Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 44

Pa­paz git­tik­ten bi­raz son­ra Ju­li­en çok ağ­la­dı, öle­ce­ği için ağ­la­dı. Ken­di ken­di­ne dü­şün­dü: Ma­da­me de Re­nal Be­san­çon'da ol­say­dı, bu du­ru­ma da­ya­na­maz, bu za­afı­nı ona iti­raf eder­di. Ta­par­ca­sı­na sev­di­ği o ka­dın­dan ay­rıl­ma­nın ver­di­ği ke­der­le üzül­dü­ğü bir an­da Mat­hil­de'nin ayak se­si­ni duy­du.Ha­pis­ha­ne ha­ya­tı­nın en çe­kil­mez ta­ra­fı, in­san ev­de ol­ma­dı­ğı­nı söy­le­yip kim­se­den kur­tu­la­mı­yor, de­di. Mat­hil­de ne söy­ler­se öf­ke­le­ni­yor, si­nir­le­ni­yor­du.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'un öğ­ren­di­ği­ne gö­re, M. de Va­le­nod, hük­mün ve­ril­di­ği gün, va­li­li­ğe atan­ma em­ri­ni alıp ce­bi­ne koy­du­ğu için M. de Fri­la­ir'in tem­bih­le­ri­ni hi­çe say­ma­ya ce­sa­ret et­miş, Ju­li­en'i ölüm ce­za­sı­na çarp­tır­mak key­fi­ni tat­mış­tı.

M. de. Fri­la­ir ile de­min ko­nuş­tum. M. So­rel ne de­me­ye kal­kıp da o bur­ju­va asil­za­de­le­ri­nin ben­li­ği­ni uyan­dır­dı, ona hü­cum et­ti? di­yor. Sı­nıf­tan bah­set­me­ye ne lü­zum var­dı san­ki? di­yor. On­la­ra, si­ya­sî çı­kar­la­rı­nı ko­ru­mak için ne yap­ma­la­rı ge­rek­ti­ği­ni gös­ter­di. Oy­sa o bu­da­la­la­rın öy­le şey­ler dü­şün­dü­ğü yok­tu. Hep­si de ağ­la­mak­lı ol­muş­lar­dı, di­yor. Sı­nıf çı­ka­rı, bir ada­mı ölüm ce­za­sı­na çarp­tır­ma­nın çir­kin­li­ği­ni, deh­şe­ti­ni unut­tur­du. Doğ­ru­su M. So­rel iş hu­su­sun­da da­ha pek toy­muş. Onun ce­za­sı­nı ba­ğış­la­ta­maz­sak ölü­mü bir çe­şit in­ti­har ola­cak, di­yor...

Mat­hil­de'nin Ju­li­en'e söy­le­me­di­ği bir şey da­ha var­dı ama doğ­ru­su ken­di­si de bu­nun far­kın­da de­ğil­di. Ab­be de Fri­la­ir, Ju­li­en için kur­tu­luş ça­re­si ol­ma­dı­ğı­nı gör­müş, kı­zın gön­lün­de onun ye­ri­ne geç­me­nin yük­sel­me ih­ti­ra­sı için fay­da­lı ola­ca­ğı­nı sa­nı­yor­du.

Ju­li­en, sa­bah­tan be­ri ba­şı­na ge­len sı­kın­tı­la­ra si­nir­len­miş, öf­ke­si­nin pa­ra et­me­ye­ce­ği­ni de an­la­ya­rak âde­ta ken­din­den geç­miş­ti; Mat­hil­de'e:

– He­le siz ki­li­se­ye gi­dip de be­nim için bir du­a okut­tu­run, be­ni de bir sü­re ra­hat bı­ra­kın, de­di.

Ma­da­me de Re­nal'in ge­lip git­me­le­ri­ni du­yup kıs­ka­nan Mat­hil­de, onun Be­san­çon'dan uzak­laş­tı­ğı­nı ha­ber al­mış­tı; Ju­li­en'in ak­si­li­ği­min se­be­bi­ni an­la­dı, göz­le­rin­den si­cim gi­bi yaş­lar in­dir­me­ye baş­la­dı. Kı­zın ıs­tı­ra­bı hiç de sah­te de­ğil­di, Ju­li­en bu­nu gö­rüp büs­bü­tün si­nir­le­ni­yor­du. Yal­nız kal­ma­ya şid­det­le ih­ti­ya­cı var­dı fakat bu­nun için ne ya­pa­ca­ğı­nı da bi­le­mi­yor­du. Mat­hil­de, onu yu­mu­şat­mak için bo­şu bo­şu­na hay­li dil dök­tük­ten son­ra çı­kıp git­ti ama onun ar­ka­sı sı­ra da Fo­uqu­e gel­di. Ju­li­en bu sa­dık dos­ta:

– Yal­nız kal­ma­ya çok ih­ti­ya­cım var, de­di...

Onun te­red­düt et­ti­ği­ni gö­rün­ce:

– Ölüm ce­za­sın­dan ba­ğış­lan­ma­mı ta­lep için bir di­lek­çe ha­zır­lı­yo­rum, de­di... Za­ten... sen­den bir ri­cam var, ba­na ölüm sö­zü et­me. O gün için sen­den ba­zı özel ri­ca­la­rım olur­sa ben sa­na aça­rım.

Ju­li­en, so­nun­da yal­nız kal­ma­yı ba­şar­dı fakat şim­di ken­di­ni ön­ce­kin­den de da­ha yü­rek­siz his­se­di­yor­du. Bu za­yıf­la­mış ruh, ka­lan bir par­ça­cık kuv­ve­ti­ni de, ne hal­de ol­du­ğu­nu Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le ile Fo­uqu­e'den giz­le­me­ye har­ca­mış­tı.

Ak­şa­ma doğ­ru ak­lı­na ge­len bir fi­kir onu avut­tu:

Bu sa­bah, ölü­mün ba­na o ka­dar çir­kin gö­zük­tü­ğü an­da, idam sa­ati­nin gel­di­ği­ni ha­ber ver­se­ler­di, hal­kın gö­zü be­ni hay­si­ye­ti­mi ko­ru­ma­ya yön­len­di­rir­di; bel­ki yü­rü­yü­şüm­de, bir sa­lo­na gi­ren sı­kıl­gan bir ken­di­ni be­ğen­mi­şin­ki gi­bi bir ağır­lık bu­lu­nur­du. Bu taş­ra­lı­lar ara­sın­da an­la­yış­lı bir­kaç ki­şi var­sa, bel­ki on­lar be­nim yü­rek­siz­li­ği­mi se­ze­bi­lir­di.. ama bu­nu gö­ren ol­maz­dı. Böy­le­lik­le üzün­tü­sü­nün bir BÖLÜMün­den kur­tul­du, şar­kı söy­le­ye­rek: Ben şim­di bir yü­rek­si­zim ama bu­nu bi­len ol­ma­ya­cak de­di.

Er­te­si sa­bah Ju­li­en'in ba­şı­na bel­ki bü­tün bun­lar­dan da­ha tat­sız bir iş gel­di. Ba­ba­sı ge­le­ce­ği­ni çok­tan be­ri bil­di­rip du­ru­yor­du; o sa­bah, da­ha Ju­li­en uyan­ma­dan ön­ce, ak saç­lı ke­res­te­ci zin­dan oda­sı­na gir­di. Ju­li­en ken­din­de bir hâl­siz­lik his­set­ti; ba­ba­sı­nın si­tem ola­rak en tat­sız şey­le­ri aça­ca­ğı­nı bi­li­yor­du. San­ki bun­ca sı­kın­tı­sı, ke­de­ri yet­mi­yor­muş gi­bi o sa­bah, ba­ba­sı­nı sev­me­di­ği için de şid­det­li bir vic­dan aza­bı du­yu­yor­du.

Gar­di­yan oda­yı bir par­ça dü­zelt­me­ye ça­lı­şır­ken Ju­li­en ken­di ken­di­ne: Te­sa­düf bi­zi dün­ya­da yan ya­na ge­tir­miş de­di, biz de bir­bi­ri­mi­ze ka­bil olan her kö­tü­lü­ğü et­tik. Öle­ce­ğim an­da da ba­na son bir kö­tü­lük da­ha yap­ma­ya ge­li­yor.

Gar­di­yan oda­dan çı­kar çık­maz yaş­lı adam ters ters söz­le­re baş­la­dı.

Ju­li­en, göz yaş­la­rı­nı tu­ta­ma­dı, için­den ku­dur­muş gi­bi: Bu ne al­çak­ça­sı­na za­af­tır! de­di. Bu he­rif her gi­rip çık­tı­ğı yer­de be­nim ce­sa­ret­siz­li­ği­mi bi­re bin ka­ta­rak an­la­tır du­rur; Va­le­nod­lar, Ver­rie­res'de hü­küm sü­ren bü­tün o ba­ya­ğı iki­yüz­lü­ler için gün doğ­du de­mek­tir! On­la­rın Fran­sa'da bo­ru­su ötü­yor, ce­mi­ye­tin her tür­lü lüt­fu­nu el­de edi­yor­lar. Şim­di­ye ka­dar ben: Doğ­ru, pa­ra on­la­rın, bü­tün şan şe­ref on­la­rın ama kalp asa­le­ti be­nim di­ye­bi­li­yor­dum.

İş­te sö­zü­ne her­ke­sin ina­na­ca­ğı bir ta­nık: Be­nim ölüm kar­şı­sın­da kor­kak­lık gös­ter­di­ği­mi bü­tün Ver­rie­res hal­kı­na, pi­re­yi de­ve ede­rek an­la­ta­cak! Her­ke­sin an­la­dı­ğı bu sı­nav­dan ben, al­nı­mın akı ile çı­ka­ma­ya­ca­ğım!

Ju­li­en, büs­bü­tün umut­suz­lu­ğa düş­müş gi­biy­di. Ba­ba­sı­nı na­sıl ko­va­ca­ğı­nı bil­mi­yor­du. O pek an­la­yış­lı yaş­lı ada­mı al­da­ta­bi­le­cek ka­dar gös­te­ri­şe kalk­mak da o an­da kuv­ve­ti­nin üs­tün­de bir şey­di.

Bü­tün im­kân­la­rı göz­den ge­çi­ri­yor­du; bir­den­bi­re âde­ta ba­ğı­rır­ca­sı­na:

– Ben pa­ra bi­rik­tir­dim!

Bu dâ­hi­ce söz ih­ti­ya­rın çeh­re­si­ni de, Ju­li­en'in du­ru­mu­nu da de­ğiş­tir­di.

Sö­zü­nün bı­rak­tı­ğı te­sir Ju­li­en'in, ba­ba­sı­nın kar­şı­sın­da duy­du­ğu kü­çük­lük his­si­ni gi­der­miş­ti; da­ha sa­kin bir ta­vır­la de­vam et­ti:

– O pa­ra­yı ne ya­pa­yım?

Ju­li­en, pa­ra­nın bir kıs­mı­nı kar­deş­le­ri­ne bı­rak­mak ni­ye­tin­de ol­du­ğu­nu his­set­ti­ri­yor­du; ih­ti­yar ke­res­te­ci de bir me­te­li­ği­ni el­den ka­çır­ma­mak ar­zu­suy­la ya­nı­yor­du. Uzun uzun, ateş­li ateş­li söz­ler söy­le­di. Ju­li­en işi ala­ya vu­ra­bil­di:

– Mev­lâ, de­di, va­si­yet­na­mem için ba­na esin gön­der­di. Kar­deş­le­ri­min her bi­ri­ne bi­ner frank ve­re­ce­ğim, pa­ra­nın üs­tü de si­ze ka­la­cak.

– Öy­le ol­sun; de­di, pa­ra­nın üs­tü hak­kım­dır; fa­kat ma­dem ki Tan­rı si­ze iman bü­tün­lü­ğü na­sip et­ti, di­ni bü­tün bir Hı­ris­ti­yan ola­rak öl­mek is­ter­se­niz, borç­la­rı­nı­zı da öde­me­li­si­niz. Si­zi ye­di­rip içir­mek, oku­tup yaz­dır­mak için hep ben mas­raf et­tim, onu hiç dü­şün­mü­yor­su­nuz...

Ju­li­en ta için­den ya­ra­lan­mış: İş­te ba­ba sev­gi­si!.. di­yor­du. Zin­dan­cı ka­pı­dan gö­zük­tü:

– Mon­sie­ur, de­di, ko­nuk­la­rı­ma, ba­ba­la­rı gör­me­ye ge­lin­ce, en iyi­sin­den bir şi­şe şam­pan­ya ge­ti­ri­rim. Bi­raz pa­ha­lı­dır, şi­şe­si al­tı frank ama yü­rek ta­ze­ler.

Ju­li­en ço­cuk­ça bir se­vinç­le:

– Üç ka­deh ge­ti­rin, de­di; ko­ri­dor­da do­la­şan iki mah­pus var, on­la­rı da ça­ğı­rın.

Zin­dan­cı he­rif­le­ri içe­ri ça­ğır­dı. Bun­lar kü­rek mah­kû­mi­ye­ti­ni bi­ti­rip tek­rar bir suç iş­le­ye­rek ha­pis­ha­ne­ye dön­müş­ler­di, ya­kın­da ağır hiz­me­te gön­de­ri­le­cek­ler­di, iki­si de ga­yet ne­şe­li, us­ta­lık­la­rı, ce­sa­ret­le­ri, so­ğuk­kan­lı­lık­la­rıy­la nam ka­zan­mış bi­rer ca­na­var­dı.

Ara­la­rın­dan bi­ri Ju­li­en'e:

– Ba­na yir­mi frank ve­rin, si­ze bü­tün ha­ya­tı­mı an­la­ta­yım, de­di. Ba­kın ne tat­lı­dır!

Ju­li­en:

– Ya ya­lan söy­ler­se­niz?

– Na­sıl söy­le­rim? Ar­ka­da­şım yir­mi fran­gı kıs­kan­dı, ya­lan söy­ler­sem ha­ber ve­rir.

An­lat­tı­ğı va­ka­lar in­sa­na tik­sin­ti ve­ren şey­ler­di. On­la­rı iş­le­yen hiç şüp­he­siz kor­ku, yıl­mak ne­dir bil­mez bir adam­dır ama ar­tık yü­re­ğin­de, pa­ra hır­sın­dan baş­ka hiç­bir duy­gu aran­ma­ma­lı­dır.

He­rif­ler git­tik­ten son­ra Ju­li­en'in sa­bah­ki ha­li kal­ma­mış­tı. Ken­di ken­di­ne kar­şı duy­du­ğu öf­ke geç­miş­ti. Ma­de­me de Re­nal git­ti­ğin­den be­ri iç acı­sı, bir ta­raf­tan da kor­kak­lı­ğın zeh­ri­ni kat­tı­ğı o acı ar­tık de­ğiş­miş, gam­lı bir dü­şün­ce ha­li­ni al­mış­tı.

İçin­den: gün­ler ge­çip, di­yor­du, gö­rü­nüş­le­re ka­pıl­ma­ma­ya alış­tık­ça, Pa­ris sa­lon­la­rın­da­ki in­san­la­rın da ba­ba­mın so­yun­dan na­mus­lu kim­se­ler ve­ya bu iki kü­rek mah­kû­mu gi­bi be­ce­rik­li bi­rer her­ge­le ol­duk­la­rı­nı an­la­ya­cak­tım. Söy­le­dik­le­ri doğ­ru, sa­lon bay­la­rı sa­bah­le­yin kalk­tı­lar mı: Bu­gün de kar­nı­mı do­yur­mak için ne yap­sam? dü­şün­ce­si iç­le­ri­ni ke­mir­mez. Bir de na­mus­lu­yuz di­ye bö­bür­le­nir­ler! Bir jü­ri­ye de se­çi­lin­ce, aç­lık­tan bay­gın­lık duy­du­ğu için bir gü­müş ça­tal bı­çak ta­kı­mı çal­mış ada­mı, kol­tuk­la­rı­nı ge­re ge­re mah­kûm eder­ler.

Ya­ran­mak lazım ge­len bir sa­ray ol­du mu, ba­kan­lık­tan düş­me­mek, ba­kan­lı­ğa geç­mek sö­zü çık­tı mı, bi­zim o na­mus­lu sa­lon bay­la­rı, bu iki kü­rek mah­kû­mu­nun ka­rın­la­rı­nı do­yur­mak için iş­le­dik­le­ri suç­la­rın tam ben­ze­ri­ni iş­le­mek­ten çe­kin­mez­ler..

Ta­bii hu­kuk di­ye bir şey yok­tur. Bu tâ­bir, bü­yük ba­ba­la­rı XIV. Lou­is'nin bir ele ge­çir­me buy­ru­ğuy­la zen­gin­leş­miş, ge­çen be­ni sı­kış­tı­ran sav­cı­nın ağ­zı­na ya­ra­şır es­ki bir bu­da­la­lık­tır. Hu­kuk, ce­za yap­tı­rı­mıy­la fa­lan işe kal­kış­mak­tan men eden bir ya­sa çı­ka­rıl­dı mı, o za­man do­ğar. Ka­nun­dan ön­ce, ta­bii ola­rak an­cak as­la­nın kuv­ve­ti, ya­hut aç­lık du­yan, üşü­yen mah­lû­kun ih­ti­ya­cı, ha­sı­lı an­cak ih­ti­yaç var­dır... Ha­yır, şe­ref, iti­bar gö­ren in­san­lar, ta­lih­le­ri yâr olup da el­le­ri suç­ta ya­ka­lan­ma­mış bi­rer edep­siz­dir. Ce­mi­ye­tin be­nim pe­şi­me tak­tı­ğı sav­cı, bir al­çak­lık sa­ye­sin­de zen­gin ol­muş... Ben ca­na kıy­dım, ce­za­mı hak et­tim ama bu su­çum he­sa­ba ka­tıl­ma­sın, be­ni mah­kûm eden Va­le­nod, ce­mi­yet için ben­den bin kat za­rar­lı bir in­san­dır.

Ju­li­en ke­der­li ke­der­li fakat öf­ke­siz ilâ­ve et­ti: "Ba­bam, pin­ti­li­ği­ne rağ­men yi­ne bu adam­lar­dan da­ha iyi­dir. Ben, ölü­müm­le onun adı­nı da le­ke­le­yip işi had­din­den aşır­dım. Pa­ra­sız kal­mak kor­ku­su, ha­sis­lik de­nen, in­san­la­rı ol­duk­la­rın­dan da kö­tü gör­mek­ten do­ğan il­let, be­nim bı­ra­ka­ca­ğım üç dört yüz fran­gı ba­ba­ma, bir te­sel­li se­be­bi, içi­ne em­ni­yet ve­re­cek bir şey gi­bi gös­te­ri­yor. Bir pa­zar gü­nü ye­mek­ten son­ra çı­kıp, ken­di­ni kıs­ka­nan Ver­ri­eres­li­le­re pa­ra­sı­nı şı­kır­da­tır. Ba­kış­la­rıy­la da on­la­ra: Böy­le bir kar­şı­lı­ğı olun­ca, oğ­lu­nun ka­fa­sı ke­sil­me­si­ni han­gi­niz ca­na min­net bil­mez? der.

Bu dü­şün­ce­ler bel­ki doğ­ru idi ama ölü­mü de ar­zu et­ti­re­cek özel­lik­tey­di. Beş uzun gü­nü böy­le geç­ti. En şid­det­li kıs­kanç­lık­la kıv­ran­dı­ğı­nı gör­dü­ğü Mat­hil­de'ye kar­şı ne­za­ket­le, tat­lı­lık­la ha­re­ket edi­yor­du. Bir ak­şam Ju­li­en ken­di­ni öl­dür­me­yi ger­çek­ten ak­lın­dan ge­çir­di. Ma­da­me de Re­nal'in öz­le­mi, bu de­rin acı, onun ru­hu­nu si­nir­len­dir­miş­ti. Ar­tık ne ger­çek ha­yat­ta bir şey­den hoş­la­nı­yor, ne de ha­ya­lin­de gön­lü­nü avu­ta­cak bir şey bu­la­bi­li­yor­du. Böy­le kı­mıl­dan­ma­dan ka­pa­lı kal­mak sağ­lı­ğı­nı bo­zu­yor, hu­yu­nu, genç Al­man üni­ver­si­te­li­le­ri­nin­ki gi­bi coş­kun, za­yıf kı­lı­yor­du. Za­val­lı­la­rın ru­hu­na üşü­şen ba­zı ya­kı­şık al­maz fi­kir­le­ri şöy­le sert bir kü­für­le ba­şın­dan sav­mak için lazım ge­len o er­kek­çe aza­me­ti kay­be­di­yor­du.

Ha­ki­ka­ti sev­dim.. Ha­ki­kat ne­re­de?.. Her yer­de iki­yüz­lü­lük, hiç ol­maz­sa şar­la­tan­lık, en fa­zi­let­li­ler­de, en bü­yük­ler­de bi­le böy­le... Du­dak­la­rın­da bir tik­sin­me ifa­de­si be­lir­di: Ha­yır, in­san in­sa­na gü­ve­ne­mez.

Ma­da­me de *** ye­tim­ler için pa­ra top­lar­ken, bil­mem han­gi prens on al­tın ver­di di­yor­du: Ya­lan... Uzak­la­ra git­me­ye ne ge­rek var? Na­pol­yon'un Sa­in­te­He­le­ne'de­ki ha­li ne­dir?.. Tah­tı­nı Ro­ma kra­lı­na bı­rak­ma­sı şar­la­tan­lı­ğın ta ken­di­si de­ğil mi?

Ulu Tan­rım! öy­le bir in­san, hem de uğ­ra­dı­ğı fe­lâ­ke­te ba­kıp da gö­re­vi­ni acı acı ha­tır­la­ma­sı lazım gel­di­ği bir za­man­da, şar­la­tan­lı­ğa te­nez­zül eder­se ar­tık in­san oğ­lun­dan ne bek­le­nir?..

Ha­ki­kat ne­re­de?.. Din­de mi?.. Kü­çüm­se­me­nin son de­re­ce­si­ni gös­te­ren acı bir gü­lüm­se­me ile: Evet, de­di, Mas­lon­la­rın, Fri­la­ir­le­rin, Cas­ta­ne­de­le­rin ağ­zın­da... Bel­ki ha­ki­kî Hı­ris­ti­yan­lık­ta; ha­va­ri­ler pa­ra al­ma­dı­ğı gi­bi ra­hip­le­ri de pa­ra al­ma­ya­cak bir Hı­ris­ti­yan­lık­ta... Ama Pau­lus re­sul em­ret­mek, söz söy­le­mek, sö­zü­nü et­tir­mek zev­ki­ni tat­mış, o da pa­ra al­mak sa­yıl­maz mı?..

Ah! Ha­ki­kî bir din ol­sa... Ben de ne bu­da­la­yım! Bir go­tik ka­ted­ral, in­sa­na hu­şu ve­ren renk renk ki­li­se cam­la­rı gö­rün­ce be­nim za­yıf kal­bim he­men on­la­ra ya­kı­şır ra­hi­bi ta­sav­vur di­yor... Ru­hum öy­le bir ra­hi­bi an­lar, ru­hu­mun öy­le bir ra­hi­be ih­ti­ya­cı var... Onun ye­ri­ne kar­şı­ma pis saç­lı, mağ­rur bir he­rif çı­kı­yor... Üs­tü­nü ba­şı­nı bir ya­na bı­rak, Che­va­li­er de Be­au­voi­si'nin bir eşi.

Ha­ki­kî bir ra­hip, bir Mas­sil­lon, bir Fe­ne­lon... Mas­sil­lon da Du­bo­is gi­bi bir al­ça­ğı ra­hip­li­ğe yük­selt­miş. Sa­int­Si­mon'un Ha­tı­rat'ını oku­ya­lı be­ri Fe­ne­lon'dan da so­ğu­dum; ama on­da yi­ne bir ra­hip ru­hu var­mış... Öy­le bir ra­hip ol­sa, gö­nül­le­rin­de sev­gi du­yan­la­rın, bu dün­ya­da top­la­na­cak bir yer­le­ri olur... Bir ba­şı­mı­za ka­lıp ya­şa­ma­yız... O iyi ra­hip bi­ze Al­lah'tan söz eder. Ama han­gi Al­lah? Ki­ta­bı Mu­kad­des'in bah­set­ti­ği öç al­ma­ya su­sa­mış o kü­çük, gad­dar müs­te­bit de­ğil... Vol­tai­re'in Al­lah'ı, o âdil, mer­ha­met­li, yü­ce Al­lah...

Ez­be­re bil­di­ği Ki­ta­bı Mu­kad­des'in bir­çok par­ça­la­rı­nı ha­tır­la­yıp he­ye­can duy­du... Ama üç ki­şi bir ara­ya gel­di mi, bi­zim pa­paz­la­rı­mı­zın söz ede ede dü­şür­dük­le­ri o bü­yük ada, AL­LAH sö­zü­ne na­sıl ina­nı­lır?

Yal­nız ya­şa­mak!..Ah ne azap!..

Ju­li­en al­nı­na vu­ra­rak: Ben çıl­dı­rı­yor, hak­sız­lık edi­yo­rum, de­di. Bu­ra­da, bu zin­dan­da yal­nı­zım; ama dün­ya­da yal­nız ya­şa­mış de­ği­lim; ka­fam­da bü­yük bir gö­rev fik­ri yer et­miş­ti. Ken­di­me bel­ki doğ­ru, bel­ki yan­lış ola­rak edin­di­ğim gö­rev... Fır­tı­na olun­ca da­yan­dı­ğım sağ­lam bir ağaç göv­de­si gi­bi idi; sen­de­li­yor, çır­pı­nı­yor­dum. Ben de alt ta­ra­fı bir adam­dım... Ama fır­tı­na be­ni uçu­ra­mı­yor­du.

Bu zin­da­nın ru­tu­bet­li ha­va­sı yal­nız­lık fik­ri­ni ak­lı­ma ge­ti­ri­yor...

Ri­ya­kâr­lı­ğa la­net ede­rek yi­ne ri­ya­kâr­lık et­me­ye ne lü­zum var? Be­ni böy­le ezen ne ölüm, ne zin­dan, ne de ha­va­nın ru­tu­be­ti, Ma­da­me de Re­nal'in bu­ra­da ol­ma­ma­sı. Ver­rie­res'de ol­sam, onu gör­mek için haf­ta­lar­ca evi­nin bod­ru­mu­na sak­lan­mak lazım gel­se, hiç şi­ka­yet eder mi­yim?

Acı acı gü­le­rek yük­sek ses­le: Çağ­daş­la­rı­mın te­si­ri da­ha güç­lü çı­kı­yor, de­di. Ölü­me iki adım yol­da­yım, ken­di ken­di­me ko­nu­şu­yo­rum, yi­ne de mü­rai­lik edi­yo­rum... Hey gi­di on do­ku­zun­cu asır hey!

... Bir av­cı or­man­da ateş eder, avı­nın düş­tü­ğü­nü gö­rün­ce de ya­ka­la­mak için he­men atı­lır. Çiz­me­si iki ayak yük­sek­lik­te bir ka­rın­ca yu­va­sı­na çar­par, ka­rın­ca­la­rın oca­ğı­nı yı­kıp için­de­ki­le­ri, yu­mur­ta­la­rıy­la be­ra­ber dört ya­na sa­çar... Ka­rın­ca­la­rın en fi­lo­zof­la­rı bi­le bu ka­ra, ko­ca­man, kor­kunç vü­cu­dun ne ol­du­ğu­nu an­la­ya­maz: Bir­den­bi­re, ina­nıl­maz bir sü­rat­le yu­va­la­rı­na gi­ren bir çiz­me, bun­dan bi­raz ön­ce de müt­hiş bir gü­rül­tü, kır­mı­zım­tı­rak ateş de­met­le­ri...

... Ölüm, ha­yat, son­suz­luk, on­la­rı kav­ra­ya­cak ka­dar ge­niş an­la­yı­şı ola­cak kim­se­ler için bu­nun gi­bi ba­sit şey­ler­dir... Ya­zın uzun gün­le­rin­de sa­ba­hın do­ku­zun­da do­ğup ak­şa­mın be­şin­de ölen bir si­nek, ge­ce ke­li­me­si­nin ne de­mek ol­du­ğu­nu na­sıl an­la­sın? Onu beş sa­at da­ha ya­şa­tın, ge­ce­nin ne ol­du­ğu­nu gö­rüp an­lar. Ben de yir­mi üçüm­de öle­ce­ğim. Ba­na beş yıl­lık ha­yat da­ha ve­rin, Ma­da­me de Re­nal ile ya­şa­ya­yım.

Mep­his­to­pe­les gü­lü­şü ile gül­me­ye baş­la­dı.

Bir ke­re ben, din­le­yen bi­ri var­mış gi­bi iki­yüz­lü­lük edi­yo­rum. Son­ra da ya­şa­ya­cak şu­ra­da bir­kaç gü­nüm kal­dı­ğı­nı dü­şün­me­yip ya­şa­ma­yı, sev­me­yi unu­tu­yo­rum... Hey­hat!

Ma­da­me de Re­nal bu­ra­da de­ğil; bel­ki bir da­ha ko­ca­sın­dan izin ko­pa­rıp Be­san­çon'a ge­le­me­ye­cek, onun adı­nı le­ke­le­ye­me­ye­cek.

İş­te be­ni yal­nız bı­ra­kan asıl bu; âdil, ra­him, ka­dir; gad­dar­lık, öç al­mak dü­şün­mez bir Tan­rı'nın yok­lu­ğu de­ğil... Ah! Tan­rı ol­say­dı... hey­hat! ayak­la­rı­na ka­pa­nır­dım. Ona: Ben ölü­mü hak et­tim fakat sen, yü­ce Tan­rı, iyi Tan­rı, mer­ha­met­li Tan­rı, be­ni yi­ne sev­di­ği­me ka­vuş­tur! der­dim. Ge­ce hay­li iler­le­miş­ti. Ju­li­en bir iki sa­at ra­hat ra­hat uyu­du, son­ra Fo­uqu­e gel­di. Ju­li­en ken­di­ni, için­de ge­çen­le­ri iyi­ce gö­rüp an­la­yan bir in­san gi­bi, kuv­vet­li, me­tin his­se­di­yor­du.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro