Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 35: Bir Fırtına

Tan­rım! Ba­na da bi­raz ba­ya­ğı­lık ver!

MI­RA­BEA­U

Gön­lü dü­şün­ce­le­re dal­mış, Mat­hil­de'in gös­ter­di­ği ateş­li şef­ka­te an­cak ya­rı kar­şı­lık ve­re­bi­li­yor­du. Ses­siz, gam­lı bir ha­li var­dı. Asıl bu ha­li ile kı­zın gö­zü­ne bü­yük, ta­pı­nır­ca­sı­na se­vil­me­ye layık gö­rü­nü­yor­du. Mat­hil­de Ju­li­en'in, gu­ru­run bi­lin­me­dik bir cil­ve­si­ne ka­pı­lıp du­ru­mu al­tüst et­me­sin­den kor­ku­yor­du.

Aşa­ğı yu­ka­rı her sa­bah, Ab­be Pi­rard'ın ko­na­ğa gel­di­ği­ni gö­rü­yor­du. Ju­li­en, Mar­qu­is'nin ne gi­bi ni­yet­ler bes­le­di­ği­ni, Ab­be Pi­rard'ın söz­le­rin­den sez­miş ola­maz mı? Hem kim bi­lir, bel­ki de Mar­qu­is, ak­lı­na es­miş, ona mek­tup yaz­mış­tır. Böy­le bü­yük bir bah­ti­yar­lık­tan son­ra Ju­li­en'in hâ­lâ so­murt­ma­sı­na ne mâ­na ve­ri­le­bi­lir­di ki? Mat­hil­de bu­nu ken­di­sin­den sor­ma­ya ce­sa­ret ede­me­di. Ce­sa­ret ede­me­di! Evet, Mat­hil­de ce­sa­ret ede­me­di! Çün­kü, o an­dan iti­ba­ren Ju­li­en'e kar­şı bes­le­di­ği his­se, an­la­şıl­maz, bek­le­nil­me­dik, yıl­gın­lı­ğa ben­zer bir şey ka­rış­tı. Pa­ris'in hay­ran ol­du­ğu o aşı­rı me­de­ni­ye­ti için­de bü­yü­müş bir kim­se ih­ti­ra­sa, çıl­gın­ca aş­ka ne ka­dar ka­pı­la­bi­lir­se Mat­hil­de'in o ku­ru ru­hu da an­cak o ka­dar ka­pıl­mış­tı.

Er­te­si sa­bah er­ken­den Ju­li­en, Ab­be Pi­rard'ın evi­ne git­miş­ti. En ya­kın ko­nak ye­rin­den ki­ra­lan­mış kı­rık dö­kük bir yol ara­ba­sı­nı sü­rük­le­yen bir çift bey­gir de av­lu­ya gir­di. Ab­be Pi­rard ho­mur­dan­rak:

– Ar­tık si­ze böy­le ara­ba ya­raş­maz, de­di. M. de La Mo­le si­ze yir­mi bin frank he­di­ye edi­yor; bu pa­ra­yı bir yıl için­de har­ca­ma­nı­zı is­ti­yor ama ken­di­ni­zi el­den gel­di­ğin­ce az gü­lünç et­me­ye ça­lış­ma­nı­zı da tem­bih­le­di. (Bir de­li­kan­lı­ya bu ka­dar bü­yük pa­ra ve­ril­me­si, pa­pa­zın gö­zün­de, onu gü­na­ha sü­rük­le­mek­ten baş­ka bir işe ya­ra­maz­dı.)

Mar­qu­is di­yor ki: M. Ju­li­en de La Ver­na­ye bu pa­ra­yı ba­ba­sın­dan al­dı­ğı­nı söy­le­ye­cek, ba­ba­sı­nın kim ol­du­ğu­nu an­lat­ma­sı­na ih­ti­yaç yok. M. de La Ver­na­ye, ken­di­si­ne ço­cuk­lu­ğun­da bak­mış olan Ver­ri­eres­li ke­res­te­ci M. So­rel'e bir he­di­ye gön­der­me­yi de bel­ki uy­gun bu­lur... Bun­lar Mar­qu­is­nin sö­zü; M. So­rel'e he­di­ye gön­der­mek işi­ni ben üze­ri­me alı­rım. M. de La Mo­le'u, o ilik­le­ri­ne ka­dar je­su­it Ab­be de Fri­la­ir'le an­laş­ma­ya da so­nun­da ra­zı ede­bil­dim. Onun ar­ka­sı bi­zim­kin­den kuv­vet­li çık­tı. Uz­laş­ma­mı­zın söz­le söy­le­nil­me­dik şart­la­rın­dan bi­ri de, Be­san­çon'u elin­de çe­vi­ren o ada­mın si­zi bü­yük bir ai­le evla­dı di­ye ka­bul edip ta­nıt­ma­sı ola­cak.

Ju­li­en he­ye­ca­nı­nı diz­gin­le­ye­me­di, Ab­be'nin boy­nu­na atıl­dı, asil bir ba­ba­nın oğ­lu di­ye ta­nın­ma­sı işi­ne ar­tık ol­muş bit­miş gö­züy­le ba­kı­yor­du.

Ab­be Pi­rard onu ite­rek:

– Ne çir­kin şey! Bu züp­pe işi ben­cil­lik de ne olu­yor?... Ge­le­lim So­rel ile oğul­la­rı­na; ben on­la­ra, ken­di na­mı­ma, beş yüz frank yıl­lık bağ­la­rım, mem­nun kal­dı­ğım sü­re­ce de bu pa­ra­yı her bi­ri­ne ve­ri­rim.

Ju­li­en ağır­baş­lı, aza­met­li tav­rı­nı ta­kın­mış­tı. Ga­yet ka­pa­lı, ken­di­ni hiç­bir şe­ye bağ­la­ma­ya­cak söz­ler­le te­şek­kür et­ti. İçin­den: Yok­sa, di­yor­du, ben sa­hi­den bir asil­za­de­nin, o müt­hiş Na­pol­yon'un bi­zim dağ­la­ra sür­dü­ğü bir soy­lu­nun ni­kâh­sız bir ka­dın­dan doğ­muş oğ­lu mu­yum?..." Ge­çen her an bu dü­şün­ce ona da­ha ak­la ya­kın ge­li­yor­du. "Ba­ba­ma kar­şı duy­du­ğum kin de bu­nu is­pat et­mez mi?.. Ba­ba­sın­dan nef­ret et­mek, ca­na­var ya­ra­tı­lış­lı ki­şi­le­rin işi­dir; ba­bam, ger­çek ba­bam de­ğil­se ben öy­le bir ca­na­var ol­mak­tan kur­tul­dum de­mek­tir!"

Ju­li­en'in böy­le ken­di ken­di­ne söy­le­nip dur­ma­sın­dan on beş gün son­ra, or­du­nun en par­lak alay­la­rın­dan bi­ri olan on be­şin­ci sü­va­ri ala­yı, Stras­burg ta­lim mey­da­nın­da, sa­vaş dü­ze­nin­de di­zil­miş­ti. M. le Che­va­li­er de La Ver­na­ye, Al­sa­ce'ın en gü­zel atı­na, ken­di­si­ne tam üç yüz al­tı­na pat­la­yan atı­na bin­miş­ti. Adı­nı bi­le işit­me­di­ği bir ala­yın ka­yıt­la­rın­dan baş­ka hiç­bir yer­de as­teğ­men­lik et­me­den doğ­ru­dan doğ­ru­ya teğ­men olu­ver­miş­ti.

Duy­gu­ya, he­ye­ca­na ka­pıl­ma­dı­ğı­nı gös­te­ren dav­ra­nı­şı, o sert, he­men he­men hay­van­ca ba­kış­la­rı, ben­zi­nin uçuk­lu­ğu, hiç­bir şe­yin kay­be­de­me­di­ği so­ğuk­kan­lı­lı­ğı, da­ha ilk gün­den onu ta­nıt­ma­ya baş­la­mış­tı. Ara­dan az bir za­man geç­ti, ku­sur­suz, sı­nır­lı ne­za­ke­ti, ge­rek ta­ban­ca, ge­rek kı­lıç kul­lan­mak­ta­ki us­ta­lı­ğı (bu me­zi­ye­ti­ni öy­le pek yap­ma­cı­ğa te­nez­zül et­me­den gös­ter­miş­ti), hiç kim­se­de onun­la alay et­mek ce­sa­re­ti bı­rak­ma­dı. Beş al­tı gün­lük bir te­red­düt dev­re­sin­den son­ra alay­da he­men her­kes ona dost­luk, il­ti­fat gös­te­ri­yor­du. Şa­ka­cı yaş­lı su­bay­lar: Bu de­li­kan­lı­da her şey var, yal­nız genç­lik yok! di­yor­du.

Ju­li­en M. Che­lan'a, ar­tık son de­re­ce yaş­lı­lık ça­ğı­na gel­miş olan es­ki Ver­rie­res cu­re'si­ne bir mek­tup yaz­dı:

"Ai­le­min be­ni zen­gin­leş­tir­me­si­ne yol açan olay­la­rı el­bet­te duy­muş­su­nuz­dur; bu­nu se­vinç­le kar­şı­la­dı­ğı­nız­dan hiç şüp­he et­mem. Si­ze beş yüz frank yol­lu­yo­rum; bu pa­ra­yı, za­ma­nın­da be­nim de çek­ti­ğim yok­sul­luk­tan kur­tu­la­ma­mış olan za­val­lı­la­ra, za­ma­nın­da ba­na yar­dım et­ti­ği­niz gi­bi bu­gün de ken­di­le­rin­den yar­dı­mı­nı­zı esir­ge­me­di­ği­niz fa­kir­le­re ses­siz­ce, be­nim adı­mı söy­le­me­den da­ğıt­ma­nı­zı ri­ca ede­rim."

Ju­li­en'in göz­le­ri­ni bü­rü­yen gu­rur de­ğil, yük­sel­me hır­sı idi; ama yi­ne de dış gö­rü­nü­şe al­dır­maz­lık et­mi­yor­du. At­la­rı, üni­for­ma­la­rı, adam­la­rı­nın üs­tü ba­şı, bir bü­yük İn­gi­liz soy­lu­su­nun bi­le göğ­sü­nü ger­me­ye ye­te­cek bir dü­zen­li­lik gös­te­ri­yor­du. Ger­çi il­ti­mas­la teğ­men ol­muş­tu; fa­kat o rüt­be­ye atan­dı­ğı­nın da­ha ikin­ci gü­nü, bü­tün bü­yük ge­ne­ral­ler gi­bi en geç otu­zun­da baş­ku­man­dan ola­bil­mek için, yir­mi üçün­de teğ­men­li­ği aş­mak ge­rek­ti­ği­ni de he­sap­la­mak­tan ge­ri kal­mı­yor­du. Dün­ya­da şan­dan, şöh­ret­ten, bir de oğ­lun­dan baş­ka dü­şün­ce­si yok­tu.

Ju­li­en, böy­le en ateş­li yük­sel­me hır­sı ile yan­dı­ğı bir sı­ra­da, La Mo­le ko­na­ğı­nın genç uşak­la­rın­dan bi­ri­nin gel­di­ği­ni gö­rün­ce az kal­dı hay­ret­ten kü­çük di­li­ni yu­ta­cak­tı. Bu adam Mat­hil­de'den bir mek­tup ge­tir­miş­ti.

"Her şey mah­vol­du; he­men ge­lin, ye­ti­şin, her fe­da­kâr­lı­ğı gö­ze alın, izin ver­mez­ler­se ka­çın, Pa­ris'e va­rır var­maz be­ni ... so­ka­ğı­nın .... nu­ma­ra­lı evi­nin kü­çük bah­çe ka­pı­sı ya­nın­da bek­le­yin... Ben ge­lir, si­zin­le ko­nu­şu­rum; bel­ki si­zi bah­çe­ye ala­bi­li­rim. Her şey mah­vol­du, ba­na öy­le ge­li­yor ki hiç­bir umut da kal­ma­dı; ama ba­na gü­ve­ne­bi­lir­si­niz, be­nim en ka­ra gün­de de yi­ne si­ze bağ­lı, yi­ne me­tin ol­du­ğu­mu gö­re­cek­si­niz. Si­zi se­vi­yo­rum."

Ju­li­en, bir­kaç da­ki­ka­da al­bay­dan izin alıp Stras­burg'dan yo­la çık­tı; fa­kat içi­ni ke­mi­ren da­ya­nıl­maz me­rak, Metz'den öte, yi­ne at­la gi­de­bil­me­si­ni en­gel­le­di. Bir yol­cu ara­ba­sı­na at­la­dı; ina­nıl­maz bir sü­rat­le yol alıp Mat­hil­de'in söy­le­di­ği ye­re, La Mo­le ko­na­ğı­nın kü­çük bah­çe ka­pı­sı ya­nı­na var­dı. Ka­pı açı­lır açıl­maz Mat­hil­de, ayıp olur di­ye dü­şün­me­den, onun kol­la­rı­na atıl­dı. Çok şü­kür ki he­nüz sa­ba­hın be­şi idi de so­kak­ta kim­se­cik­ler yok­tu:

– Her şey mah­vol­du; ba­bam, göz yaş­la­rı­ma da­ya­na­ma­ya­ca­ğın­dan kor­ka­rak, per­şem­be ge­ce­si çek­ti, git­ti. Ne­re­ye mi? Kim­se bil­mi­yor. Bu mek­tu­bu bı­rak­mış, oku­yun.

Ara­ba­da Ju­li­en'in ya­nı­na otur­du. "Her şe­yi ba­ğış­la­rım, lâ­kin si­zi, zen­gin ol­du­ğu­nuz için baş­tan çı­kar­mak dü­şün­ce­si­ni ba­ğış­la­ya­mam. Za­val­lı kı­zım, iş­te ha­ki­kat bu. Si­ze şe­re­fim üze­ri­ne ye­min edi­yo­rum, o ada­ma var­ma­nı­za hiç­bir za­man ra­zı ol­ma­ya­ca­ğım. Fran­sa sı­nır­la­rı dı­şın­da, da­ha iyi­si Ame­ri­ka'da yer­le­şip otur­ma­ya ra­zı olur­sa ona yıl­da on bin frank ve­ri­rim. Onun hak­kın­da bil­gi edin­me­ye ça­lış­tım; ge­len ce­va­bı oku­yun. Ma­da­me de Re­nal'e mek­tup ya­zıp sor­ma­mı ba­na o küs­tah, söy­le­di. O ada­ma da­ir bir şey ya­za­cak olur­sa­nız, bir sa­tı­rı­nı bi­le oku­mam. Pa­ris'ten de, siz­den de nef­ret et­ti­re­cek­si­niz. Bun­dan son­ra olup bi­te­cek­ler­den, ri­ca ede­rim, kim­se­ye bir şey sız­dır­ma­yın. O al­çak adam­dan açık­ça vaz­ge­çer­se­niz, bir ba­ba­ya ka­vu­şur­su­nuz."

Ju­li­en so­ğuk kan­lı­lık­la sor­du:

– Ha­ni ma­da­me de Re­nal'in mek­tu­bu?

– İş­te. Ver­mek için bi­raz ha­zır­lan­mış ol­ma­nı da­ha doğ­ru bul­dum.

MEK­TUP

"Di­nin de, ahlakın da buy­ruk­la­rı­na borç­lu ol­du­ğum gö­rev be­ni bu ağır işe, si­ze bun­la­rı yaz­ma­ya mec­bur edi­yor; bir kim­se­ye kö­tü­lük edi­yo­rum ama bu­na, din­len­me­me­si gü­nah ola­cak bir vic­dan buy­ru­ğu­na uya­rak, da­ha bü­yük bir kö­tü­lü­ğün önü­ne geç­mek için kat­la­nı­yo­rum. Bu an­da duy­du­ğum ıs­tı­rap, gö­rev duy­gu­sun­dan üs­tün gel­me­me­li­dir. Hak­kın­da bü­tün ha­ki­ka­ti söy­le­me­mi is­te­di­ği­niz ada­mın yap­tık­la­rı pek ka­rı­şık, hatta şe­ref ile na­mus kav­ram­la­rı­na pek ay­kı­rı gö­rün­dü. Ha­ki­ka­tin bir kıs­mı­nı ört­bas et­mek da­ha da uy­gun bu­lun­du; ge­rek ih­ti­yat, ge­rek din öy­le bu­yu­ru­yor­du. Fa­kat ma­dem­ki onun iç­yü­zü­nü öğ­ren­mek is­ti­yor­su­nuz, bil­di­ği­mi siz­den giz­le­me­mek bor­cum­dur. O ada­mın dav­ra­nı­şı, be­nim an­la­ta­bi­le­ce­ğim­den de da­ha çir­kin­dir. Hem yok­sul, hem de gö­zü aç ol­du­ğu için, za­yıf, za­val­lı bir ka­dı­nı baş­tan çı­ka­ra­rak ken­di­ne bir mev­ki edin­mek, mey­da­na çık­mak is­te­di.

M. J'nin din, iman ta­nı­ma­dı­ğı­nı da ilâ­ve­ye mec­bur ol­du­ğu­mu da söy­le­mek boy­nu­mun bor­cu­dur. Eli­mi vic­da­nı­ma ko­yup dü­şü­nün­ce, o ada­mın gir­di­ği ev­de ba­şa­rı­lı ol­mak için, kul­lan­dı­ğı ça­re­ler­den bi­ri­nin o ev­de en çok sö­zü ge­çen ka­dı­nı baş­tan çı­kar­mak ol­du­ğu­na ka­na­at ge­tir­me­ye mec­bu­rum. Bi­ri­cik ar­zu­su evin efen­di­si­ni de, pa­ra­sı­nı da ele ge­çir­mek­tir fakat çı­ka­rı­nı kol­la­maz gi­bi gö­zü­ke­rek, bir­ta­kım ro­man cüm­le­le­ri oku­ya­rak bu ar­zu­su­nu giz­ler. Bu ev­den çı­kın­ca da ora­yı fe­lâ­ket, vic­dan­la­rı ebe­dî azap­lar için­de bı­ra­kır" vs. vs.

Yer yer göz yaş­la­rı ile ya­rı si­lin­miş olan bu ga­yet uzun olan mek­tup, Ma­da­me de Re­nal'in ken­di eli ile ya­zıl­mış­tı; hatta her za­man­kin­den da­ha faz­la özen­le ka­le­me alın­mış­tı. Ju­li­en onu oku­duk­tan son­ra:

– Doğ­ru­su M. de La Mo­le'a bir şey de­me­ye di­lim var­maz, de­di; hak­lı; doğ­ru­su ih­ti­yat­lı ha­re­ket edi­yor. Han­gi ba­ba kal­kar da kı­zı­nı öy­le bir ada­ma ve­rir? Adie­u.

Ju­li­en ara­ba­dan at­la­yıp so­ka­ğın ba­şın­da bı­rak­tı­ğı yol ara­ba­sı­na bin­di. Mat­hil­de'i unut­muş gi­bi gö­zü­kü­yor­du; kız onun ar­ka­sın­dan gi­de­yim de­di ama dük­kân­cı­lar bi­rer bi­rer ka­pı­la­rı­nın önün­de gö­zük­me­ye baş­la­mış­lar­dı, hep­si de onu ta­nır­lar­dı, bu­nun için he­men bah­çe­ye gir­me­ye mec­bur ol­du.

Ju­li­en Ver­rie­res'e ha­re­ket et­miş­ti. Bu hız­lı gi­diş ara­sın­da Mat­hil­de'e mek­tup yaz­ma­yı ta­sar­la­mış­tı ama kâ­ğı­dın üze­ri­ne okun­maz bir­ta­kım çiz­gi­ler­den baş­ka bir şey yaz­ma­sı­na im­kân yok­tu. Ver­rie­res'e bir pa­zar sa­ba­hı var­dı. Der­hal si­lâh­çı dük­kâ­nı­na koş­tu; si­lâh­çı onu ye­ni par­lak mev­ki­in­den do­la­yı kut­lu­la­dı. Mem­le­ket­te her­kes on­dan söz edi­yor­du. Ju­li­en, bir çift ta­ban­ca is­te­di­ği­ni ona güç be­lâ an­la­ta­bil­di. Son­ra si­lâh­çı­ya ta­ban­ca­la­rı dol­durt­tu.

Ki­li­se­nin ça­nı üç de­fa çal­mış­tı; Fran­sa köy­le­rin­de çe­şit çe­şit ses­ler çı­kar­dık­tan son­ra böy­le üç de­fa vur­ma­sı Pa­zar ayi­ni­nin baş­la­dı­ğı­nı ha­ber ve­rir.

Ju­li­en Ver­rie­res'in ye­ni ki­li­se­si­ne gir­di. Bi­na­nın yu­ka­rı­da­ki bü­tün pen­ce­re­le­ri al per­de­ler­le ka­pa­tıl­mış­tı. Ju­li­en, Ma­da­me de Re­nal'in otur­du­ğu sı­ra­nın bir­kaç adım ar­ka­sın­da idi. Ona bak­tı, ateş­li bir iman­la du­a et­ti­ği­ni gör­dü. Bir dü­şün­ce­si­ni ger­çek­leş­tir­mek ar­zu­sun­dan vaz­ge­çer gi­bi ol­du. "Ya­pa­mam, di­yor­du; bu­na mad­de­ten im­kân yok."

O sı­ra­da dua­yı oku­yan genç pa­paz, "ele­va­ti­on" ça­nı­nı çal­dı. Ma­da­me de Re­nal ba­şı­nı eğ­di, bir an ba­şı, at­kı­nın kıv­rım­la­rı ara­sın­da giz­li kal­dı. Ju­li­en ar­tık onu de­min­ki gi­bi iyi gö­re­mi­yor, hâ­tı­ra­la­rı de­min­ki can­lı­lık­la uyan­mı­yor­du; bir el ateş et­ti, değ­di­re­me­di; bir da­ha ateş et­ti, ka­dın düş­tü.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro