Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 5: Bir Pazarlık

Se­ni ba­şı ki­tap­tan kalk­maz kö­pek, se­ni! Ba­na ya­lan­sız ce­vap ver: Ma­da­me de Re­nal'i ne­re­den ta­nır­sın, onun­la ne va­kit ko­nuş­tun?

– Onun­la hiç ko­nuş­ma­dım, ki­li­se­den baş­ka bir yer­de de gör­müş de­ği­lim.

– Pis edep­siz, bak­mış ola­cak­sın.

– Hiç bir va­kit!

Ju­li­en, da­ya­ğı ön­le­ye­bi­le­ce­ği­ni san­dı­ğı sah­te­kâr bir ta­vır­la: "Bi­lir­si­niz, de­di, ki­li­se­de Tan­rı­dan baş­ka bir şe­yi gö­züm gör­mez."

Kur­naz köy­lü: "El­bet­te bu­nun bir as­lı ola­cak" de­di ve bir an sus­tu. Son­ra yi­ne:

– Bun­da 'bir iş var ama bu iki yüz­lü lâ­net ya­ra­tı­ğın ağ­zın­dan bir şey öğ­re­nil­mi­yor ki!.. Her ne ise, ar­tık sen­den kur­tu­la­ca­ğım; işim için da­ha iyi ola­cak. Pa­pa­zın mı gö­zü­ne gir­din, yok­sa baş­ka bi­ri­nin mi? Se­ni bir dü­şü­nen ol­muş, yer bul­muş­lar. Git de boh­ça­nı ha­zır­la, se­ni M. de Re­nal'e gö­tü­re­ce­ğim, onun ço­cuk­la­rı­na ho­ca­lık ede­cek­miş­sin.

– Bu iş için ne ve­re­cek­ler?

– Yi­ye­ce­ğin, üs­tün ba­şın, yıl­da da üç yüz frank.

– Ben uşak ol­mak is­te­mem.

– Hay­van, bu­ra­da uşak­lık la­fı eden mi var ? Ben hiç oğ­lu­mun uşak­lık et­me­si­ne ra­zı olur mu­yum?

– Sof­ra­ya ki­min­le otu­ra­ca­ğım?

Bu so­ru yaş­lı So­rel'i şa­şırt­tı; söz söy­ler­se bir ih­ti­yat­sız­lık ede­bi­le­ce­ği­ni an­la­dı... Ju­li­en'e kö­pür­dü, aç göz­lü di­ye kü­für­ler sa­vur­du ve öbür oğul­la­rı­na da­nış­ma­ya git­ti.

Bi­raz son­ra Ju­li­en on­la­rın, bal­ta­la­rı­na da­yan­mış, der­nek kur­muş, ha­rıl ha­rıl ko­nuş­tuk­la­rı­nı gör­dü. On­la­ra uzun uzun bak­tı ve bir şey an­la­ya­ma­ya­ca­ğı­nı fark edin­ce, böy­le din­ler­ken ya­ka­lan­ma­sın di­ye gi­dip bıç­kı­nın yan­ma otur­du. Ha­ya­tı­nı de­ğiş­ti­re­cek olan bu umul­ma­dık tek­li­fi eni­ne bo­yu­na dü­şün­mek is­ti­yor­du fakat so­ğuk­kan­lı­lık­la dü­şü­ne­me­ye­ce­ği­ni an­la­dı. Zih­ni hep, M. de Re­nal'in gü­zel ko­na­ğın­da ne­ler gö­re­bi­le­ce­ği­ne ta­kı­lı­yor­du. Ken­di ken­di­ne:

– Uşak­lar­la otu­rup ye­mek ye­mek­ten­se bü­tün bun­lar­dan vaz­geç­mek da­ha ha­yır­lı­dır. Ba­bam be­ni zor­la gön­der­mek is­te­ye­cek ama ben ölü­rüm de git­mem. On beş frank, se­kiz me­te­lik bi­rik­miş pa­ram var, bu ge­ce ka­ça­rım; tar­la­lar için­den gi­der­sem hem jan­dar­ma çık­maz, hem de iki gün­de Be­san­çon'a va­rı­rım; ora­da gö­nül­lü as­ker ya­zı­lır, da­ha ol­maz­sa İs­viç­re'ye ge­çe­rim. Ama bu­nu ya­pın­ca da iler­le­mek­ten, yük­sek yer­ler­den umu­du kes­me­li, in­sa­nı her is­te­di­ği­ne eriş­ti­ren ra­hip­li­ği bir da­ha as­la ak­la ge­tir­me­me­li.

Uşak­lar­la ye­mek ye­mek­ten iğ­ren­mek, Ju­li­en'de ken­di­li­ğin­den doğ­muş bir his de­ğil­di. O; zen­gin­li­ğe eriş­mek için çok da­ha ağır şey­le­re de kat­la­na­bi­lir­di. Bu tik­sin­me­nin kay­na­ğı Ro­us­sea­u'nun Con­fes­si­ons'u ol­muş­tu. Ki­bar­lar, zen­gin­ler âle­mi­ni ha­ya­lin­de hep bu ki­ta­bın yar­dı­mıy­la can­lan­dı­rır­dı. Na­pol­yon or­du­la­rı­nın teb­liğ­le­ri der­gi­si Le Me­mo­ri­al de Sa­in­te­He­le­ne, bir de Con­fes­si­ons, iş­te Ju­li­en'in baş ki­ta­bı. Baş­ka hiç­bir ki­ta­ba iman et­me­si­ne im­kân yok­tu, yaş­lı baş ope­ra­tö­rün de söy­le­di­ği gi­bi Ju­li­en'in gö­zün­de öbür ki­tap­la­rın hep­si, gö­ze gir­mek is­te­yen hi­le­kâr­la­rın ka­le­min­den çık­mış, ya­lan do­lu şey­ler­di.

Gö­rül­me­miş ze­kâ­sı­nın ya­nın­da Ju­li­en'in ha­fı­za­sı da şa­şı­la­cak de­re­ce­de kuv­vet­liy­di. Böy­le ha­fı­za ço­ğu ap­tal­lık­la bir gi­der. Ge­le­ce­ği­nin Pa­paz Che­lan'ın elin­de ol­du­ğu­nu sez­di­ğin­den onun gö­zü­ne gir­mek için İn­cil'in Lâ­tin­ce­si­ni baş­tan aşa­ğı ez­ber­le­miş­ti. M. de Ma­isf­tre'in du Pa­pe'ini da ez­be­re bi­lir fakat bu ki­tap­la­rın iki­si­ne de pek inan­maz­dı. Söz­leş­miş­ler gi­bi So­rel ile oğ­lu o gün bir­bi­riy­le ko­nuş­mak­tan ka­çın­dı­lar. Ak­şa­ma doğ­ru Ju­li­en, pa­pa­zın evi­ne din bil­gi­si der­si al­ma­ya git­ti fakat ba­ba­sı­na edi­len ga­rip tek­li­fin sö­zü­nü et­me­yi uy­gun gör­me­di. İçin­den: "Bu bel­ki bir tu­zak­tır, unut­muş gi­bi gö­rün­me­li" di­yor­du.

Er­te­si sa­bah er­ken­den M. de Re­nal, yaş­lı So­rel'i ça­ğırt­tı; So­rel, bir iki sa­at bek­le­dik­ten son­ra gel­di, da­ha ka­pı­dan baş­la­ya­rak bin bir dil dök­tü, yer­le­re ka­dar eği­lip özür­ler di­le­di. Sı­ra sı­ra iti­raz­lar ka­pı­sı­nı ça­lan So­rel, oğ­lu­nun evin efen­di­si ve ha­nı­mıy­la be­ra­ber, ko­nuk gel­di­ği gün­ler­de ço­cuk­lar­la ay­rı bir oda­da ye­mek yi­ye­ce­ği­ni öğ­ren­di. M. de Re­nal'in bu işi cid­den ar­zu et­ti­ği­ni gör­dük­çe da­ha çok zor­luk çı­ka­ran, yi­ne de bir tür­lü ina­na­ma­yıp şa­şan So­rel, bir de oğ­lu­nun ya­ta­ca­ğı oda­yı gör­mek is­te­di. Bu, ter­te­miz dö­şen­miş bü­yük bir oday­dı. Üç ço­cu­ğun kar­yo­la­la­rı­nı da ora­ya ta­şı­yor­lar­dı.

Bu kar­yo­la­la­rın ta­şın­ma­sı yaş­lı köy­lü­nün göz­le­ri­ni aç­tı; he­men ce­sa­ret bul­du ve oğ­lu­na ve­ri­le­cek el­bi­se­yi gör­mek is­te­di. M. de Re­nal ma­sa­sı­nın bir gö­zü­nü çe­kip için­den yüz frank al­dı.

– Bu pa­ra­yı oğ­lu­nu­za ve­rin, M. Du­rand'a gi­dip ken­di­ne si­yah birtakım ıs­mar­la­sın.

Yer­le­re eği­le­rek ko­nuş­ma­sı­nı bir­den­bi­re unut­muş olan köy­lü sor­du:

– Ya si­zin ya­nı­nız­dan çı­ka­rır­sam, el­bi­se yi­ne on­da mı ka­la­cak?

– Ona ne şüp­he!

So­rel yay­van bir ses­le:

– Öy­le ise, de­di, uz­laş­ma­mız için bir tek şey ka­lı­yor: kaç pa­ra ve­re­cek­si­niz?

M. de Re­nal'in kan te­pe­si­ne fır­la­dı.

– Na­sıl? de­di, dün bu­nu ko­nu­şup kes­tik­ti ya! Üç yüz frank ve­ri­yo­rum; bu da çok bir pa­ra­dır, faz­la­dır bi­le.

So­rel, git­tik­çe ağır­la­şan bir ses­le:

– Evet, de­di, siz dün öy­le söy­le­di­niz, söy­le­me­di­niz de­mi­yo­rum, ama...

Bu­ra­da bir gay­ret­le ade­ta bir dâ­hi­lik gös­ter­di, M. de Re­nal'in göz­le­ri­nin içi­ne ba­ka­rak: "Da­ha çok ve­ren var da..." de­di. Bu ada­mın böy­le bir in­ce­lik gös­ter­me­si, an­cak Franc­he­Com­te köy­lü­le­ri­ni bil­me­yen­le­ri şa­şır­ta­bi­lir­di.

Bu göz­le­ri du­yun­ca be­le­di­ye baş­ka­nı­nın yü­zü pe­ri­şan olu­ver­di. Ama yi­ne ken­di­ne gel­di ve tam iki sa­at sü­ren, ulu­or­ta hiç­bir söz sarf edil­me­yen bir ko­nuş­ma­dan son­ra köy­lü­nün fen­di, zen­gi­nin­ki­ni yen­di. Za­ten zen­gin bu dün­ya­da ge­mi­si­ni fent­siz de kur­ta­rır. Ju­li­en'in gi­re­ce­ği ye­ni ha­ya­tın şart­la­rı bi­rer bi­rer gö­rü­şü­lüp ka­rar­laş­tı­rıl­dı. Yıl­lık dört yüz fran­ga çı­ka­rıl­mak­la kal­ma­dı, be­le­di­ye baş­ka­nı her ay ba­şın­da pa­ra­yı pe­şin ver­me­ye de ra­zı ol­du.

– Pe­ki! Her ay ba­şı otuz beş frank ve­ri­rim.

Köy­lü, yal­tak­la­na­rak:

– Be­le­di­ye baş­ka­nı­mız gi­bi zen­gin, cö­mert bir bay, he­sap düz­gün ol­sun di­ye, otuz al­tı da ver­se ne çı­kar!...

M. de Re­nal:

– Ona da pe­ki, de­di ama ar­tık ke­se­lim.

Öf­ke ona bi­raz da­ya­nık­lı­lık ver­miş­ti. Köy­lü, da­ha ile­ri git­mek­ten vaz­geç­mek ge­rek­ti­ği­ni an­la­dı. Bu se­fer de M. de Re­nal iler­li­yor­du, yaş­lı So­rel'in, oğ­lu­nun ilk ay­lı­ğı­nı şim­di­den alıp gö­tür­me­si­ne ra­zı ol­ma­dı. Şim­di M. de Re­nal, bu pa­zar­lık­ta oy­na­dı­ğı ro­lü ka­rı­sı­na an­lat­ma­ya mec­bur ola­ca­ğı­nı dü­şü­nü­yor­du. Bi­raz ca­nı sı­kıl­dı:

– De­min­ki yüz fran­gı ge­ri ve­rin, M Du­rand'ın ba­na bi­raz bor­cu var Ku­ma­şı kes­tir­me­ye oğ­lu­nuz­la be­ra­ber ben de gi­de­rim.

Be­le­di­ye baş­ka­nı­nın ira­de­si­ni gös­te­ren bu ha­re­ke­tin­den son­ra So­rel, ak­lı­nı ba­şı­na top­la­yıp yi­ne say­gı ile ko­nuş­ma­ya baş­la­dı. En so­nun­da, ar­tık bir şey ka­za­na­ma­ya­ca­ğı­nı an­la­dı­ğın­dan kal­kıp git­ti. Son re­ve­ran­sı şu söz­ler­le bit­ti:

– Şim­di gi­der, oğ­lu­mu da köş­ke gön­de­ri­rim.

Ver­ri­eres­li­ler, be­le­di­ye baş­kan­la­rı­nın ho­şu­na git­mek is­te­dik­le­ri va­kit, onun evin­den "köşk" di­ye söz eder­ler­di. Fab­ri­ka­ya dö­ner dön­mez So­rel oğ­lu­nu boş ye­re ara­dı dur­du. Ju­li­en, ba­şı­na ge­le­bi­le­cek­ler­den kor­ka­rak, ge­ce ya­rı­sı çı­kıp git­miş­ti. Ki­tap­la­rı ile le­gi­on d'hon­ne­ur ni­şa­nı­nı gü­ve­ni­lir bir ye­re bı­rak­mak is­te­miş­ti. On­la­rın hep­si­ni al­mış, Ver­rie­res'in ar­ka­sın­da yük­se­len dağ­da otu­ran Fo­uqu­e ad­li bir genç odun sa­tı­cı­sı­na gö­tür­müş­tü. Bu adam Ju­li­en'in dos­tuy­du.

Eve dö­nün­ce ba­ba­sı:

– Se­ni men­de­bur tem­bel se­ni! di­ye çı­kış­tı. Se­ni kaç yıl­dır bes­li­yo­rum, aca­ba bir gün ba­na o pa­ra­yı öde­mek na­mus­lu­lu­ğu­nu gös­te­re­cek mi­sin? Hay­di pı­lı­nı pır­tı­nı top­la da be­le­di­ye baş­ka­nı­nın evi­ne git.

Da­yak ye­me­di­ği­ne şa­şı­ran Ju­li­en he­men yo­la çık­tı. Lâ­kin o kor­kunç ba­ba­sı­nın gö­zün­den uzak­la­şır uzak­laş­maz ya­vaş­la­dı. Ön­ce­lik­le ki­li­se­ye uğ­ra­ma­yı iki­yüz­lü­lü­ğü için da­ha ya­rar­lı bul­du.

Bu "iki­yüz­lü­lük" sö­zü­ne şa­şı­yor mu­su­nuz? O genç köy­lü­nün ru­hu, bu men­fur ke­li­me­ye var­ma­dan ön­ce, çok yol­lar aş­mış­tır. He­nüz kü­çük­ken Ju­li­en, uzun be­yaz pe­le­rin­li, miğ­fer­le­ri uzun kıl püs­kül­lü 6. alay dra­gon­la­rı­nı gö­rüp as­ker­li­ğe gö­nül ver­miş­ti. Bu dra­gon­lar İtal­ya sa­va­şın­dan dö­nü­yor­lar­dı. At­la­rı­nı So­rel'in evi­nin ka­fes­li pen­ce­re­si­ne bağ­la­mış­lar­dı. Son­ra­dan Ju­li­en, yaş­lı baş ope­ra­tö­rün Lo­di köp­rü­sü, Ar­co­le ve Ri­vo­li sa­vaş­la­rı üze­ri­ne an­lat­tık­la­rı­nı da he­ye­can­la din­le­miş, yaş­lı ada­mın ni­şa­nı­na kıs­ka­nan göz­ler­le bak­tı­ğı­nı fark et­miş­ti.

Ju­li­en'in on dör­dü­ne bas­tı­ğı sı­ra­lar­da Ver­rie­res'de, bu ka­dar kü­çük bir şe­hir için haş­met­li de­ne­bi­le­cek bir ki­li­se ya­pıl­ma­ya baş­lan­mış­tı. Bu­nun dört mer­mer di­re­ği var­dı ki en çok bun­lar Ju­li­en'in dik­ka­ti­ne çarp­tı; bu di­rek­ler, Be­san­çon'dan ge­len ve ru­ha­nî­ler ku­ru­mu­nun ha­fi­ye­si di­ye ta­nı­nan genç pa­paz mu­avi­ni ile sulh hâ­ki­mi ara­sın­da sön­mez, bü­yük bir kin doğ­ma­sı­na se­bep ol­duk­la­rın­dan mem­le­ket­te ün sal­mış­lar­dı. Sulh hâ­ki­mi az kal­dı ye­rin­den çı­ka­rı­lı­yor­du, da­ha doğ­ru­su halk bu fi­kir­de idi. Her on beş gün­de bir Be­san­çon'a gi­den ve ora­da pis­ko­po­sun kar­şı­sı­na çı­ka­bil­di­ği söy­le­nen bir pa­paz­la an­laş­maz­lık çı­kar­ma­nın ce­za­sı da­ha az ola­maz­dı ya!

Bu olay­lar üze­ri­ne, ka­la­ba­lık bir ai­le ba­ba­sı olan sulh hâ­ki­mi, hak­sız gö­rü­nen bir­kaç ka­rar ver­di; bun­la­rın hep­si de halk­tan Cons­ti­tu­ti­on­nel ga­ze­te­si­ni oku­yan­la­rı ce­za­lan­dır­mış­tı. Hak yo­lun­da olan­lar ga­lip gel­di­ler. Ger­çi ce­za­lar da üç beş frank­lık şey­ler­di; fa­kat bu ufa­cık pa­ra ce­za­la­rın­dan bi­ri­ne de Ju­li­en'in vaf­tiz ba­ba­sı olan bir çi­vi­ci çar­pıl­dı. Bu adam, öf­ke ha­lin­de: "Dün­ya ne ka­dar da de­ğiş­ti!" di­ye ba­ğır­dı; "Biz de, yir­mi yıl­dır bu sulh hâ­ki­mi­ni, pek na­mus­lu bir adam bi­lir­dik!" Ju­li­en'in dos­tu baş ope­ra­tör, o va­kit­ler ha­yat­ta de­ğil­di.

Ju­li­en, bir­den­bi­re, Na­pol­yon'un sö­zü­nü et­me­yi bı­rak­tı; pa­paz ol­mak is­te­di­ği­ni söy­le­di ve ar­tık, ba­ba­sı­nın fab­ri­ka­sın­da, pa­paz­dan ema­net ola­rak al­dı­ğı Lâ­tin­ce bir İn­cil'i hiç dur­ma­dan ez­ber­le­me­ye ça­lış­tı­ğı gö­rül­dü. Onun bu yol­da pek ça­buk iler­le­di­ği­ni gö­rüp hay­ran olan iyi kalp­li yaş­lı pa­paz, bir­çok ak­şam­lar ona din bil­gi­si ver­di. Ju­li­en, onun ya­nın­da yal­nız so­fu­ca his­ler gös­te­rir­di. Bir kı­zın­ki gi­bi uçuk ve na­rin olan bu yü­zün ar­ka­sın­da zen­gin ol­ma­dan ya­şa­mak­tan­sa bin ke­re ölü­me atıl­ma­ya ha­zır, ver­di­ği bu ka­rar­dan dön­mez bir ruh bu­lun­du­ğu­nu kim se­ze­bi­lir­di ki!

Ju­li­en için zen­gin ol­mak, her şey­den ön­ce, Ver­rie­res'den kur­tul­mak de­mek­ti. Doğ­du­ğu şe­hir­den nef­ret eder­di. Ora­da gör­dü­ğü her şey ona buz gi­bi ge­li­yor, he­ve­si­ni kı­rı­yor­du. Ta kü­çük­lü­ğün­den be­ri coş­kun­luk an­la­rı olur­du. O an­la­rın­da, bir gün Pa­ris'in gü­zel ka­dın­la­rıy­la ta­nı­şa­ca­ğı­nı, par­lak bir iş gö­rüp on­la­rın dik­ka­ti­ni çe­ke­ce­ği­ni ha­yal eder­di. On­lar­dan bi­ri­nin Ju­li­en'i sev­me­si ol­ma­ya­cak şey miy­di? Bo­na­par­te'i da­ha yok­sul­ken, ün­lü ve gü­zel Ma­da­me de Be­au­har­na­is sev­me­miş miy­di? Yıl­lar­dır Ju­len'in ken­di ken­di­ne: "Kim­se­siz ve pa­ra­sız bir teğ­men olan Bo­na­par­te, kı­lı­cıy­la dün­ya­nın efen­di­si ol­du!" de­me­di­ği bel­ki bir sa­at bi­le geç­mez­di. Bu dü­şün­ce onun, pek bü­yük san­dı­ğı fe­lâ­ket­le­ri­ne mer­hem olur, bin­de bir se­vin­ci olun­ca da bu se­vin­ci ar­tı­rır­dı.

Ki­li­se­nin ya­pıl­ma­sı ve sulh hâ­ki­mi­nin hü­küm­le­ri bir­den­bi­re onun gö­zü­nü aç­tı. Ak­lın­da do­ğu­ve­ren bir fi­kir onu haf­ta­lar­ca bir çıl­gı­na çe­vir­di ve en so­nun­da, ih­ti­ras­lı bir ru­hun ken­di icat et­ti­ği­ni san­dı­ğı ilk fik­rin kud­re­tiy­le onu kav­ra­yı­ver­di.

"Bo­na­par­te sö­zü­nü et­tir­di­ği va­kit Fran­sa düş­man eli­ne düş­mek­ten kor­ku­yor­du; as­ker­lik me­zi­ye­ti ge­rek­li ve mo­da ol­muş­tu. Bu gün ise kırk ya­şın­da pa­paz­la­rın yıl­da yüz bin frank al­dık­la­rı gö­rü­lü­yor, ya­ni Na­pol­yon'un meş­hur ge­ne­ral­le­ri­nin al­dı­ğı­nın üç mis­li. On­la­ra yar­dım ede­cek adam­lar lazım. Bir ke­re şu sulh hâ­ki­mi­ni ele ala­lım: şim­di­ye de­ğin ne den­li iyi dü­şü­nür, ne na­mus­lu adam­dı! Şim­di yaş­lı­lı­ğın­da, otuz ya­şın­da genç bir pa­pa­zın gö­zün­den düş­mek kor­ku­suy­la adı­na le­ke sü­rü­yor!"

Bir gün, ye­ni iman yo­lu­na gi­rip din bil­gi­si öğ­ren­me­ye baş­la­dı­ğı­nın ikin­ci yı­lın­da, gön­lü­nü ke­mi­ren ateş bir­den­bi­re pat­lak ve­rip onun içi­ni dı­şa­rı­ya vur­muş­tu. M. Che­lan'ın sof­ra­sın­da pa­paz­la­rın top­lan­dı­ğı bir gün­dü; Ju­li­en'i M. Che­lan ko­nuk­la­rı­na öğ­ren­me yo­lun­da ha­ri­ka­lar gös­te­ren bir genç di­ye ta­nıt­mış­tı. Ju­li­en iş­te böy­le bir şö­len­de Na­pol­yon'u co­şup gök­le­re çı­kar­mış­tı. O gün­den son­ra sağ ko­lu­nu bağ­la­yıp boy­nu­na as­tı. Bir çam kü­tü­ğü kal­dı­rır­ken ko­lu­nun çık­tı­ğı­nı söy­le­di ve tam iki ay bu ra­hat­sız du­ru­ma kat­lan­dı. Cis­mi­ne et­ti­ği bu ce­za­dan son­ra ken­di ken­di­ni af­fet­ti. Kol­tu­ğu­nun al­tın­da kü­çük bir pa­ket­le gör­kem­li Ver­rie­res ki­li­se­si­ne gi­ren on do­kuz ya­şın­da fakat ya­pı­sı çe­lim­siz, ol­sa ol­sa on ye­di­sin­de gö­zü­ken genç iş­te böy­le bir adam­dı.

Ki­li­se ka­ran­lık ve ıs­sız­dı. Bir yor­tu do­la­yı­sıy­la bi­na­nın bü­tün pen­ce­re­le­ri­ne ko­yu kır­mı­zı ku­maş ge­ril­miş­ti. Bu­nun ara­sın­dan sü­zü­lüp ge­çen gü­neş ışın­la­rı içe­ri­ye göz ka­maş­tı­rı­cı, in­sa­na hey­bet ve­ren, di­nî bir ha­va ya­ra­tan bir ışık ya­yı­yor­du. Ju­li­en ür­per­di. Ki­li­se­de ya­pa­yal­nız­dı, gi­dip en gü­zel gö­rü­nüş­lü sı­ra­ya otur­du. Bu sı­ra­nın üze­rin­de M. de Re­nal'in ar­ma­sı var­dı. Ju­li­en, du­a rah­le­si­nin üze­rin­de, ora­ya okun­mak için ko­nul­muş gi­bi du­ran bir kâ­ğıt par­ça­sı gör­dü. Bir göz at­tı ve şun­la­rı oku­du:

Be­san­çon'da idam edi­len Lou­is Jen­rel'in gi­yo­ti­ne na­sıl gö­tü­rül­dü­ğü­nü ve son da­ki­ka­la­rı­nı an­la­tan...

Kâ­ğıt yır­tık­tı. Ar­ka­sın­da bir sa­tı­rın ilk iki ke­li­me­si oku­nu­yor­du: İlk adım...

Ju­li­en: "Bu­nu bu­ra­ya kim koy­muş?" de­di. Son­ra içi­ni çe­ke­rek ek­le­di: "Za­val­lı ta­lih­siz! Onun soy adı­nın son he­ce­si de be­nim­ki­nin son he­ce­siy­le bir..." Kâ­ğı­dı bu­ruş­tu­rup at­tı. Çı­kar­ken Ju­li­en "be­ni­ti­er" nin ya­nın­da kan gö­rür gi­bi ol­du, ye­re bi­raz su dö­kül­müş­tü. Pen­ce­re­le­ri kap­la­yan kır­mı­zı per­de­le­rin yan­sı­ma­sı onu kan san­dı­rı­yor­du.

En son Ju­li­en, içi­ni sa­ran kor­ku­dan uta­nıp:

– Ben böy­le öd­lek mi­yim? de­di; hay­di si­lâh ba­şı­na!

Yaş­lı baş ope­ra­tö­rün cenk hi­kâ­ye­le­rin­de sık sık ge­çen bu ku­man­da, Ju­li­en için bir kah­ra­man­lık ha­va­sı ta­şır­dı. Kalk­tı ve hız­la M. de Re­nal'in evi­ne doğ­ru yü­rü­dü. Bu gü­zel ka­rar­la­rı­na rağ­men, eve yir­mi adım kal­dı­ğı­nı gö­rür gör­mez, için­de ye­nil­mez bir çe­kin­gen­lik be­lir­di. De­mir par­mak­lık açık­tı, pek haş­met­li bir gö­rü­nü­mü var­dı, bu­ra­dan geç­mek ge­rek­ti.

Ju­li­en'in bu eve gel­me­si yal­nız ken­di dü­şün­ce­le­ri­ni, gön­lü­nü pe­ri­şan et­mi­yor­du. Çe­kim­ser­li­ği son de­re­ce olan Ma­da­me de Re­nal de, gö­re­vi ge­re­ği hep ken­di­siy­le ço­cuk­la­rı ara­sın­da bu­lu­na­cak olan bu ya­ban­cı­yı dü­şün­dük­çe ne ya­pa­ca­ğı­nı şa­şı­rı­yor­du. Oğul­la­rı­nı oda­sın­da ya­tır­ma­ya alış­mış­tı. O sa­bah, kü­çük kar­yo­la­la­rın da­dı için ha­zır­la­nan da­ire­ye ta­şın­dı­ğı­nı gö­rün­ce epey­ce göz­ya­şı dök­müş­tü. En kü­çük oğ­lu Sta­nis­las­ Xa­vi­er'nin ya­ta­ğı­nı ol­sun ye­ni­den ken­di oda­sı­na ge­tirt­mek is­te­di ama ko­ca­sı­nı ra­zı ede­me­di.

Ka­dın­la­rın ço­ğun­da gö­rü­len güç be­ğen­me­yi, Ma­da­me de Re­nal aşı­rı bir de­re­ce­ye var­dır­mış­tı. Ka­ba, saç­la­rı ta­rak gör­me­miş bir ada­mın, yal­nız Latince bil­me­si do­la­yı­sıy­la ço­cuk­la­rı­nı pay­la­ya­ca­ğı­nı, bu an­la­şıl­maz dil yü­zün­den on­la­rı bel­ki de dö­ve­bi­le­ce­ği­ni dü­şün­dük­çe içi fe­na olu­yor­du.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro