Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 41: Hüküm

Sözü pek edilen bu dâvanın hatırası memlekette uzun zaman unutulmayacaktır. Sanığa gösterilen ilgi heyecana kadar varıyordu. Bunun sebebi da suçunun hem şaşılacak bir şey olup hem de dehşetli bir şey olmaması idi. Hayattaki yüksek talihi, döner dönmez, kendisine gösterilen sevgiyi arttırıyordu. Kadınlar, tanıdıkları erkeklere cezaya çarpılacak mı? diye soruyor, cevabı beklerken de sapsarı kesildikleri görülüyordu.

SA­IN­TE BEU­VE

Ma­da­me de Re­nal'in de, Mat­hil­de'nin de o ka­dar yü­rek çar­pın­tı­sıy­la bek­le­dik­le­ri gün en so­nun­da ge­lip çat­tı. Şeh­rin hiç alı­şıl­ma­dık gö­rü­nü­şü, on­la­rın yıl­gın­lı­ğı­nı bir kat da­ha ar­tı­rı­yor, Fo­uqu­e'nin me­ta­net­li ru­hu­nu bi­le hay­li he­ye­ca­na dü­şü­rü­yor­du. O ma­sal­la­rı an­dı­ran dâ­va­nın ce­re­ya­nı­nı gör­mek için çev­re ka­sa­ba­lar­dan her­kes Be­san­çon'a ko­şup gel­miş­ti.

Üç gün­dür han­lar­da yer kal­ma­mış­tı. Ce­za mah­ke­me­si baş­ka­nı­na, gir­me kar­tı ko­par­mak için, dört bir ta­raf­tan ri­ca­cı ge­li­yor­du; şeh­rin bü­tün ba­yan­la­rı hü­küm ve­ri­lir­ken ha­zır bu­lun­mak is­ti­yor­du; so­kak­lar­da ba­ğı­ra­rak Ju­li­en'in res­mi sa­tı­lı­yor­du, vs. vs.

Mat­hil­de, ta­ma­mıy­la *** pis­ko­po­su­nun eliy­le ya­zıl­mış bir mek­tu­bu, o son gün çı­ka­rıp kul­lan­mak üze­re sak­la­mış­tı. Fran­sa'da din iş­le­ri­nin ba­şı olan, pis­ko­pos­la­rı tâ­yin eden o bü­yük pa­paz, Ju­li­en'in be­raa­ti için ara­cı­lık et­miş­ti. Hü­küm ve­ril­me­sin­den bir gün ön­ce Mat­hil­de bu mek­tu­bu, o kud­ret sa­hi­bi pis­ko­po­sun baş mu­avi­ni­ne gö­tür­dü.

Ko­nuş­ma­nın so­nun­da Mat­hil­de iki göz iki çeş­me ağ­la­ya­rak çı­kar­ken M. de Fri­la­ir, o za­ma­na de­ğin ted­bir­li dav­ra­nıp gös­ter­di­ği dip­lo­mat­lık­tan vaz­geç­ti; za­ten ken­di­si de âde­ta he­ye­ca­na ka­pıl­mış gi­bi:

– Si­ze söz ve­ri­yo­rum, jü­ri­nin ve­re­ce­ği ka­rar­dan emin ola­bi­lir­si­niz. Ko­ru­du­ğu­nuz gen­cin su­çu­nun şüp­he gö­tü­rüp gö­tür­me­di­ği, he­le bu iş­te plan olup ol­ma­dı­ğı hak­kın­da hü­küm ve­re­cek on iki ki­şi ara­sın­da be­nim ik­ba­li­me bağ­lı al­tı dos­tum var­dır; pis­ko­pos­lu­ğa yük­sel­me­nin ken­di el­le­rin­de ol­du­ğu­nu on­la­ra his­set­tir­dim. M. Va­le­nod'yu Ver­rie­res be­le­di­ye baş­kan­lı­ğı­na ben ge­tirt­tim; M. de Moi­rod ile M. de Cho­lin onun sö­zün­den dı­şa­rı çık­maz.

Ha­ki­ka­ti is­ter­se­niz, ta­lih bu iş­te kar­şı­mı­za inan­cı pek bo­zuk iki jü­ri üye­si çı­kar­dı fakat on­lar da aşı­rı hür­ri­yet­çi ol­mak­la be­ra­ber bü­yük iş­ler­de be­nim emir­le­ri­mi din­ler; on­la­ra da adam gön­de­rip M. Va­le­nod ile be­ra­ber oy ver­me­le­ri­ni ri­ca et­tir­dim. Jü­ri üye­le­rin­den bi­ri de ga­yet­le zen­gin, ge­ve­ze, hür­ri­yet­çi bir fab­ri­ka sa­hi­bi­dir; o da sa­vun­ma ba­kan­lı­ğı­na bir mü­te­ah­hit­lik pe­şin­de­dir; hiç şüp­he­siz be­ni da­rılt­mak is­te­mez. Ona da, M. de Va­le­nod'nun be­nim son sö­zü­mü bil­di­ği­ni söy­let­tim.

Mat­hil­de en­di­şe için­de sor­du:

– O.M. Va­le­nod da kim?

– Onu ta­nı­sa­nız, ba­şa­rı­la­rın­dan hiç şüp­he­niz kal­maz­dı. Cü­ret­li, küs­tah, ka­ba, çok ko­nu­şan bir adam­dır; tam bu­da­la­la­rı pe­şin­de sü­rük­le­ye­cek bir in­san. 1814 onu yok­sul, se­fil bir hal­de bu­lup mey­da­na çı­kar­dı; ben onu al­bay­lı­ğa yük­sel­te­ce­ğim. Oy­la­rı­nı onun is­te­di­ği gi­bi ver­me­ye­cek üye­le­ri döv­me­ye kal­ka­bi­lir.

Mat­hil­de'in içi bi­raz­cık ra­hat­la­dı.

O ak­şam bir ikin­ci tar­tış­ma­ya da­ha mec­bur ol­du. Ju­li­en, so­nu­nun ne­ye va­ra­ca­ğı ken­di­si için pek bel­li olan na­hoş bir işi uzat­ma­mak için, mah­ke­me­de ken­di­ni sa­vun­ma­ma­ya ka­rar ver­miş­ti.

Mat­hil­de'e:

– Avu­ka­tım söy­le­ye­cek ya! ye­ter, de­di. Düş­man­la­rım be­ni za­ten bir hay­li gör­dü­ler; on­la­rın bu zev­ki­ni ar­tır­ma­ya lü­zum yok. Sa­ye­niz­de yük­sel­di­ğim mev­ki o taş­ra­lı­la­rın gö­zü­ne bat­tı; emin olun ki iç­le­rin­de, be­nim ce­za­ya çar­pıl­ma­mı is­te­me­yen bir tek ki­şi bi­le yok­tur; ama son­ra da, be­nim ölü­me gö­tü­rül­dü­ğü­mü gö­rün­ce, otu­rup bu­da­la bu­da­la göz ya­şı dö­ker­ler.

– Evet, on­lar si­zin kü­çük dü­şü­rül­me­ni­zi, onu­ru­nu­zun kı­rıl­ma­sı­nı is­ti­yor, bu­ra­sı doğ­ru; fa­kat za­lim ol­duk­la­rı­nı san­mı­yo­rum. Be­nim Be­san­çon'a ge­li­şim, ıs­tı­ra­bım, ke­de­rim bü­tün ka­dın­la­rın il­gi­si­ni uyan­dır­dı; si­zin gü­zel yü­zü­nüz de işi büs­bü­tün dü­zel­tir. Hâ­kim­le­rin kar­şı­sın­da bir­kaç söz söy­le­yin, din­le­yen­le­rin hep­si siz­den ya­na ola­cak­tır. vs. vs.

Er­te­si sa­bah sa­at do­kuz­da Ju­li­en Ad­li­ye sa­ra­yı­nın bü­yük sa­lo­nu­na git­mek üze­re ha­pis oda­sın­dan in­di­ği za­man jan­dar­ma­lar, av­lu­ya yı­ğıl­mış hın­ca­hınç ka­la­ba­lık ara­sın­dan bin zor­luk­la yol aça­bil­di­ler. Ju­li­en iyi uyu­muş­tu, ga­yet sa­kin­di; yü­rek­le­rin­de gad­dar­lık ol­ma­dı­ğı hal­de ölüm hük­mü­nü al­kış­la­ya­cak bu kıs­kanç­lar yı­ğı­nı­na kar­şı fi­lo­zof­ça bir acı­ma du­yu­yor­du; o an­da için­de bun­dan baş­ka hiç­bir duy­gu yok­tu. Fa­kat ka­la­ba­lı­ğın ara­sın­da on beş da­ki­ka ka­dar ka­lıp da ken­di­si­ne kar­şı hal­kın acı­ma his­si bes­le­di­ği­ni an­la­yın­ca doğ­ru­su çok şaş­tı. On­la­rın ağ­zın­dan na­hoş bir tek söz bi­le işit­me­miş­ti. İçin­den: Tu­haf! de­di, bu taş­ra­lı­lar san­dı­ğım ka­dar kö­tü in­san de­ğil­miş.

Mah­ke­me sa­lo­nu­na gi­rin­ce ya­pı­nın in­ce­li­ği dik­ka­ti­ni çek­ti. Sa­ray, te­miz bir go­tik üs­lû­bu ör­ne­ği idi; bü­yük bir dik­kat­le iş­len­miş sı­ra sı­ra kü­çük taş sü­tun­lar­la süs­len­miş­ti. Ju­li­en ken­di­ni İn­gil­te­re'de san­dı.

Az son­ra ya­pı­nın in­ce­li­ğiy­le uğ­ra­şa­maz ol­du: Sa­nık is­kem­le­si­nin tam kar­şı­sın­da, hâ­kim­ler­le jü­ri­nin otur­du­ğu ye­rin üs­tün­de­ki üç bal­ko­nu dol­du­ran on on beş gü­zel ka­dın gö­zü­ne iliş­miş­ti. Hal­ka doğ­ru dö­nün­ce, sa­lo­nun üze­rin­de bir dai­re oluş­tu­ran bal­ko­nun da hep ka­dın­lar­la do­lu ol­du­ğu­nu gör­dü; ço­ğu genç­ti, Ju­li­en on­la­rı gü­zel bul­du. Hep­si­nin de göz­le­ri il­gi ile par­lı­yor­du. Sa­lo­nun öbür ta­raf­la­rı da hın­ca­hınç dol­muş­tu; halk ka­pı­da iti­şip ka­kı­şı­yor, dö­vü­şü­yor­du; nö­bet­çi­ler ka­la­ba­lı­ğı bir tür­lü sus­tu­ra­mı­yor­du.

Ju­li­en'i ara­yan bü­tün göz­ler onun gel­miş, sa­nık için ay­rı­lan bi­raz yük­sek­çe ye­re otur­muş ol­du­ğu­nu gö­rün­ce her ta­raf­tan bir hay­ret, şef­kat­li bir il­gi se­si du­yul­du.

O gün Ju­li­en, he­nüz yir­mi­si­ne bi­le var­ma­mış gi­bi gö­zü­kü­yor­du; ar­ka­sı­na ga­yet sa­de bir el­bi­se giy­miş­ti ama kı­ya­fe­ti, tav­rı son de­re­ce za­rif­ti; saç­la­rı, al­nı pek gü­zel­di; Mat­hil­de onu ken­di eliy­le giy­di­rip ha­zır­la­mış­tı. Ju­li­en'in ben­zi son de­re­ce uçuk­tu. Ye­ri­ne otu­rur otur­maz et­raf­tan her­ke­sin: Tan­rım! ne ka­dar da genç!.. Ya­hu! bu da­ha bir ço­cuk... Res­min­den çok da­ha gü­zel !.. gi­bi söz­ler söy­le­di­ği­ni duy­du.

Sa­ğın­da­ki jan­dar­ma, jü­ri üye­le­ri­nin otur­du­ğu ye­rin üze­rin­de çı­kın­tı oluş­tu­ran kü­çük bal­ko­nu gös­te­re­rek:

– Şu bal­kon­da­ki al­tı ba­ya­nı gö­rü­yor mu­su­nuz? On­la­rın bi­ri va­li­nin ka­rı­sı­dır, ya­nın­da­ki da Mar­qui­se de M..; si­zi pek se­vi­yor; sor­gu yar­gı­cıy­la ko­nu­şur­ken duy­dum. Onun ya­nın­da­ki de Ma­da­me Der­vil­le...

Ju­li­en'in yü­zü kı­zar­mış­tı.

– Ma­da­me Der­vil­le mi? de­di ve yü­zü pan­car gi­bi kıp­kır­mı­zı ke­sil­di.

Son­ra için­den: Bu­ra­dan çı­kar çık­maz Ma­da­me de Re­nal'e ya­za­cak­tır. Ma­da­me de Re­nal'in Be­san­çon'a gel­di­ğin­den ha­be­ri yok­tu.

Şa­hit­le­rin din­len­me­si bir­kaç sa­at sür­dü. Sav­cı sö­ze baş­lar baş­la­maz, Ju­li­en'in tam kar­şı­sı­na ge­len kü­çük bal­kon­da­ki ka­dın­lar­dan iki­si­nin hıç­kı­ra hıç­kı­ra ağ­la­dık­la­rı du­yul­du. Ju­li­en için­den: Ma­da­me Der­vil­le bu ka­dar yuf­ka yü­rek­li­lik gös­ter­mez. Göz­le­ri­ni kal­dı­rıp ba­kın­ca onun ap­tal ol­du­ğu­nu gör­dü.

Sav­cı, iş­le­ni­len su­çun ne de­re­ce gad­dar­ca ol­du­ğu­na da­ir, kö­tü bir Fran­sız­ca ile, yap­ma­cık bir ede­bi­ya­ta gi­riş­miş­ti. Ju­li­en dik­kat et­ti, Ma­da­me Der­vil­le'in ya­nın­da otu­ran ka­dın­lar sav­cı­nın gö­rü­şü­nü pay­laş­ma­dık­la­rı­nı gös­te­ren bir ta­vır ta­kın­mış­lar­dı. Jü­ri üye­le­rin­den, hiç şüp­he­siz o ba­yan­lar­la ta­nı­şan bir­kaç ki­şi on­la­ra bir şey­ler söy­lü­yor, bel­ki iç­le­ri­ni ra­hat­lat­mak is­ti­yor­lar­dı. Ju­li­en için­den: Bu bir ha­yır alâ­me­ti gi­bi gö­zü­kü­yor. O ana ka­dar, hük­mün ve­ril­me­sin­de bir va­zi­fe­si olan her­ke­se kar­şı için­de ka­tık­sız bir ha­fif­se­me his­si duy­muş­tu. Sav­cı­nın ba­ya­ğı ko­nuş­ma­sı bu his­si bir kat da­ha ar­tır­dı. Fa­kat ken­di­si­ne ger­çek­ten il­gi gös­te­ril­di­ği­ni an­la­dık­ça ru­hun­da­ki ku­ru­luk ya­vaş ya­vaş kay­bol­du.

Avu­ka­tı­nın gös­ter­di­ği me­ta­ne­te mem­nun ol­du. O ko­nuş­ma­ya baş­lar­ken Ju­li­en ona ya­vaş­ça:

– Ri­ca ede­rim, ede­bi­ya­ta kalk­ma­yın.

Avu­kat:

– Bos­su­et'den aşı­rı­lıp si­ze kar­şı kul­la­nı­lan o tum­tu­rak­lı söz­ler si­zin için iyi bir te­sir bı­rak­tı, de­di.

Söy­le­dik­le­ri doğ­ru idi; avu­kat ko­nuş­ma­ya baş­la­ya­lı da­ha beş da­ki­ka ol­muş ol­ma­mış­tı, bü­tün ka­dın­lar men­dil­le­ri­ni çı­kar­dı­lar. Bun­dan ce­sa­ret bu­lan avu­kat jü­ri üye­le­ri­ne, son de­re­ce kuv­vet­li şey­ler söy­le­di. Ju­li­en tit­re­di, göz­yaş­la­rı­nı tu­ta­ma­mak­tan kor­ku­yor­du. İçin­den: Aman Tan­rım! Son­ra düş­man­la­rım ne der?

Yü­re­ği­ni sa­ran zaa­fa ken­di­ni bı­ra­kı­ver­mek üze­rey­di. Çok şü­kür o sı­ra­da Ba­ron da Va­le­nod'nun küs­tah­ça bak­tı­ğı­nı gö­rüp ken­di­ni to­par­la­dı.

İçin­den: Ke­ra­ta­nın göz­le­ri alev sa­çı­yor, de­di. O adi ruh şim­di kim bi­lir ne se­vinç için­de­dir, ne ka­dar bö­bür­le­nir! İş­le­di­ğim su­çun be­nim için bun­dan baş­ka bir kö­tü­lü­ğü ol­ma­sa bi­le yi­ne la­net et­me­li­yim. Kış ge­ce­le­ri Ma­da­me de Re­nal'e be­nim hak­kım­da kim bi­lir ne­ler an­la­ta­cak­tır!

Bu dü­şün­ce, bü­tün öbür dü­şün­ce­le­ri sil­di. Lâ­kin az son­ra Ju­li­en hal­kın onay ses­le­ri­ni du­yup ken­di­ne gel­di. Avu­kat sa­vun­ma­sı­nı bi­tir­miş­ti. Ju­li­en onun eli­ni sık­ma­nın uy­gun ola­ca­ğı­nı ha­tır­la­dı. Za­man ne de ça­buk geç­miş­ti.

Avu­ka­ta da, sa­nı­ğa da ha­ra­ret bas­tı­ra­cak şey­ler ge­tir­di­ler. Ju­li­en an­cak o za­man bir nok­ta­ya dik­kat edip şaş­tı; ka­dın­lar­dan hiç­bi­ri ye­ri­ni bı­ra­kıp ye­me­ğe git­me­miş­ti.

Avu­kat:

– Doğ­ru­su pek acık­tım; siz acık­ma­dı­nız mı?

– Ben de acık­tım.

Avu­kat kü­çük bal­ko­nu gös­te­re­rek:

– Ba­kın, de­di, va­li­nin ka­rı­sı­na da ye­mek gel­di. Siz ce­sur olun, her şey yo­lun­da. Otu­rum ye­ni­den baş­la­dı.

Baş­kan du­ruş­ma ay­rın­tı­la­rı­nı özet­ler­ken sa­at on iki­yi vur­du. Baş­kan ara ver­me­ye mec­bur kal­dı; her­ke­sin ha­le­can­lı ses­siz­li­ği ara­sın­da sa­at ça­nı­nın gü­rül­tü­sü bü­tün sa­lo­nu dol­dur­du.

Ju­li­en için­den: "İş­te, de­di, öm­rü­mün son gü­nü baş­lı­yor." Az son­ra için­de gö­rev duy­gu­su­nun ale­vi­ni duy­du. O za­ma­na de­ğin üzün­tü­ye, he­ye­ca­na ka­pıl­ma­mış, söz söy­le­me­mek ka­ra­rın­dan dön­me­miş­ti; fa­kat mah­ke­me baş­ka­nı, bir di­ye­ce­ği olup ol­ma­dı­ğı­nı so­run­ca, Ju­li­en aya­ğa kalk­tı. Önün­de Ma­da­me Der­vil­le'in göz­le­ri­ni gö­rü­yor­du; on­la­rı her za­man­kin­den par­lak bul­du. İçin­den: "Yok­sa o da mı ağ­lı­yor?" de­mek­ten ken­di­ni ala­ma­dı.

– Sa­yın jü­ri üye­le­ri,

Öle­ce­ğim an­da, kü­çüm­se­ne­rek ba­kıl­ma­ya al­dı­rış et­me­ye­ce­ği­mi sa­nı­yor­dum; fa­kat şim­di bun­dan duy­du­ğum ür­per­me be­ni söz söy­le­mek mec­bu­ri­ye­tin­de bra­kı­yor. Bay­lar, ben si­zin sı­nı­fı­nız­dan ol­mak şe­re­fi­ne eriş­miş de­ği­lim; ben si­zin kar­şı­nız­da, ta­li­hi­nin ba­ya­ğı­lı­ğı­na is­yan et­miş bir köy­lü­yüm.

Ju­li­en se­si­ne kuv­vet ve­re­rek de­vam et­ti:

– Siz­den lü­tuf, mü­sa­ma­ha di­le­mi­yo­rum. Bir umu­da da ka­pıl­mış de­ği­lim, ölü­me git­ti­ği­mi bi­li­yo­rum, hak­lı bir ölüm. Her tür­lü say­gı­ya, en bü­yük sev­gi­le­re layık bir ka­dı­nın ca­nı­na kıy­mak is­te­dim. Ma­da­me de Re­nal ba­na ana­lık et­miş­ti. Be­nim su­çum çok bü­yük, çok çir­kin­dir; hem de ta­sar­la­ya­rak iş­le­dim. De­mek ölü­mü hak et­tim, bay­lar. Ama şim­di kar­şı­la­rın­da bu­lun­du­ğum kim­se­ler, su­çum bu den­li bü­yük ol­ma­sa da ge­ne ya­şı­mın acın­ma­ya layık ol­du­ğu­na bak­maz, be­ni ce­za­lan­dı­rır­lar­dı; aşa­ğı bir sı­nıf­tan do­ğup yok­sul­luk­la az çok ezil­miş ol­ma­la­rı­na rağ­men ge­ne iyi bir ter­bi­ye gör­mek sa­ade­ti­ne ere­rek yük­sek ce­mi­ye­te, zen­gin kim­se­le­rin övü­ne­rek yük­sek ce­mi­yet de­dik­le­ri ye­re gi­re­bil­miş genç­le­ri be­nim şah­sım­da ce­za­lan­dır­mak, cü­ret­le­ri­ni kır­mak is­ter­ler­di.

İş­te, bay­lar, be­nim asıl su­çum; bu­ra­da be­nim hak­kım­da hü­küm ve­re­cek olan­lar be­nim sı­nı­fım­dan ol­ma­dı­ğı için gö­re­ce­ğim ce­za el­bet­te da­ha ağır ola­cak­tır. Ba­kı­yo­rum, jü­ri üye­le­ri ara­sın­da zen­gin­leş­miş köy­lü­ler de­ğil, an­cak bu cü­re­te öf­ke­len­miş bur­ju­va­lar gö­rü­yo­rum...

Ju­li­en hep bu eda ile yir­mi da­ki­ka söz söy­le­di; için­de­ki­le­ri sa­yıp dök­tü; asil­za­de­ler sı­nı­fı­na ya­ran­mak is­ti­yen sav­cı ye­rin­de sıç­ra­yıp du­ru­yor­du; fa­kat Ju­li­en söz­le­ri­ne ku­ru bir fi­kir tar­tış­ma ha­va­sı ver­miş ol­ma­sı­na rağ­men bü­tün ka­dın­lar hün­gür hün­gür ağ­la­şı­yor­du. Ma­da­me Der­vil­le'in bi­le men­di­li göz­le­rin­de idi. Ju­li­en, sö­zü­nü bi­ti­rir­ken, su­çu­nu ta­sar­la­ya­rak iş­le­di­ğin­den, piş­man­lı­ğın­dan, da­ha uğur­lu gün­ler­de Ma­da­me de Re­nal için bes­le­miş ol­du­ğu say­gı­dan, olan­ca sev­gi his­le­rin­den yi­ne söz et­ti... Ma­da­me Der­vil­le bir çığ­lık ko­pa­rıp ba­yıl­dı.

Sa­at bi­ri vur­du­ğu sı­ra­da jü­ri üye­le­ri oda­la­rı­na çe­kil­di­ler. Hiç­bir ka­dın ye­rin­den ay­rıl­ma­mış­tı; er­kek­le­rin de bir­ço­ğu­nun göz­le­ri ya­şar­mış­tı. Ön­ce ateş­li ateş­li ko­nuş­ma­lar ol­du; fa­kat jü­ri üye­le­ri dön­mek­te hay­li ge­cik­ti­ği için ya­vaş ya­vaş her­ke­se bir sü­kûn gel­di. Bu, ga­yet te­sir­li bir an­dı; ışık­lar ar­tık ka­ra­rı­yor­du. Pek yo­rul­muş olan Ju­li­en ya­nın­da bir­kaç ki­şi­nin, bu ge­cik­me­nin bir ha­yır alâ­me­ti olup ol­ma­dı­ğı­nı tar­tış­tık­la­rı­nı işit­ti. Her­ke­sin ken­din­den ya­na ol­du­ğu­nu, kur­tul­ma­sı­na du­a et­ti­ği­ni gö­rüp se­vin­di. Jü­ri üye­le­ri he­nüz dön­me­miş fakat yi­ne de hiç­bir ka­dın ye­rin­den kalk­ma­mış­tı.

Sa­at iki­yi ça­lar­ken bir te­lâş­tır baş­la­dı. Jü­ri üye­le­ri­nin bu­lun­du­ğu oda­nın kü­çük ka­pı­sı açıl­dı. M. Ba­non de Va­le­nod ağır, gös­te­riş­li adım­lar­la iler­le­di, ar­ka­sın­dan öte­ki üye­ler de ge­li­yor­du. Ba­ron de Va­le­nod bir ök­sür­dü, Jü­ri üye­le­ri­nin, "el­le­ri­ni vic­dan­la­rı­na ko­yup dü­şün­dük­ten son­ra" Ju­li­en So­rel'in adam öl­dür­me su­çu iş­le­miş, hem bu su­çu ta­sar­la­ya­rak iş­le­miş ol­du­ğu­na oy­bir­li­ğiy­le ka­na­at ge­ti­ril­di­ği­ni ilân et­ti. Jü­ri­nin bu yol­da bir ka­na­at bil­dir­me­si, ölüm ce­za­sı is­te­me­si de­mek­ti; bi­raz son­ra ölüm ce­za­sı ka­ra­rı da okun­du. Ju­li­en sa­ati­ne ba­kıp M. de La­va­let­te'i ha­tır­la­dı; sa­at iki­yi çey­rek ge­çi­yor­du, için­den: "Bu­gün gün­ler­den cu­ma" de­di.

Evet bu­gün, be­ni ölüm ce­za­sı­na çarp­tı­ran Va­le­nod için uğur­lu bir gün... Ben sı­kı bir gö­ze­tim al­tın­da­yım, onun için Mat­hil­de, Ma­da­me de La­va­let­te gi­bi ge­lip be­ni kur­ta­ra­maz... De­mek ki üç gü­ne ka­dar bü­yük bel­ki­nin ce­va­bı­nı ala­ca­ğı­nı.

O sı­ra­da bir çığ­lık duy­du, öbür dün­ya dü­şün­ce­le­rin­den sıy­rıl­dı. Çev­re­sin­de ka­dın­lar hıç­kı­ra­rak ağ­lı­yor­du; bü­tün göz­le­rin, dört kö­şe go­tik bir sü­tu­nun ta yu­ka­rı­sın­da­ki kü­çük, giz­li hüc­re­ye di­kil­miş ol­du­ğu­nu gör­dü. Mat­hil­de'in ora­ya sak­lan­mış ol­du­ğu­nu son­ra­dan öğ­ren­di. O çığ­lık bir da­ha işi­til­me­di­ğin­den her­kes gö­zü­nü yi­ne, jan­dar­ma­lar ara­sın­da hal­kı ya­rıp geç­me­ye ça­lı­şan Ju­li­en'e çe­vir­miş­ti.

Ju­li­en için­den: "Aman şu Va­le­nod'yu gül­dü­rüp se­vin­di­re­cek bir şey yap­ma­lı­yım, de­di. Ölüm ce­za­sı­nı ver­di­re­cek ka­ra­rı okur­ken ne ka­dar da sü­ne­pe, til­ki gi­bi bir ha­li var­dı! Oy­sa­ki ce­za rei­si, yıl­lar­dır yar­gıç­lık yap­mış ol­ma­sı­na rağ­men, ölüm ce­za­sı ka­ra­rı­nı okur­ken göz­le­ri ya­şar­dı. Es­ki re­ka­be­tin, Ma­da­me de Re­nal'e ken­di­mi­zi sev­dir­mek işin­de­ki re­ka­be­tin böy­le öcü­nü al­mak kim bi­lir Va­le­nod'yu ne den­li se­vin­dir­miş­tir! Ar­tık ol­du bit­ti... Ma­da­me de Re­nal'i son bir de­fa gö­rüp ve­da­laş­ma­ya im­kân yok... Ama yap­tı­ğım iş­ten do­la­yı duy­du­ğum piş­man­lı­ğı ona söy­li­ye­bil­mek be­ni ne de­re­ce bah­ti­yar ede­bi­lir­di.

Yal­nız şu söz­le­ri söy­le­mek is­ter­dim: "Ba­na ve­ri­len ce­za hak­lı­dır."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro