Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 33: Zaaf Cehennemi

Acemi bir kuyumcu, bu elması yontarken en parlak kıvılcımlarından birkaçını mahvetmiş. Orta çağda, o kadara da gitmeyelim, daha Richelieu zamanında, bir Fransız, isteme kuvveti olan bir adamdı.

MI­RA­BEA­U

Ju­li­en, Mar­qu­is'yi ateş püs­kü­rür bir hal­de bul­du. O bü­yük soy­lu ki­şi öm­rün­de ha­ya­tın­da bel­ki de ilk de­fa ola­rak ne­za­ket, ter­bi­ye dı­şı­na çık­tı. Ju­li­en'e, ağ­zı­na ge­len kü­für­le­ri yağ­dır­dı. Ju­li­en şaş­tı, si­nir­len­di ama duy­du­ğu min­net­tar­lık his­si sar­sıl­ma­dı. "Çok­tan be­ri se­ve se­ve kur­du­ğu ne gü­zel hül­ya­la­rı var­dı; za­val­lı adam bir an­da hep­si­nin yı­kı­lı­ver­di­ği­ni gö­rü­yor! Ama bir ce­vap ver­me­li­yim, sus­mam öf­ke­si­ni büs­bü­tün ar­tı­rır." Ve­re­ce­ği ce­va­bı, ez­be­re bil­di­ği Tar­tu­fe ro­lün­de bul­du.

– Ben bir me­lek de­ği­lim... Si­ze iyi hiz­met et­tim, bu­nun kar­şı­lı­ğı­nı ba­na cö­mert­çe ver­di­niz... Si­ze min­net­tar­dım ama yir­mi iki ya­şım­da­yım... Bu ev­de be­nim dü­şün­dük­le­ri­mi an­la­yan bir siz var­dı­nız, bir de o se­vim­li....

Mar­qu­is ba­ğır­dı:

– Ca­na­var! Se­vim­li! Se­vim­li! Siz onu se­vim­li bul­du­ğu­nuz gün, bu ev­den kaç­ma­lıy­dı­nız.

– Kaç­mak is­te­dim; o za­man siz­den Lan­gue­doc'a git­mek için izin is­te­dim.

Mar­qu­is ateş püs­kü­re­rek do­laş­mak­tan yo­rul­muş, ıs­tı­rap­tan kı­mıl­da­ya­ma­ya­cak bir ha­le düş­müş­tü; bir kol­tu­ğa yı­ğıl­dı; öy­le­ce kal­dı. Ju­li­en onun ken­di ken­di­ne: "Ha­yır, kö­tü bir in­san de­ğil!" di­ye söy­len­di­ği­ni duy­du. He­men diz üs­tü dü­şe­rek:

– Ha­yır, ben si­ze kar­şı kö­tü bir in­san de­ği­lim.

Bu dav­ra­nı­şın­dan son de­re­ce uta­nıp he­men aya­ğa kalk­tı. Mar­qu­is ger­çek­ten şaş­kın bir hal­de idi. Ju­li­en'in bu ha­re­ke­ti­ni gö­rün­ce yi­ne, bir ara­ba­cı ağ­zı­na ya­kı­şa­cak pis pis kü­für­ler sa­vur­ma­ya baş­la­mış­tı. Böy­le ilk de­fa ola­rak bu ka­dar ba­ya­ğı söz­ler söy­le­mek, bi­lin­mez, bel­ki de ona bir eğ­len­ce olu­yor­du.

– Kı­zı­mın adı Ma­da­me So­rel ola­cak ha! Kı­zım bir duc­hes­se ol­mı­ya­cak ha!

Bu iki fi­kir ka­fa­sın­da böy­le açık­lık­la be­li­rin­ce M. de La Mo­le ıs­tı­rap­tan kıv­ra­nı­yor, ar­tık his­le­ri­ne, ha­re­ket­le­ri­ne hâ­kim ola­mı­yor­du. Ju­li­en da­yak yi­ye­ce­ğin­den kork­tu.

Mar­gu­is bi­raz ak­lı ba­şı­na gel­di­ği za­man­lar­da fe­lâ­ke­ti­ne alı­şır gi­bi olu­yor, o za­man Ju­li­en'e, ol­duk­ça mâ­kul si­tem­ler­de bu­lu­nu­yor­du:

– Kaç­ma­lı­yı­nız, Mon­sie­ur, kaç­ma­lıy­dı­nız. Gö­re­vi­niz kaç­mak­tı... Siz, dün­ya­nın en aşa­ğı­lık ada­mı­sı­nız...

Ju­li­en ma­sa ba­şı­na gi­dip bir kâ­ğı­da şu mek­tu­bu yaz­dı:

"Çok­tan be­ri­dir ha­yat be­nim için da­ya­nıl­maz bir şey ol­du, ken­di elim­le ona ar­tık son ve­ri­yo­rum. Ölü­müm yü­zün­den ko­nak­ta çı­ka­cak ra­hat­sız­lık­tan be­ni af­fet­me­si­ni Mar­gu­is ce­nap­la­rın­dan, en de­rin say­gı, en hu­dut­suz min­net­tar­lık his­le­rim­le ri­ca ede­rim."

– Te­nez­zül edip şu kâ­ğı­da bir göz atar mı­sı­nız?.. Be­ni öl­dü­rün ya­hut da uşak­la­rı­nız­dan bi­ri­ne em­re­din, öl­dür­sün... Şim­di sa­at sa­ba­hın bi­ri, ben bah­çe­ye, dip­te­ki du­va­ra doğ­ru gi­de­yim.

Ju­li­en ka­pı­dan çı­kar­ken Mar­qu­is ba­ğır­dı:

– Yı­kıl!.. De­fol!..

De­li­kan­lı için­den: An­la­şı­lı­yor, be­ni öl­dür­mek zah­me­ti­ni uşa­ğın­dan da esir­ge­mek is­ti­yor... Be­ni öl­dür­sün, di­ye­ce­ğim yok, yap­tı­ğı­ma kar­şı­lık bu­na ra­zı­yım... Ama ken­di ken­di­mi öl­dü­re­mem ya! Ya­şa­ma­yı se­ve­rim... Oğ­lu­ma kar­şı da gö­re­vim var.

Ha­ya­lin­de ilk de­fa ola­rak bu de­re­ce açık­lık­la be­li­ren bu fi­kir ar­tık bü­tün zih­ni­ni kap­la­yıp ge­zin­ti­nin ilk da­ki­ka­la­rın­da duy­du­ğu teh­li­ke duy­gu­su­nu uzak­laş­tır­dı.

Ye­ni uya­nan bu il­gi Ju­li­en'i ih­ti­yat­lı bir adam et­ti. O azı­lı ada­ma kar­şı ne ya­pa­ca­ğı­mı bil­mek için, da­nı­şa­cak bir kim­sem ol­ma­lı... Ak­lı ba­şın­da de­ğil, on­dan her şey bek­le­ne­bi­lir. Fo­uqu­e çok uzak­ta, hem o Mar­qu­is gi­bi bir ada­mın kal­bin­de­ki his­le­ri an­la­ya­maz ki!

Com­te Al­ta­mi­ra var... Onun dai­ma su­sa­ca­ğın­dan emin ola­bi­lir mi­yim? Be­nim akıl da­nış­mam bir işe gi­riş­mek ol­ma­ma­lı, ha­li­mi büs­bü­tün ka­rış­tır­ma­ma­lı. Hey­hat! Bir ki­şi ka­lı­yor, o da bi­zim su­rat­sız Ab­be Pi­rard... Jan­se­nist­lik onun ka­fa­sı­nı da­ralt­mış... Bir edep­siz je­sui­te ol­sa dün­ya­nın ha­li­ni da­ha iyi bi­lir, be­nim işi­me da­ha faz­la ya­rar... M. Pi­rard, su­çu­mu du­yar duy­maz döv­me­ye kal­ka­bi­lir.

Tar­tu­fe'ün de­ha­sı, Ju­li­en'in im­da­dı­na ye­tiş­ti: Gi­dip oma gü­na­hı­mı çı­kar­ma­sı­nı söy­le­rim de­di. Bah­çe­de iki sa­at dö­nüp do­laş­tık­tan son­ra so­nun­da bu ka­ra­ra var­dı. Ar­tık ba­şı­na an­sı­zın bir kur­şun yi­ye­bi­le­ce­ği ak­lı­na gel­mi­yor­du; iyi­ce uy­ku­su var­dı.

Er­te­si sa­bah er­ken­den Ju­li­en, Pa­ris'ten bir­kaç fer­sah öte­de, mer­ha­met ne­dir bil­mez Jan­se­nis­tin ka­pı­sı­nı ça­lı­yor­du. Su­çu­nu iti­raf edin­ce Ab­be Pi­rard'ın bu işe pek şaş­ma­dı­ğı­nı gö­rüp ken­di şaş­tı.

Öf­ke­len­di­ğin­den faz­la ta­sa­la­nan Ab­be:

– Bu iş­te bel­ki ben de pek ka­ba­hat­siz sa­yıl­mam, de­di. O aş­kı an­lar gi­bi ol­muş­tum. Bed­baht ço­cuk! Si­ze bes­le­di­ğim mu­hab­bet, iki­zin ba­ba­sı­na işi ha­ber ver­me­mi ön­le­di.

Ju­li­en he­men sor­du:

– Şim­di Mar­qu­is ne ya­par?

O an­da Ab­be'yi pek sev­miş­ti; M. Pi­rard pay­la­ma­ya kalk­sa Ju­li­en'e pek ağır ge­le­cek­ti. Ju­li­en de­va­nı et­ti:

– Be­nim ak­lı­ma üç şey ge­li­yor. Bi­rin­ci­si: M. de La Mo­le be­ni öl­dür­te­bi­lir (bu­nun üze­ri­ne o ge­ce Mar­qu­is'ye ver­di­ği in­ti­har mek­tu­bu­nu an­lat­tı); ikin­ci­si Nor­bert'e söy­le­yip be­ni dü­el­lo­ya da­vet et­ti­rir...

Ab­be öf­ke ile aya­ğa kal­ka­rak:

– Böy­le bir şe­yi ka­bul eder mi­si­niz?

– Sö­zü­mü bi­tirt­mi­yor­su­nuz ki! Ba­na iyi­lik eden bir ada­mın oğ­lu­na el­bet­te ateş et­mem; o be­ni öl­dü­rür.

Üçün­cü­sü: Mar­qu­is be­ni bu­ra­dan uzak­laş­tı­ra­bi­lir. Ba­na Edin­burg'a, ya­hut New York'a gi­din der­se sö­zü­nü din­le­rim. O va­kit Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'un ha­li­ni giz­le­ye­cek im­kâ­nı olur; ama ço­cu­ğu­mun yok edil­me­si­ne ra­zı ola­mam.

– Din, iman bil­me­yen o ada­mın ilk ak­lı­na ge­le­nin bu ola­ca­ğın­dan hiç şüp­he­niz ol­ma­sın...

Pa­ris'te Mat­hil­de umut­suz­luk için­de idi. Ba­ba­sı­nı sa­at ye­di­de gör­müş­tü. Mar­qu­is ona Ju­li­en'in mek­tu­bu­nu gös­ter­di; şim­di Mat­hil­de, aca­ba Ju­li­en ken­di­ni öl­dür­me­yi da­ha asil­ce bir ha­re­ket bul­muş ol­ma­sın di­ye kor­kup tit­ri­yor­du. Öf­ke­ye va­ran bir ıs­tı­rap­la: Hem de ben­den izin­siz... di­ye söy­le­ni­yor­du.

Ba­ba­sı­na:

– O öl­düy­se ben de ölü­rüm, de­di. Onun ölü­mü­ne siz se­bep ol­muş sa­yı­lır­sı­nız... Bel­ki se­vi­nir­si­niz. Ama onun ha­tı­ra­sı­na ye­min edi­yo­rum, ön­ce ya­sa gi­re­rim, her­ke­se ken­di­mi dul Ma­da­me So­rel di­ye ta­nı­tı­rım, bu im­za ile ya­sı­mı her­ke­se bil­di­ri­rim, bun­dan hiç şüp­he­niz ol­ma­sın. Ne çe­kin­gen­lik gös­te­ri­rim, ne de al­çak­lık.

Aş­kı de­li­li­ğe ka­dar va­rı­yor­du. Bu se­fer de M. de La Mo­le kork­muş, ne ya­pa­ca­ğı­nı bi­le­mi­yor­du. Ar­tık olup bi­ten­ler hak­kın­da bi­raz so­ğuk­kan­lı­lık­la ka­fa yor­ma­ya baş­la­mış­tı. Mat­hil­de öğ­le ye­me­ğin­de gö­zük­me­di. Onun an­ne­si­ne işi aç­ma­mış ol­du­ğu­nu gö­rün­ce Mar­qu­is, sır­tın­dan ağır bir yük kalk­mış gi­bi ol­du, kol­tuk­la­rı da ka­bar­dı.

Öğ­le­ye doğ­ru Ju­li­en ko­na­ğa dön­dü, atın nal ses­le­ri av­lu­da çın­la­dı. Ju­li­en in­di. Mat­hil­de onu ça­ğırt­tı, he­men he­men hiz­met­çi kı­zın ya­nın­da, onun boy­nu­na atıl­dı. Ju­li­en, Mat­hil­de'in gös­ter­di­ği bu coş­kun­ca sev­gi­ye kar­şı pek min­net­tar­lık duy­ma­dı; Ab­be Pi­rard'la uzun uzun ko­nuş­tuk­tan son­ra onun ya­nın­dan çı­kar­ken ru­hun­da dip­lo­mat­lık­la he­sa­bi­lik ye­ni­den uyan­mış­tı, ih­ti­mal­le­ri he­sap et­mek, ha­ya­li­ni sön­dür­müş­tü. Mat­hil­de, in­ti­har mek­tu­bu­nu oku­du­ğu­nu ona ağ­lı­ya ağ­lı­ya an­lat­tı.

– Ba­bam dü­şün­ce­si­ni de­ğiş­ti­re­bi­lir; ri­ca ede­rim, siz der­hal yo­la çı­kıp Vil­le­qui­er'ye gi­din. Atı­nı­za bi­nin de sof­ra­da­ki­ler kalk­ma­dan ko­nak­tan uzak­la­şın.

Ju­li­en o şaş­kın, o al­dır­ma­yan ha­li­ni bı­rak­mı­yor­du; Mat­hil­de hün­gür hün­gür ağ­la­ma­ya baş­la­dı. Onu kol­la­rı­nın ara­sın­da sı­kıp he­ye­can­la:

– Bı­rak da ben iş­le­ri­mi­zi yo­lu­na ko­ya­yım, de­di. Bi­lir­sin ki sen­den ay­rı­lı­şım, gön­lü­mün is­te­ği ile de­ğil­dir. Sen be­nim hiz­met­çi­nin ad­re­si ile ba­na mek­tup­lar gön­der ama zar­fı baş­ka bi­ri­ne yaz­dır, ben sa­na cilt cilt ce­vap­lar yol­la­rım. Adie­u! Bu­ra­dan kaç!

Bu "kaç" sö­zü Ju­li­en'in fe­na­sı­na git­ti ama o yi­ne söz din­le­di, için­den: Ne ya­pa­lım? Ya­ra­dı­lış­la­rın­dan! Bu in­san­lar, en iyi an­la­rın­da bi­le, kar­şı­la­rın­da­ki ya­ra­la­ya­cak sö­zü bu­lup söy­lü­yor­lar.

Mat­hil­de, ba­ba­sı­nın bü­tün ih­ti­yat­lı dav­ra­nış­la­rı­na var gü­cüy­le di­ren­di. Ma­da­me So­rel ola­cak, ko­ca­sı ile be­ra­ber ya İs­viç­re'de yok­sul­ca ya da Pa­ris'te ba­ba­sı­nın ya­nın­da ya­şa­ya­cak, an­cak bu esas üze­rin­de tar­tı­şı­yor, baş­ka hiç bir şey din­le­mi­yor­du. He­le ço­cu­ğu­nu giz­li bir yer­de do­ğur­mak tek­li­fi­ni ta­ma­mıy­la red­de­di­yor­du.

– Ben öy­le bir şey ya­par­sam be­nim için if­ti­ra ile le­ke ka­pı­la­rı açıl­mış olur. Ni­kâh­tan iki ay son­ra ko­cam­la yol­cu­lu­ğa çı­ka­rım, oğ­lu­mu da uy­gun bir za­man­da dün­ya­ya ge­tir­di­ği­mi söy­le­mek ko­lay olur.

Mat­hil­de'in bu di­ren­ci ön­ce öf­ke ile kar­şı­la­nı­yor­du ama so­nun­da Mar­qu­is'nin şüp­he­le­ri uyan­dı. Kal­bi yu­mu­şa­dı­ğı bir an­da kı­zı­na:

– Al, de­di, yıl­da on bin li­ra fa­iz ge­ti­re­cek bir tah­vil, bu­nu Ju­li­en'e gön­der; ne ya­pa­cak­sa ça­buk yap­sın, tek­rar elin­den al­ma­ya­yım.

Ju­li­en, Mat­hil­de'in bu­yur­ma­yı ne de­re­ce sev­di­ği­ni bi­lir­di; onun sö­zü ye­ri­ne gel­sin di­ye bo­şu bo­şu­na kırk fer­sah yol al­mış­tı: Vil­le­qui­er'ye git­miş, ora­da çift­lik­le­rin he­sa­bı­nı gö­rü­yor­du; Mar­qu­is'nin o lüt­fu üze­ri­ne Pa­ris'e dön­dü. He­men gi­dip Ab­be Pi­rard'ın ya­nı­na sı­ğın­dı. Ju­li­en'in Vil­le­qui­er'de kal­dı­ğı gün­ler­de M. Pi­rard, Mat­hil­de'in en ya­ra­lı yar­dım­cı­sı ol­muş­tu. Man­qu­is ne za­man sö­zü aç­sa, pa­paz ona, ale­ni ni­kâh­tan baş­ka herhangi bir yo­la baş­vur­ma­nın, Tan­rı ya­nın­da bir gü­nah ola­ca­ğı­nı is­pat edi­yor­du.

– Çok şü­kür, bu hu­sus­ta in­san­la­rın ak­lı da di­nin bu­yur­du­ğu­na uyu­yor. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'un ne ka­dar dik­ka­fa­lı bir ta­bia­tı ol­du­ğu­nu bi­li­riz, ken­di­si­nin is­te­me­di­ği bir iş­te sır sak­la­ma­sı na­sıl umu­la­bi­lir? Ale­ni ni­kâh­la, dü­ğün­le işi hal­let­me­yi is­te­mez­se­niz, onun ken­di den­gi ol­ma­yan bir genç­le se­viş­miş ol­ma­sı da­ha çok de­di­ko­du­ya yol açar. Her şe­yi bir de­fa­da ol­du­ğu gi­bi söy­le­me­li, hiç­bir giz­li nok­ta bı­rak­ma­ma­lı, işin için­de gi­zem var san­dır­ma­ma­lı.

Mar­qu­is dü­şün­ce­li dü­şün­ce­li:

– Doğ­ru. Bu şe­kil ka­bul edi­lin­ce, ni­kah­tan üç gün son­ra yi­ne bu işin sö­zü­nü et­mek, ye­ni fi­kir bul­mak­tan âciz in­san­la­rın har­cı sa­yı­lır. Hü­kü­me­tin ih­ti­lâl­ci­le­re kar­şı bü­yük bir ha­re­ke­tin­den ya­rar­la­nıp işi ses­siz­ce bağ­la­yı­ver­me­li.

M. de La Mo­le'un dost­la­rın­dan iki üç ki­şi da­ha, Ab­be Pi­rard'ın fik­rin­de idi. On­la­rın gö­zün­de en bü­yük en­gel, Mat­hil­de'in de­di­ğin­den dön­mez bir kız ol­ma­sı idi. Fa­kat bü­tün bu man­tık­lı, akıl­lı us­lu söz­ler­den son­ra da Mar­qu­is'nin gön­lü, kı­zı­nı bir gün duc­hes­se ol­muş gör­mek umu­dun­dan bir tür­lü vaz­ge­çe­mi­yor­du.

Ha­fı­za­sı da, ha­ya­li de, genç­li­ğin­de he­nüz ka­bil olan her çe­şit da­la­ve­re­ler, iki yüz­lü­lük­ler ile do­lu idi. Onun mev­ki­in­de bir adam za­ru­re­te baş eğ­sin! Ya­sa­dan kork­sun! Bu­nu bir tür­lü hav­sa­la­sı­na sığ­dı­ra­mı­yor, hay­si­ye­te uy­maz bir şey bu­lu­yor­du. O pek sev­di­ği kı­zı­nın ge­le­ce­ği için on yıl­dır kur­du­ğu gö­nül bağ­la­yı­cı hül­ya­lar­dan uyan­mak ağı­rı­na gi­di­yor­du.

İçin­den, ki­min ak­lı­na ge­lir­di ki, ya­ra­dı­lı­şın­dan o ka­dar ki­bir­li; ze­kâ­ca o ka­dar üs­tün; adı­mız, so­yu­muz­la ben­den de faz­la övü­nen bir kız kalk­sın da bu­nu yap­sın! Fran­sa'nın en yü­ce, en ün­lü soy­lu­la­rı onu oğul­la­rı­na al­mak için can atı­yor­du! Ar­tık ted­bir med­bir pa­ra et­mi­yor. Bu asır her şe­yi al­tüst ede­cek, yı­ka­cak, öy­le bir keş­me­ke­şe gi­di­yo­ruz ki!

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro