2
Bertold Berger ertesi gün akılsızca bir iş yaptı. Schramek'in onu hor gördüğü, ona ödlek ve çocuk gözüyle baktığı içine öylesine işlemişti ki, bütün gece uyuyamamış, cesaretsiz olmadığını onlara kanıtlamaya karar vermişti. Bir kavgaya, bir düelloya girişecek, korkak olmadığını ona gösterecekti.
Ama başaramadı. Schramek'le görüşmeleri sırasında yaptıkları konuşmalardan böyle şeylere nasıl başlanması gerektiğini öğrenmişti. Yemeklerini yediği banliyö lokantasının küçük ve basit salonunda karşısında her gün öğrenci birliğine üye birkaç üniversite öğrencisi otururdu. Onlarla dalaşmak zor değildi, çünkü asla başka şeylerden konuşmazlardı, akılları fikirleri onur kırılması dedikleri meseledeydi.
Berger, masalarının önünden geçerken bilinçli olarak sürtünüp sandalyelerden birini devirdi. Özür dilemeden sakince yürümeye devam etti. Kalbi gümbürdüyordu.
Arkasından tehdit dolu sert bir ses yükseldi. "Dikkatli olsanıza!"
"Başkasına kâhyalık taslayın!"
"Küstaha bak!"
Berger bunun üzerine geri döndü, kendi kartını verip kart istedi. Bu sırada elinin titrememesine sevindi. Her şey bir saniye içinde olup bitmişti. Gururla dışarı çıkarken masadan gülüşmeler ve içlerinden birinin eğlenerek, "Bak şu çelimsize!" dediğini duydu. İşte bu gururunu kırdı.
Kendini eve attı. Ateş gibi yanan yanaklarla ve sevinçten kekeleyerek Schramek'in odasına baskın yaptı, yataktan henüz kalkmış olan arkadaşına her şeyi anlattı, tabii duyduğu son sözü ve sandalyeyi kasten devirdiğini kendine sakladı. Schramek elbette onun düello yardımcısı olacaktı.
Schramek'in omzuna vurup çakı gibi bir herif olmasından dolayı onu tebrik edeceğini umuyordu. Ama o kartvizite bakıp düşüncelere daldı, dişlerinin arasından tıslayıp, kızgın bir ifadeyle, "Bula bula bunu mu buldun!" dedi. "Kütük gibi güçlü kuvvetli bir heriftir, en iyi eskrimcilerimizden biridir. Seni parçalar, bitirir."
Berger ürkmedi. Onu yerden toplayacak olmalarını doğal karşılıyordu, çünkü eline kılıç almamıştı henüz. Yüzüne yiyeceği ağır darbe için adeta seviniyordu, o zaman ötekiler ona, "Üniversite öğrencisi misin?" diye sormazlardı artık. Ama onu rahatsız eden Schramek'in tavrıydı, elinde kartvizitle bir aşağı bir yukarı yürüyüp, "Bu iş kolay olmayacak. Küstaha bak demişti, değil mi?" demesiydi.
Schramek sonunda tamamen giyindi ve Berger'e şöyle dedi: "Şimdi hemen bizim birliğe gidip sana başka bir rakip bulacağım. Üzülme, bu meseleyi halledeceğim."
Berger gerçekten hiç üzülmüyordu. İlk kez resmen öğrenci ve erkek muamelesi göreceği ve de bir olaya karışacağı için içinde delice, taşkın denebilecek bir sevinç vardı. Eklemlerinde ansızın bir güç hissetti sanki, kılıcı kaldırıp hızla döndürürken hızla bir yere vurma arzusu duyar gibi oldu. Öğleden sonrayı sert adımlarla bir aşağı bir yukarı yürüyüp düellonun hayalini kurarak geçirdi ve yenileceğinden emin olmaktan hiç canı sıkılmadı. Aksine, korkak olmadığını Schramek'e ve ötekilere tam da böyle gösterebilirdi, kanlar yüzünden ve gözlerinden süzülse bile öylece ayakta durmak istiyordu, onu tutup çekseler bile olduğu yerde durmak istiyordu. O zaman kırmızı bereyi ona kendiliğinden takdim ederlerdi.
Kanı iyice kaynamıştı. Schramek'in akşam yedide döndüğünü görünce heyecanla önüne atladı. Schramek de çok neşeliydi.
"Oldu işte, çocuk. Tamamdır, her şey yoluna girdi."
"Ne zaman karşılaşıyoruz?"
"Ama çocuk, seni onunla karşılaştıracak değildik herhalde! Mesele kapandı tabii ki."
Berger'in beti benzi attı, elleri titremeye başladı, içinde kabaran öfke yaş olup gözlerinden akmaya ısrar ediyordu. Schramek, "Kolay olmadı tabii, bir dahaki sefere daha dikkatli ol! Her zaman böyle tatlıya bağlanamaz!" deyince içinden onun yüzüne bir yumruk indirmek geldi.
Berger ağzını bile açamadı. Ama yaşadığı düş kırıklığı korkunçtu. Sonunda ağlamamak için kendini zor tutarak, "Her durumda sana çok teşekkür ederim. Ama bana bununla iyilik etmedin," dedi ve dışarı çıktı. Schramek şaşkınlık içinde arkasından baktı. Acemi insanın bu garip davranışını heyecanına verdi ve üzerinde fazla durmadı.
Berger çevresine bakınmaya başlamıştı. Artık yaşamını bir temele oturtmak istiyordu. Geleli haftalar olmuştu ama neredeyse ilk günkü yerdeydi hâlâ. Fotoğraflar çırpınarak dağılan bulutlar gibi bir bir usulca uzaklaşıyor, çocukluğunun hayallerle dolu umutları soluyor, sisler arasında eriyip gidiyordu. Burası gerçekten Viyana, büyük kent, onca yılın düşü, belki de dik ve beceriksizce harflerle Viyana sözcüğünü ilk kez kâğıdın üzerine resmettiği günden beri özlemini çektiği yer miydi? O zamanlar aklından yalnızca çok sayıda bina ve dönme dolabın kilise kermesi sırasında onların pazar meydanına kurulandan daha büyük ve daha renkli olması gerektiği geçmişti belki. Birçok kitabın rengini ağır ağır ödünç almış, cazibeli, çekici kadınları sokaklarda işveli işveli dolaştırmıştı; evleri pervasız maceracılarla, geceleri ise çılgın ve yapmacık arkadaşlıklarla doldurmuştu ve bütün bunları, adına gençlik ve yaşam denen kaynayan bir girdabın içine daldırmıştı.
Ve ne olmuştu şimdi? Birkaç saatini ter kokan dersliklerde geçirebilmek için sabahları kaçtığı dar ve bomboş bir oda; yemeğini alelacele midesine indirdiği bir lokanta; zamanını gazetelere ve insanlara bakarak öldürdüğü bir kahvehane; yorulup bomboş odasına dönünceye kadar gürültülü caddelerde amaçsızca dolaşma. Bir ya da iki kez tiyatroya gitmiş, ama bu da onun için her defasında acı bir deneyim olmuştu. Çünkü onu tanımayan insanların arasında balkonda sıkıştığında aşağıdaki parterde ve localarda şık ve hoş beyefendileri, mücevherleri ve dekolteleriyle cazibeli hanımefendileri gözlüyor; hepsinin birbirlerine selam vermelerini, güleç ve coşkulu tavırlarını görüyordu. Herkes birbirini tanıyordu, aralarında birlik vardı. Kitaplar yalan söylememişti. Burası, onlara ulaşamadığı için çoğu zaman kuşkuyla yaklaştığı bütün o maceraların gerçek olduğu yerdi; başka yerlerde suskun evlere gizlenen dünya buradaydı; yaşantı, macera, yazgı buradaydı. Burada birçok kademenin yaşamın yaldızlı ışıltısına doğru indiğini hissediyordu. Ama o orada öylece duruyor, izliyor ve içeri giremiyordu. Çocukluğu bu dünyayı doğru görmüştü gerçekten: Buradaki renkli ve ışıltılı dönme dolap memlekettekinden daha büyüktü, müziği daha yüksek perdedendi ve daha cümbüşlüydü; hızı daha delice, daha nefes kesiciydi. Ama o bu dönme dolabın yanında duruyordu yalnızca, binemiyordu.
Onu kenarda tutan çekingenliği değildi yalnızca. Yoksulluk da elini kolunu bağlıyordu. Ailesinden aldığı cüzi para az geliyordu, onu yokluğun eşiğinde ayakta tutabiliyor, sürdürdüğü sakin ve sıradan yaşama ancak yetiyordu, gençliğin anlamı olan savurganca bir aşırılığı asla karşılayamazdı. Berger aslında para harcamayı bilmezdi, ama belli belirsiz bir şekilde ona çok güzel ve heyecan verici gelen bütün bunlardan mahrum kalmak onu utandırıyordu: Bir faytona binip Prater'den 3 çılgınca bir hızla geçemiyor, şık bir restoranda kadınlarla ya da arkadaşlarıyla şampanya içip bir gece geçiremiyor, müthiş bir şekilde keyif çatmak uğruna bir kere bile olsun parasını saymadan savuramıyordu. Berbat öğrenci kulüplerinden ve dumanlı birahanelerden iğreniyordu, sadece bir kez olsun herhangi bir taşkınlık yapıp günlerin sıkıcı tekdüzeliğinden kurtulmanın ve yaşamın büyük akışını, gençliğin delice ritmini içinde barındıran daha canlı bir duyguyu tadabilmenin yakıcı özlemi çılgınca bir hızla içinde büyüyüp duruyordu. Bütün bunlardan mahrumdu ve her günün akşamında ıssız evine, nefret ettiği daracık odasına dönüyordu; hain ellerce yayılmış gibi geniş gölgelerle kaplı, aynanın donmuş gibi parladığı bu odada geceleri sabah olduğunda uyanmaktan, sabahları da akşama kadar yaşayacağı uzun, uykulu, sıkıcı ve tekdüze günden korkuyordu.
Bu süreçte kendini olağanüstü bir çabayla ve çaresizlikle öğrenimine vermeye başlamıştı. Dersliklere ve laboratuvarlara ilk gelen ve en son çıkan o oluyor, kör bir şevkle çalışıyordu. Hiç ilgilenmediği arkadaşları arasında çok geçmeden sevilmeyen biri olup çıktı. Başka şeylere duyduğu özlemi çılgınca çalışarak bastırmaya çabaladı ve amacına ulaştı. Çalışmaktan akşamları öylesine yorgun düşüyordu ki, çoğu zaman Schramek'le konuşma ihtiyacı bile kalmıyordu. Gözü hiçbir şey görmeden derslerinde ilerliyordu, her türlü hırstan uzaktı, amacı kendini uyuşturmak ve mahrum kaldığı onca şeyi düşünmemekti. Pek çok insanın yaşamının beyhudeliğini ve boşluğunu görmemek için kendini kaptırdığı bu hummanın içinde eşsiz bir sırrın barındığını anlamıştı ve kendi yaşamına da bu yolla zorla bir anlam yükleyeceğini umuyordu; gelgelelim ilk gençliğin yaşamın anlamının değil, bütünüyle çeşitliliğinin peşinde olduğunu unutuyordu tabii.
Bir öğleden sonra, ders çalışmaktan her zamankinden biraz daha erken eve dönmüş, arkadaşının kapısının önünden geçerken onu dört gündür görmediğini anımsamıştı. Kapıyı tıklattı. Yanıt veren olmadı. Ama Schramek'in bu durumuna alışkındı, geceyi arkadaşlarıyla gezerek geçirmişse akşamları çoğunlukla hâlâ uyuyor olurdu.
Kapıyı açtığı sırada karanlık oda gözüne boşmuş gibi göründü. Ama pencere önünde duran koltukta ansızın bir şey hareket etti ve Schramek'in kucağında oturan uzun boylu bir kız kahkaha atarak ayağa fırladı.
Berger hemen dışarı çıkmak istedi. Anlaşılan kapıya vurduğunu duymamışlardı ve çok utanmıştı. Ama Schramek ayağa fırladı ve rahatsızlık duyan delikanlıyı kolundan tutup kendine doğru çekti. "Görüyor musun, böyle biridir işte. Kızlardan örümcek görmüş gibi korkar. Olmaz, kaçmak yok. Evet, Karla, bak, sana sözünü ettiğim Çocuk bu."
"Hiçbir şey görmüyorum," dedi tiz bir ses, biraz yüksek bir perdeden.
Gerçekten de içerisi karanlıktı. Berger, akşam karanlığında parlayan beyaz dişleri ve bir çift gülen gözü belli belirsiz seçebildi yalnızca.
"Işık yansın o zaman," dedi Schramek ve lambayla uğraşmaya başladı. Berger çok rahatsız oldu, kalbinin huzursuzca çarptığını hissetti ama artık kaçış yoktu.
Karla'dan haberi olmuştu. Kız, Schramek'in birkaç haftalık sevgilisiydi, bir dükkânda çalışıyordu, neşeli biriydi. İkisinin kahkahalarını ve fısıldaşmalarını odasından çok duymuştu ama ürkek biri olduğu için kızla karşılaşmamanın bir yolunu bulmuştu.
Lambanın alevleri birden yükseldi. Berger ayakta duran kızı gördü şimdi, boylu boslu ve güzeldi; iriyarı, güçlü, sağlıklı, dolgun hatlara sahip bir kızdı, ateş rengi saçları, gülümseyerek bakan iri gözleri vardı. Kaba saba bir şeydi, hizmetçiyi andırıyordu biraz, üstü başı ve saçları özensizdi; yoksa az önce Schramek mi dağıtmıştı? Öyle gibi duruyordu. Ama kızın ona doğru gelip elini uzatması ve "Selam!" diyen rahat ve coşkulu tavrı hoştu.
"Ee, nasıl buldun Çocuk'u, hoşuna gitti mi?" diye sordu Schramek. Berger'i mahcup duruma düşürmek onu çok eğlendiriyordu.
"Senden daha yakışıklı aslında," diye güldü Karla. "Ama dilsiz oluşu çok yazık tabii."
Berger kızardı ve bir şeyler söylemek istedi, o sırada Karla gülerek Schramek'e doğru atıldı.
"Baksana, kendisiyle konuşunca kızarıyor."
"Rahat bırak onu," dedi Schramek. "Kızlardan hoşlanmıyor. Çok çekingen, ama sen ısıtırsın onu."
"Elbette, hiç fena olmaz. Gelin hadi buraya, ısırmam sizi."
Berger'i kararlı bir biçimde kolundan tutup zorla oturtmaya çalıştı.
"Ama Fräulein..." diye kekeledi Berger çaresizlik içinde.
"Duydun mu onu? Fräulein dedi, Fräulein. Sevgili Bay Çocuk, bana Fräulein değil, 'Karla' derler, o kadar!"
Schramek ve Karla çılgınca gülmeye başladılar. Berger, çok zavallı göründüğünü hissetti ve çok acınası biri gibi durmamak için onlarla birlikte güldü.
"Bak ne diyeceğim," dedi Schramek. "Bir şarap söyleyelim. Belki o zaman ürkekliğini biraz atar üzerinden. Evet Çocuk, yürü, bize bir, hatta iki şişe şarap ısmarla. Yapar mısın?"
"Elbette," dedi Berger. Gitgide açıldığını hissetti, onu başta hazırlıksız yakalamışlardı. Dışarı çıktı, ev sahibesine seslendi, kadın da şarap ve kadeh getirdi. Şimdi üçü masanın başına geçmiş, gevezelik edip gülüyorlardı. Karla, Berger'in yanına oturmuştu, kadehini ona doğru kaldırıp içiyordu. Berger açıkça cesaretini toplamıştı. Kız, Schramek'e doğru konuştuğu zaman Berger bazen ona doğrudan bakmaya cesaret ediyordu hatta. Kız şimdi hoşuna gitmeye başlamıştı. Bembeyaz ensesine düşmüş ateş sarısı saçları, insanı cezbeden bir kontrast oluşturuyordu. Derken kızın teklifsiz canlılığından, vahşi, sağlam ve sıcakkanlı gücünden büyülendi; kızın gülerken hemen açılıp, sağlam bembeyaz dişlerini ortaya koyan şehvetli kırmızı dudaklarına sürekli olarak bakmaktan kendini alamıyordu.
Kız bir seferinde soru sormak üzere hızla ona doğru döndüğünde gözlerini dikmiş kendisine bakarken yakaladı onu. "Hoşlandın mı benden?" diye sordu, coşkuyla gülerek. "Ben de senden hoşlandım!" Art niyetsiz, abartmadan söylenmişti bunlar, ama Berger'in bir şekilde hoşuna gitmiş, onu bir saniyeliğine sarhoş etmişti.
Berger açıldıkça açılıyordu. Lise yıllarının üzeri örtülmüş coşkusu fokurdayan bir kaynak gibi içinden gitgide taşıyordu; anlatmaya, eşek şakaları yapmaya başladı; şarabın etkisiyle coşmuş, bütün konuşması kendinde daha önce hiç tanımadığı delice bir gençlik ışıltısına bürünmüştü. Schramek de şaşırmıştı. "Aman Çocuk, ne hale geldin sen böyle? Bak işte, hep böyle olmalısın, öyle çıtkırıldım değil!" - "Evet," diye güldü Karla, "onun dilini çözeceğimi sana ilk günden söylemiştim!"
Ev sahibesi bir şişe daha şarap getirmek zorunda kalmıştı. Üçlünün neşesi gitgide daha yüksek perdeden çınlıyordu. Başka zaman neredeyse hiç içki içmeyen Berger, bu alışılmadık eğlence ortamında kendini müthiş üstün hissediyor ve içinden geldiği gibi gülüp şakalar yapıyordu, çekingenliğini bütünüyle üzerinden atmıştı. Üçüncü şişede Karla şarkı söylemeye başlamış ve Berger'e birbirlerine "sen" demelerini önermişti.
"İzin verirsin, değil mi, Schram? Çok tatlı bir çocuk o."
"Ama elbette. Yürü! Kardeş öpücüğü kondur."
Berger, ne olduğunu anlamadan ağzının üzerinde bir çift ıslak dudak hissetti. Öpücük ne canını acıtmış ne de hoşuna gitmişti; onu bir aşağı bir yukarı doğru sallayan, çılgın ve artık usulca bulanıklaşan neşenin içine iz bırakmadan saplanıp kalmıştı. Tek arzusu vardı; kızın, şarabın ve kendi gençliğinin yarattığı bu delice hoş anafor böylece sürüp gitmeliydi. Karla'nın da yanakları kızarmıştı, bazen Schramek'e gülerek bakıp, göz kırpıyordu.
Schramek, Berger'e ansızın, "Yeni kılıcımı gördün mü?" diye sordu.
Berger meraklanmamıştı. Ama Schramek onu oraya doğru çekti. Eğildikleri sırada usulca, "Şimdi kaybol, çocuk. Aramızda işin yok artık," dedi.
Berger ona bir an afallayarak baktı. Sonra anladı ve iyi geceler diledi.
Odasına girdiğinde yer ayaklarının altından hafifçe çekilir gibi oldu. Kanı alnını yumrukluyordu, yorgunluktan yatağa devrildi. Ertesi gün uyanamayıp, ilk kez dersi kaçırdı.Ne olursa olsun: O buluşma ne kadar kısa sürmüş olsa da kanını kaynatmıştı. Sıkıntıyla düşündü: Arkadaşlık kurma hevesi bir yanılgı, gizli bir yalan mıydı yoksa? Yalnızlıktan kurtulup delice bir samimiyet yaratma isteğinde güçlükle bastırılmış başka bir arzu mu yatıyordu yoksa?
Kız kardeşiyle geçirdiği günleri anımsadı. Akşam karanlığının çöktüğü bahçede oturdukları mavi akşamları düşündü, kızın yüz hatlarını artık göremiyor, alacakaranlıkta elbisesinin beyaz ışıltısını belli belirsiz seçebiliyor olurdu sadece ve gecenin karanlığına bürünmüş gökyüzünde bir bulut çoğunlukla hoş bir ışık yayardı. Tatlı sözler söyleyen o ses, usulca ve gümüş gibi, çoğu zaman gülümsemekten pırıl pırıl parlayarak, ardından yine şefkat dolu bir ahenkle karanlığın içinden çıkageldiğinde, bu musiki yüreğine tatlı dilli bir rüzgâr ya da uysal bir kuş gibi konduğunda, Berger'i o günlerde böylesine bahtiyar eden şey neydi acaba? Gerçekten sadece kardeşçe güven miydi, yoksa içinde -çok derinlerde bir yerde ve ihtirassız bir dostlukla soğumuş olan- kadına dair bir haz, dişiye hissedilen olabildiğince ince, olabildiğince hoş bir duygu mu gizliydi? Şimdi karmakarışık halde özlemini çektiği her şey bir parıltı, yaşamı üzerindeki kadın ruhuna ait yolunu şaşırmış bir iz değil miydi?
O malum akşamdan sonra kesin olarak biliyordu, herhangi bir kadına karşı derin bir özlem içindeydi. Aradığı bir ilişki, bir aşk değildi, kadınlara usulca dokunmayı özlüyordu. Umutla beklediği harikulade şeyler kadınlarla ilintiliydi, kadınlar bütün sırların bekçisiydi; cezbeden, vaat eden, arzulayan ve aynı zamanda arzulanan onlardı. Yollarda rastladığı kadınlara artık dikkatle bakmaya başlamıştı. Genç, güzel ve gözlerinden yansıyan ışığın çok şeyi ele verdiği çok kadın gördü. Usulca dans eder gibi kırıtarak yürüyen, gururla dimdik durup kraliçeymiş gibi çevrelerine bakan, arabaların içine şehvet içinde yüzüyormuş gibi kurulan, onları şaşkınlıkla ve hayranlıkla izleyenleri kayıtsız bakışlarla şöyle bir süzen bu kadınların sahipleri kimlerdi? Onların içinde de özlem yok muydu ve bu büyük kentin binlerce kapısının, perdeleri ürkekçe kapatılan ve özlemle açılan sayısız penceresinin ardında onun duyduğu özlemin aynısıyla kollarını ona doğru arzuyla açmış pek çok kadın durmuyor muydu? O da onlar gibi genç değil miydi ve herkesin içi aynı özlemle dolup taşmıyor muydu?
Derslere daha az katılıyor, sık sık sokakları arşınlıyordu şimdi. Artık karşısına gözlerinin titreyen işaretlerini okuyabilen birinin çıkması gerektiğine inanıyordu, herhangi bir rastlantı ona yardım etmeli, umulmadık bir şey meydana gelmeliydi. Gencecik çocukların gözünün önünde kızlarla tanışmasını kıskançlık ve çılgınca bir hırsla izliyor, sevgiyle birbirlerine sarılmış aşık çiftlerin akşamları parkta gözden kaybolduklarını görüyordu ve kendi macerasını yaşama arzusu içini gitgide daha çok sıkıştırıyordu. Çılgınca bir şey arzulamıyordu elbette, kız kardeşi gibi şefkatli ve yumuşacık bir kadın istiyordu; sevecen, tatlı, çocuksu bir sadakatle ona bağlı olmalıydı ve akşamları öyle alçak ve olağanüstü, güzel bir sesle konuşmalıydı. Düşleri bu fotoğrafla doluydu.
Her gün, Floriangasse'den geçip eve gittiği her öğlen vakti genç kızların oluşturduğu cıvıl cıvıl gruplara rastlardı. Okuldan dönen on beş-on altı yaşlarındaki kızlardı bunlar, küçük kümeler halinde toplanıp gevezelik ederlerdi, o yaşlardaki kızların yaptığı gibi hoplayarak yürürler, huzursuzca çevrelerini gözetlerlerdi, kıkır kıkır gülerek ellerindeki kitapları sallarlardı. Berger onları her gün uzaktan görürdü, gülen gencecik yüzlerini, kısa etekli narin vücutlarını, hafifçe salladıkları kalçalarını görürdü; tasasız, hâlâ çocuksu olan neşelerini izlerdi, bu gençlerden gülmeyi ve bu duru neşeyi öğrenmek için delice bir özlem duyardı. Onları her gün görüyordu. Derken kızlar da onu tanımıştı artık. O yaklaşırken ergen kızlara özgü dikkat çekici bir tarzda birbirlerini dürtüyor, aşırı yüksek sesle gülüyor ve onu kışkırtıcı coşkulu bakışlarla süzüyorlardı. Berger bunun üzerine hemen başını başka bir yöne çeviriyor ve oradan hızla uzaklaşıyordu. Kızlar, çekingenlikten aklının karıştığını ve kızarıp bakışlarını onlardan kaçırdığını fark edince günden güne pervasızlaşmışlardı, oysa Berger bir gün olsun cesaretini toplayıp onlarla konuşamamıştı. Kızlar ondan daha delikanlı, daha erkek değiller miydi? Ürkek utangaçlığı içinde, aklı karışmış çocuksu bir kıza benzemiyor muydu?
Kız kardeşinin memleketteyken ona birkaç yıl önce yaptığı bir şakayı anımsadı. Onu gizlice kız gibi giydirmiş ve ansızın kız arkadaşlarının arasına sokmuştu. Kızlar onu önce tanıyamamış, ama sonradan coşup, yüzlerce espriyle çevresini sarmışlardı. O zamanlar henüz çocuk yaşta olan Berger kıpkırmızı kesilip öylece durmuş, gözlerini açmaya, kızların koşup getirdiği aynaya bakmaya cesaret edememişti. Henüz o yıllarda çekingen ve korkaktı, ama o zamanlar çocuktu daha. Şimdi artık bir adam sayılırdı, ancak gülen bakışlara katlanmayı bile bilmiyordu henüz, yaşamın gerektirdiği gibi güçlü ve acımasız olmayı bilmiyordu. Neden Schramek ya da ötekiler gibi olamıyordu? Gerçekten değersiz, gerçekten çocuk muydu?
Vaktiyle kız kılığına girip, o gülen coşkulu kızların ortasında durması ve başını kaldırmaya cesaret edemeyişi sürekli aklına geliyordu. O günden sonra o kızlar nerelere gelmişti? Öpüşmeyi ve aşkı öğrenmişlerdi, uzun elbiseler giyiyorlardı, bazısının kocası ve çocuğu vardı. Hepsi de eskinin odalarından ve çocukluktan çıkıp hayatın içine dalmıştı. Sadece o hâlâ aynı yerde öylece duruyordu, erkekten çok kıza benziyordu, terk edilmiş odada kalmış kızaran bir çocuktu; ne yapacağını bilmez halde gözlerini yere dikmişti, başını kaldırıp bakmaya cesareti yoktu... Bir gün, ocak ayının sonlarına doğru yine Schramek'in odasına geçmişti. Sokaklarda tek başına dolaşmaktan, usulca cezbeden bir şehvet duymaya başladığından beri oraya daha az gider olmuştu. Hava berbattı. Son birkaç gündür yağan karlar erimişti, ama rüzgâr keskinliğini ve şiddetini sürdürüyor, sokakların sadece ona bırakılmasını istiyordu. Gözlerini yitirmiş gibi dik dik yere bakan kurşuni gökyüzünden bulutlar hızla geçiyordu. İnsanın tenine buz sarkıtları gibi işleyen sert bir yağmur başlamıştı.
Schramek, ona doğru düzgün selam bile vermedi. İşleri istediği gibi yolunda gitmediğinde her zaman saygısız ve kaba olurdu. Purosunu içiyor, huzursuzca bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Bazen sanki bir şey soracakmış gibi bir an dönüyor, "Lanet iş," diye dişlerinin arasından homurdanıyordu.
Berger sessizce oturuyordu. Schramek'e neler olduğunu sormaya cesareti yoktu. Schramek zaten anlatırdı, biliyordu bunu.
Sonunda patladı zaten. "Baksana şu berbat havaya! Bir bu eksikti. Aptalca işler yüzünden koşup duracağım şimdi!"
Yine öfkeyle bir aşağı bir yukarı koşup durmaya başlamıştı, elindeki cetveli savurarak ıslık çalan çizgiler çekiyordu havaya. Berger şimdi dikkatlice, "Ne oldu?" diye sordu.
"Şu zevzek, dernekteki çırağım önceki gün iki herife hakaret etmiş. Bugün saat dörtte başlıyor ve yarın yine var. Bense sekiz gün sonra sınavlara gireceğim, gerçekten kendi işlerimle uğraşacaktım. Bir de öyle kişileri seçmiş ki, o salağı, o akılsızı kesin gebertecekler. Sınavları veremezsem, her şey biter, okul çocuğu gibi oturup beklemek zorunda kalırım. Böyle zamanlarda sağa sola sataşmamak gerekir."
Berger sesini çıkarmadı. İnsanı çeken değersiz, yaldız etkisi yaratan pırıltının ardındaki bütün o düelloların ahmaklığını anlaması uzun sürmemişti. Gittiği meyhanede sarhoş öğrencileri eğlencenin ve merasimin ardından sabaha karşı renkleri atmış, yüzleri kül gibi olmuş hal-de gördüğünden ve bir düello sırasında daracık kirli bir odada bulunduğundan beri, bu işler yapılırken takınılan ciddiyete sadece içinden gülüyordu artık ve bu olaylara karşı duyduğu ilgiyi o günden sonra bütünüyle yitirmişti. Bunu Schramek'e söylemeye cesaret edememişti elbette, çünkü bu işler onun kanına işlemişti. Şimdi ikisi de kendi düşüncelerine dalmış, konuşmadan öylece oturuyorlardı, dışarıda ise rüzgârın uğultusu gitgide artıyordu.
O sırada zil çaldı, arkasından kapıya vuruldu.
Karla içeri girdi, başındaki şapkası kaymış, gülen yüzüne ıslanmış saç tutamları düşmüştü.
"Güzel görünüyorum, değil mi? Hıh?" - "Selam." Schramek'in yanına gidip onu öptü. Schramek keyifsiz bir tavırla geri çekildi. "Ceketimin seni ıslatacağından mı korkuyorsun, salak?" Sonra Berger'i gördü. "Selam, Çocuk!"
Ceketini çıkarıp kanepeye doğru fırlattı. Kimse konuşmuyordu. Berger bir şekilde rahatsız olmuştu. Kadehlerini kardeşlik için kaldırdıkları akşamdan beri Karla'yla birkaç kez daha aynı ortamı paylaşmıştı, ancak eski dostane rahatlığına bir daha dönememişti. O tarihten beri yaşamını kaplayan erotik sıcak dalga, onu huzursuz ediyor, kadınların yanında heyecanlanmasına yol açıyordu. Bu zaafından neredeyse korkar olmuştu.
Schramek de konuşmuyordu. Keyifsizdi, sınavları ve tatsız olay aklından çıkmıyordu. Suskunlukları, rahatsızlık verecek kadar uzamıştı.
Karla'nın bakışlarında epeyce kızgınlık vardı şimdi. "Sanırım beyefendiye uygun bir zamanda gelmedim. Demek ki sizin gözleriniz açık nasıl uyuduğunuzu görmek için işimden öğleden sonra izin almışım. Çok tatlısınız, bunu söylemeden edemeyeceğim."
Schramek ayağa kalktı ve kışlık ceketini aldı. "Yavrum, sen ne zaman gelsen bana uygundur, bunu biliyorsun. Ama şu an değil. Saat üç buçuk, çıkmak zorundayım, Fix, saat dörtte Ottakring'de 4 dövüşecek."
"Hak etmiş o arsız, herkese karşı çok küstah davranıyor! Gidiyorsun yani? Sen gidince ben ne olacağım peki? Bu havada sokaklarda mı dolanıp duracağım?"
"Saat ancak yedide dönebilirim, yavrum. Burada kalabilirsin."
"Ne yapayım burada? Uyuyayım mı? Teşekkürler, ben o işi dün akşamdan bu sabah yediye kadar yaptım. Beni de götür. Fix'i nasıl parçaladıklarını izlemek istiyorum."
"Nereden çıkardın, olmaz öyle şey."
"Tanrı aşkına, o zaman ben de burada durup seni beklerim. Çocuk da benimle kalır. Öyle değil mi, çocuk?"
Berger ne diyeceğini bilemedi. Böyle ani baskınlar karşısında savunmasız oluyordu. Kıza bakmaya bile cesaret edemedi. Ötekiler gülmeye başladılar.
"Tabii," dedi Schramek, keyfi yerine gelerek. "Tabii, ikinizi baş başa bırakmalıyım. Çocuğun ne sinsi biri olduğunu biliyor musun sen?"
"Çocuk falan değil, kız o."
İkisi yeniden güldüler. Beni nasıl hor görüyorlar , diye içinden geçirdi Berger. Neden onlarla gülemiyordu, neden bir espri yapamayacak, tek bir sözcük, hiçbir şey, hiçbir şey bulamayacak kadar görgüsüzdü böyle? İçi öfkeyle doldu.
"Tamam, iyi o zaman," dedi Schramek. "Tehlikeyi göze alacağım. Ama ya bir kabahat işlerseniz ne yaparım sonra ben?"
"O suç iki kişiliktir."
"Biliyor musun... senin... senin adına yemin etmek istemem."
"Ben kendimi kastetmemiştim ki!"
İkisi yeniden gülmeye başladı, sağlıklı insanların neşeli kahkahalarını atıyorlardı, gülmelerinde art niyet olmasa da Berger'in ruhu kırbaçlanmış gibi yanıyordu. Kaçmak, buradan binlerce, on binlerce mil öteye kaçmak istiyorum, diye sıkıntıyla geçirdi içinden. Ya da uyumak. Ya da onlar gibi şen olabilmek. Ağzını açmadan öylece oturmasın, yeterdi. Böyle görgüsüz ve ürkek davranmayı, aklının çocuklar gibi karışmasını, birilerinin ona acımasını istemiyordu.
Schramek kasketini taktı. "Tamam, deneyelim o halde. Ama ola ki ikiniz... Yedide dönmüş olacağım. Sakın yaramazlık yapma, Çocuk! Bir kabahat işlediğinde gözlerinden anlıyorum. Bir de şu zavallı kıza can sıkıntısı yaşatma. Hoşça kalın!"
Karla'yı kaba bir tarzda kalçalarından tuttu, kızı kıkır kıkır güldürdü, sonra dudaklarına sımsıkı birkaç öpücük kondurdu, Berger'e el salladı ve çıkıp gitti. Kapı dışarıdan sertçe kapandı.
Berger ve Karla şimdi baş başaydı. Sokakta rüzgâr yağmurla dans ediyor, arada sırada da bir şey sanki ortadan ikiye ayrılıyormuş gibi sobanın içinden çatırtılar geliyordu. Oda gitgide daha derin bir sessizliğe bürünüyor, yan taraftaki sarkaçlı saatin hafif soluğu duyulabiliyordu. Berger, sanki uyur gibi oturuyordu. Kızın gülümseyerek ona baktığını başını kaldırmadan hissediyordu. Saçlarına hafifçe dokunup sonra ayaklarına doğru inen bu bakışı elektrikli bir karıncalanma misali duyumsuyor, boğulacak gibi oluyordu.
Kız bacaklarını üst üste atmış bekliyordu. Derken öne doğru eğildi. Usulca gülümsedi. Ve sessizliğin içine ansızın, "Çocuk!" diye seslendi. "Korkuyor musun?"
Gerçekten öyleydi. Kız nereden biliyordu bunu? Berger'in hissettiği korkuydu, sadece korku, çocuksu aptalca bir korku. Ama kendini zorlayarak, "Korku mu?" diye sordu. "Kimden korkacakmışım? Senden mi yoksa?" Sesi, istemeden kaba çıkmıştı.
Sessizlik, odanın içinde yeniden titreşerek dolaşmaya başladı. Karla ayağa kalktı, önce elbisesine çekidüzen verdi, sonra aynanın karşısına geçip dağılmış saçlarını düzeltti ve gözlerinin güldüğünü fark etti. Ardından yarım bir dönüş yaptı. "Doğrusunu istersen, feci derecede ot gibi birisin, Çocuk. Bana bir şeyler anlatsana!"
Berger'in, kıza ve görgüsüzlüğünden dolayı kendine karşı duyduğu öfke gitgide büyüyordu. Yine sert bir yanıt vermeye hazırlanıyordu ki, kız ona sevimli ve samimi bir tarzda yaklaştı, yanına oturdu ve küçük bir çocuk gibi yalvarmaya başladı. "Hadi bir şeyler anlat bana. Doğru düzgün ya da aptalca bir şeyler. Sizler gün boyu kitap okuyorsunuz, bildiklerin vardır elbette." Delikanlıya iyice yaslandı. Herkese karşı çekinmeden teklifsiz davranmak gibi bir huyu vardı. Ama kendi kolunun üzerindeki bu yumuşacık ve sıcacık kol Berger'i altüst etmişti.
"Aklıma bir şey gelmiyor."
"Bence senin aklına doğru düzgün bir şey gelmiyor. Sen gün boyu ne yaparsın peki? Bence ortalıkta dolanıp duruyorsun. Seni geçenlerde Josefstädter Caddesi'nde gördüm, ya acelen vardı ya da beni tanımıyormuş gibi yaptın. Hatta bana bir kızın peşine takılmışsın gibi geldi." Berger karşı koymak istedi.
"Tamam, bir şey yok bunda. Söylesene, Çocuk, bir ilişkin var mı senin?"
Berger'in yüzüne bakıp gülümsüyor ve onun altüst olmasından olağanüstü zevk alıyordu. "Bak hele şuna, kızarıyor da. Hayatında birinin olduğunu hemen anlamıştım, sinsi seni. Şu kızı görmeyi çok isterdim. Nasıl biri peki?"
Berger çaresiz kaldığında tek şey bilirdi, açık vermemek için bildiği tek şey vardı. Hemen kabalaştı. "Bu benim meselem, sana ne? Sen kendi ilişkilerine bak."
"Ama Çocuk, ne bağırıyorsun ki öyle? Basbayağı korkutuyorsun beni." Çok ürkmüş gibi yaptı.
Berger ayağa fırladı. "Bir de bana durmadan Çocuk deme. Kaldıramıyorum."
"Ama Schramek de böyle diyor."
"O başka."
Karla güldü. Delikanlının çocuksu öfkesi çok hoşuna gitmişti.
"Şimdi inadıma söyleyeceğim. Çocuk, Çocuk, Çocuk. Bak, üç kez söyledim!"
Berger'in burun kanatları titriyordu şimdi. "Sana söyleme dedim. Kaldıramıyorum."
"Ama Çocuk - Çocuk!"
Berger yumruklarını sıktı. Yüzü kıpkırmızıydı. Kızın önüne gelip durdu, aralarında bir adım mesafe kalmıştı. Kız, onun kesik kesik soluduğunu duydu, tehdit dolu gözlerinden ateş çıktığını gördü. Gayriihtiyari geri çekildi. Ama sonra yine afacanlığı tuttu. Ellerini beline koydu, pırıl pırıl dişlerini göstererek güldü ve kendi kendine konuşurmuş gibi, "Bak hele, Çocuk huysuzlaşıyor şimdi," dedi.
Berger o anda kızın üzerine atıldı. Alaylı sözler üzerinde kırbaç etkisi yaratmıştı. Kendisiyle alay etmeyi bırakıncaya kadar kızı tokatlamak, dövmek, bir şekilde cezalandırmak istiyordu. Ama güçlü kuvvetli kız, delikanlının yumruklarını ustalıklı bir tutuşla kavradığı gibi kollarını aşağıya doğru büktü. Berger, kızın demir gibi dolanan ellerinin bileklerini acıttığını hissetti. Kımıldayamıyordu, çocuktan farksızdı, kız onu oyuncakmış gibi tutuyordu. Aralarında bir adım mesafe kalan iki yüz bakıştı: Erkeğinki öfkeyle buruşmuş, gözleri akmak üzere olan yaşlarla dolmuştu; kızınki hayret içindeydi, gücünün bilincindeydi, soğukkanlıydı, gülümsüyordu sanki. Kız, mama kapmaya çalışan bir köpekmiş gibi delikanlıyı bir dakika boyunca kendinden uzakta tuttu. Bir dakika daha geçse Berger el bileklerinin acısına dayanamayıp dizlerinin üzerine yığılacaktı. Kız onu tam o anda bırakıp, hafifçe itti. "Evet, şimdi uslu dur bakalım."
Ama Berger yeniden saldırdı. Kızın avucunun içinde çelimsizce çırpınmış olmak gözünü döndürmüştü. Şimdi kızı alt etmeli, dizginlemeliydi. Onunla alay edememeliydi kız. Bu defa belinden kavrayarak sertçe tuttu, amacı yere devirmekti. Şimdi göğüs göğüse kesik kesik soluyorlardı, Berger'in akıl almaz hiddeti, delice bir öfkeye kapılıp dişlerini gıcırdatması kızı hem şaşırtmış hem keyiflendirmişti. Berger, kızın korsesiz, yumuşacık bedenine gitgide daha sıkı yapıştı. Kız her seferinde ustalıkla doğruldu, derken Berger onu bütün gücüyle sıktığı kalçalarından yakaladı. Boğuşurken yüzüyle kızın omuzlarına ve göğüslerine dokundu, sıcacık ve büyüleyici bir kokuyla altüst oldu, kolları gitgide gevşedi; kızın sımsıkı bastırdığı göğsünün derinlerinde arada sırada kalbinin gümbürdediğini ve öfkeli kahkahasını duydu, kasları uyuşuyormuş gibi hissetti. Tuttuğu güçlü köylü bedenini ağaç gövdesi gibi sarstı; beden bazen hafifçe esniyor, ama asla eğilmiyordu, direnci adeta gitgide artıyordu. Sonunda kız bu oyunu aptalca buldu ve iki üç el hareketiyle kendini delikanlının ellerinden kurtardı. Onu öylesine sert itti ki, Berger adeta uçtu. "Rahat dur ama artık!" Kızın sesinde hiddet, hatta tehdit denebilecek bir tını vardı.
Berger geriye doğru sendeledi. Yüzü yanıyordu, gözleri kan çanağına dönmüştü, gözüne her şey kırmızı, kıpkırmızı görünüyordu. Kollarını sarhoşlar gibi iki yana açarak üçüncü kez rastgele, şuursuzca saldırdı. Ve ansızın başka bir şey oldu. Vahşice yayılan o güzel koku, kızın elbisesinin hışırtısı, esnek bedene sıcak dokunuş Berger'i çıldırtmıştı. Artık vurmak ya da cezalandırmak değil, arzularını kışkırtan bu kadına sahip olmak istiyordu. Kızı zorla kendine doğru çekti, müthiş kıvrımlarını hırsla kurcaladı, ateş gibi yanan ellerini bütün bedeninde gezdirdi, dişlerini azgınca elbisesine geçirip kızı yere doğru bastırdı. Kız, onun dokunuşlarından hoş bir heyecan duymuş, hâlâ gülüyordu, ancak gülüşünde yabancı, boğuk bir tını vardı. Ruhunda bir çalkantı meydana gelmişti sanki, göğsü huzursuzca inip kalkıyordu; boğuşurken bedenini Berger'inkine daha coşkulu bastırıyor, güçlü ellerindeki huzursuz titreme gitgide artıyordu. Saçları dağılmış, tahrik eden yoğun bir koku yayarak omuzlarının üzerinde dalgalanıyordu. Yüzündeki yanma arttıkça artıyordu. Boğuşurken bluzu biraz yırtıldı, düğmelerden biri koptu ve heyecandan kıvranan delikanlı ansızın kızın bembeyaz göğsünün parıldadığını gördü, son bir çabayla inledi. Kızın ona karşı koymak istemediğini, sadece zorlanmayı ve yere atılmayı arzuladığını hissetti, ama Berger'in gücü buna bile yetmiyordu. Kendinden geçerek kızı sarsıp durdu. Kız bir an sanki kendini geriye doğru bırakmak istedi. Başını ihtirasla arkaya attı. Berger, kızın gözlerinin daha önce hiç bilmediği ani bir ışıkla parladığını gördü. Kızın şimdi içinden kopan delice bir iniltiyle, "Ama Çocuk, Çocuk!" demesinde sevgi vardı adeta. Berger bunun üzerine kızın yere düşmeyeceğini anlayınca çelimsiz çocuk elleriyle onu sertçe kendine doğru bastırdı, dağılmış kızıl saçlarını şehvetle yakaladı ve kızı ani bir hareketle aşağı doğru çekti. Kız öfke ve acıyla çığlık attı. Delikanlının çelimsiz bedenini hiddet dolu vahşice bir darbeyle öyle bir itti ki, Berger hafif bir denk gibi odanın içinde uçtu.
Sallanarak geri gelirken tökezledi ve orada bir köşede duran kılıçların arasına gürültüyle düştü. Elinin üzerinden başlayarak koluna kadar derin bir yarık açıldı.
Bir dakika boyunca yerde öylece kaldı, uyuşmuş gibiydi. Derken kız geldi, cinsel uyarımın etkisiyle etkisiyle hâlâ hafifçe titriyordu, aynı zamanda korku içindeydi ve üzgündü. "Bir yerine bir şey oldu mu?"
Berger yanıt vermedi. Kız onu okşayarak ayağa kalkmasına yardım etti. Asla kötü niyetli bir kız değildi. Ayağa kalkmak zordu. Çünkü yaralandığını kızın fark etmemesi için sol elini ceketinin cebine sokmuştu. Başına geleni itiraf etmek istemiyordu. Acınası çelimsizliğine duyduğu öfke içinde alev alev yanıyor, istekli bir kadını bile alt edemiyordu. Bir an için, kıza bir kez daha saldıracak gibi oldu. Ama cebinde yarasından fışkıran kanın sıcaklığını ve ıslaklığını hissetti hemen.
Ona korku içinde yardım etmeye çalışan kızın yüzüne bakmadan öne doğru atıldı. Gözlerinin önünde yaşlardan bir sis perdesi belirmişti. Bu nemli perdenin arkasından kapıyı bile göremiyordu. İçi bomboştu, hiçbir şey umurunda değildi. Kanı cebinin içinde damla damla akıyordu, bunu sıkıntıyla hissediyordu, bunun dışında içinde ne varsa sönmüştü. Çevresini göremeden el yordamıyla ilerledi... kapıya doğru... çıktı... odasına gitti.
Kendini doğrudan yatağa attı. Yaralı kolunu yatağın kenarından sarkıttı. Kolu hâlâ kanıyordu ve bazen büyükçe bir damlanın yere düştüğü duyuluyordu. Berger oralı olmadı. İçinde, onu boğmak istercesine kabaran bir şey vardı. Ve sonunda içinden koparcasına korkunç bir ağlama nöbeti başladı, acı veren delice hıçkırıklarını yastığının içine gömdü. Ateş içinde yanan çocuksu bedeni bu hıçkırıklarla dakikalarca sarsıldı. Ardından rahatlar gibi oldu. Bitişiğe kulak kabarttı. Karla kasten gürültü çıkararak yürüyordu. Berger kımıldamadı. Derken adım sesleri kesildi. Kız, dikkati üzerine çekmek için şimdi dolapları takırdatıyor, masaya vuruyordu. Anlaşılan Berger'in geri gelmesini bekliyordu. Berger dinlemeyi sürdürdü. Kalbinin gümbürtüsü gitgide artsa da tek bir uzvunu hareket ettirmedi.
Kız, odanın içinde bir süre daha bir aşağı bir yukarı gidip geldi. Sonra ıslıkla bir vals müziği çaldı ve masanın üzerinde tempo tuttu. Derken sesler ağır ağır kesildi. Berger bir süre sonra kapının açılıp sertçe kapatıldığını holden duydu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro