1
Memlekette arkadaşları, Viyana'ya gittiğinde Josefstadt'ta oda tutmasını söylemişlerdi. Üniversiteye yakın ve üniversite öğrencilerinin oturmayı sevdiği bir yerdi, çünkü sakin ve biraz da eskilerden kalma bir semtti, ayrıca gelenekten gelen alışkanlıkla öğrencilerin yaşadığı merkeze dönüşmüştü. Böylece o da eşyasını geçici olarak bıraktığı istasyondan başlayarak önüne gelene sormuş, yağmurda arkalarından birileri kovalıyormuş gibi koştururken ona gönülsüzce bilgi veren bütün o telaşlı insanların yanından geçip, tanımadığı gürültülü sokaklara girip çıkarak oraya gitmişti.
Sonbahar havası göz açtırmıyordu. İğne gibi batan bir sağanak aralıksız çağıldıyor, boz renge dönüşmüş ağaçların titreşen kurumuş son yapraklarını sürükleyip götürüyor, bütün yağmur oluklarından gümbür gümbür iniyor ve hüzne bürünmüş göğü milyonlarca kurşuni damara ayırıyordu. Rüzgâr, bazen dalgalanan bir bez gibi yağmuru önüne katıyor, duvarlara doğru şaklatarak savuruyor ve şemsiyeleri kırıyordu. Çok geçmeden sokaklarda ağızlarından dumanlar çıkan atların çektiği sarsılarak giden siyah arabalardan ve yoldan koşarak geçenlerin hızla uzaklaşan tek tük gölgesinden başka bir şey kalmamıştı.
Genç üniversite öğrencisi ev ev dolaşıp, sayısız merdiveni inip çıkarken berbat yağmurdan bir süreliğine kaçabildiği için memnundu. Pek çok oda gezdi, ama hiçbirini beğenmedi. Bunun sorumlusu yağmur ve odaların hepsine kasvetli bir görünüm verip içlerini sağlıksız boğucu bir havayla dolduran soğuk ve kurşuni ışıktı belki. Yamulmuş rutubetli merdivenleri çıkarak ulaştığı odalardaki sefaleti ve pisliği görünce içinde bunaltıcı bir duygu uyanmıştı; yıkık dökük, aşınmış küçük kasaba evlerinin cephelerinin ardına gizlenmiş büyük hüzünlerin ilk sezgisi gibiydi bu. Genç adam arayışını sürdürürken gitgide umutsuzluğa kapılıyordu.
Sonunda seçimini yaptı. Josefstadt'ın yukarı kısmında, Gürtel 1 yakınlarında, oldukça eski ama oturaklı ve orta sınıfın huzurunu yansıtan geniş bir binada kendine kalacak bir yer seçti. Basit bir odaydı burası, aslında istediğinden küçüktü, ama pencereleri büyük, içinde o sırada yağmurdan hışırdayan ve soğuktan usulca titreyen birkaç ağacın bulunduğu eski dış mahalle avlularından birine açılıyordu. Bu ürkek son birkaç yeşil, genç adamı memleketinin bahçelerinin tamamen yitmiş anılarına götürüp onu cezbetmişti; bir de holde zili çaldığı sırada bir kanarya kafesinde ötmeye başlamış, o odayı gezdiği sürece kıvrak namelerle şakımaktan bıkıp usanmamıştı. Delikanlı bunu iyiye yormuş, ayrıca ev sahibesini de sevmişti; yaşlıca, kederli bir kadındı, memurluk yapan kocasını kaybettiğini anlatmıştı. Küçük kızıyla birlikte perişan durumdaki tek odada yaşıyordu, bitişikte ise varlığı giriş kapısına iliştirilmiş kartvizitinden anlaşılan başka bir üniversite öğrencisi genç kalıyordu.
Akşam olmasına birkaç saat kalmıştı, delikanlı bu süre içinde nicedir özlemini çektiği yabancı kenti aceleyle biraz gezmek istiyordu, ama rüzgârın kamçıladığı yağmur çok geçmeden hevesini kırmıştı. Bir kahvehaneye girdi, bilardo masasındaki beyaz topun kırmızı topun peşi sıra koşmasını uzun süre dalgın dalgın izledi, çevresindeki yabancıların konuşmalarını duydu ve boğazında ağır ağır büyüyüp dile gelmeye çalışan acıtıcı düş kırıklığını yenmeye çalıştı. Sonra sokaklarda bir kez daha dolanmayı denedi, ancak yağmur çok şiddetliydi. Üzerinden sular aka aka sırılsıklam halde bir lokantaya girdi, akşam yemeğini canı hiç istemeden hızla yiyip, odasına döndü.
Şimdi odasında durmuş çevresine bakınıyordu. Birkaç eşya yan yana dayanmış ve unutulmuş gibiydi, hiçbirinin diğeriyle içsel bir bağı, zarafeti ve enerjisi yoktu: Biri yaklaşacak olsa iç geçiren öne doğru meyil vermiş iki eski dolap, üzerindeki yıkanmaktan solmuş örtüsüyle bir yatak, loş odanın karanlığında sıkıntılı sıkıntılı sallanan beyaz bir lamba, her yeri dökülen eski Viyana tarzı bir soba... Aralarda birkaç tablonun renkli baskısı ve fotoğraflar asılıydı, birbirleriyle ilgisiz solmuş şeylerdi bunlar, birbirlerini belki hiç tanımadan yıllardır burada bakışan yabancı yüzlerdi. Engebeli döşemeden titreten bir soğuk kabararak yayılıyor, odanın tam olarak kapanmayan tek penceresi rüzgâr ve yağmur cama vurdukça huzursuz edici bir gürültüyle tangırdıyordu.
Delikanlı soğuktan titredi. Bu modası geçmiş ıvır zıvır arasında bir yabancıydı. Bu yatakta kimler yatmış, bu koltuklarda kimler dinlenmişti, şimdi onun solgun çocuk yüzünün korkuyla ve neredeyse ağlamaklı bir ifadeyle ona baktığı aynaya kimler bakmıştı? Oradaki hiçbir şey geçmişi ve yaşanmışlığı çağrıştırmıyordu, her şey yabancıydı ve delikanlı bu soğuğun kanına işlediğini hissetti.
Hemen yatmalı mıydı? Saat dokuzdu. İlk kez yabancı bir yerde uyuyacaktı. Evlerinde muhtemelen herkes altın sarısı hoş ışığın aydınlığında yuvarlak masanın çevresine oturup sakin bir sohbete dalmıştı. Biliyordu, sarışın kız kardeşi Edith birazdan ayağa kalkıp piyanonun başına geçerdi, hüzünlü bir sonat ya da ağabeyinin isteği doğrultusunda herhangi neşeli bir vals çalardı. Başka zamanlar piyanonun yanında gölgede duran, kız kardeşi yerinden kalkıp ona gönülden iyi geceler dileyinceye kadar sesler eşliğinde düş gören kendisi neredeydi o gün?
Hayır, uyuyamazdı henüz. Bu arada aldırttığı bavulunun başına gidip, zaten birkaç parça olan eşyasını çıkardı. Ailesi her şeyi özenle yerleştirmişti; delikanlı intizamı bozarken bu işi onun için sevgiyle yapmış olan elleri anımsadı. Kitapların arasında bulduğu bir sürprizle, kız kardeşinin fotoğrafıyla sevinçli bir şaşkınlık yaşadı; genç kız fotoğrafın üzerine içten bir satır yazı yazıp gizlice bavula koymuştu. Aydınlık bir ifadeyle gülümseyen bu yüze delikanlı uzun süre baktı, sonra yurtsuz kalmış adama sevimli sevimli bakıp onu avutsun diye fotoğrafı çalışma masasının üzerine yerleştirdi. Ama fotoğraftaki gülümseme sanki gitgide donuklaşıyormuş ve genç kız bu karanlıkta onunla birlikte hüzünleniyormuş gibi bir hisse kapıldı. Derken fotoğraf ona öylesine sıkıntılı görünmeye başladı ki, oraya bakmaya cesaret edemez oldu.
Bu kasvetli, boğucu odadan yine mi çıkıp gitmeliydi? Pencerenin önüne geldi, yağmurun aralıksız yağdığını gördü. Damlalar bulanık camın üzerinde birikiyor, başka damlalar onları sürükleyip götürünceye kadar öylece bekliyor, sonra pürüzsüz çocuk yanaklarından süzülürcesine hızla akıp gidiyordu. Dört bir yandan sürekli yenileri geliyor ve yeniden akıp gidiyordu, sanki dışarıda bütün dünya derdini milyonlarca gözyaşıyla döküyordu. Delikanlı belki yarım saat öylece ayakta durdu. Boğuk bir elemle usulca mırıldanan bu oyun, damlaların bu ardı arkası kesilmeyen süzülüşü, sızlanan ağaçların anlaşılmaz melodisi - sicim gibi akan gözyaşlarının şu şaşılası fotoğrafı yüreğini derinden vurmuş, "gözyaşı" diye çığlık atan delice bir hüzün çökmüştü üzerine.
İçinde ne varsa dışa vurmak istedi. Viyana'daki ilk akşamı bu muydu? Oysa düşlerinde, kız kardeşiyle ve arkadaşlarıyla yaptığı sohbetlerde kaç kez önceden yaşamıştı bu akşamı. O anlarda belli şeyler düşünmezdi, ama sanki bütün bu görkem ertesi sabah kaybolacakmış, henüz ilk saatlerden unutulmaz şeyler yaşanmalıymış gibi delice ve aydınlık bir şeyi, ışıltılı sokaklardan fırtına gibi geçmeyi, ileri, yalnızca ileri gitmeyi düşlerdi. Kendini gülümseyerek sohbet ederken, coşkuyla şarkı söylerken, şapkasını döndüre döndüre havaya kaldırırken ve kalbi küt küt atarken görürdü. Ama şimdi donuk bir camın önünde öylece durmuş, soğuktan titriyordu; yalnızdı ve damlaların aşağıya doğru süzülüşünü izliyordu -iki ve şimdi üç ve yeniden iki-, gözlerini dikmiş damlaların kendilerine görünmez raylar yaratmasına ve bunların üzerinde dönerek aşağıya inişine bakıyordu; kendi gözyaşlarının da ansızın akıp, üşümüş ellerinin üzerine düşmemesi için gözlerini kıstı. Yıllardır özlemle beklediği bu muydu?
Zaman nasıl yavaş geçiyordu. Demode saatin ahşap gövdesi üzerindeki ibresi fark edilemez bir yavaşlıkla ilerliyordu. Delikanlı bu yabancı odada gece korkusunu, yalnızlıktan duyduğu şu açıklanamaz çocukça kaygıyı gitgide daha ürkütücü bir biçimde hissediyordu, artık inkar edemeyeceği çılgınca bir vatan hasretiydi bu. İçinde milyonlarca yüreğin attığı şu kocaman kentte tek başınaydı ve şakır şakır yağan hain yağmurdan başka ona kulak veren ya da bakan yoktu; oysa o hıçkırıklarla ve gözyaşlarıyla boğuşuyor, bir çocuk gibi davranmaktan utanıyordu, karanlığın arkasında durmuş ona çelik gözleriyle insafsızca bakan bu kaygıdan kendini nasıl kurtaracağını bilmiyordu. Tek bir sözcük duymanın hasretini o an olduğu kadar hiç çekmemişti.
O sırada bitişikte bir kapı gıcırdayıp hızla kapandı. Sinerek yere çömelmiş olan delikanlı ayağa fırlayıp kulak kesildi. Yan tarafta kalın ama eğitilmiş bir ses Burschenverein'da 2 söylenen bir şarkının yarım bir dörtlüğünü mırıldanıyordu; ardından sürtünen kibrit çöpünün vınlamasını ve belli ki şimdi yakılan lambanın evrilip çevrilmesinden çıkan sesi duydu. Bu olsa olsa komşusuydu, ev sahibesinin sözünü ettiği, mezuniyet sınavını vermeye hazırlanan şu hukukçuydu. Delikanlı derin bir soluk aldı, çünkü terk edilmişlik duygusunun bir an için yatıştığını hissetmişti. Holden, bir aşağı bir yukarı yürüyen komşusunun ağır ve çakı gibi adımlarının gıcırtıları geliyordu, şarkı gitgide daha anlaşılır olmuştu ve bunları gizlice dinleyen delikanlı ayakta durup böylesine titreyerek kulak kesildiği için ansızın utanmıştı. Çıt çıkarmadan usulca masanın başına döndü, bitişikteki kişinin onu duvarın arkasından izlemesinden korkar gibiydi.
Derken içerideki ses sustu ve bir aşağı bir yukarı yürümeler de kesildi. Komşusu anlaşılan oturmuştu. Bu arada, vızıldayan damlalar yeniden ona seslenmeye başlamıştı ve yalnızlığı içinde barındırdığı bütün korkularla birlikte karanlıkta onu gözetliyordu yine.
Sıkıntıdan boğulacakmış gibi oldu. Hayır, yalnız kalamazdı şimdi. Doğruldu, yatmaktan yanaklarında oluşan kızarıklığın geçmesini bekledi, hafifçe öksürerek sesini kontrol etti, ardından dışarı çıkıp usulca komşusunun kapısına yaklaştı. İki kez duraksadı, sonunda yabancı kapıyı çekinerek tıklattı.
Anlaşılan şaşkınlıktan kaynaklanan bir sessizlik oldu. Ardından berrak bir ses, "Gir," dedi.
Delikanlı kolu bastırıp kapıyı açtı. Yüzüne mavi bir duman vurdu. Dar oda tamamen duman altı olmuş, bütün eşyalar bu boğucu, cereyanın çalkaladığı sisin içinde bulanıklaşmıştı. Komşusu dimdik ayakta durmuş, kapıdan giren kişiye şaşkınlıkla bakıyordu. Hırkasını ve yeleğini çıkarmıştı, gömleği yarı açık duruyor, geniş ve kıllı göğsü rahatça görünüyordu, ayakkabıları yerde iki yana savrulmuştu. İriyarı, köy kabası biriydi, duruşuyla üniversite öğrencisinden ziyade bir işçiye benziyordu; kısa saplı shag tütünü piposunu ağzına sokmuştu, dumanını güçlü bir solukla kapıya kadar üfledi.
Delikanlı içeri girip birkaç sözcük kekeledi. "Buraya bugün taşındım ve komşunuz olarak sizinle tanışmak istedim."
Karşısındaki adam istem dışı bir hareketle bacaklarını bitiştirip, "Çok memnun oldum. Ben Avukat Schramek," dedi.
Bunun üzerine ziyaretçi, hatasını tamir etmek üzere telaşla adını söyledi: "Bertold Berger."
Schramek onu tepeden tırnağa süzdü. "Birinci sömestrde misiniz?"
Berger soruyu evet diye yanıtladıktan sonra, ayrıca Viyana'daki ilk günü olduğunu belirtti.
"Tabii siz de hukuk okuyorsunuzdur. Millet hukuktan başka bir şey okumuyor artık."
"Hayır, kaydımı tıp fakültesine yaptıracağım."
"Oo, tebrikler, sonunda biri çıktı... Ama biraz oturun lütfen!"
Teklif candandı.
"Bir sigara alırsınız herhalde, arkadaşım."
"Teşekkür ederim, sigara içmiyorum."
"Eh... zamanla olacaktır. Sigara kullanmayanların nesli tükenmek üzere. O halde konyak. İyi bir konyaktır."
"Teşekkür ederim... Çok teşekkür ederim."
Schramek gülümseyerek omuzlarını kaldırdı. "Sevgili arkadaşım, kızmayın ama, siz sanırım, hani nasıl derler, emir erisiniz. Konyak yok, sigara yok, bu çok düşündürücü."
Berger kızardı. Beceriksiz davrandığı ve çaresizliğini hemen ortaya döktüğü için utanıyordu, gelgelelim ikramı sonradan kabul ederek daha da gülünç duruma düşeceğini hissediyordu. Bir şey söylemiş olmak adına, gece vakti ziyarete geldiği için bir kez daha özür diledi. Ama Schramek sözünü bitirmesine izin vermeyip, onu birkaç soruyla tuttu. Neredeyse hemşeriydiler, biri Alman Bohemyalı, öteki Mähren'liydi, çok geçmeden anılarında ortak bir tanıdıklarının olduğunu bulup çıkardılar. Derken aralarındaki sohbet canlandı. Schramek sınavlarından ve ilişkisinden, öğrenci milletine okulda geçirdikleri birkaç yılın anlamı gibi görünen yüzlerce şeyden söz etti. Anlatışında çok canlı bir samimiyet, biraz yüksek sesli bir keyif ve bilinçli, kibirli sayılabilecek bir deneyimlilik vardı. Bir acemiyi, bir taşralıyı etkiliyor olmaktan açıkça zevk alıyordu. Berger bütün bunları özlem dolu tarifsiz bir merakla dinledi, çünkü onu Viyana'da bekleyen yeni yaşamını müjdeler gibiydiler; Schramek'in enerjik konuşma tarzından, pipo içerken dumanı geniş mavi koniler şeklinde üflemesinden hoşlanmıştı. En küçük ayrıntıya bile dikkat etti, çünkü Schramek karşısına çıkan ilk gerçek üniversite öğrencisiydi ve hiç seçici davranmadan onu en mükemmelleri olarak değerlendirdi.
O da ona bir şeyler anlatmak isterdi, ancak memlekete dair her şey bu yenilikler yanında gözüne ansızın önemsiz göründü; lisede yaptıkları bütün o şakalar silik ve ruhsuzdu, taşraya dair yaşantılardı; o güne kadarki bütün düşünceleri ve sözleri ona ansızın çocukluğa aitmiş gibi göründü, bulunduğu yer ise erkekliğin başladığı yerdi. Schramek onun suskunluğunu fark etmeyip, aceminin hayran ve ürkekçe bakışlarından büyük mutluluk duydu. Berger, Schramek'in isteği üzerine elini, onun başındaki üç yara izinin üzerinde dikkatlice gezdirdi, kısacık kesilmiş saçlarının arasında yaralardan boydan boya keskin bir kırmızı çizgi oluşmuştu. Sonra Schramek'in düello daveti ve kesici silahlarla yaptığı düellolarla ilgili anlattıkları karşısında şaşırdı. Yakında kendinin de böylesi bir rakiple karşı karşıya gelme düşüncesi onu korkutsa da içini ısıttı ve odanın bir köşesinde duran iki kılıçtan birini bir an için eline almak üzere Schramek'ten izin istedi. Kılıcı güçlükle ancak kaldırabilmesi sonradan içini acıttı tabii: Kollarının henüz nasıl güçsüz ve bir çocuğunki kadar sıska olduğunu o zaman yeniden fark etti ve bu iriyarı, güçlü gençle arasındaki farkı ani bir kıskançlığa kapılarak algıladı. Böyle bir kılıcı havada kolayca savurmak, bıçağa ıslık çaldırmak, bütün gücüyle parad yapmak ve kılıcıyla yabancı bir yüzü paramparça etmek ona olağanüstü bir şeymiş gibi göründü. Bütün bu olağan şeyler ona amaç edinmeye değer büyük şeylermiş gibi devasa ve muazzam geldi ve bundan söz ederken takındığı ürkek hayranlık Schramek'i daha konuşkan ve samimi yaptı. Schramek bir arkadaşıyla sohbet ediyormuş gibi konuşuyor, yaşamının öğrenci ideallerini asla aşamamış, ama Berger'in tutkuyla bakakaldığı parlak renkli fotoğrafını delikanlının önüne seriyordu. Berger bunlarda yeni yaşamının müjdecisini bulmuştu.
Sonunda gece yarısına doğru birbirlerine "Görüşmek üzere," dediler. Schramek, Berger'in elini içtenlikle sıktı, omzuna vurdu ve yalnızca o yaşlara özgü birdenbire ortaya çıkan dostluk duygusuyla "sevimli bir çocuk" olduğunu söyledi, heyecanlı genç de bundan tarifsiz bir mutluluk duydu.
Berger bütün bu izlenimlerden sarhoş olmuş halde odasına döndü; yağmur hâlâ pencereye vuruyor ve her köşeden soğuk fışkırıyor olsa da burası ona artık önceki kadar ıssız ve kasvetli görünmedi. Yüreği bu ışıltılı yabancı şeylerle dolup taşıyor, ilk günden bir arkadaş bulmuş olmaktan tarifsiz bir mutluluk duyuyordu. Gelgelelim çok geçmeden bu duyguya bir hüzün karıştı usulca, iki ayağıyla sımsıkı yere basan bu insanın yanında ne kadar zayıf, ne kadar çocuksu ve okullu oğlan çocuğu gibi durduğunu hissetti. Arkadaşlarının arasında her zaman en çelimsizi, en nazlısı, en hastalıklısı olmuş, oyunlarda ve afacanlıkta daima onların gerisinde kalmıştı, ama bundan dolayı ancak bugün acı duyuyordu. Acaba günün birinde şu Schramek gibi güçlü ve özgür biri olabilir miydi? Onun gibi kıvrak ve enerjik konuşabilmek, kas yapmak, yaşamı rastgele yaşamak yerine ona sımsıkı sarılmak için delice bir özlem duydu. Acaba bir gün onun gibi olabilir miydi? Aynadaki ürkek, ince ve sakalsız çocuk yüzüne kuşkuyla baktı ve tek bir kasın bile şişmemiş olduğu bu ince koluyla kılıcı neredeyse kaldıramadığı yeniden aklına geldi. Sırf içerisi karanlık ve soğuk olduğu, çevresinde kimse bulunmadığı için iki saat önce çocuk gibi ağlamanın eşiğine geldiğini anımsadı. İçini usulca korku sardı: Güç, cesaret ve taşkınlık gerektiren bu yabancı kentte, bu yeni yaşamda bu zayıf, bu çocuksu haliyle ne yapacaktı? Hayır -güçlükle kendini topladı- tam değerini bulana kadar, arkadaşı gibi güçlü kuvvetli olana kadar mücadele edecekti; bildiği ne varsa öğrenecekti ondan, elini kolunu sallayarak yürümeyi, gür ve enerjik sesle konuşmayı öğrenecekti, kaslarını güçlendirecek, onun gibi bir erkek olacaktı. Hüzünle sevinç, umutla umutsuzluk hızla birbirine karıştı, hayalleri gitgide daha karmaşıklaştı. Lambadan duman çıkınca saatin geç olduğunu gördü ve aceleyle yattı. Göz açtırmayan sonbahar yağmuru dışarıda gümbürdemeye hâlâ devam ediyordu.
Bertold Berger'in Viyana'daki ilk günü böyle geçmişti.
Sonraki günlerde de değişen bir şey olmadı: Hüzünle sevinç, umutla düş kırıklığı sürekli iç içeydi; belirsiz bir duygu, ama daima yabancı olmak ve alışamamak... Delikanlının bağımsızlıktan, üniversite öğrenciliği döneminden, Viyana'dan beklediği o büyük, umulmadık, yeni şey bir türlü gerçekleşmiyordu. Bazı güzel şeyler vardı tabii: Hafif sonbahar ışıltısında Schönbrunn, Gloriette'ye çıkan ve o tepeden mükemmel parkların ve imparatorluk sarayının en heyecan verici manzarasını gözler önüne seren altın sarısına bürünmüş bulvarlar. Ya da sahneledikleri oyunlarıyla ve onca güzel insanı büyüleyici bir biçimde bir araya getirmesiyle tiyatrolar; gösteriler ve festivaller sırasında sergilenen zarafet; bazen onca güzel ve ilginç yüzü insanın gözünün önünden geçiren, binlerce vaatle ve çekicilikle ışıldayan caddeler... Ancak delikanlı bunların hepsini yalnızca görüyor, içlerine giremiyordu; bu, açılmış bir kitabı hırsla okumaya benziyordu, ama doğrudan bir sohbetin, bir olayın içinde yer alamıyordu.
Bu yeni dünyanın içine nüfuz etmeyi yalnızca bir kez, hemen ilk günlerde denedi. Viyana'da akrabaları vardı, nezih insanlardı, Berger ziyaretlerine gitti, onlar da onu sofralarına davet ettiler. Ona çok güler yüzlü davrandılar, hemen hemen aynı yaşlardaki kuzenleri de çok nazikti; gelgelelim delikanlı onların bu davetle yalnızca bir görevlerini yerine getirdiklerini fazlasıyla hissetti, belli etmemeye çalıştıkları acıyan bir gülümsemeyle bakışlarının takım elbisesine çevrildiğini duyumsadı, taşra usulü şıklığından ve kuzenlerinin özgüvenli duruşlarıyla kıyaslandığında mutlaka hazin olan ürkekliğinden utandı ve onlarla vedalaşırken rahat bir soluk aldı. Ve oraya bir daha hiç gitmedi.
Böylece her şey onu döndürüp ilk akşam kurduğu ve kendini neredeyse çocuksu bir tutkuyla kaptırdığı dostluğa doğru itti. Kendini bu güçlü ve sağlıklı insana bütünüyle açtı, o da onun aşırı coşkulu sevgisini kabul edip, vurdumduymaz insanların her zaman hazırda bekleyen candanlığıyla karşılık verdi yalnızca. Schramek hemen birkaç gün sonra duyunca sevinçten yüzü kızaran Berger'e birbirlerine "sen" diye hitap etmelerini önerdi, ama delikanlının arkadaşının üstünlüğüne karşı duyduğu saygı öylesine olağanüstüydü ki, yeni hitap şekline uzun bir süre beceriksizce ve ürkekçe yaklaştı. Birlikte bir yere gittiklerinde Schramek'e çoğu zaman gizlice yandan bakıyordu; onun muazzam bir özgüvenle nasıl yürüdüğünü ve her güzel kıza nasıl rahatça sokulabildiğini öğrenmek istiyordu. Onun tatsız yönlerini bile beğeniyordu: Yolun ortasında bir sopayı eskrim yapar gibi savurmasını, giysilerine sinmiş olan kötü tütün kokusunu, birahanelerde meydan okurcasına bağıra çağıra konuşmasını ve genelde aptalca olan şakalarını seviyordu. Schramek'in kızlarla, rakipleriyle ve maçlarla ilgili anlattığı en önemsiz hikâyelerini bile saatlerce dinleyebiliyordu; onu ilgilendirmeyen bütün bu konular bile farkında olmadan gözünde önem kazanmıştı; bunlar onu heyecanlandırıyordu, çünkü ona gerçek ve asıl yaşam gibi görünüyorlardı ve benzeri şeyler yaşayabilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Schramek'in onu bir gün böyle bir maceranın içine sürükleyeceğini içten içe umuyordu, gelgelelim Schramek'in onu önemli konularda devre dışı bırakmak gibi garip bir tarzı vardı. Anlaşılan bu çocuksu ve sakalsız yüzü yeterince etkili bulmuyordu, çünkü arkadaşlarına giderken onu yanında götürdüğü ender oluyordu, genelde yalnızca bir kafede ya da evde buluşuyorlardı. Ve bu her seferinde Berger'in girişimiyle gerçekleşiyordu.
Berger bu durumu kısa bir süre sonra fark etmişti ve bu yüzden gizliden gizliye dertleniyordu. Onun arkadaşlığında, çok genç insanların arasında kurulan bütün arkadaşlıklarda olduğu üzere sevgiye dair bir şeyler vardı: Çılgınca bir tutku ve de sessiz bir kıskançlık. Schramek'in, yeni tanıştığı alabildiğine aklı kıt ve önemsiz insanlara ona davrandığı gibi candan, hatta çoğu zaman daha bıçkın yaklaştığını fark ettiğinde içini tabii söze dökmeye cesaret edemediği bir öfke sarıyordu. İşte o zaman, kendini ona ne kadar adarsa adasın, birbirlerini tanıdıkları birkaç haftadan beri Schramek'in ona ilk akşamkinden tek bir adım bile daha yakın olmadığını hissediyordu. O, Schramek'in meselelerine coşkulu bir ilgi gösterirken, onunkilerin Schramek'in umurunda bile olmamasına, ona içten bir selamdan fazlasını çok görmesine, ardından hemen kendi konularını anlatmasına ve Berger biraz kendininkilerden söz edecek olsa onu pek dinlememesine sinirleniyordu.
Ve en acısı: Schramek'in onu ciddiye almadığını Berger her sözcükten anlıyordu. Ona seslenme şekli bile yeterdi! Schramek ona başlarda Bertold demiş, sonra "Çocuk" diye seslenmeye başlamıştı. Bu kulağa sevimli ve içten gelse de sürekli canını acıtıyordu. Çünkü içinde yıllardır kabuk bağlamadan kanayan bir yarasına, daima çocuk yerine konmuş olmasına dokunuyordu. İçine yıllardır ukde olmuştu bu, okulda kız gibiydi, herkese çok narinmiş gibi görünürdü, çok da ürkekti; şimdi de adam olması gerekirken çocuğa benziyordu, pısırık davranışları, heyecanı yüzünden alınganlıkları vardı. Üniversite öğrencisi olduğuna kimse inanmak istemiyordu. Evet, on sekiz yaşını tam doldurmamıştı, ama çocuksu bir havası olduğuna göre çok daha küçük gösteriyor olmalıydı. Schramek'in, sırf dış görünüşü nedeniyle arkadaşlarının yanında ondan utandığı kuşkusu kafasında gitgide yer ediyordu.
Bir akşam bundan iyice emin oldu. Kentte uzun süre dolanıp durmuş, insanlarla dolup taşan caddelerde yine yapayalnızlığının acısını duymuştu. Bu duygular içinde biraz hoşbeş etmek için Schramek'in odasına girdi. Schramek onu oturduğu kanepeden kalkmadan içtenlikle karşıladı.
Masanın üzerinde öğrenci birliği kasketi duruyordu, kıpkırmızıydı, Berger'in gözünü alıyordu.
Schramek'in grubuna girebilmek Berger'in en çok istediği şey, en gizli arzusuydu; orada acıyla eksikliğini hissettiği her şeye sahip olurdu, tanıdığı insanlarla birlikte olurdu, bir yuvada olurdu, arzuladığı gibi güçlü, erkeksi, adam gibi adam olurdu. Schramek'in teklifini haftalardır bekliyordu, defalarca gizli ve dikkatli ama duymazlıktan gelinen imalarda bulunmuştu. Şimdi bu kasket gözünü alıyordu; canlı bir alev gibi masanın üzerinde titriyordu adeta, parıldıyor ve hararetle yanıyor, Berger'in aklını başından alıyordu. Bu konuyu açmak zorundaydı artık.
"Yarın meyhaneye gidecek misin?"
"Elbette," dedi Schramek, hemen canlanarak. "Müthiş eğleneceğiz. Aramıza üç yeni tilki katılacak, gerçekten çakı gibi harika herifler. İkinci başkan olarak orada bulunmak zorundayım. Müthiş olacak. Beni perşembe günü saat ikiden önce uyandırma, eve ancak sabah dönebiliriz çünkü. "
"Ben de müthiş eğlenceli olacağını düşünüyorum," dedi Berger. Bekledi. Schramek sesini çıkarmadı. Konuşmaya devam etmenin ne yararı vardı. Ama masanın üzerindeki kasket cezbediyordu onu, kıpkırmızıydı, ateş kırmızısıydı... Kan gibi parıldıyordu.
"Şey... diyorum ki, acaba beni de oraya sokamaz mısın? Yani yanında götüremez misin?.. Biliyor musun, orayı bir kez görmeyi çok isterim."
"Aa evet, gel bir gün. Yarın olmaz elbette. Bir gün gel bak, ama misafir olarak tabii. Gerçi beğenmeyeceksin Çocuk, çünkü vahşi bir yerdir, ama madem istiyorsun..."
Berger boğazının tıkanmaya başladığını hissetti. Şu kasketi, şu cezbedici düşü, ansızın sisler arasından görür gibi oldu. Gözyaşı mıydı bunlar? Ağzından çılgınca ve yutkunarak çıkıverdi:
"Neden beğenmeyeyim ki? Sen beni ne sanıyorsun? Çocuk muyum ben?"
Sesinde ve vurgusunda bir şey olmalıydı, çünkü Schramek yerinden fırladı. Bu kez gerçekten çok içten bir tavırla Berger'e yaklaşıp omzuna vurdu.
"Hayır ama, gücenme şimdi Çocuk, öyle demek istemedim. Ama seni tanıyorsam eğer, böyle şeyler pek sana göre değil. Sen bu ortamlar için fazla kibar, edepli ve terbiyelisin. Orası paldır küldür olmayı, sırf içki içişinden bile olsa ötekilerin hürmet ettiği bir herif olmayı gerektiriyor. Şu sıralar okulun konferans salonunda sürekli yaşandığı gibi kendini bir içki aleminde ya da bir dalaşın ortasında düşünebiliyor musun? Hayır, değil mi? Bu bir facia değil, ama bu ortamlara uymuyorsun işte."
Hayır, uymuyordu, Schramek'in bu konuda haklı olduğunu hissediyordu. Peki nereye uyardı? Yaşam ne yapacaktı onu? Kestiremiyordu, açık konuştuğu için Schramek'e kızmalı mı, yoksa minnet mi duymalıydı? Schramek bir dakika sonra konuyu unutmuş, gevezeliğe yine devam ediyordu, ama herkesin onu hor gördüğü düşüncesi ötekinin içini kemirdikçe kemiriyordu. Masanın üzerindeki kırmızı kasket, ona adeta gözlerini dikmiş haince bakıyordu. O akşam orada fazla kalmayıp odasına döndü, oturup ellerini masaya yasladı, saat gece yarısını epeyce geçene kadar hiç kıpırdamadan gözlerini lambaya dikti.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro