Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 7: Nikris Nöbeti

Bir de­ğe­rim ol­du­ğu için de­ğil,

efen­dim nik­ris ağ­rı­la­rı çe­ki­yor di­ye be­ni ter­fi et­tir­di­ler.

BER­TO­LOT­TI

Bu ro­ma­nın okur­la­rı, Mar­qu­is'nin böy­le tek­lif­siz­ce, âde­ta dost­ça ko­nuş­ma­sı­na bel­ki hay­ret ede­cek­ler­dir; al­tı haf­ta­dır çek­ti­ği dam­la ağ­rı­la­rı yü­zün­den ko­na­ğın­dan çı­ka­ma­dı­ğı­nı söy­le­me­yi unut­muş­tuk.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le ile an­ne­si, Hye­res'e, Mar­qui­se'in an­ne­si­ne git­miş­ler­di. Com­te Nor­bert, ba­ba­sı­nın ya­nı­na bir an gi­rip çı­kar­dı; ba­ba ile oğul bir­bi­riy­le çok iyi idi­ler ama ko­nu­şu­la­cak bir şey­le­ri kal­ma­mış­tı. Bir Ju­li­en'le kal­mış olan M. de La Mo­le, onun bir­ta­kım fi­kir­le­ri ol­du­ğu­nu gö­rün­ce hay­ret et­ti. Ga­ze­te­le­ri Ju­li­en'e oku­tup din­ler­di. Çok geç­me­di, genç kâ­tip Mar­qu­is'nin il­gi­le­ne­ce­ği yer­le­ri ken­di­li­ğin­den seç­me­ğe baş­la­dı. Mar­qu­is'nin nef­ret et­ti­ği ye­ni bir ga­ze­te çı­kı­yor­du; Mar­qu­is oku­ma­ma­ya ye­min et­miş­ti, ge­ne de bü­tün gün onun sö­zü­nü eder­di. Ju­li­en bu ha­le gü­lü­yor­du. İçin­de bu­lun­du­ğu ça­ğa kız­gın olan Mar­qu­is Ti­tus Li­vi­us'ün eser­le­ri­ni oku­tup din­le­di; Ju­li­en'in Lâ­tin­ce met­ni yü­zün­den Fran­sız­ca'ya çe­vir­me­si Mar­qu­is'nin pek de ho­şu­na gi­di­yor­du.

Bir gün Mar­qu­is, Ju­li­en'i ço­ğu va­kit si­nir­len­di­ren o aşı­rı ne­za­ket­le:

– Sevgili dostum So­rel, mü­saa­de eder­se­niz si­ze bir kat ma­vi el­bi­se he­di­ye ede­yim. Eli­niz de­yip be­ni gör­me­ye ge­lir­ken onu gi­yer­se­niz si­zi Com­te de Cha­ul­nes'un kü­çük kar­de­şi, ya­ni dos­tum yaş­lı dük'ün oğ­lu di­ye kar­şı­la­rım.

Ju­li­en, Mar­qu­is'nin ne de­mek is­te­di­ği­ni pek an­la­ya­mı­yor­du; he­men o ak­şam ma­vi el­bi­se­yi gi­yip Mar­qu­is'yi gör­me­ye git­ti. Mar­qu­is ona bir ak­ra­nı gi­bi dav­ran­dı. Ju­li­en ger­çek ne­za­ke­tin zev­ki­ne va­ra­cak in­san­lar­dan­dı; an­cak şu ka­dar ki de­re­ce fark­la­rı­nı kav­ra­ya­mı­yor­du. Mar­qu­is'nin bu an­la­şıl­maz, sırf bir he­ves­ten doğ­ma ha­re­ke­ti­ni ken­di gö­züy­le gör­me­se, bir kim­se­ye bu ka­dar say­gı gös­ter­me­si­ni ak­lı­na bi­le sığ­dı­ra­maz­dı. İçin­den: Bu adam âde­ta bir dâ­hi! Ar­tık çe­kil­mek üze­re aya­ğa kal­kın­ca Mar­qu­is, gut ağ­rı­la­rı yü­zün­den, ka­pı­ya ka­dar ol­sun uğur­la­ya­ma­dı­ğın­dan ötü­rü özür di­le­di.

Mar­qu­is'nin bu şa­şı­la­cak işi, Ju­li­en'i bir hay­li dü­şün­dür­dü: Yok­sa be­nim­le alay mı edi­yor? de­di. Gi­dip bir yol Ab­be Pi­rard'a da­nış­tı; Mar­qu­is gi­bi ter­bi­ye­li ol­ma­yan Ab­be ce­vap ver­me­di, ıs­lık ça­lıp baş­ka şey­ler­den söz aç­tı. Er­te­si sa­bah Ju­li­en, ar­ka­sın­da si­yah ce­ke­ti, kol­tu­ğun­da im­za­la­na­cak kâ­ğıt­lar­la do­lu çan­ta­sıy­la Mar­qu­is'yi gör­me­ye git­ti. Her za­man­ki gi­bi ka­bul edil­di. Ak­şam ma­vi el­bi­se ile gi­din­ce ge­ne mu­ame­le de­ğiş­ti, bir gün ön­ce gör­dü­ğü say­gıy­la, ne­za­ket­le kar­şı­lan­dı.

Mar­qu­is:

– Ma­dem­ki bir za­val­lı yaş­lı ada­mı zi­ya­ret lüt­fun­da bu­lun­mak si­ze pek can sı­kı­cı bir iş gi­bi gel­mi­yor, ona ha­ya­tı­nı­zın kü­çük hâ­di­se­le­ri­ni de an­lat­sa­nız ne olur san­ki? Şöy­le kül­fet­siz­ce, söz­le­ri­ni­zin açık, eğ­len­ce­li ol­ma­sın­dan baş­ka bir şey dü­şün­me­den... Çün­kü, doğ­ru­su, eğ­len­mek, hoş va­kit ge­çir­mek lazım; bu dün­ya­da eğ­len­mek­ten baş­ka ger­çek ne var ki? Bir adam her Tan­rı'nın gü­nü harp­te ca­nı­mı kur­ta­ra­maz, ba­na bir mil­yon li­ra ve­re­mez ya! Fa­kat Ri­va­rol bu­ra­da, be­nim şez­lon­gu­mun ba­şın­da ol­sa, çek­ti­ğim ağ­rı­la­rı, can sı­kın­tı­sı­nı her gün bir sa­at ol­sun unut­tu­ra­bi­lir. Ben Ri­va­rol'ü emig­re­lik za­ma­nın­da Ham­burg'da ta­nı­dım; pek sık gö­rü­şür­dük.

Bu söz­ler üze­ri­ne Mar­qu­is, Ju­li­en'e Ri­va­rol'ün, nük­te­yi ir­fan ile an­lar­lar de­di­ği Ham­burg­lu­lar üze­ri­ne uy­dur­du­ğu de­di­ko­du­lu şi­kâ­yet­le­ri an­lat­tı. Bu kü­çük Ab­be'den baş­ka gö­rü­şe­cek kim­se­si kal­ma­yan Mar­qu­is, onun soh­be­ti­ni tat­lı­lan­dır­mak is­te­di. Ju­li­en için, Mar­qu­is'nin zevk­le din­le­ye­ce­ği şey­ler bu­lup söy­le­mek, ar­tık bir şe­ref, bir onur me­se­le­si ol­muş­tu. Ma­dem­ki her şe­yi ol­du­ğu gi­bi an­lat­ma­sı is­te­ni­yor­du, o da her şe­yi söy­le­me­ye ka­rar ver­di; ama iki şe­yi hiç aç­ma­dı: Bi­ri, Mar­qu­is'yi hay­li si­nir­len­di­ren bir ada­ma kar­şı bes­le­di­ği ta­par­ca­sı­na hay­ran­lı­ğı, öte­ki de cu­re ola­cak bir ada­ma hiç de ya­kış­ma­yan din­siz­li­ği, iman­sız­lı­ğı. Che­va­li­er de Be­au­voi­sis ile Ju­li­en ara­sın­da ge­çen kü­çük hâ­di­se pek ho­şa git­ti. Mar­qu­is Ju­li­en'in, Sa­in­Ho­no­re so­ka­ğın­da­ki kah­ve­de pis pis sö­ven ara­ba­cı ile kav­ga­sı­nın hi­kâ­ye­si­ni din­ler­ken gül­mek­ten göz­le­ri ya­şar­dı. O gün­ler­de, efen­di ile ko­ru­du­ğu de­li­kan­lı ara­sın­da tam bir sa­mi­mi­yet hü­küm sür­dü.

M. de La Mo­le bu ga­rip ya­ra­tı­lış­lı gen­ce il­gi gös­ter­di. İlk gün­ler, gö­nül eğ­len­dir­mek için, Ju­li­en'in gü­lünç ta­raf­la­rı­nı kuv­vet­len­dir­mek is­te­miş­ti; ama son­ra­dan, onun yan­lış gö­rüş­le­ri­ni ya­vaş ya­vaş dü­zelt­me­ği da­ha zevk­li bul­du. Pa­ris'e ge­len öbür taş­ra­lı­lar her şe­ye hay­ran olu­ve­rir; bu ise her şe­ye kin bes­li­yor. Öbür­le­rin­de faz­la yap­ma­cık, gös­te­riş var­dır, bun­da ise lü­zu­mu ka­da­rı da yok, ap­tal­lar bu­nu ap­tal ye­ri­ne ko­yu­yor.

Nik­ris nö­be­ti kış so­ğuk­la­rı yü­zün­den bir tür­lü geç­mek bil­me­yip ay­lar­ca sür­dü.

Mar­qu­is için­den: le­min fi­no kö­pe­ği sev­me­si ayıp de­ğil de be­nim bu kü­çük Ab­be'den hoş­lan­mam mı ayıp? Kim­se­ye ben­ze­me­yen, ken­di­ne gö­re dü­şün­ce­le­ri olan bir genç di­yor­du. Ona oğ­lum­muş gi­bi ba­kı­yo­rum; kö­tü­lük bu­nun ne­re­sin­de? Di­ye­lim ki onun ko­nuş­ma­sın­dan hoş­lan­mam böy­le sü­rüp git­ti, va­si­yet­na­mem­de ona beş yüz li­ra­lık bir el­mas bı­rak­tım; bu he­ves ba­na da­ha faz­la­ya mal ol­maz ya! Mar­qu­is, ko­ru­du­ğu gen­cin ken­di­ne gü­ve­ni­lir bir adam ol­du­ğu­nu an­la­yın­ca ona her gün ye­ni bir iş ver­me­ğe baş­la­dı. Ju­li­en, o bü­yük asil­za­de­nin bir iş üze­ri­ne ver­di­ği ka­rar­la­rın her va­kit bir­bi­ri­ne uy­ma­dı­ğım gö­rün­ce içi­ne kor­ku düş­tü. Son­ra bu yüz­den ba­na söz ge­lir, her­kes ben­den şüp­he eder di­ye dü­şün­dü. Ar­tık Mar­qu­is ile ça­lı­şır­ken ya­nın­da bir def­ter bu­lun­du­ru­yor, onun ver­di­ği ka­rar­la­rı bu def­te­re ya­zıp ken­di­si­ne im­za­lat­tı­rı­yor­du. Bir de ken­di­ne bir yar­dım­cı bu­lup her iş için ve­ril­miş ka­rar­la­rı ay­rı bir def­te­re ge­çirt­ti. Bu def­te­re bü­tün mek­tup­la­rın da bi­rer su­re­ti ko­nul­du.

Mar­qu­is, ön­ce­le­ri bu fik­rî gü­lünç­lü­ğün, ba­şa iş çı­kar­ma­nın son de­re­ce­si di­ye kar­şı­la­dı ise de, ara­dan iki ay geç­ti geç­me­di, def­te­rin ya­ra­rı­nı ken­di­si de an­la­dı. Ju­li­en Mar­qu­is'ye, ban­ka­da ça­lış­mış bir ya­zı­cı tut­ma­yı tek­lif et­ti; bu ada­mın işi, ida­re­si Ju­li­en'in üze­ri­ne bı­ra­kıl­mış top­rak­lar­dan alı­nan pa­ra ile on­lar için edi­len mas­ra­fın çift def­ter usu­lü ile he­sa­bı­nı tut­mak ola­cak­tı.

Ju­li­en'in al­dı­ğı ted­bir­ler sa­ye­sin­de Mar­qu­is, ken­di iş­le­ri­ni o ka­dar gö­rüp an­la­dı ki o za­ma­na de­ğin pa­ra­sı­nı ça­lan iş ada­mı­nın hiç­bir yar­dı­mı ol­mak­sı­zın, bor­sa­da ken­di ken­di­ne iki üç mu­ame­le­ye gi­riş­mek zev­ki­ni ya­şa­dı.

Bir gün genç kâ­ti­bi­ne:

– Ken­di­ni­ze de üç bin frank ayı­rın.

– Mon­sie­ur, bu ha­re­ke­tim yü­zün­den if­ti­ra­ya uğ­ra­ma­ya­yım.

Mar­qu­is ca­nı sı­kı­la­rak:

– Ee­e.. ne yap­ma­mı is­ti­yor­su­nuz?

– Yal­nız bu hu­sus­ta ver­di­ği­niz ka­ra­rı def­te­re ken­di eli­niz­le yaz­ma­nı­zı is­ti­yo­rum. Bu ka­ra­rı­nız ge­re­ğin­ce üç bin fran­gı alı­rım. Za­ten bü­tün bu mu­ha­se­be fik­ri­ni ba­na M. Ab­be Pi­rard öğ­ret­ti.

Mar­qu­is de Mon­ca­de, kâh­ya­sı M. Po­is­son'un ver­di­ği he­sap­la­rı na­sıl din­ler­se Mar­qu­is de La Mo­le da ka­ra­rı­nı def­te­re öy­le sık­kın bir ta­vır­la yaz­dı.

Ak­şam­la­rı Ju­li­en, ma­vi­le­ri­ni gi­yip or­ta­ya çı­kın­ca iş sö­zü hiç mi hiç açıl­maz­dı. Mar­qu­is'nin il­ti­fat­la­rı, ha­ya­tı­nı an­lat­tı­ğı­mız de­li­kan­lı­nın ça­bu­cak in­ci­ni­ve­ren onu­ru­nu o ka­dar ok­şu­yor­du ki Ju­li­en, hiç is­te­me­di­ği hal­de, o na­zik ih­ti­ya­ra gö­nül­den bir bağ­lı­lık duy­ma­ğa baş­la­dı. Ju­li­en, Pa­ris­li­le­rin kul­lan­dı­ğı mâ­na­da, his­le­ri­ne ka­pı­lır bir de­li­kan­lı de­ğil­di ama büs­bü­tün his­siz, ta­bia­tın ya­nı­la­rak mey­da­na ge­tir­di­ği ca­na­var gi­bi in­san­lar­dan da de­ğil­di. Yaş­lı baş ope­ra­tö­rün ölü­mün­den be­ri ken­di­si­ne kim­se­nin bu ka­dar iyi­lik­le söz söy­le­di­ği­ni de duy­ma­mış­tı. Hatta Mar­qu­is, gör­dü­ğü ter­bi­ye ica­bı, onun onu­ru­nu hiç in­cit­me­me­ye de dik­kat edi­yor­du; Ju­li­en bu­nu, baş ope­ra­tör­den bi­le gör­me­di­ği bu ha­li şa­şa­rak kar­şı­lı­yor­du. So­nun­da Mar­qu­is'nin bi­rin­ci rüt­be ni­şa­nı ile baş ope­ra­tö­rün le­gi­on d'hon­ne­ur ni­şa­nım var­dır di­ye kol­tuk ka­bart­tı­ğı ka­dar da if­ti­har et­me­di­ği­ni an­la­dı. Mar­qu­is, ye­di gö­bek­ten öte eş­raf­tan­dı.

Bir gün Ju­li­en si­yah ce­ke­tiy­le, iş için Mar­qu­is'nin ya­nı­na gir­miş, onu söz­le­riy­le eğ­len­dir­miş­ti. O ka­dar ki M. de La Mo­le iki sa­at ya­nın­da alı­ko­yup iş ada­mı­nın bor­sa­dan ge­tir­di­ği bir­kaç bank­no­tu da ver­mek is­te­di.

– Öy­le sa­nı­yo­rum ki, mon­sie­ur, bir ke­li­me söy­le­me­me mü­sa­ade­ni­zi di­le­mek­le say­gı­da ku­sur et­miş ol­mam.

– Bu­yu­run sev­gi­li dos­tum.

– Mar­qu­is ce­nap­la­rın­dan, bu lû­tuf­la­rı­nı ka­bul et­mez­sem ra­zı ol­ma­la­rı­nı is­tir­ham ede­ce­ğim. Bu pa­ra si­yah ce­ket­li ada­ma ve­ril­mi­yor, ma­vi el­bi­se­li ada­mın lüt­fen hoş gö­rü­len hal­le­ri­ni ise bo­za­bi­lir.

Mar­qu­is'yi bü­yük bir say­gı ile selam­la­yıp çı­kıp git­ti.

Ju­li­en'in bu sö­zü Mar­qu­is'nin pek ho­şu­na git­ti. Ak­şam Ab­be Pi­rard'a an­lat­tı.

– Azi­zim Ab­be, ar­tık si­ze bu işin as­lı­nı söy­le­ye­ce­ğim. Ju­li­en'in ki­min oğ­lu ol­du­ğu­nu bi­li­rim, si­ze söy­le­di­ği­mi ara­mız­da bir sır say­ma­nı­za da ge­rek yok.

İçin­den de: Bu sa­bah­ki dav­ra­nı­şı asil­ce bir ha­re­ket­ti; ben de onu asil­ler ara­sı­na so­ku­yo­rum.

Bir sü­re son­ra Mar­qu­is iyi­le­şip kalk­tı; Ju­li­en'e:

– Bir iki ay ka­dar gi­dip Lon­dra'yı gö­rün. Ge­le­cek mek­tup­la­rı, üzer­le­ri­ni işa­ret­le­yip, el­çi­li­ğe gi­de­cek kâ­ğıt­lar ara­sın­da si­ze gön­de­ri­rim. Siz ce­vap­la­rı ya­zar, ait ol­duk­la­rı mek­tup­la­rın içi­ne ko­yup yol­lar­sı­nız. He­sap et­tim, bu yüz­den iş­ler an­cak beş gün ge­ci­ke­cek.

Ju­li­en, Ca­la­is'ye gi­den pos­ta ara­ba­sın­da, hu ka­dar boş, ge­rek­siz iş­ler için yo­la çı­ka­rıl­ma­sı­na du­rup du­rup şa­şı­yor­du.

İn­gi­liz top­ra­ğı­na ayak bas­tı­ğı za­man duy­du­ğu ki­ni, iğ­ren­me­ye va­ran nef­re­ti söy­le­me­ye ge­rek yok. Bo­na­par­te'ı de­li­ce sev­di­ği­ni an­lat­mış­tık. Onun gö­zün­de her su­bay bir Sir Hud­son Lo­we, her bü­yük asil­za­de Sa­in­te­He­le­ne'de­ki al­çak­lık­la­ra öna­yak ol­muş, bu yüz­den on yıl ba­kan­lık­ta kal­mak gi­bi bir mü­kâ­fa­ta er­miş bir lord Bat­hurst idi.

Lon­dra'da ken­di ken­di­ni be­ğen­me­nin en yük­sek de­re­ce­si­ni de gö­rüp öğ­ren­di. Bir­ta­kım genç Rus asil­za­de­le­riy­le ah­bap ol­muş­tu; on­lar de­li­lik edip Ju­li­en'e:

– Azi­zim So­rel, di­yor­lar­dı, siz en bü­yük şe­ref­le­re er­sin di­ye ya­ra­tıl­mış bir adam­sı­nız. So­ğuk bir ta­vır ta­kı­nıp gö­zü­nü­zün önün­de ola­na al­dı­rış et­me­mek, bi­zim edin­mek için o ka­dar ça­ba­la­dı­ğı­mız bu hal, si­zin ya­ra­tı­lı­şı­nız­da var.

Prens Ko­ra­soff:

– Siz za­ma­nı­nı­zı an­la­mış­sı­nız­dır: Her za­man siz­den bek­le­ne­nin ter­si­ni ya­pın, iş­te, val­la­hi, ça­ğı­mı­zın bi­ri­cik di­ni. De­li­li­ğe, yap­ma­cı­ğa kal­kış­ma­yın, çün­kü o za­man her­kes si­zin de­li­lik­ler et­me­ni­zi, yap­ma­cık­lar yap­ma­nı­zı bek­ler, ku­ral ye­ri­ne ge­ti­ril­miş ol­maz.

Ju­li­en, bir gün Prens Ko­ra­soff'la be­ra­ber ak­şam ye­me­ği­ne da­vet­li ol­du­ğu Dük de Fitz Fol­ke'un sa­lo­nun­da ken­di­ni gös­te­rip ün ka­zan­dı. Bir sa­at bek­le­di­ler. Ju­li­en'in, bek­le­yen yir­mi ki­şi ara­sın­da yap­tık­la­rı­nı, Lon­dra el­çi­li­ği kâ­tip­le­ri hâ­lâ an­la­tır du­rur­lar.. O ak­şam­ki tav­rı, ha­re­ke­ti doğ­ru­su an­la­tı­lır gi­bi de­ğil­di.

Dos­tu dandy'le­rin söy­le­dik­le­ri­ne ku­lak as­ma­yıp ün­lü Phi­lip­pe Va­ne'ı, Loc­ke'tan be­ri İn­gil­te­re'nin ye­tiş­tir­di­ği bi­ri­cik fi­lo­zo­fu gör­mek is­te­di. Phi­lip­pe Va­ne ye­di yıl­dır ha­pis­tey­di. Ju­li­en: Bu mem­le­ket­te asil­za­de­le­rin şa­ka­sı yok! Va­ne'a tür­lü if­ti­ra­lar yet­mi­yor­muş gi­bi, ha­ka­ret­ler de edi­li­yor.

Ju­li­en, zi­ya­re­ti­ne git­ti­ği gün onu şen şa­tır bir hâl­de bul­du; asil­za­de­le­re bes­le­di­ği kin, öf­ke gön­lün­de sı­kın­tı ver­mi­yor­du. Ju­li­en ha­pis evin­den çı­kar­ken: Şu İn­gil­te­re'de ke­yif­li bir tek adam gör­düm, o da bu, de­mek­ten ken­di­ni ala­ma­dı.

Va­ne ona: Müs­te­bit­le­re en ya­ra­yan fi­kir, Al­lah fik­ri­dir de­miş­ti.

Fi­lo­zo­fun öbür söy­le­dik­le­ri­ni, pek say­gı­sız­ca ol­du­ğu için, an­lat­ma­ya­ca­ğız.

Fran­sa'ya dö­nü­şün­de M. de La Mo­le:

– Ba­na İn­gil­te­re'den eğ­len­ce­li ne fi­kir ge­tir­di­niz ba­ka­lım?

Ju­li­en'in sus­tu­ğu­nu gö­rün­ce he­men lâ­fı de­ğiş­ti­rip:

– Eğ­len­ce­li ol­sun ol­ma­sın, ne fi­kir ge­tir­di­niz?

Ju­li­en:

– Bi­rin­ci­si, İn­gi­liz­le­rin en akıl­lı­sı bi­le, gün­de bir sa­at ol­sun de­li­dir; o mem­le­ke­tin tan­rı­sı olan in­ti­har şey­ta­nı ge­lip onu bir yok­lar.

İkin­ci­si, akıl ile de­ha, İn­gil­te­re'ye ayak ba­sar bas­maz, de­ğer­le­ri­nin yüz­de yir­mi be­şi­ni yi­ti­ri­yor.

Üçün­cü­sü, dün­ya­da, İn­gil­te­re man­za­ra­la­rı ka­dar gü­zel, in­sa­nı hay­ran eden, he­ye­can ve­ren hiç­bir şey yok­tur.

Mar­qu­is:

– Söz sı­ra­sı ar­tık be­nim!

Bir: Rus­ya el­çi­li­ğin­de ne di­ye kal­kıp Fran­sa'da gö­nül­den har­be ha­zır, yir­mi beş ya­şın­da üç yüz bin de­li­kan­lı var gi­bi söz­ler eder­si­niz? Böy­le söz­le­re kral­lar alın­maz mı sa­nır­sı­nız?

Ju­li­en:

– Dip­lo­mat­la­rı­mı­zın kar­şı­sın­da in­san ne ya­pa­ca­ğı­nı bi­le­mi­yor. Hep­sin­de de cid­di tar­tış­ma­lar aç­mak has­ta­lı­ğı var. İn­san ga­ze­te­le­rin bas­ma ka­lıp lâf­la­rı­nı tek­rar et­se, bu­da­la di­ye adı çı­kı­yor. Doğ­ru, ye­ni bir şey söy­le­ye­yim de­se hep­si şa­şı­rıp ve­re­cek ce­vap bu­la­mı­yor. Er­te­si gün bir de ba­kı­yor­su­nuz, sa­ba­hın sa­at ye­di­sin­de el­çi­lik baş kâ­ti­bi ge­lip: Dün ak­şam­ki söz­le­ri­niz pek ya­kı­şık al­ma­dı, di­yor.

Mar­qu­is gü­le­rek:

– Fe­na de­ğil. Siz ki böy­le de­rin de­rin şey­ler dü­şü­nüp söy­lü­yor­su­nuz, İn­gil­te­re'ye ni­çin gön­de­ril­di­ği­ni­zi ba­ka­lım an­la­dı­nız mı?

Ju­li­en:

– Ba­ğış­la­yı­nız ama an­la­dım sa­nı­yo­rum; ben ora­ya, haf­ta­da bir gün kra­lın el­çi­si­nin sof­ra­sın­da bu­lu­na­yım di­ye git­tim; el­çi ce­nap­la­rı da cid­den ki­bar, na­zik adam.

Mar­qu­is:

– Ora­ya git­me­niz, bu ni­şa­nı al­mak için­di. Si­yah ce­ke­ti­ni­zi çı­kar­ma­nı­zı is­te­mem ama ma­vi­ler gi­yen ada­mın hoş soh­be­ti­ne de pek alış­tım. Bir gün bel­ki iş de­ği­şir fakat şim­di­lik şu­nu iyi bi­lin: Biz bu ni­şa­nı ta­kın­ca ben, dos­tum Dük de Cha­ul­nes'un, al­tı ay­dır ha­be­ri ol­mak­sı­zın dip­lo­mat­lık iş­le­ri­ne ge­ti­ril­miş bir oğ­lu da­ha var­mış da onu gö­rü­yo­rum di­ye­ce­ğim.

Mar­qu­is il­ti­fat­la­rı­nı ke­sip ga­yet cid­dî:

– Şu­nu da bil­miş olun ki si­zi ce­mi­yet­te bu­lun­du­ğu­nuz sı­nıf­tan çı­kar­mak is­te­mi­yo­rum. Böy­le bir iş, ko­ru­nan için de, ko­ru­yan için de her va­kit bir fe­lâ­ket olur. Be­nim dâ­va­la­rım­la uğ­raş­mak si­zi sı­kar ve­ya ben si­zi iş­le­ri­me el­ve­riş­li bul­mam da bu ko­nak­tan ay­rıl­ma­nız lazım ge­lir­se, si­zin için de, dos­tu­nuz Ab­be Pi­rard'ın­ki gi­bi iyi bir cu­re'lik is­te­rim.

Mar­qu­is ko­nuş­ma­sı­nı, ke­sip atı­cı bir eday­la:

– Pek faz­la bir şey bek­le­me­yin.

Bu ni­şan Ju­li­en'in gu­ru­ru­nu pek ok­şa­dı; çe­ne­si düş­tü. Ar­tık alın­gan­lı­ğı azal­dı; bo­yu­na ha­ka­ret gör­dü­ğü­nü san­mı­yor, bi­raz he­ye­can­lı bir ko­nuş­ma­da her­ke­sin ağ­zın­dan ka­çı­ve­re­cek ter­bi­ye­siz­ce bir mak­sa­da yo­ru­la­bi­le­cek söz­le­ri de ken­di­ne alın­mı­yor­du.

Bu ni­şan yü­zün­den tu­haf bir zi­ya­re­te eriş­ti; ba­ron de Va­le­nod onu gör­me­ğe gel­di. Az­le­di­len M. de Re­nal'in ye­ri­ne Ver­rie­res be­le­di­ye baş­kan­lı­ğı­na ge­ti­ri­le­cek olan Ba­ron de Va­le­nod, ken­di­si­ne ye­ni lüt­fe­di­len bu ba­ron un­va­nı için hü­kü­me­te te­şek­kü­re, ve­ri­le­cek emir­le­ri de öğ­ren­me­ğe gel­miş­ti.

M. de Va­le­nod, M. de Re­nal'in bir ja­co­bin ol­du­ğu an­la­şıl­dı­ğı­nı söy­le­yin­ce Ju­li­en, için­den, hay­li gül­dü, işin as­lı şu idi: Yak­laş­mak­ta olan se­çim­ler­de ye­ni ba­ron hü­kü­me­tin ada­yıy­dı; ken­tin, ger­çek­te ga­yet kral­cı olan bü­yük se­çim ku­ru­lun­da ise hür­ri­yet­çi­ler M. de Re­nal'i tu­tu­yor­lar­dı.

Ju­li­en, Ma­da­me de Re­nal'in ne ol­du­ğu­nu öğ­ren­mek için çok ça­lı­şıp ça­ba­la­dı ise de ara­la­rın­da­ki es­ki re­ka­be­ti ha­tır­la­yan Ba­ron'un ağ­zın­dan bir şey ka­pa­ma­dı. En so­nun­da Ba­ron Ju­li­en'den, ye­ni se­çim­ler­de ba­ba­sı­nın oyu­nu ken­di­si­ne ver­me­si­ni is­te­di. Ju­li­en de ba­ba­sı­na bu­nun için bir mek­tup yaz­ma­ğa söz ver­di.

– Mon­sie­ur le Che­va­licr, be­ni Mar­qu­is de La Mo­le'a tak­dim et­me­li­si­niz.

Ju­li­en için­den: Evet, et­me­li­yim ama böy­le bir edep­siz na­sıl tak­dim edi­lir ki? de­mek­ten ken­di­ni ala­ma­dı. Son­ra da Ba­ro­na dö­nüp:

– Doğ­ru­su bu ko­nak­ta be­nim adım bi­le okun­maz, bir kim­se­yi Mar­qu­is'ye tak­di­me kal­kış­mam had­di­mi aş­mak olur.

Ju­li­en, Mar­qu­is'ye her şe­yi söy­ler­di. O ak­şam Va­le­nod'nun tak­dim edil­mek is­te­ği­ni de 1814'ten be­ri ya­pıp et­tik­le­ri­ni de an­lat­tı.

Mar­qu­is ga­yet cid­dî bir ta­vır­la ko­nuş­tu:

– Ye­ni ba­ro­nu ya­rın be­nim­le ta­nış­tı­rır­sı­nız; o ka­dar da de­ğil, öbür gün için de ye­me­ğe ça­ğı­rı­rız. Ye­ni va­li­le­ri­miz­den bi­ri de o ola­cak.

Ju­li­en is­ti­fi­ni hiç boz­ma­dan:

– Öy­ley­se, di­len­ci­ler ba­kı­me­vi mü­dür­lü­ğü­nü de ba­ba­ma ver­dir­me­ni­zi ri­ca ede­rim.

Mar­qu­is'nin ne­şe­li ha­li ge­ne gel­miş­ti:

– İş­te böy­le ol­ma­lı; ver­dim git­ti; ben si­zin ahlak der­si­ne kal­kı­şa­ca­ğı­nı­zı sa­nı­yor­dum. Çok şü­kür, ye­ti­şi­yor­su­nuz.

M. de Va­le­nod, Ju­li­en'e, Ver­rie­res pi­yan­go baş sa­tı­cı­sı­nın öl­dü­ğü­nü söy­le­miş­ti; Ju­li­en, o işin M. de Cho­lin'e, vak­tiy­le di­lek­çe­si­ni M. de La Mo­le'un Ver­rie­res'de yat­tı­ğı oda­da bu­lup oku­du­ğu yaş­lı bu­da­la­ya ver­dir­me­nin hoş bir şey ola­ca­ğı­nı dü­şün­dü. Ma­li­ye ba­kan­lı­ğı­na bu­nun için yaz­dı­ğı mek­tu­bu Mar­qu­is'ye im­za­la­tır­ken o di­lek­çe­yi de ez­be­re oku­du; Mar­qu­is kah­ka­ha ile gü­le­rek mek­tu­bu im­za­la­dı.

M. de Cho­lin'in atan­ma­sın­dan az son­ra Ju­li­en, il mil­let­ve­kil­le­ri­nin o işin ün­lü geo­met­ri­ci M. Gros'ya ve­ril­me­si­ni is­te­miş ol­duk­la­rı­nı öğ­ren­di. O cö­mert adam­ca­ğı­zın bü­tün ge­li­ri yıl­da bin dört yüz frank­tı, bu­nun al­tı yü­zü­nü de, ai­le­si­ni ge­çin­dir­me­ye yar­dım ol­sun di­ye, ölen baş sa­tı­cı­ya borç ve­rir­di.

Ju­li­en, yap­tı­ğı işe ken­di de şaş­tı kal­dı. Aca­ba o ölen ada­mın ço­lu­ğu ço­cu­ğu şim­di ne ile ge­çi­ni­yor? Bu­nu dü­şün­dük­çe içi sız­la­dı. Son­ra: Da­ha bu bir şey de­ğil! Ama­cı­ma eriş­mek için da­ha ni­ce ni­ce hak­sız­lık­lar et­mek, hem de on­la­rı gü­zel, duy­gu­lu söz­ler­le giz­le­mek lazım ge­le­cek. Za­val­lı M. Gros! Ni­şan, onun hak­kı idi, ben al­dım; şim­di de ba­na o ni­şa­nı ve­ren hü­kü­me­te hiz­met et­me­li de­ğil mi­yim?

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro