Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 9: Balo

Gi­ye­cek­le­rin o sü­sü, be­ze­ği, ışık­la­rın par­lak­lı­ğı, gü­zel ko­ku­lar; o gü­zel kol­lar, pü­rüz­süz omuz­lar; de­met de­met çi­çek­ler, Ros­si­ni'nin ru­hu gök­le­re çı­ka­ran ha­va­la­rı; Ci­ce­ri'nin tab­lo­la­rı! Ben ken­dim­den geç­tim.

Vo­ya­get d'Uz­tri

Mar­qui­se de La Mo­le, kı­zı­na:

– Öf­ke­li gi­bi du­ru­yor­su­nuz, ha­be­ri­niz ol­sun, bir ba­lo­da böy­le şey­le­re iyi göz­le ba­kıl­maz, ka­ba­lık sa­yı­lır.

Mat­hil­de kü­çüm­ser gi­bi bir ta­vır­la:

– Öf­ke­li de­ği­lim, ba­şım ağ­rı­yor, bu­ra­sı da çok sı­cak.

İş­te tam o sı­ra­da, Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün sö­zü­nün ne ka­dar doğ­ru ol­du­ğu­nu is­pat et­mek is­ter gi­bi, yaş­lı Ba­ron de Tolly ba­yı­lıp ye­re yu­var­lan­dı; kal­dı­rıp çı­kar­ma­ğa mec­bur kal­dı­lar, yaş­lı ada­mın kal­bi­nin dur­du­ğu söy­len­di; bu, pek acık­lı bir hâ­di­se ol­du.

Mat­hil­de, bu işe hiç il­gi gös­ter­me­di.Yaş­lı­la­ra, hü­zün­lü şey­ler söy­ler di­ye adı çık­mış kim­se­le­re bak­ma­ma­ğı ken­di­ne âdet edin­miş­ti. Ba­ron'un kal­bi dur­du­ğu sö­zün­den kur­tul­mak için dan­set­ti; dü­şü­ver­me­si kalp dur­ma­sın­dan de­ğil­miş ki ba­ron iki gün son­ra ge­ne or­ta­ya çık­tı.

Mat­hil­de, bu dan­sı da bi­ti­rin­ce, M. So­rel hâ­lâ gel­mi­yor, de­di. Onu göz­le­riy­le âde­ta arı­yor­du; baş­ka bir sa­lon­da ol­du­ğu­nu gör­dü. Şa­şı­la­cak şey, Ju­li­en'in o tabii olan al­dı­rış­sız­lık, he­ye­can­sız­lık ha­li, o İn­gi­liz ben­ze­me­si geç­miş gi­biy­di.

Mat­hil­de için­den:

Co­nı­te Al­ta­mi­ra, bi­zim idam mah­kû­mu ile ko­nu­şu­yor. Gö­zün­de ko­yu bir ateş var; san­ki ken­di­ni ta­nıt­mak is­te­me­yen bir kral oğ­lu ha­li; ba­kış­la­rın­da­ki gu­rur da bir kat da­ha art­mış.

Ju­li­en, Al­ta­mi­ra ile ko­nu­şa ko­nu­şa, Mat­hil­de'in dur­du­ğu ye­re doğ­ru yü­rü­yor­du. Mat­hil­de ise, göz­le­ri­ni ayır­ma­dan ona ba­kı­yor, onun yü­zü­nü –bir ada­mı ölüm ce­za­sı­na çar­pıl­mak şe­re­fi­ne er­di­ren yü­ce me­zi­yet­le­ri arar gi­bi– sü­zü­yor­du.

Ju­li­en, Mat­hil­de'in ya­nın­dan ge­çer­ken Com­te Al­ta­mi­ra'ya:

– Evet, Dan­ton adam gi­bi adam­dı.

Mat­hil­de için­den: Aca­ba o da bir Dan­ton mu? Onun ne ki­bar bir yü­zü var! Dan­ton'un su­ra­tı ise kor­kunç de­ne­cek de­re­ce­de çir­kin. Ya­nıl­mı­yor­sam Dan­ton ka­sap­lık­tan ye­tiş­miş... Ju­li­en da­ha pek uzak­laş­ma­mış­tı. Mat­hil­de onu ça­ğır­mak­tan çe­kin­me­di.

– Dan­ton bir ka­sap­tı, de­ğil mi?

Bir kı­zın böy­le bir şey sor­ma­sı­nı ina­nıl­maz bir cü­ret sa­yı­yor, bun­dan gu­rur du­yu­yor­du. Al­ta­mi­ra ile ko­nu­şur­ken göz­le­rin­de par­la­yan alev hâ­lâ sön­me­miş olan Ju­li­en, kar­şı­sın­da­ki­ni ha­fif­se­di­ği­ni pek de giz­le­me­den:

– Evet, ba­zı kim­se­le­rin gö­zün­de öy­le­dir –asil­za­de­le­rin al­nı­nın ka­ra­ya­zı­sı– Mery­sur­Sei­ne de avu­kat­lık yap­tı.

Son­ra şir­ret bir ta­vır­la ko­nuş­tu:

– Ya­ni, se­nin an­la­ya­ca­ğın, Ma­de­mo­isel­le, o da, bu­ra­da gör­dü­ğüm se­na­tör­le­rin ço­ğu gi­bi baş­la­mış. Dan­ton'un, gü­zel­ler gö­zün­de pek bü­yük olan bir ku­su­ru da­ha var­mış: Ga­yet çir­kin­miş.

Ju­li­en, bu son söz­le­ri ça­buk ça­buk, hiç de ter­bi­ye­li­ce de­ne­me­ye­cek ga­rip bir ta­vır­la söy­le­miş­ti. Bir an bek­le­di, ba­şıy­la göğ­sü­nü, gu­rur­lu bir eday­la ha­fif­çe eğ­miş­ti. San­ki şöy­le bir şey der gi­biy­di: Be­nim al­dı­ğım pa­ra, si­zin sor­duk­la­rı­nı­za ce­vap ve­re­yim di­ye­dir; ben de ay­lı­ğım­la ge­çi­nir bir ada­mım. Göz­le­ri­ni kal­dı­rıp Mat­hil­de'e bak­ma­ğa te­nez­zül et­mi­yor­du. Mat­hil­de ise gü­zel göz­le­ri­ni her za­man­kin­den faz­la açıp Ju­li­en'e dik­miş, onun tut­sa­ğıy­mış gi­bi du­ru­yor­du. Ses­siz­lik uza­yıp git­ti­ğin­den Ju­li­en göz­le­ri­ni kal­dır­dı. Kı­za, buy­ruk bek­le­yen bir uşak efen­di­si­ne na­sıl ba­kar­sa öy­le bak­tı. Göz­le­ri Mat­hil­de'nin, ga­rip bir ba­kış­la hâ­lâ ken­di­ne di­ki­lip kal­mış göz­le­riy­le kar­şı­laş­tı ama yi­ne de he­men çe­kil­mek is­te­di­ği­ni pek bel­li ede­rek uzak­la­şıp git­ti.

Dal­dı­ğı rü­ya­dan Mat­hil­de so­nun­da sil­ki­nip: Ken­di­si ger­çek­ten o ka­dar gü­zel ol­sun da ge­ne kal­kıp çir­kin­li­ği öv­sün! Sö­zü ken­di­ne çe­vir­mek he­ve­si­ne hiç düş­mü­yor! Bir Cay­lus, bir Cro­ise­no­is gi­bi de­ğil. Bu So­rel'de, ba­ba­mın ba­lo­da Na­pol­yon'u tak­lit et­ti­ği za­man ta­kın­dı­ğı tav­rı an­dı­ran bir hal var. Dan­ton'u büs­bü­tün ak­lın­dan çı­kar­mış­tı. Doğ­ru­su bu ak­şam içim pek sı­kı­lı­yor. Kar­de­şi­ni ya­ka­la­yıp ko­lu­na gir­di, onu ba­lo­da bir do­laş­ma­ğa sü­rük­le­di, bu da Nor­bert'in pek işi­ne gel­me­di. Son­ra Mat­hil­de, Ju­li­en'in ölüm ce­za­sı mah­kû­mu ile ne­ler ko­nuş­tu­ğu­nu din­le­mek is­te­di.

Ka­la­ba­lık ger­çek­ten faz­la idi. Ama Mat­hil­de ge­ne on­la­rın ya­nı­na va­ra­bil­di; Al­ta­mi­ra, iki adım öte­de, bir tep­si­ye eli­ni uzat­mış bir bar­dak don­dur­ma alı­yor­du. Göv­de­si ya­rı dö­nük, Ju­li­en'e bir şey­ler an­la­tır­ken ko­lu­nun ya­nın­da, don­dur­ma al­mak için uzan­mış, sır­ma­lı bir kol gör­dü. O sır­ma iş­le­me dik­ka­ti­ni uyan­dır­mış­tı; o ko­lun ki­min ol­du­ğu­nu an­la­mak için ta­ma­mıy­la dön­dü. O asil, o saf ba­kış­lı göz­ler­de he­men bir ha­fif­se­me, bir ha­ka­ret eda­sı be­lir­di. Ol­duk­ça ya­vaş bir ses­le Ju­li­en'e:

– Şu ada­mı gö­rü­yor mu­su­nuz? de­di; *** el­çi­si Prens d'Ara­ce­li. Bu sa­bah si­zin dış iş­le­ri ba­ka­nı M. de Ner­val'le gö­rü­şüp be­nim Fran­sa'dan çı­ka­rıl­ma­mı is­te­miş, iş­te ba­kın şu­ra­da wisth oy­nu­yor. M. de Ner­val, be­nim tes­lim edil­me­me ger­çek­ten ta­raf­tar, çün­kü 1816 ih­ti­lâ­lin­de bi­zim mem­le­ket­ten de iki üç ki­şi var­dı. Be­ni kra­lı­ma tes­lim eder­ler­se, yir­mi dört sa­at geç­mez, ası­lı­rım. Be­ni ya­ka pa­ça ede­cek olan da şu bı­yık­lı ci­ci bay­lar­dan bi­ri.

Ju­li­en yük­sek­çe bir ses­le ba­ğır­dı:

– Al­çak­lar!

Mat­hil­de, on­la­rın ko­nuş­tuk­la­rı­nın bir he­ce­si­ni bi­le ka­çır­mı­yor­du. İç sı­kın­tı­sın­dan eser kal­ma­mış­tı. Com­te­Al­ta­mi­ra.

– O ka­dar al­çak de­ğil­ler. Si­ze ken­di sö­zü­mü et­mem mak­sa­dı­mı, ha­ya­li­niz­de ko­lay­ca yer ede­cek bir mi­sal­le an­lat­mak için­di. He­le Prens d'Ara­ce­li'ye bir ba­kın; her beş da­ki­ka­da bir göz­le­ri Toi­son d'or ni­şa­nın­da; göğ­sü­ne o oy un­ca­ğı ta­ka­bil­miş di­ye key­fin­den ge­çil­mi­yor, işin doğ­ru­su­nu arar­sa­nız o za­val­lı, dün­ya­ya ge­le­ce­ği za­ma­nı şa­şır­mış bir adam­dır. Bun­dan yüz yıl ön­ce Toi­son d'or ni­şa­nı ala­bil­mek, ger­çek­ten bü­yük bir şe­ref­ti fakat o za­man da Prens d'Ara­ce­li gi­bi adam­la­rın ba­şı­nın ta üze­rin­den ge­çer­di. Bu­gün, ki­bar­lar ara­sın­dan o ni­şa­na se­vi­ne­cek, bu Ara­ce­li gi­bi­ler­dir. Ara­ce­li, bu ni­şa­nı ala­bil­mek için, bü­tün bir şe­hir hal­kı­nı as­tır­mak­tan çe­kin­mez­di.

Ju­li­en ha­le­can­la sor­du:

– Öy­le bir şey ya­pa­rak mı al­dı?

Al­ta­mi­ra is­ti­fi­ni hiç boz­ma­dan ce­vap ver­di:

– Tam öy­le de­ğil; mem­le­ke­tin­de hür­ri­yet­çi di­ye ta­nın­mış otuz ki­şi­yi ır­ma­ğa at­tır­dıy­sa, iş­te o ka­dar.

Ju­li­en ge­ne:

– Ca­na­var!

En ateş­li bir il­gi ile ba­şı­nı eğen Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le, o ka­dar ya­kın­laş­mış­tı ki gü­zel saç­la­rı he­men he­men Ju­li­en'in om­zu­na de­ği­yor­du.

Al­ta­mi­ra:

– Siz çok genç­si­niz, de­di. Be­nim Pro­ven­ce'ta ev­li bir kız kar­de­şim ol­du­ğu­nu söy­le­miş­tim; he­nüz gü­zel, te­miz yü­rek­li, ha­lim se­lim bir ka­dın­ca­ğız­dır; bü­tün gö­rev­le­ri­ne sa­dık, çok iyi bir ai­le ana­sı­dır; di­ni­ni bi­lir ama ka­ba so­fu­lu­ğu da yok­tur.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le: Kız kar­de­şi­nin sö­zü­nü de ni­çin aç­tı? di­ye dü­şü­nü­yor­du.

Com­te Al­ta­mi­ra de­vam et­ti:

– Kız kar­de­şim bah­ti­yar­dır; 1815'te de bah­ti­yar­dı. O za­man­lar ben onun An­ti­bes'de­ki köş­kün­de giz­len­miş­tim; Ma­re­şal Ney'in kur­şu­na di­zil­di­ği­ni du­yun­ca se­vin­cin­den kal­kıp oy­na­dı.

Vu­rul­mu­şa dö­nen Ju­li­en:

– Ne di­yor­su­nuz!

Al­ta­mi­ra:

– Ne ya­par­sın iş­te par­ti zih­ni­ye­ti!. Bu XIX. yüz­yıl­da ha­ki­kî ih­ti­ras de­nen şey kal­ma­dı: Fran­sa'da in­san­la­rın bu ka­dar iç sı­kın­tı­sı çek­me­si hep bun­dan. En bü­yük zu­lüm­ler iş­le­ni­yor ama bu iş­le­ri gö­ren­ler, iç­le­rin­de zul­met­mek ih­ti­ya­cı­nı duy­mu­yor.

Ju­li­en:

– O da­ha kö­tü ya! İn­san bir ki­şi­ye, bir­kaç ki­şi­ye kıy­ma­ğa kalk­tı mı, ba­ri bun­dan zevk duy­ma­lı; ca­na kıy­ma­nın bir iyi ta­ra­fı, hak­lı gös­te­re­cek ta­ra­fı, ol­sa ol­sa bu ola­bi­lir an­cak.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le, hay­si­ye­ti­ni gö­zet­me­ği unut­muş, Al­ta­mi­ra ile Ju­li­en'in he­men he­men tam ara­sı­na gir­miş­ti. Kar­de­şi­nin ko­lu­nu bı­rak­ma­mış­tı; onun de­di­ği­ne uy­ma­ğa alı­şık olan Nor­bert, sa­lo­nun baş­ka bir ye­ri­ne ba­kı­yor, ora­da öy­le dur­ma­sı­na ba­ha­ne ol­sun di­ye, ka­la­ba­lık­tan ge­çe­mi­yor­muş gi­bi bir hal ta­kı­nı­yor­du.

Al­ta­mi­ra:

– Doğ­ru söy­lü­yor­su­nuz, bu­gün her iş, ca­na kıy­ma işi bi­le, zevk duy­ma­dan gö­rü­lü­yor, he­men de ha­tır­dan çı­kı­yor. Ben si­ze bu ba­lo­da, adam öl­dür­dük­le­ri için ya­rın ce­hen­nem­de ya­na­cak bel­ki on ki­şi gös­te­re­bi­li­rim. Adam öl­dür­dük­le­ri­ni ken­di­le­ri de unut­muş­tur, halk da.

Ço­ğu, kö­pek­le­ri­nin ba­ca­ğı kı­rıl­sa, iç­le­ri ya­nıp göz ya­şı dö­ker, ölüp de Pe­re­Lac­hai­se me­zar­lı­ğı­na gö­tü­rül­dü­ler mi, Pa­ris­li­le­rin kul­lan­dı­ğı o hoş de­yim­le ha­ni me­zar­la­rı­na çi­çek atı­lır­ken, bi­ri çı­kar on­lar­da kah­ra­man che­va­li­er'le­rin bü­tün me­zi­yet­le­ri bu­lun­du­ğu­nu söy­ler, ağa­ba­ba­la­rı­nın ağa­ba­ba­sı IV. Hen­ri za­ma­nın­da ne yü­ce iş­ler gör­müş, onu an­la­tır. Prin­ce d'Ara­ce­li'nin gay­re­ti, him­me­ti bo­şa çı­kar da ben asıl­mak­tan kur­tu­lur, Pa­ris'te pa­ra­mın zev­ki­ni çı­ka­ra­bi­lir­sem si­zi, say­gı gö­ren, hiç­bir vic­dan aza­bı da duy­ma­yan se­kiz on kan­lı ka­til­le bir­lik­te ye­me­ğe ça­ğı­ra­ca­ğım.

O ak­şam sof­ra­da kan dök­me­miş bir siz bu­lu­na­cak­sı­nız, bir de ben; ama ben kan dö­kü­cü, ja­co­bin bir ca­na­var di­ye ha­fif­se­ne­cek, he­men he­men kin gö­re­ce­ğim; siz de ki­bar­lar ara­sı­na ya­naş­ma ola­rak gir­miş bir halk ço­cu­ğu di­ye adam ye­ri­ne kon­ma­ya­cak­sı­nız. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le:

– Çok doğ­ru söy­lü­yor­su­nuz.

Al­ta­mi­ra ona hay­ret­le bak­tı; Ju­li­en ise bak­ma­ya te­nez­zül bi­le et­me­di.

Com­te Al­ta­mi­ra de­vam et­ti:

– Özel­lik­le şu­na da dik­kat edin: Ba­şı­na geç­ti­ğim ih­ti­lâ­li ba­şa­ra­ma­mış ol­ma­mı­zın bi­ri­cik se­be­bi be­nim iki üç ka­fa­yı uçur­ma­ğa, anah­ta­rı elim­de olan bir ka­sa­da­ki ye­di se­kiz mil­yo­nu bi­ze uyan­la­ra da­ğıt­ma­ğa ra­zı ol­ma­yı­şım­dır. Bu­gün be­ni as­tır­mak için içi gi­den, ih­ti­lâl­den ön­ce ise be­nim­le sen­li ben­li ko­nu­şan kra­lım, o üç kel­le­yi kes­ti­rip ka­sa­lar­da­ki pa­ra­yı da­ğıt­tır­say­dım ba­na ni­şa­nı­nın bi­rin­ci rüt­be­si­ni ve­rir­di; çün­kü o işi gö­ze al­say­dım ih­ti­lâ­li hiç ol­maz­sa ya­rı ba­şar­mış olur­duk, mem­le­ket­te de meş­ru­ti­yet ku­ru­lur­du... Dün­ya­nın işi böy­le­dir, san­ki bir sat­ranç oyu­nu...

Ju­li­en göz­le­ri par­la­ya­rak:

– Siz o za­man oyu­nu bil­mi­yor­muş­su­nuz; şim­di ise...

Al­ta­mi­ra dert­li dert­li ce­vap ver­di:

– Şim­di ise o kel­le­le­ri kes­ti­rir de ge­çen gün ima et­ti­ği­niz gi­bi bir gi­ron­din ol­mam de­mek is­ti­yor­su­nuz, de­ğil mi?.. He­le siz dü­el­lo­da bir adam öl­dü­rün de on­dan son­ra ko­nu­şu­ruz; dü­el­lo edip öl­dür­mek, cel­lâ­da öl­dürt­mek ka­dar çir­kin de­ğil­dir de. Ju­li­en:

– Val­la­hi, bir işi so­nu­na er­dir­mek is­te­yen, bu­nun şart­la­rı­na da kat­la­nır; ben bir zer­re ola­ca­ğı­ma kud­ret sa­hi­bi bir in­san ol­say­dım, dört ki­şi­nin ha­ya­tı­nı kur­tar­mak için üç ki­şi­yi as­tır­mak­tan çe­kin­mez­dim.

Göz­le­rin­de şu­u­run ver­di­ği, el âle­min ne di­ye­ce­ği­ne al­dı­rış et­me­mek­ten ile­ri ge­len ate­şin pı­rıl­tı­la­rı var­dı; ta ya­nı ba­şın­da du­ran Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün göz­le­ri­ni gör­dü, bu­nun üze­ri­ne o kü­çüm­se­me ha­li de­ği­şip bir ne­za­ket, ter­bi­ye tav­rı ol­mak şöy­le dur­sun, san­ki bir kat da­ha art­tı.

Bu­na Ma­hil­de pek bo­zul­du ama ar­tık Ju­li­en'i dü­şün­me­mek de elin­den gel­me­di; kar­de­şi­ni çe­ke­rek, öf­ke­li öf­ke­li uzak­laş­tı. Ben punç içip dur­ma­dan dan­sa kalk­ma­lı­yım, di­ye dü­şü­nü­yor­du; ad­la­rı, gi­yim­le­ri en ile­ri er­kek­ler­le dans edip ne olur­sa ol­sun her­ke­si ken­di­me bak­tı­ra­ca­ğım. Hah! Com­te de Fer­va­qu­es küs­ta­hı tam za­ma­nın­da gel­di. Onun da­ve­ti­ni ka­bul et­ti; dan­sa baş­la­dı­lar. Mat­hil­de için­den: Ba­ka­lım han­gi­miz da­ha çok küs­tah­lık ede­bi­li­yor? de­di ama onu söy­let­me­li, yok­sa alay tam ol­maz. Ara­sı çok geç­me­di, öbür dans eden­ler, oyun­la­rı­nı büs­bü­tün bı­rak­ma­mak­la be­ra­ber, ken­di­le­ri­ni ile­ri sür­mek­ten de vaz­geç­ti­ler. Kim­se, Mat­hil­de'in alay­cı nük­te­le­rin­den bi­ri­ni bi­le ka­çır­mak is­te­mi­yor­du. M. de Fer­va­qu­es şa­şı­rı­yor, ak­lı­na fi­kir de­ğil, an­cak süs­lü söz­ler ge­le­bil­di­ği için yü­zü­nü ek­şi­tip du­ru­yor­du. Si­nir­li olan Mat­hil­de kı­ya­sı­ya ezi­yet­ten çe­kin­me­di, ada­mı ken­di­ne düş­man et­ti. Sa­ba­ha de­ğin dans et­ti; çe­ki­lip git­ti­ği za­man fe­na hal­de yor­gun­du. Ka­lan bir par­ça kuv­ve­ti­ni de ken­di­si­ne hü­zün, gam ve­re­cek dü­şün­ce­le­re sarf edi­yor­du. Ju­li­en'den kü­çüm­se­me gör­müş­tü ama ken­di­si onu kü­çüm­se­mi­yor­du.

Ju­li­en, mut­lu­lu­ğun son ker­te­si­ne var­mış­tı. Mü­zik, çi­çek­ler, gü­zel ka­dın­lar, her yer­de gör­dü­ğü za­ra­fet onu âde­ta sar­hoş et­miş, he­le ken­di için yü­ce şe­ref­ler, her­kes için hür­ri­yet hül­ya­la­rı kur­mak büs­bü­tün coş­tur­muş­tu. Com­te'a:

– Ne gü­zel ba­lo! Hiç­bir ek­si­ği yok.

Al­ta­mi­ra:

– Var, var; dü­şün­ce ek­sik!

Al­ta­mi­ra'nın yü­zün­de, ter­bi­ye ge­re­ği giz­le­nil­di­ği için da­ha ya­ra­la­yı­cı olan bir kü­çüm­se­me gö­rü­lü­yor­du.

– Bu­ra­da­sı­nız ya! Mon­sie­ur le Com­te. Dü­şün­ce yi­ne de ih­ti­lâl­ci de­ğil mi?

– Ben bu­ra­ya adım Com­te Al­ta­mi­ra ol­du­ğu için çağ­rıl­dım. Yok­sa sa­lon­la­rı­nız­da dü­şün­ce­ye kar­şı kin bes­le­nir. Dü­şün­ce de­ni­len şey, bir vod­vil şar­kı­sın­da bir nük­te ol­mak­la ka­lır­sa, eh, ses çı­ka­rıl­ma­dı­ğı gi­bi mü­kâ­fat da gö­rür. Dü­şü­nen ada­mın söz­le­rin­de kuv­vet, ye­ni­lik bu­lu­nur­sa siz ona ha­yâ­sı­zın bi­ri der çı­kar­sı­nız. Hâ­kim­le­ri­niz­den bi­ri Co­uri­er için öy­le de­me­di mi? Co­uri­er'yi de, Be­ran­ger'yi de hap­se at­tı­nız. Mem­le­ke­ti­niz­de ka­fa­sı ça­lı­şan kim var­sa ra­hip­ler ku­ru­lu ce­za mah­ke­me­si­ne gön­de­ri­yor; ki­bar, efen­di­den de­nen kim­se­ler de bu­na al­kış tu­tu­yor. Çün­kü si­zin köh­ne­miş ce­mi­ye­ti­niz, her şey­den çok ter­bi­ye, ne­za­ket ge­rek­le­ri­ni önem­ser... Siz hiç­bir va­kit as­ker yi­ğit­li­ğin­den öte­ye gi­de­mez­si­niz; Mu­rat gi­bi adam­lar ye­tiş­ti­rir­si­niz, lâ­kin siz­den bir Was­hing­ton çık­maz. Fran­sa'da ken­di­ni be­ğen­mek­ten, boş ye­re kol­tuk ka­bart­mak­tan baş­ka bir şey gör­mü­yo­rum. Söz söy­ler­ken ica­da kal­kı­şan ağ­zın­dan ih­ti­yat­sız­ca bir nük­te ka­çır­dı mı, evin efen­di­si, na­mu­su bir pa­ra­lık ol­du sa­nı­yor.

Ju­li­en'i de ye­ri­ne bı­rak­mak üze­re ya­nı­na al­mış olan Com­te'un ara­ba­sı, o tam bu söz­le­ri söy­ler­ken, La Mo­le ko­na­ğı­nın ka­pı­sın­da dur­du. Ju­li­en, o ih­ti­lâl­ci­ye gön­lü­nü kap­tır­mış­tı. Al­ta­mi­ra ona, hiç şüp­he­siz kök­lü bir ka­na­at ürü­nü ola­rak, çok bü­yük bir il­ti­fat­ta bu­lun­muş: Siz öbür va­tan­daş­la­rı­nız gi­bi ha­fif­lik eden adam de­ğil­si­niz, ya­rar esa­sı­nın ne ol­du­ğu­nu an­lı­yor­su­nuz de­miş­ti. Ju­li­en de, M. Ca­si­mir De­la­vig­ne'in Ma­ri­no Fa­lie­ro tra­jed­ya­sı­nı iki gün ön­ce sey­ret­miş­ti.

Bi­zim is­yan et­miş avam ço­cu­ğu Is­ra­el Ber­tuc­ci­o, bü­tün o soy­lu Ve­ne­dik­li­ler­den da­ha ka­rak­ter­li bir adam de­ğil mi? di­yor­du; hâlbuki o Ve­ne­dik­li­le­rin soy kü­tü­ğü 700 yı­lın­dan, ya­ni Yü­ce Ka­rol'dan (Char­le­mag­ne) bir asır ön­ce­den baş­lı­yor. M. de Retz'in ba­lo­sun­da gör­dük­le­ri­mi­zin en soy­lu­su­nun soy kü­tü­ğü ise XII­I. as­ra ya çı­kar, ya çık­maz. Ama ge­ne de, soy­la­rı pek asil olan o asil­za­de­ler­den çok, Is­ra­el Ber­tuc­ci­o ha­tır­la­nı­yor.

Bir ih­ti­lâl­ci çı­kar, ce­mi­yet cil­ve­le­ri­nin or­ta­ya çı­kart­tı­ğı bü­tün un­van­la­rı yok edi­ve­rir. Baş­ka bir yer­de ba­kar­sın bir adam çı­kar, ölüm kar­şı­sın­da gös­ter­di­ği du­ru­ma gö­re hak et­ti­ği ye­re bir­den­bi­re yük­se­li­ve­rir. Ze­kâ­nın bi­le hük­mü­nü, nü­fu­zu­nu yi­tir­di­ği de­vir­ler olur.

Dan­ton, bu Va­le­nod­lar, Re­nal­ler ara­sın­da dün­ya­ya gel­se ne olur­du? Bel­ki sav­cı yar­dım­cı­sı bi­le ola­maz­dı... Ben de ne­ler söy­lü­yo­rum? Dan­ton bu gün gel­se ken­di­ni ra­hip­le­re sa­tar, ba­kan olur­du; o yü­ce Dan­ton da pa­ra çal­mış. Mi­ra­bea­u da ken­di­ni sat­mış. Na­pol­yon İtal­ya'da mil­yon­lar çal­dı; çal­ma­say­dı yok­sul­luk, Pic­heg­ru gi­bi onu da dur­du­ru­ve­rir­di. Bir La Pa­yet­te hır­sız­lık et­me­miş... Ju­li­en: Çal­mak, sa­tıl­mak lazım mı, di­ye dü­şün­dü. Bu so­ru uzun za­man zih­ni­ni meş­gul et­ti. Ge­ce­nin ka­lan sa­at­le­ri­ni, ih­ti­lâl ta­ri­hi­ni oku­mak­la ge­çir­di. Er­te­si gün ki­tap oda­sın­da mek­tup­la­rı ya­zar­ken hâ­lâ Com­te Al­ta­mi­ra ile ko­nuş­tuk­la­rı­nı dü­şü­nü­yor­du. Uzun uzun ha­yal­le­re dal­dık­tan son­ra: Doğ­ru, bu İs­pan­yol hür­ri­yet­çi­le­ri, bir­ta­kım ci­na­yet­le­re kal­kı­şıp bun­la­ra hal­kı da bu­laş­tır­sa­lar­dı, böy­le ko­lay­ca sü­pü­rül­mez­ler­di. Gu­rur­lu, ge­ve­ze bi­rer ço­cuk... Ju­li­en bir­den­bi­re uy­ku­dan uyan­mış­ça­sı­na:

– Be­nim gi­bi!

Ha­ya­tım­da han­gi zor işi gör­düm de o za­val­lı­lar hak­kın­da hü­küm ver­me­ğe kal­kı­yo­rum? On­lar, ömür­le­rin­de bir ke­re ol­sun, ce­sa­ret gös­ter­miş, bir işe hiç ol­maz­sa baş­la­mış­lar. Ben sof­ra­dan ye­ni kalk­mış, ya­rın ye­mek ye­me­ye­ce­ğim di­yen bir adam gi­bi­yim; ama bu­nu bi­li­yo­rum da ge­ne bu­gün içim­de bir kuv­vet, bir ne­şe du­ya­bi­li­yo­rum. Aca­ba bir bü­yük işe gi­ri­şen in­san ne­ler his­se­der? Bü­yük iş­le­re gi­riş­mek, ta­ban­ca çek­me­ğe ben­ze­mez ki!..

Ju­li­en'in bu yük­sek dü­şün­ce­le­ri, Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün an­sı­zın ki­tap oda­sı­na gi­ri­ver­me­siy­le pe­ri­şan ol­du. Ye­nil­me­me­yi ba­şa­ra­bil­miş Dan­ton, Mi­ra­bea­u, Car­not gi­bi in­san­la­ra kar­şı duy­du­ğu hay­ran­lık­la o ka­dar coş­muş­tu ki, göz­le­ri Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'e iliş­ti­ği hal­de onu hiç dü­şün­me­di, selam­la­ma­dı, san­ki gör­me­di. Yu­va­la­rın­dan fır­la­mış gi­bi gö­rü­nen iri göz­le­ri onun içe­ri­ye gir­miş ol­du­ğu­nu fark edin­ce de ba­kış­la­rın­da­ki ateş sön­dü. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le bu­nu acı acı sez­di.

On­dan Ve­iy'nin Fran­sa Ta­ri­hi'nin bir cil­di­ni is­te­di; bu eser, en üst raf­lar­dan bi­rin­de ol­du­ğu için Ju­li­en gi­dip bü­yük mer­di­ve­ni ge­tir­me­ğe mec­bur ol­du. Mer­di­ve­ni ge­tir­miş, çı­kıp ki­ta­bı bul­muş, Mat­hil­de'e ver­miş­ti fakat hâ­lâ dal­gın­lı­ğı geç­me­miş­ti, zih­ni onun­la meş­gul ola­mı­yor­du. Böy­le dal­gın dal­gın mer­di­ve­ni ye­ri­ne gö­tü­rür­ken dir­se­ği kü­tüp­ha­ne­nin ca­mı­na çarp­tı; cam par­ça­la­rı­nın ye­re düş­me­sin­den çı­kan gü­rül­tü ile ken­di­ne gel­di. He­men, Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'den özür di­le­di; ter­bi­ye­li ol­mak is­te­di ama da­ha faz­la­sı elin­den gel­me­di. Mat­hil­de onu ra­hat­sız et­ti­ği­ni, onun ko­nuş­mak­tan­sa ge­ne de­min­ki dü­şün­ce­le­ri­ne dal­ma­ğı ter­cih ede­ce­ği­ni açık­ça gör­dü. Uzun uzun bak­tık­tan son­ra ağır ağır çe­ki­lip git­ti. Ju­li­en, yü­rü­me­si­ni sey­re­di­yor, kı­zın bir gün ön­ce ba­lo­ya gi­der­ken giy­di­ği o ağır el­bi­se ile şim­di giy­di­ği sa­de el­bi­se­nin ara­sın­da­ki te­za­dı, bir haz du­ya­rak dü­şü­nü­yor­du. Kı­zın bir gün ön­ce­ki çeh­re­siy­le şim­di­ki çeh­re­si ara­sın­da­ki fark da o de­re­ce gö­ze çar­pı­yor­du. Duc de Retz'in ba­lo­sun­da pek aza­met­li aza­met­li ba­kan o kı­zın şim­di yal­va­rır gi­bi ba­kış­la­rı var­dı. Ju­li­en: Ger­çek­ten, bu si­yah el­bi­se en­da­mı­nın gü­zel­li­ği­ni da­ha çok mey­da­na çı­ka­rı­yor. Bir kra­li­çe gi­bi du­ru­şu var; ama ni­çin yas var­mış gi­bi gi­yin­miş?

Yas tut­tu­ğu­nun se­be­bi­ni kal­kıp bi­ri­ne sor­sam, yi­ne bir mü­na­se­bet­siz­lik et­miş olu­rum. Ju­li­en'in o bi­raz ön­ce­ki de­rin coş­kun­luk ha­li büs­bü­tün geç­miş­ti. Bu sa­bah yaz­dı­ğım mek­tup­la­rı tek­rar bir göz­den ge­çir­me­li; kim bi­lir kaç ke­li­me at­la­mış, kaç yer­de bu­da­la­lık et­mi­şim­dir. Mek­tup­lar­dan bi­ri­ni zo­ra­ki bir dik­kat­le okur­ken ya­nın­da bir ipek el­bi­se hı­şır­tı­sı duy­du; he­men dön­dü; Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le ge­ne gel­miş, ma­sa­nın iki adım öte­sin­de dur­muş, gü­lü­yor­du. Böy­le bir ke­re da­ha ra­hat­sız edil­mek Ju­li­en'i kız­dır­dı.

Mat­hil­de'e ge­lin­ce o, ken­di­si­nin bu de­li­kan­lı­nın gö­zün­de hiç­bir şey ol­ma­dı­ğı­nı his­se­dip hay­li üzül­müş­tü; şim­di gül­me­si o üzün­tü­yü giz­le­ye­bil­mek için­di, bu­nu ba­şar­dı da.

– Şüp­he­siz si­zi pek il­gi­len­di­ren bir şey dü­şü­nü­yor­su­nuz, Mon­sie­ur So­rel. Aca­ba M. Com­te Al­ta­mi­ra'nın Pa­ris'imi­ze gel­me­si­ne se­bep olan ih­ti­lâ­le da­ir me­rak­lı bir hi­kâ­ye mi? Ne dü­şün­dü­ğü­nü­zü an­la­tı­ve­rin; me­rak­tan çat­la­ya­ca­ğım; val­la­hi kim­se­ye söy­le­mem!

Ağ­zın­dan çı­kan bu sö­ze ken­di de şaş­tı. De­mek hiz­me­tin­de bu­lu­nan bir ada­ma yal­va­rı­yor­du! Te­lâ­şı art­tı­ğı­nı giz­le­mek için, şöy­le al­dı­rış et­mez­miş gi­bi:

– Ge­nel­lik­le so­ğuk­kan­lı bir adam­sı­nız­dır. Pe­ki ne ol­du da si­ze böy­le Mic­he­lAn­ge­lo pey­gam­ber­le­ri­nin­ki­ni an­dı­ran bir hal gel­di?

Yal­nız ken­di­si­ni il­gi­len­di­ren bir şey için böy­le sor­gu­ya çe­kil­mek, Ju­li­en'in onu­ru­na do­kun­du, yi­ne bü­tün de­li­li­ği­ni uyan­dır­dı. Git­gi­de kor­kunç­la­şan bir ta­vır­la bir­den­bi­re par­la­mak­tan ken­di­ni ala­ma­dı:

– Dan­ton pa­ra çal­dı da iyi mi et­ti? Pie­mont ih­ti­lâl­ci­le­ri, İs­pan­ya ih­ti­lâl­ci­le­ri bir­ta­kım ci­na­yet­ler iş­le­yip bun­la­ra hal­kı da bu­laş­tır­ma­lı mıy­dı? Bü­tün ni­şan­la­rı, or­du­da bü­tün yer­le­ri, de­ğer­le­ri ol­sun ol­ma­sın, adam­la­rı­na pay­laş­tır­ma­la­rı doğ­ru olur muy­du? Ni­şan­la­rı ta­ka­cak adam­lar kra­lın dön­me­sin­den kor­kup da ona kar­şı koy­maz­lar mıy­dı? To­ri­no ha­zi­ne­si­ni yağ­ma et­mek doğ­ru olur muy­du?

Mat­hil­de'e bi­raz yak­la­şıp deh­şet ve­ri­ci bir hal­le:

– Kı­sa­ca­sı, Ma­de­mo­isel­le, de­di, yer­yü­zün­den ce­ha­le­ti de, ci­na­ye­ti de kal­dır­mak is­te­yen adam bir fır­tı­na gi­bi ge­çip rast­ge­le kö­tü­lük et­me­yi gö­zü­ne al­ma­lı mı­dır?

Mat­hil­de kork­tu, onun ba­kı­şı­na da­ya­na­ma­yıp iki adım ge­ri­le­di. Bir an du­rup bak­tı; son­ra kork­tu­ğu için uta­nıp kay­gı­sız bir ta­vır ta­kı­na­rak ki­tap oda­sın­dan çık­tı git­ti

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro