı. Şakaklarına kadar yanmaya başladı, oturduğu sandalyeye tutunmak zorunda kaldı.

Schramek karşılarında hâlâ anlatıyordu. "Düşünsenize, oturuyorum ve ilk soru tam da Karl'ın bana ezberlettiği oluyor. Arkadan birinin öksürdüğünü ve kıkır kıkır güldüğünü duyuyorum, ama bir anda öylesine rahatlıyorum ki kızmıyorum buna, başlıyorum gevezeliğe, yağ gibi akıp gidiyor. İnsan bir kez havaya girmeye görsün, sonra arkası geliyor. Dilim acıyana kadar konuştum, kim bilir neler saçmaladım, ama konuştum."

Berger bunların hiçbirini dinlemiyordu. O parmağın bir kez daha yarasının üzerinde gezindiğini hissetti; bu gizli buluşma yarasını patlatmış, acıtıyordu adeta. Bütün bedeni ürperdi, elini kızgın bir ocaktan kaçırırcasına hızla masadan çekti. Karmakarışık olmuş, öfkeyle dolmuştu. Ama kıza baktı, kapalı duran dudaklarını uykudaymış gibi kımıldatıp, "Zavallı Çocuk," diye usulca mırıldandığını fark etti.

Bunlar kızın dudaklarına oturmuş sessiz sözcükler miydi sadece, yoksa gerçekten söylenmiş miydi? Karşılarında ise Schramek, kızın sevgilisi, onun arkadaşı, oturmuş çılgınca anlatıp duruyordu ve o arada... Hafifçe titredi, başı döndü ve renginin attığını hissetti. O sırada Karla masanın altından elini yavaşça ve yumuşacık kendi avucunun içine alıp, dizinin üzerine koydu.

Berger bütün kanının yine yüzüne hücum ettiğini, ardından kalbinde toplandığını, derken avucunun içinde yanıp tutuştuğunu duyumsadı. Ve dizlerinin çözüldüğünü hissetti. Elini çekmek istedi, lakin kaslarına söz geçiremedi. Eli, uyuyan bir çocuk gibi, yumuşacık bir yatakta dinlenircesine, harikulade bir düşün içinde kendinden geçmişçesine öylece kaldı.

Ve karşıda -ah, dumanların içinden gelen bu ses nasıl da uzaktı- biri hâlâ anlatıp duruyordu, o sırada aldattığı arkadaşı gamsız bir neşeyle şansının ona nasıl yardım ettiğini anlatıyordu. "En çok da, Fix denen küstahın para kaybetmesine sevindim. Düşünsenize, sınavı geçemeyeceğime dair herkesle iddiaya girmiş ve ben sınavdan çıkınca ne yapacağını bilemedi. Hem sevinmesi hem sinirlenmesi gerekiyordu; yüzünü, yüzünün aldığı ifadeyi görecektiniz... İyi de sizin neyiniz var öyle? İkiniz de uyudunuz mu?"

Karla, Berger'in elini bırakmıyor, Berger de sürekli, "Elim... Elim... dizi... Eli," diye düşünüyordu. Ama Karla gülerek karşılık verdi. "Eh, senin gibi haylazın biri doktor olursa, insanın nutku tutulur tabii. Bu sınavı geçemeyenin neye benzediğini gerçekten merak ettim, mankafanın biri olmalı."

Gülüştüler. Berger'in titremesi daha da artı ve içi bu kıza karşı esrarlı bir korkuyla doldu. Kız, elini hâlâ avucunun içinde tutuyor ve öylesine sıkıyordu ki, yüzüğü Berger'in parmağını kesip morarttı. Derken kız dolgun bacağını yavaşça delikanlınınkine doğru itti. Bunu yaparken konuşmasını usulca, öylesine usulca sürdürüyordu ki, Berger ürperdi. "Evet, şimdi soruyorum, Tanrı'nın böylesi bir mucizesini nasıl kutlayacağız? Sabaha kadar eğlenmezsek, gözümde hain bir pinti olacaksın, taze doktor! Ama sen asıl kutlamayı Çocuk doktora sınavını verdiğinde göreceksin."

Bunları söylerken kalçasını Berger'inkine bastırıyordu; delikanlı, kızın bedeninden yayılan yumuşacık sıcaklığı hissetti. Öylesine tahrik olmuştu ki, gözünün önünde ne varsa bulanıklaştı. İçinde de kanı alnına hücum ediyor, canını acıtıyordu.

O sırada sarkaçlı saat vurdu. Yedi kez ince bir ses guguk, guguk diye belli belirsiz yükselip Berger'i kendine getirdi. Delikanlı yerinden fırlayıp bir şeyler geveledi. Birine elini uzattı, Schramek'e ya da kıza, farkında değildi artık, biri -muhtemelen kızdı bu- "Görüşmek üzere," dedi, sonra arkasından kapının kapanmasıyla birlikte rahat bir soluk alıp kendine geldi.

Ardından, odasına girdikten bir saniye sonra her şeyi kavradı: Arkadaşını kaybetmişti artık. Ona ihanet etmek istemiyorsa, artık görüşmemeliydi, çünkü şu tuhaf kızın cazibesine karşı koyamayacaktı. Kızın saçlarının kokusu, uzuvlarının vahşi bir ihtirasla kasılması, şehvet uyandıran gücü - bütün bunlar delikanlının içini alev alev yakıyordu; kız ona o akşamki gibi usulca kışkırtan bir gülümsemeyle bakarsa direnemeyeceğini biliyordu. Kızın onu ansızın böylesine arzulaması; Schramek'i, Berger'in gizliden gizliye deli gibi kıskandığı o sağlam, yakışıklı ve sağlıklı adamı onunla aldatmaya kalkışması nasıl olmuştu? Olanları anlamıyordu, ne gururlanıyor ne de seviniyordu. Arkadaşına karşı alçaklık yapmamak için ondan uzak duracak olmaktan delice bir hüzün duyuyordu. Schramek'le arkadaşlığı umduğu çizgiye ulaşmamıştı elbette; birçok olgunun nedenini araştırmış, bir zamanlar gözünü kamaştıran bazı şeyleri anlamıştı, ama arkadaşlıklarının bittiği şu anda her şey ona çok ağır geliyordu. Bu dostluk, Viyana'da ona kalan son şeydi. Ne varsa elinden kayıp gitmişti; önce umudunu ve merakını, üniversite öğrenimine karşı duyduğu hevesini, sonra hırsını, şimdi de en sonuncusunu, bu dostluğu yitirmişti. Yaşadığı bu saatin onu bütünüyle yoksul bıraktığını hissetti.

Derken bitişikten sesler duydu. Önce alçak perdeden, sonra gitgide yükselen kıkır kıkır gülüşler... Berger, ellerini çarpan göğsüne bastırıp kulak kesildi. Ona mı gülüyorlardı? Karla her şeyi anlatmış mıydı ve bütün bunlar onu ayartmak için gizlice düzenlenmiş bir oyun muydu? Dikkatle dinledi. Hayır, başka türden bir gülüşmeydi bu, aralarda öpüşüyorlardı ve heyecan içinde kıkır kıkır gülüyorlardı. Ardından söylemekten çekinmedikleri sözcükler ve sevişme sesleri duyuldu. Delikanlı farkında olmadan yumruklarını sıktı, kendini yatağın üzerine attı ve artık duymamak için yastığı kulaklarına bastırdı. Korkunç bir duyguyla sarsıldı, çılgın bir öfkeyle midesi bulandı, kusacak gibi oldu. Arkadaşından, o fahişeden, kendinden tiksindi, az kalsın o iğrenç oyuna katılacaktı; yaşamın her şeyine karşı şuursuzca, bitkin, korkunç ve onu kendinden geçirten bir tiksinti duydu.

Bu üzüntülü günlerinde kız kardeşine bir mektup yazdı.

"Canım kardeşim, doğum günümde gönderdiğin mektup için sana henüz teşekkür edemedim. O sırada zor günler geçiriyordum. Mektup başucuma gelip beni uyandırdığında ve artık on sekizime bastığımı söylediğinde, bunu okumuş ve beni ilgilendirmiyormuş, doğru değilmiş gibi hissetmiştim. Çünkü özgürlüğümün ve gençliğimin yarattığı mutluluğu dile getiren içindeki bütün o sözcükleri bana ulaştıran senin şefkatli elin ve çocukluğumdan beri bildiğim el yazın olmasaydı, bunları alay olarak algılardım. Çünkü buradaki yaşamımda her şey farklı, düşünemeyeceğin kadar farklı, umutlarımdan da farklı. Sana bunları yazmak canımı acıtıyor, ama burada kimsem kalmadı. Günlerdir kimseyle konuşmuyorum. Bazen sokakta insanların peşine takılıyorum, sözcüklerin tınısını duyabilmek için konuşmalarını dinliyorum. Hiçbir şey anlamıyorum, bilmiyorum, yapmıyorum, işe yaramamaktan tükeniyorum. Günlerce hiçbir şey yaşamıyorum, tanıdık bir yüz görmüyorum; binlerce insanın arasında yapayalnız olmanın ne anlama geldiğini bilemezsin.

Schramek'le de her şey bitti. Bir olay yaşandı, sana anlatamam, çünkü anlayamazsın. Aslında kendim de anlayamıyorum, çünkü bunda ne onun ne de benim suçum var, aramıza iki uçlu kılıç benzeri bir şey girdi sadece. Ve onu kaybettikten sonra anladım: Viyana'da sahip olduğum en değerli şeydi o.

Ve başkasına söylemeyeceğini bildiğim için bir tek sana açabileceğim bir şey daha var: Artık okumuyorum. Haftalardır hiçbir derse girmedim, kitaplarım toz içinde öylece duruyor. Nedenini bilmiyorum, ama artık ders çalışamıyorum, hissizleştim, buradaki hiçbir meslek beni çekmiyor, çünkü bu korkunç ve boğucu yalnızlık duygusundan kimse beni çekip çıkarmıyor. Burada hiçbir şey istemiyorum artık, her şeyden tiksiniyorum. Bastığım her taştan nefret ediyorum, odamdan, karşılaştığım insanlardan nefret ediyorum, şiddetli soğuğun nemiyle yüklü kirli havayı solurken işkence çekiyorum. Buradaki her şeyden boğuluyorum, tükeniyorum. Bataklığa gömülür gibi batıyorum. Belki çok gencim, çok güçsüz olduğum kesin zaten. Yumruklarım yok, iradem yok, işleri başlarından aşkın insanların arasında bir çocuk gibi duruyorum.

Ve bildiğim bir şey var: Eve dönmeliyim. Henüz tek başıma yaşayamıyorum, belki birkaç yıl sonra olur. Ama şu an henüz sana ve annemle babama ihtiyacım var, beni seven, yakınımda olan ve bana yardım eden insanlara ihtiyacım var. Evet, çocuksu bu, karanlık odada kalmış bir çocuğun korkusu bu, ama elimden başka türlüsü gelmiyor. Okulu bırakıp eve dönmek, çiftçi ya da katip ya da her neyse olmak istediğimi annemle babama söylemelisin; söylersin, onlara açıklarsın, değil mi? Lütfen bir an önce yap, burada bastığım zeminin ayaklarımı alev alev yaktığını hissediyorum. İçimdeki her şeyin ısrarla evimi istediğini hiç bilmezdim, ama şimdi yazarken bütün özlemim uyanıyor ve biliyorum ki elimden başka türlüsü gelmiyor, yanınıza dönmeliyim.

Bu bir kaçış, yaşamdan kaçış ve ben bunu ilk kez yapmıyorum. Beni vaktiyle liseye götürdükleri günü anımsıyor musun? Sınıfa ilk girdiğimde tanımadığım altmış oğlan merakla, kibirle, gülerek ve şaşkınlık içinde bana bakınca o zaman da kaçıp eve gitmiştim, bütün gün ağlamış ve okula dönmek istememiştim. Ben bugün hâlâ o günkü çocuğum, aynı aptalca korkularım var ve de sizlerin, beni seven herkesin çılgınca özlemini çekiyorum.

Gitmeliyim, gitmeliyim buradan. Bir kez gözden çıkardığıma göre artık bu yoldan dönüş olmadığını hissediyorum. Eve döndüğümde nicelerinin sırıtacağını, güleceğini biliyorum, başarısız, yaşamın reddettiği biri olacağım; annemle babamın güzelim umutlarını yıkacağımı biliyorum; bu zayıflığın çocuksu ve korkakça olduğunu biliyorum, ama engelleyemiyorum, tek hissedebildiğim burada artık yaşayamayacak olmam. Son zamanlarda burada nelere katlandığımı kimse öğrenemeyecek, kimse beni benden daha fazla hor göremez. Kendimi perişan hissediyorum, hasta gibiyim, sakat gibiyim, çünkü herkesten çok farklıyım, gitgide daha kötü, daha değersiz, daha gereksiz olduğumu gözyaşları içinde hissediyorum, ben..."

Durdu, acısının bu çılgınca tezahüründen kendi de korkmuştu. İçinde biriken acının şiddetini ve çağıldayarak gürül gürül akmak istediğini, kaleminin onun heyecanlı duygularını taşıdığı o anda fark etti.

Bunları yazması doğru muydu? Sahip olduğu son insanları daha çok üzmesi, kimsenin omuzlarından alamayacağı bir yükü hassas genç kız yüreğine yüklemesi doğru muydu? Kardeşinin sevimli yüzü ve gülümsemeyle parıldayan berrak gözleri sanki uzaklardaki sislerin arasından çıkıp gözünün önüne geldi; kızın dudaklarını korkuyla ısırdığını, yüzünün titrediğini ve solgun yanaklarından gözyaşlarının çekinerek süzüldüğünü gördü. Bu yaşamı tedirgin etmenin, kendi imdat çığlığıyla kızı ürkütmenin ne yararı vardı? Eğer biri acı çekecekse, bu kişi yalnızca kendi olmalıydı.

Pencereyi açtı, mektubu yırttı ve kırpıntıları karanlığın içine doğru serpti. Yardım istemektense, orada yitip gitmeyi yeğlerdi. Yaşamın elverişsiz ve zayıf olan her şeyi yok ettiğini öğrenmemiş miydi? Yaşam ona da eşit davranır ve onu sakınmazdı.

Beyaz kağıt parçaları gönülsüzce avluya doğru uçuşup, beyaz taşların derin sulara gömülmesi gibi gözden kayboldu. Gecenin karanlığına bürünmüş gökyüzünde hiç yıldız yoktu. Beyazımsı bulutlar bazen karanlık tepeye doğru ilerliyor, rüzgâr, nemli havayı uykuya yatmış binalara doğru şiddetle savuruyordu. Bütün bunlarda gizli bir huzursuzluk vardı, rüzgârın sürekli esmesi heyecanlı bir soluğu andırıyordu; iç çeken pencerelerden ve titreyen ağaçlardan bir inilti yayılıyordu, sanki birisi kötü bir düş görüyor ve karanlıkta uykusunda usulca konuşuyordu. Rüzgâr gitgide şiddetlendi ve göğün giydiği kara paltonun üzerindeki bulutlar, ufukta çakan şimşekler gibi hızla kaydı ve kulak kesilmiş olan delikanlı bu telaşlı tuhaf hareketliliğin içinde ansızın ilkbaharı getiren ilk olağanüstü gecelerin ateşini sezdi.

Derken çekingen bir konuk gibi ağır ağır bahar geldi. Berger, bu yabancı kentte neredeyse tanıyamadı baharı. Şebnemlerle kaplı bembeyaz tarlaların üzerinde ilk ılık rüzgâr estiğinde, kara topraklar karların altından göründüğünde ve hava toprağın kokusuyla nemlendiğinde neler hissederdi oysa! Rüzgârı çıplak göğsünde duyumsamak ve yapraklarını özlemiş ağaçların iniltisini duymak için her fırsatta ayağa fırlayıp pencereyi hızla açtığı zaman hissettiği o delice ilk korku neredeydi? Binlerce küçük şeyden, kuşların uzaklardaki cıvıltısından, hızla süzülen beyaz bulutlardan aldığı haz neredeydi? Toprağın içinde hafif bir sızıntının eşlik ettiği çıtırtıları ve hışırtıları algılamaktan aldığı haz neredeydi? Bahçedeki dalların ucunda yapışkan küçük tomurcukların oluşmasına, sonra da patlayıp ürkek yapraklardan henüz renksiz tek bir çiçek yaratmalarına kulak vermekten aldığı haz neredeydi? Kanını derinden dalgalandıran heyecan neredeydi? Paltosunu üzerinden fırlatıp, kabaran nemli toprağın üzerinde ağırlaşmış ayakkabılarla bata çıka yürümekten, bir tepeyi koşarak tırmanmaktan, sonra tıpkı yukarılardaki bir kuşun pırıltılı havada yaptığı gibi ansızın anlamsız sevinç çığlıkları atmaktan duyduğu delice mutluluk neredeydi?

Ah, bahar burada nasıl da sessiz, onca kudreti yokmuş gibi geçiyordu! Yoksa delikanlının içindeki bu şey onun usulca uyuklayan yorgunluğu muydu - hiçbir şeyin, çatıları ısıtan hafif altın sarısı güneşin ve sokakların aydınlanıp canlanışının mutluluğunu ona tattırmayan içindeki tatsızlık mıydı? Neden bunlardan pek etkilenmiyor, neden Prater'e, ya da uzaktan gördüğü ve temiz havanın adeta yaklaştırdığı Kahlenberg'e gitmiyordu hiç? Yaptıkları çok sınırlıydı, bölgesinden hiç çıkmıyordu. Yorgunluğu gitgide artıyordu. Çocukların ve birkaç yaşlının mekanı olan küçük Schönborn Parkı'nda oturuyordu; oraya ders çalışmaya ya da kitap okumaya gidiyor, ama kitaba elini bile sürmüyordu; çocukları oynarken izliyordu yalnızca ve içinde onlarla oynayabilme, küçülüp o aydınlık gamsızlığa dönebilme özlemi duyuyordu.

Üniversiteyi bırakalı çok olmuştu. Amaçsızca yaşıyor, nesnelere bakıyor ama hiçbiriyle ilgilenmiyordu. Bir seferinde gücünü toplamaya çalışmış ve hastaneye gitmişti; tomurcuklar taşıyan, çevredeki insanların korkunç ve gizemli yazgılarından hiç haberleri yokmuş gibi sessizliğin içinde keyifle salınıp duran ağaçlarla dolu bahçeye girince kendini unutup banklardan birine oturmuştu. Uzun mavi keten giysileri içinde yeni iyileşen insanların kararsız adımlarıyla dışarı çıkmış, şimdi solgun elleri sakince kucaklarında, gülümsemeden ve konuşmadan, kendilerini uyanmakta olan yaşamın belirsizliğine ve aylaklığına teslim edip dinlenen hastalar gibi onların arasına oturmuş, güneşin parmaklarının arasından sıcacık süzülmesini izlemiş ve yorgun bir ifadeyle hayaller kurmuştu. Orada ne yapmak istediğini unutmuştu, insanların yürüdüğünü, kemerli büyük kapının ardında gürültülü bir cadde olduğunu ve saatlerin ağır ilerlediğini, gölgelerin fark edilemez bir biçimde öne doğru uzandığını hissetmişti yalnızca. Hastalara içeri girmeleri için işaret verilince Berger irkilmişti. Onlardan biriymiş gibi oturmuyor muydu orada, onların hepsinden daha hasta ve ölüme daha yakın değil miydi belki de? Tuhaftı, böylece oturmaktan ve zamanın akıp gittiğini görmekten başka arzuladığı bir şey yoktu.

Tabii akşamları bazen içinde hain ışıklar alevleniyordu. Gitgide kendini dağıtıyordu, parayla satın aldığı için küçümsediği kadınlarla düşüp kalkıyor, bazı geceleri anlamsızca kahvehanede geçiriyordu; ama bunların hepsini canı istemeden ve haz almadan, sırf umutsuz bir yalnızlığa düşmekten boğucu bir korku duyduğu için yapıyordu. Kimseyle konuşmadığından beri dudaklarının çevresinde kötü bir çizgi belirmiş, aynadaki görüntüsünden kaçar olmuştu. Birkaç kez kendini toplamaya çalışmış, ama her seferinde -içinde biriken yalnızlığın yükü onu eziyormuşçasına- dalgın ve amaçsız uyuşukluğuna geri yuvarlanmıştı.

Derken yaşam onu çağırdı.

Bir gece geç saatte yorgun, bezgin ve onu suskun bekleyen odasına karşı duyduğu korkuyla eve dönerken kapı anahtarını yolda düşürmüş olabileceğini fark etti. Kapıyı ev sahibesi değil, Schramek'in açacağı tehlikesini bile göze alarak zile bastı. Ama sürünerek yaklaşan telaşlı adımları duydu: Ev sahibesi kapıyı açtı ve kimin geldiğini anlamak için elindeki petrol lambasını havaya kaldırdı. Işık, kadının dağınık saçlarına ve Berger'e neredeyse yabancı olan yüzüne vurunca, delikanlı kadının gözkapaklarının kızarmış ve uykusuzluktan şişmiş olduğunu ve dudaklarının çevresinde sıkıntıdan bir çizgi belirdiğini fark etti. Sonra dehşetle düşündü: Ne olmuştu da bu kadın gece ikide hâlâ uyumamıştı? Kadına bunu kaygıyla sordu.

"Aa, bilmiyor musunuz Doktor Bey, Mizzi, yani kızım kızıla yakalandı. Durumu kötü, çok kötü!" Kadın yine usulca ağlamaya başladı.

Berger irkildi. Hiç haberi yoktu. Bu kadının kızı olduğunu bile bilmiyordu. Eve girip çıkarken birkaç kez dışarıda, karanlık holde "Saygılar" deyip yanından geçen çelimsiz bir çocuk görmüştü, on iki-on üç yaşlarında bir kız çocuğuydu, ama onunla ne konuşmuş ne de yüzüne bakmıştı. Bir anda yüreğine oturdu, aylardır hemen yanında, aralarındaki duvarın ardında hiç görmediği insanlar yaşıyor, yanı başında ağır yazgılar vuku buluyor ve onun bunlardan haberi olmuyordu. Ölüm bitişikte bir kız çocuğunu pençesine almaya çalışırken, o hayvan gibi uyumuştu ve bu durumda nasıl olur da başkalarından güven bekleyebilirdi?

Ağlayan kadını yatıştırmaya çalıştı. "Her şey iyi olacak... Üzülmeyin," dedi, ardından daha da çekinerek ekledi: "Kızınızı görebilir miyim? Gerçi henüz fazla bilgim yok... Henüz işin başındayım, ama olsun." Üniversite eğitimini ansızın delice özledi, içinden odasına koşmak, kitaplarını açmak ve yeniden ders çalışmaya başlamak geldi.

Kadın, Berger'i parmaklarının ucuna basarak hasta kızın yanına götürdü. Holün içinde yer alan küçük bir odaydı burası, sönmek üzere olan petrol lambası yüzünden boğucu ve dumanlıydı; karşıda yangın duvarı vardı. Burada yaşayanın bahardan haberi olmazdı, güneşi ise ışığın aydınlattığı pencerelerin arada sırada yaydığı mat yansımalardan bilirdi ancak. Odanın nasıl bir fakirlik içinde olduğu o sırada görünmüyordu elbette, çünkü fersiz karanlıkta her şey belirsizleşmişti, yalnızca yatağın bulunduğu köşede cansız sarı bir ışık yanıyordu. Kız uyuyordu, ama huzursuzdu. Yanakları ateşten al al olmuştu, çelimsiz kollarından biri yatağın kenarından unutulmuşçasına sarkmıştı, güzel yüzü ilk bakışta hastalığı ele vermiyordu, yüksek sesle bazen de sıkıntıyla soluk alıp veriyordu sadece.

Kadın usulca anlatıyor ama aralarda sık sık gözyaşlarına boğuluyordu. "Bugün yine doktor geldi, kızıma baktı, ama bana bir şey söylemedi. Üç gecedir başında nöbet tutuyorum, gündüzleri dükkanda çalışmak zorundayım. Komşum yardımcı olup gündüzleri burada kalıyor, üç gecedir yanındayım ama düzelmiyor. Tanrım, severek yapıyorum, yeter ki bir şey olmasın."

Sözlerine yine hıçkırıklar karıştı. Kadının konuşmasında öfkeli bir çaresizlik vardı.

Berger'in içinde şiddetli bir duygu kabarmaya başlamıştı. İlk kez bir insana yardım edebileceğini hissetmiş, ilk kez mutluluk içinde mesleğinin pırıltısını duyumsamıştı.

"Hanımefendi, bu böyle devam edemez. Kendinizi tüketiyorsunuz ve böyle yaparak çocuğa bir yararınız olmuyor. Siz şimdi gidip yatacaksınız, çocuğun başında bu gece ben kalacağım."

"Ama Doktor Bey!"

Kadın inanamıyormuş gibi şaşkınlık içinde ellerini kaldırdı.

"Siz şimdi uyumalısınız, uykuya ihtiyacınız var. Bana güvenin."

"Ama Doktor Bey... hayır... hayır... nasıl yapacaksınız... hayır, olmaz..."

Berger, içinde büyüyen güveni hissetti; tanımadığı bir özgüven, göğsünün içinde aylardır birikmiş enkazı parçalamıştı.

"Bu benim mesleğim ve görevim." Bunu büyük bir gururla, adeta sevinçle söylemişti, gecenin bir saatinde, umulmadık bir anda yaşamının yitirdiği anlamını ve hedefini bulmuştu sanki.

Fazla tartışmadılar. Kadın çok yorgundu, uykudan gözleri kapanıyordu, hemen boyun eğdi. Berger, kadının kapıldığı derin şükran duygusuyla elini öpmeye çalışmasına engel oldu, sonra kadını kendi odasına götürüp kanepenin üzerine yatırdı. Kadın, çocuğunun hasta yattığı son birkaç geceyi mutfaktaki bir şiltenin üzerinde geçirmişti. Berger'in hiç haberinin olmadığı bütün bu küçük ama yaşattıkları trajediyle korkunç olaylar, ona bu hizmetini bir kahramanlık değil, acı bir borcun ödenmesi olarak algılatıyordu.

Kızın başucunda oturuyordu şimdi. İçinde tarifsiz bir duygu vardı; yaşam, tıpkı kızın şimdi artık hafif hafif alıp verdiği solukları gibi daha sakin ve huzurluydu sanki. Kızın ince bir hareyle çevrili yüzüne ancak şimdi bakabiliyordu. Viyana'ya geldiğinden beri bir başkasının varlığını daha önce hiç böylesine içten hissedememişti, yüz hatlarına hiç bu kadar uzun süreli bakamamıştı, çehresindeki çizgilerde yatanları hiç inceleyememişti. Kıza böyle bakınca içinde bir anı uyandı, bu ince dudaklarda kız kardeşini çağrıştıran usulca bir benzerlik gizlenmişti sanki; ama bu yüz daha çocuksuydu, gelişimini tamamlamamıştı, ıstırap doluydu. Berger'in içini bir merak sardı - kızın gözleri nasıldı, kardeşininkilere benziyor muydu acaba? Geç kaldığı için kendini sürekli suçluyordu. Bu kızın ve annesinin yanından neden bir yabancı gibi geçip gitmiş, yanı başında yaşayan bu iki insanı neden düşünmemişti? Bu dudaklar ona neden hiç gülümsememiş, gözkapaklarının ardında kapalı duran bu gözler neden şimdiki gibi yabancı kalmıştı? Bu küçücük çocuk göğsünün altında usulca atan bu yüreğin içinde olup bitenlerden neden haberi olmamıştı? Çocuğun yatağın kenarından sarkmış solgun elini usulca tutup yorganın üzerine koydu. Dokunuşu okşama gibi yumuşacıktı. Sonra hareketsizce oturup kızı seyretti, kaçırdığı dersleri içi burkularak düşündü ve yepyeni bir hayata başlamaya sessizce yemin etti. Gözünün önünde hemen hayali resimler uçuştu; kendini doktor, yardım eden kişi olarak gördü ve bu düşünceyle içi ısındı. Bakışları sık sık kızın solgun çocuksu yüzüne takıldı ve bu yüzü gözünün önünde tuttu, sanki ona bakarak kızı yazgısından koruyacak ve tehdit altındaki yaşamını kurtaracaktı.

Çocuk ansızın kıpırdayıp gözlerini açtı; iri, ateşten parıldayan, yaşlarla doluymuş gibi yanıp sönen, ışıldayan gözlerdi bunlar. Kızın yüzü bir anda aydınlanmıştı. Sanki bir yerlerdeki ateş bulutunu ve peşini bırakmayan düşleri delip geçmek istercesine gözleri önce çevrede daireler çizdi. Sonra korkmuş gibi bakan gözleri Berger'in yüzünde ansızın durdu. Berger'in yüz hatlarında soran bir ifadeyle gezindi, ardından bakışlarına takılıp kaldı. Yanıp kurumuş dudaklar belli belirsiz kımıldadı.

Berger ayağa fırladı, kızın ateşten yanan alnını sildi ve su verdi. Kız başını yukarı doğru kaldırdı, suyu telaşla içti ve gözlerini Berger'den ayırmadan başı bitkin halde yeniden yastığa düştü. Bu bakışlar Berger'e çok bilinçliymiş gibi gelmemişti ama kızın gözlerindeki şaşkınlığa bir miktar şükran da karışmıştı sanki. Kız ona ısrarla bakıyordu. Bu derin ve anlaşılmaz bakışlara hedef olmaktan hafifçe titremeye başlayan Berger, döndü ve odada bir şeylerle uğraştı;

Ama oraya hiç bakmasa da kızın iri, ıslak ıslak parlayan çocuk gözlerinin onu nereye gitse izlediğini hissediyordu. Kızın başucuna döndü, gözlerinin iri iri açıldığını fark etti. Kıza doğru eğildiği sırada kızın dudakları kımıldadı; kızın konuşmak mı yoksa gülümsemek mi istediğini anlayamadı. Derken kızın gözleri kapandı, yüzündeki ışıltı söndü. Şimdi yeniden sessiz ve solgun yatıyor, daha sakin soluk alıp vererek uyuyordu.

Berger, solukların bile duyulmadığı bu sessizlikte kalbinin gümbürdediğini hissetti ansızın. İçinde delice büyüyen bir mutluluk hissi belirmişti. Kendini yaşamı boyunca ilk kez faal bir biçimde insanların arasına katılmış olarak görüyordu. Birisi ona şükran ve içtenlik dolu sözlerle seslenmiş gibi hissetti, şu birkaç saat içinde lehine büyük ve güzel bir şey olmuştu sanki. Başını eğdi, kıza, bu çocuğa, ona güvenilip teslim edilen bu ilk insana sevgi denebilecek bir duyguyla baktı; onun yaşamını kurtarması bekleniyordu ve bu insan onu yaşama geri döndürmüştü. Uyuyan kızı seyrederken uzun saatlerin nasıl geçtiğini anlamadı. Lambanın sert bir titreyişle ansızın söndüğünü, karanlığın kaybolduğunu ve ilk zayıf ışığıyla sabahın pencerenin önünde beklediğini görünce çok şaşırdı.


Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro