Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 36: İşin Acıklı Yüzü

Sa­kın ha, be­nim za­af gös­te­re­ce­ği­mi um­ma­yın.

Ben öç al­dım. Ölü­mü hak et­tim, iş­te kar­şı­nız­da­yım.

Be­nim için Tan­rı'dan rah­met di­le­yin.

SCHIL­LER

Ju­li­en dur­du­ğu yer­de ka­la­kal­dı, göz­le­ri gör­mez ol­muş­tu. Bi­raz ken­di­ne ge­lin­ce bak­tı, ki­li­se­de­ki­ler ka­çı­şı­yor­lar­dı; pa­paz da mih­rap­tan uzak­laş­mış­tı. Ju­li­en, bağ­rı­şa­rak ka­pı­ya doğ­ru gi­den bir­kaç ka­dı­nın ar­dı sı­ra, ol­duk­ça ağır adım­lar­la yü­rü­me­ye baş­la­dı. Öte­ki­ler­den da­ha ça­buk kaç­mak is­te­yen bir ka­dın onu hoy­rat­ça it­ti; Ju­li­en düş­tü. Aya­ğı, hal­kın ka­çar­ken de­vir­di­ği bir is­kem­le­ye ta­kıl­mış­tı; aya­ğa kal­ka­ca­ğı sı­ra­da en­se­si­nin sı­kıl­dı­ğı­nı his­set­ti; onu, bü­yük üni­for­ma­sı­nı giy­miş bir jan­dar­ma tu­tuk­la­ma­ya gel­miş­ti. Me­ka­nik bir su­ret­te eli­ni ta­ban­ca­la­rı­na gö­tür­dü ama bir iki jan­dar­ma kol­la­rın­dan ya­ka­la­dı.

Ha­pis­ha­ne­ye gö­tür­dü­ler. Bir oda­ya sok­tu­lar, el­le­ri­ne ke­lep­çe vu­rup yal­nız bı­rak­tı­lar; üze­rin­den ka­pı­yı iki de­fa ki­lit­le­di­ler; bü­tün bun­lar ga­yet ça­buk ol­muş­tu, Ju­li­en bü­tün bu olan bi­ten­le­re hiç al­dı­rış et­me­miş­ti. Ken­di­ne ge­lin­ce:

– Ar­tık olan­lar ol­du ... Evet, on beş gün son­ra gi­yo­tin ... O za­ma­na de­ğin ken­di­mi bu­ra­da öl­dür­mek de var.

Dü­şün­ce­si bun­dan pek öte­ye gi­de­mi­yor­du; ba­şı san­ki şid­det­le sı­kı­lı­yor gi­bi idi. Bir tu­tan mı var di­ye dö­nüp bak­tı. Bir­kaç da­ki­ka son­ra de­rin bir uy­ku­ya dal­mış­tı.

Ma­da­me de Re­nal'in ya­ra­sı öl­dü­rü­cü bir ya­ra de­ğil­di, ilk kur­şun şap­ka­sı­nı del­miş­ti; dö­ner­ken ikin­ci kur­şu­nu ye­di. Bu kur­şun om­zu­na gel­miş, ke­mi­ği kır­mış fakat şa­şı­la­cak şey! Yi­ne sıç­ra­yıp go­tik sü­tun­lar­dan bi­ri­ne çarp­tık­tan son­ra da ko­ca bir ta­şı da ye­rin­den oy­nat­mış­tı.

Ya­ra­yı uzun sü­ren, bir hay­li sız­la­tan bir yı­ka­ma­dan son­ra, ağır­baş­lı ope­ra­tör Ma­da­me de Re­nal'e: "Ken­dim ya­şa­ya­ca­ğım­dan ne den­li emin­sem si­zin­kin­den de o den­li emi­nim" de­yin­ce ka­dın­ca­ğız çok çok üzül­dü. Çok­tan­dır ölü­mü ger­çek­ten is­ti­yor­du. Son za­man­lar­da­ki "con­fes­se­ur"ünün em­riy­le M. de La Mo­le'a yaz­dı­ğı mek­tup, pek sü­rek­li bir üzün­tü­nün me­cal­siz bı­rak­tı­ğı o ka­dın­ca­ğı­za, son dar­be­yi in­dir­miş­ti. Bu çek­ti­ği üzün­tü, Ju­li­en'den ay­rı ol­mak­tan ile­ri ge­li­yor­du; ama ken­di­si onun adı­nı vic­dan aza­bı koy­muş­tu. Di­jon'dan ye­ni gel­miş olan genç, fa­zi­let­li, iman­lı pa­paz, işin as­lı­nı sez­miş­ti.

Ma­da­me de Re­nal: Böy­le öl­mek, ma­dem­ki ken­di ken­di­mi öl­dür­mek de­ğil­dir, bir gü­nah ol­maz! di­yor­du. Ölü­mü­me se­vin­di­ğim için Tan­rı ku­su­ru­ma bak­maz... Böy­le dü­şü­nü­yor, fa­kat: "He­le Ju­li­en'in eli ile öl­mek, bu dün­ya­da bah­ti­yar­lık­la­rın en bü­yü­ğü olur" de­me­ye di­li var­mı­yor­du. Ope­ra­tör­den, ha­be­ri alır al­maz he­men üşüş­müş ah­bap­lar­dan kur­tul­duk­tan son­ra hiz­met­çi­si Eli­sa'yı ça­ğırt­tı. Bir hay­li kı­za­ra­rak:

– Zin­dan­cı, öd­lek bir adam­dır. Be­nim ho­şu­ma gi­der sa­na­rak hiç şüp­he­siz ona kö­tü dav­ra­nır ... Bu­nu dü­şün­dük­çe içim içi­me sığ­mı­yor. Ken­di­li­ği­niz­den akıl et­miş gi­bi onu gör­se­niz, eli­ne şu pa­ke­ti sı­kış­tır­sa­nız ol­maz mı? İçin­de bir­kaç li­ra var. Ona söy­le­yin, kö­tü mu­ame­le et­mek, di­ni­miz­de gü­nah­tır... Ama sa­kın ha ken­di­si­ne pa­ra gön­de­ril­di­ği­ni söy­le­ye­yim de­me­sin.

Bu an­lat­tı­ğı­mız ko­nuş­ma sa­ye­sin­de­dir ki Ju­li­en, Ver­rie­res zin­dan­cı­sın­dan in­san­lık gör­dü; zin­dan­cı yi­ne, M. Ap­pert­le kar­şı­la­şın­ca be­ti ben­zi at­tı­ğı­nı gör­dü­ğü­müz, hü­kü­me­tin sa­dık kö­le­si M. No­iro­ud idi.

Ha­pis­ha­ne­ye, Ju­li­en'i sor­gu­ya çek­mek üze­re bir yar­gıç gel­di. Pek ça­lım­lı, bö­bür­le­nen bir ha­li var­dı; Ju­li­en onun, ye­ğen­le­rin­den bi­ri için bir tü­tün ba­yi­li­ği­ni is­te­di­ği­ni bi­lir­di. Bu aşa­ğı in­san­la kar­şı­laş­mak Ju­li­en'in ce­sa­re­ti­ni kı­rıp içi­ne ıs­tı­rap ver­di.

– Ben, de­di, ön­ce­den ta­sar­la­ya­rak öl­dür­düm; ta­ban­ca­la­rı fa­lan si­lâh­çı­dan al­dım, ona dol­durt­tum. Ce­za ka­nu­nun 1342'nci mad­de­si açık­tır, ben ölü­mü hak et­tim, ölü­me ha­zı­rım.

Böy­le bir ce­vap­la kar­şı­la­şın­ca şa­şı­rıp ka­lan yar­gıç sor­gu­la­rı ço­ğal­ta­rak Ju­li­en'i, ve­re­ce­ği ce­vap­lar­da ya­nılt­ma­ya ça­lış­tı. Ju­li­en gü­lüm­se­ye­rek:

– Gö­rü­yor­su­nuz, ar­zu ede­bi­le­ce­ği­niz ka­dar suç­lu ol­du­ğu­mu iti­raf edi­yo­rum. Üzül­me­yin, mon­sie­ur, pe­şi­ne düş­tü­ğü­nüz av, eli­niz­den kaç­ma­ya­cak­tır. Ce­za ver­mek zev­ki­ni ta­da­cak­sı­nız. Be­ni hu­zu­ru­nuz­dan af­fe­di­niz...

Yar­gıç çe­kil­dik­ten son­ra Ju­li­en için­den: Gö­rü­le­cek can sı­kı­cı bir iş da­ha var, de­di; Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'a bir mek­tup yaz­ma­lı. Mek­tu­bun­da şöy­le di­yor­du:

"Öcü­mü al­dım. Ne ya­zık ki adım ga­ze­te­le­re ge­çe­cek ve ben de dün­ya­dan kim ol­du­ğu­mu bel­li et­me­den gi­de­me­ye­ce­ğim; bu­nun için ba­ğış­la­ma­nı­zı ri­ca ede­rim, iki ay son­ra öl­müş ola­ca­ğım. Al­dı­ğım öç de, siz­den ay­rıl­mak ıs­tı­ra­bı ka­dar acı ol­du. Bu an­dan iti­ba­ren bir da­ha adı­nı­zı ne ana­cak, ne de ya­za­ca­ğım. Ben­den hiç kim­se­ye, hat­ta oğ­lu­ma bi­le söz et­me­yin. Hâ­tı­ra­ma gös­te­ri­le­cek en bü­yük say­gı, adı­mı hiç ağ­za al­ma­mak­tır. Ben, in­san­la­rın ço­ğu­nun gö­zün­de, ba­ya­ğı bir ka­til sa­yı­la­ca­ğım...

Böy­le bir an­da izin ve­rin de ger­çe­ği açık­la­ya­yım, be­ni unu­tur­su­nuz. Hiç kim­se­ye an­lat­ma­ma­nı­zı sa­lık ver­di­ğim bu fe­lâ­ket, ya­ra­dı­lı­şı­nız­da bu­lu­nan ha­yal se­ver­li­ği, ma­ce­ra ar­zu­su­nu bir­kaç yıl için tat­min et­miş ola­cak­tır. Siz, Or­ta çağ kah­ra­man­la­rı ile ya­şa­mak üze­re ya­ra­tıl­mış bir in­san­sı­nız; siz de on­lar gi­bi me­ta­ne­ti­niz ol­du­ğu­nu gös­te­rin. Ço­cu­ğu dün­ya­ya ge­tir­me­niz giz­li ol­sun da adı­nı­zı le­ke­le­me­sin. Tak­ma bir ad kul­la­nın, kim­se­ye sır­rı­nı­zı aç­ma­yın. Ger­çek bir dos­tun yar­dı­mı­na ih­ti­ya­cı­nız var­sa, si­ze Ab­be Pi­rard'ı bı­ra­kı­yo­rum. Baş­ka hiç kim­se­ye, he­le Luz Cay­lus gi­bi si­zin sı­nı­fı­nız­dan adam­la­ra bir şey söy­le­me­yin.

Ben öl­dük­ten bir yıl son­ra M. de Cro­ise­no­is'ya va­rı­nız; bu­nu siz­den ri­ca edi­yo­rum, ko­ca­nız ol­mak sı­fa­tıy­la em­re­di­yo­rum. Ba­na mek­tup yaz­ma­yın, ce­vap ver­mem. Ba­na öy­le ge­li­yor ki İa­go gi­bi kö­tü in­san de­ği­lim ama yi­ne de onun gi­bi söy­le­ye­ce­ğim: From this ti­me forh I ne­ver will spe­ak word. (Ne ko­nuş­tu­ğum, ne de yaz­dı­ğım gö­rü­le­cek; son sev­gi­le­rim gi­bi son söz­le­ri­mi de si­ze sun­muş ola­ca­ğım.) J. S."

Bu mek­tu­bu gön­der­dik­ten son­ra­dır ki Ju­li­en, bi­raz ken­di­ne ge­lip, ilk de­fa ola­rak üzün­tü duy­ma­ya baş­la­dı. Yük­sel­me ih­ti­ra­sı ile kur­du­ğu ha­yal­le­rin her bi­ri­ni: "Öle­ce­ğim" sö­zü, bu acı söz gön­lün­den bi­rer bi­rer ko­pa­rı­yor­dı­ı. Ölüm, yal­nız ölüm ola­rak, onun gö­zün­de çir­kin, kor­kunç bir şey de­ğil­di. Bü­tün ha­ya­tı, fe­lâ­ke­te uzun uzun bir ha­zır­lık ol­ma­mış mıy­dı? Fe­lâ­ket­le­rin en bü­yü­ğü sa­yı­la­nı­nı da el­bet­te ak­lı­na ge­tir­miş­ti.

İçin­den: Ne olu­yor! de­di, alt­mış gün son­ra kı­lıç kul­lan­mak­ta ga­yet­le us­ta bir adam­la dü­el­lo ede­cek ol­sam, yü­rek­siz­lik gös­te­rip de hep o gü­nü mü dü­şü­ne­ce­ğim? Hep yü­rek çar­pın­tı­sı mı çe­ke­ce­ğim? Bir sa­at­ten faz­la vak­ti­ni bu hu­sus­ta ken­di­nin na­sıl bir adam ol­du­ğu­nu an­la­ma­ya ça­lış­mak­la ge­çir­di. Ru­hu­nun se­si­ni iyi­ce din­le­dik­ten, ha­ki­kat onun göz­le­ri önü­ne, ha­pis­ha­ne­nin sü­tun­la­rın­dan bi­riy­miş gi­bi açık­ça di­kil­dik­ten son­ra ak­lı­na vic­dan aza­bı gel­di.

Ni­çin vic­dan aza­bı çe­ke­cek­mi­şim? Ba­na öy­le­si­ne ağır ha­ka­ret edil­di ki, ben de öl­dür­düm, ka­fa­mın ke­sil­me­si­ni hak et­tim ama iş­te o ka­dar. Ben in­san­lar­la he­sa­bı gör­dük­ten son­ra kim­se­ye bir bor­cum yok; ölü­müm­de uta­nı­la­cak bir tek şey var­sa o da şek­li. Doğ­ru­su bu da, Ver­rie­res bur­ju­va­la­rı­nın be­ni aşa­ğı gör­me­le­ri için ye­ter de ar­tar bi­le; fa­kat fi­kir ba­kı­mın­dan o şek­lin ne de­ğe­ri ola­bi­lir ki! Ver­rie­res bur­ju­va­la­rı gö­zün­de iti­bar ka­za­na­bil­mem için bir yol var: Gi­yo­ti­ne doğ­ru yü­rür­ken hal­ka al­tın serp­mek! Böy­le­ce be­nim ölü­müm, on­la­rın ka­fa­sın­da, al­tın pa­ra fik­ri ile bir­le­şir de göz­le­ri­ne şa­şa­a­lı gö­zü­kür."

Ju­li­en böy­le dü­şü­nüp bes­bel­li bir ha­ki­kat ol­du­ğu­na ka­na­at ge­tir­dik­ten son­ra, ar­tık bu dün­ya üze­rin­de ya­pı­la­cak hiç­bir işim kal­ma­dı! de­yip de­rin bir uy­ku­ya dal­dı. Ak­şam do­ku­za doğ­ru ye­me­ği ge­ti­ren zin­dan­cı­nın gü­rül­tü­sü ile uyan­dı.

– Ver­rie­res'de ne di­yor­lar?

– Mon­sie­ur Ju­li­en, ba­na şu işi­mi ver­dik­le­ri gün kra­lın sa­ra­yın­da is­tav­roz önün­de et­ti­ğim ye­min, sus­ma­mı bu­yu­ru­yor.

Sus­ma­sı­na su­su­yor­du ama yi­ne de çı­kıp git­mi­yor­du. Zin­dan­cı­nın bu adi iki­yüz­lü­lü­ğü­nü sey­ret­mek Ju­li­en'i pek ke­yif­len­di­ri­yor­du, için­den: Ba­na vic­da­nı­nı sat­mak için beş frank is­ter, de­di, be­le bi­raz bek­le­te­lim. Zin­dan­cı ye­me­ğin so­nu­na ka­dar bek­le­di ise ile Ju­li­en yi­ne onu söy­let­mek için pa­ra tek­li­fi­ne yel­ten­me­di. So­nun­da he­rif, yap­ma­cık, yal­tak­la­nır bir eda ile:

– Mon­sie­ur Ju­li­en, de­di, si­ze kar­şı bes­le­di­ğim dost­luk be­ni söy­le­me­ye mec­bur edi­yor; bun­dan ada­le­te za­rar ge­le­bi­le­ce­ği­ni, si­zin sa­vun­ma­nı­zı ha­zır­la­ma­nı­za ya­ra­rı do­ku­na­ca­ğı­nı söy­lü­yor­lar ama... Siz iyi kalp­li bir adam­sı­nız­dır, Mon­sie­ur Ju­li­en, Ma­da­me de Re­nal'in iyi­leş­ti­ği­ni öğ­ren­mek el­bet­te si­zi mem­nun eder.

Ju­li­en ma­sa­nın ba­şın­dan fır­la­dı, ak­lı ba­şın­dan git­miş gi­bi idi; âde­ta ba­ğı­ra­rak:

– Ne­e? Öl­me­di mi?

– Na­sıl? Bil­mi­yor muy­du­nuz?

Zin­dan­cı bu­nu söy­ler­ken afal­la­mış gi­bi idi fakat yü­zün­de, tat­min edi­le­ce­ği­ni uman bir ta­mah­kâr­lık gü­lüm­se­yi­şi var­dı:

– Ope­ra­tö­re bi­raz bir şey ver­se­niz pek iyi olur; ya­sa­nın, ada­le­tin em­ri­ne gö­re onun bir şey söy­le­me­me­si ge­re­kir­di. Ben si­ze iyi­lik ol­sun di­ye onun evi­ne git­tim, o da hep­si­ni an­lat­tı...

Ju­li­en sa­bır­sız­lan­mış­tı, he­ri­fin üze­ri­ne yü­rü­ye­rek sor­du:

– Ya­ni ya­ra öl­dü­rü­cü de­ğil miy­miş? Doğ­ru söy­le­mez­sen, se­ni ge­ber­ti­rim.

Al­tı ayak uzun­lu­ğun­da dev gi­bi bir adam olan zin­dan­cı kor­kup ka­pı­ya doğ­ru ge­ri ge­ri çe­kil­di. Ju­li­en, bu tut­tu­ğu yo­lun ha­ki­ka­ti öğ­ren­mek için doğ­ru yol ol­ma­dı­ğı­nı gör­dü, ye­ri­ne otu­rup M. No­iro­ud'nun önü­ne bir al­tın fır­lat­tı. He­ri­fin söz­le­ri­ni din­le­yip Ma­da­me de Re­nal'in ya­ra­sı­nın öl­dü­rü­cü ol­ma­dı­ğı­na içi­ne ka­na­at gel­dik­çe Ju­li­en göz­le­ri­nin ya­şar­dı­ğı­nı his­se­di­yor­du. Bir­den­bi­re ba­ğır­dı:

– Ha­di çı­kın!..

Zin­dan­cı ita­at et­ti. Ka­pı ka­pa­nır ka­pan­maz Ju­li­en: Ulu Tan­rım! de­yip diz üs­tü düş­tü; göz­le­rin­den sı­cak sı­cak yaş­lar dö­kü­lü­yor­du. Ha­ya­tı­nın en yü­ce he­ye­ca­nı­nı duy­du­ğu o an­da, Tan­rı'ya ger­çek­ten ima­nı var­dı. Pa­paz­la­rın sah­te­kâr­lı­ğı­na ne ba­ka­yım? di­yor­du; on­lar Tan­rı fik­ri­nin ha­ki­ka­tı­na, ulu­lu­ğu­na bir le­ke sü­re­bi­lir mi?

Ju­li­en an­cak o za­man, iş­le­di­ği suç için vic­dan aza­bı duy­ma­ya baş­la­dı. Pa­ris'ten Ver­rie­res'e ha­re­ket et­ti­ğin­den be­ri, bü­tün vü­cu­du­nu sa­ran bir si­nir, bir ya­rı de­li­lik buh­ra­nı için­de idi; bu hal de, bir te­sa­düf ese­ri ola­rak, an­cak o an­da geç­miş, umut­suz­lu­ğa düş­me­si­ne mey­dan ver­me­miş­ti.

Göz­yaş­la­rı soy­lu bir kay­nak­tan do­ğu­yor­du; ölüm ce­za­sı­na çar­pı­la­ca­ğın­dan hiç şüp­he­si yok­tu.

"De­mek ki o ya­şa­ya­cak! di­yor­du... Be­ni ba­ğış­la­yıp sev­mek için ya­şa­ya­cak...Oh be!"

Er­te­si sa­bah geç va­kit zin­dan­cı ge­lip onu uyan­dır­dı:

– Doğ­ru­su çok sağ­lam yü­re­ği­niz var­mış! de­di. İki de­fa gel­dim ama si­zi uyan­dır­mak is­te­me­dim. Si­ze cu­re'miz M. Mas­lon en iyi­sin­den iki şi­şe şa­rap gön­der­di.

Ju­li­en:

– Ne? de­di, o ke­ra­ta hâ­lâ bu­ra­da mı?

Zin­dan­cı se­si­ni kı­sa­rak:

– Evet, mon­sie­ur; ama bu ka­dar hız­lı ko­nuş­ma­yın, du­yu­lur­sa si­ze bir kö­tü­lük ge­le­bi­lir.

Ju­li­en ke­yif­li ke­yif­li gül­dü:

– Ya­hu, be! ba­na bun­dan son­ra an­cak bir kö­tü­lük ge­le­bi­lir, o da si­zin böy­le dost­luk, in­sa­ni­yet gös­ter­mek­ten vaz­geç­me­niz... Ama mü­kâ­fa­tı­nı gö­re­cek­si­niz.

Bu son sö­zü em­re­der gi­bi bir ta­vır­la söy­le­miş­ti. O tav­rı­nın bir yük­sek­ten at­ma ol­ma­dı­ğı­nı da, pa­ra ve­re­rek is­pat­la­dı. M. No­iro­ud, Ma­da­me de Re­nal hak­kın­da ne öğ­ren­di ise ye­ni­den bi­rer bi­rer an­lat­tı; ama Ma­de­mo­isel­le Eli­sa'nın gel­di­ğin­den hiç mi hiç söz et­me­di.

O he­rif, bir ada­mın ola­bi­le­ce­ği ka­dar aşa­ğı, ira­de­siz bir in­san­dı. Ju­li­en'in ak­lı­na bir şey gel­di: Bu bi­çim­siz dev ol­sa ol­sa üç dört yüz frank alır, ha­pis­ha­ne­de to­pu to­pu kaç ki­şi bu­lu­nu­yor ki! Be­nim­le be­ra­ber İs­viç­re'ye kaç­ma­ya ra­zı ol­sa ona on bin frank ve­re­bi­li­rim... Ama ken­di­si­ni al­dat­mak is­te­me­di­ği­me inan­dır­mak zor. O ka­dar al­çak bir ya­ra­tık­la uzun uzun ko­nuş­mak zo­run­da ol­ma­nın ta­sav­vu­ru bi­le Ju­li­en'i iğ­ren­dir­di; baş­ka şey­ler dü­şün­me­ye baş­la­dı.

Ak­şam ar­tık o işe zer­re ka­dar im­kân kal­ma­mış­tı. Ge­ce ya­rı­sı bir yol­cu ara­ba­sı gel­di. Ju­li­en'i al­dı. Yol ar­ka­daş­la­rı olan jan­dar­ma­lar­dan pek mem­nun kal­dı. Sa­ba­hı, Be­san­çon ha­pis­ha­ne­si­ne va­rın­ca lüt­fe­dip onu, go­tik bir ka­le bur­cu­nun en üst ka­tı­na yer­leş­tir­di­ler. Ju­li­en ka­le­nin mi­ma­ri­si­ne ba­kıp XIV. yüz­yıl ya­pı­sı ol­du­ğu­na hük­met­ti; za­ra­fe­ti­ne, in­ce­li­ği­ne hay­ran ol­du. Kuy­tu bir av­lu­nun ta di­bin­de, iki du­var ara­sın­da­ki dar bir ara­lık­tan, sey­ri­ne do­yum ol­ma­yan gör­kem­li bir man­za­ra­nın bir par­ça­sı gö­rü­le­bi­li­yor­du.

Er­te­si gün sor­gu­ya çe­kil­di, son­ra bir­kaç gün ra­hat bı­ra­kıl­dı. Ru­hu sa­kin­di, işi ona ga­yet sa­de gö­zü­kü­yor­du. Ma­dem­ki öl­dür­mek is­te­dim, öl­dü­rül­mem ge­rek, de­mek­ten de ken­di­ni ala­mı­yor­du. Lâ­kin bu­na uzun za­man akıl yor­ma­dı. Mu­ha­ke­me, halk ara­sı­na çık­ma, ken­di­ni sa­vun­ma, bü­tün bun­lar ona kü­çük bi­rer sı­kın­tı, bir­ta­kım iç sı­kı­cı tö­ren gi­bi gö­zü­kü­yor, gü­nü gel­sin de o va­kit dü­şü­nü­rüz di­yor­du. Öle­ce­ği ana da da­ha faz­la bir de­ğer ver­di­ği yok­tu: He­le bir ka­rar ve­ril­sin, son­ra dü­şü­nü­rüz... Ha­yat onun için hiç de iç sı­kı­cı de­ğil­di; her şe­ye ye­ni bir göz­le bak­ma­ya baş­la­mış­tı. Ar­tık gö­zü yük­sek­ler­de de­ğil­di. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'u dü­şün­dü­ğü de pek sey­rek­ti. Vic­dan aza­bı zih­ni­ni da­ha çok meş­gul edi­yor­du; he­le, bu yük­sek ku­le­de kar­tal se­sin­den baş­ka hiç­bir şey du­yul­ma­yan ge­ce­ler, Ma­da­me de Re­nal'in ha­ya­li göz­le­ri­nin önün­de be­li­ri­li­yor­du!

Onu öl­dü­re­cek şe­kil­de ya­ra­la­ya­ma­dı­ğın­dan ötü­rü Tan­rı'ya şükr edi­yor­du. İçin­den: Tu­haf şey! di­yor­du, M. de La Mo­le'a yaz­dı­ğı mek­tup­la be­nim ge­le­cek bah­ti­yar­lı­ğı­mı kö­kün­den mah­vet­ti­ği­ni san­mış­tım; oy­sa­ki o mek­tup ya­zı­la­lı da­ha on beş gün ol­ma­dı, o za­man zih­nim­de kur­duk­la­rı­mın bi­ri bi­le ak­lı­ma gel­mi­yor... Vergy gi­bi dağ­lık bir mem­le­ket­te ra­hat ra­hat ya­şa­ya­bil­mek için yıl­da iki üç bin li­ra ge­li­ri ol­mak... O za­man ben bah­ti­yar­mı­şım da bah­ti­yar­lı­ğım­dan da ha­be­rim yok­muş!

Za­man za­man da, is­kem­le­sin­den bir­den­bi­re fır­lı­yor­du. Ma­da­me de Re­nal'i öl­dü­re­cek su­ret­te ya­ra­la­mış ol­say­dım ken­di­mi vu­rur­dum... Onun öl­me­di­ğin­den emin ol­ma­sam ken­di ken­dim­den iğ­re­ne­ce­ğim.

"Ken­di­mi öl­dür­mek" iş­te bü­tün me­se­le bu ya! di­yor­du. Şe­kil hu­su­sun­da çöp at­la­mak­tan kor­kan, za­val­lı zan­lı­ya çul­la­nan, ni­şan ala­bil­mek için en iyi va­tan­da­şı bi­le as­tı­ra­bi­le­cek o yar­gıç­lar... Ken­di­mi öl­dür­sem on­la­rın el­le­rin­den, il ga­ze­te­le­ri­nin be­la­gat ör­ne­ği di­ye gös­ter­di­ği di­li bo­zuk kü­für­le­rin­den kur­tul­muş olu­rum.

Da­ha yak­la­şık beş al­tı haf­ta ya­şa­ya­bi­li­rim... Ken­di­mi öl­dür­mek ha! Bir­kaç gün dü­şün­dük­ten son­ra: Ha­yır, ha­yır! de­di, Na­pol­yon ken­di­ni öl­dür­me­di...

Üs­te­lik ha­yat ba­na tat­lı ge­li­yor; bu­ra­sı ra­hat yer. Gü­le­rek ek­le­di: Bu­ra­da baş ağ­rı­ta­cak adam yok! Son­ra otu­rup Pa­ris'ten ge­tirt­mek is­te­di­ği ki­tap­la­rın ad­la­rı­nı yaz­dı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro