Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 30: Büyüklük Peşinde Bir Adam II

Bu mek­tu­bun kim­den ge­le­bil­miş ola­ca­ğı üze­ri­ne kü­çük bir tar­tış­ma çık­tı. Ar­tık ara­la­rın­da­ki his­sî du­rum de­ğiş­miş­ti. Ma­da­me de Re­nal de, Ju­li­en de, far­kı­na var­ma­dan teş­ri­fa­tı, res­mi­ye ben­zer tav­rı bı­rak­mış­lar, şef­kat­li bir dost­luk eda­sı ile ko­nu­şu­yor­lar­dı. Or­ta­lık zi­fi­ri ka­ran­lık ol­du­ğun­dan bir­bir­le­ri­ni gör­mü­yor­lar­dı ama ses­le­ri, her şe­yi an­lat­ma­ğa ye­ti­yor­du. Ju­li­en ko­lu­nu sev­gi­li­si­nin be­li­ne sar­dı; bu ha­re­ket ol­duk­ça teh­li­ke­li idi. Ma­da­me de Re­nal Ju­li­en'in ko­lu­nu it­mek is­te­di ise de Ju­li­en hay­li kur­naz­lık edip ona, ha­ya­tı­nın il­gi­ye de­ğer bir par­ça­sı­nı an­lat­ma­ya baş­la­dı. Kol san­ki unu­tu­lup bu­lun­du­ğu yer­de kal­dı.

Beş yüz frank­lık po­li­çe­nin kim­den gel­miş ola­bi­le­ce­ği üze­ri­ne bir­çok tah­min­le­re gi­ri­şil­dik­ten son­ra Ju­li­en yi­ne okul ha­ya­tı­nı an­lat­ma­ya baş­la­mış­tı; geç­miş gün­le­rin, şim­di ba­şı­na ge­len­le kar­şı­laş­tı­rı­lın­ca pek il­gi­si­ni uyan­dır­ma­yan geç­miş gün­le­rin sö­zü­nü eder­ken his­le­ri­ni ye­ne­bi­li­yor­du. Bü­tün dik­ka­ti bu ge­ce zi­ya­re­ti­nin na­sıl bi­te­bi­le­ce­ği üze­ri­ne top­lan­dı. Ara sı­ra ona yi­ne ke­sip atar gi­bi bir ta­vır­la: "Hay­di kal­kın gi­din" de­ni­li­yor­du.

Ju­li­en için­den: "Ko­vul­mak be­nim için ne ağır şey olur! Bü­tün ha­ya­tı­mı ze­hir­le­ye­bi­le­cek bir azap duy­ma­ma ye­ter; ba­na bir mek­tup bi­le yaz­maz. Bu mem­le­ke­te bir da­ha ne za­man dö­ne­ce­ğim, Al­lah bi­lir!" de­di. Şim­di için­de bu­lun­du­ğu hâ­lin haz­zı­nı o an­dan iti­ba­ren ta­da­maz ol­du. Ta­par­ca­sı­na sev­di­ği bir ka­dı­nın ya­nı­na otur­muş, onu ade­ta ku­cak­la­mış­tı. Bir va­kit­ler bü­yük bah­ti­yar­lık­lar tat­tı­ğı bir oda­da, zi­fi­ri ka­ran­lık için­de idi; sev­di­ği ka­dı­nın ağ­la­dı­ğı­nı pek iyi fark edi­yor­du, hatta onun göğ­sü­nün ha­re­ke­tin­den hıç­kır­dı­ğı­nı da an­lı­yor­du. Tam böy­le bir za­man­da ca­hil­lik edip sa­kin bir po­li­ti­ka­cı­lık gös­ter­meye kalk­tı; med­re­se bah­çe­sin­de, ken­di­sin­den kuv­vet­li bir ar­ka­da­şı­nın kö­tü bir şa­ka­sı­na uğ­ra­dı­ğı va­kit ne ka­dar he­sap­lı ve sa­kin ha­re­ket eder­se şim­di de öy­le sa­kin ve he­sap­lı ol­mak is­te­di. Sö­zü­nü uza­tı­yor, Ver­rie­res'den ay­rı­la­lı be­ri ne ka­dar ıs­tı­rap­lı bir ha­yat ge­çir­di­ği­ni an­la­tı­yor­du. Ma­da­me de Re­nal için­den: "Bir yıl­dır bir­bi­ri­miz­den ay­rı­yız, ona sev­gi­mi­zi ha­tır­la­ta­cak hiç­bir şey de yok­tu ama yi­ne hep Ver­rie­res'de ge­çir­di­ği gü­zel gün­le­ri dü­şün­müş; ben­se onu unu­tu­yor­dum..." Hıç­kı­rık­la­rı bir kat da­ha art­tı. Ju­li­en, an­lat­tık­la­rı­nın il­gi ile din­len­di­ği­ni gör­dü. Ar­tık son ko­zu­nu da oy­na­mak za­ma­nı gel­di­ği­ni an­la­dı, bir­den­bi­re, sö­zü hiç ha­zır­la­ma­dan, Pa­ris'ten ge­len mek­tup­tan söz et­me­ye baş­la­dı.

– Mon­se­ig­ne­ur pis­ko­po­sa ve­da et­tim, de­di.

– Ne? Siz Be­san­çon'a dön­me­ye­cek mi­si­niz? Biz­den büs­bü­tün ay­rı­lı­yor mu­su­nuz?

Ju­li­en, ar­tık ka­ra­rı­nı ver­miş bir adam tav­rıy­la:

– Evet, de­di; ha­ya­tım­da en çok sev­di­ği­min bi­le be­ni unut­tu­ğu bu mem­le­ket­ten, bir da­ha dön­me­mek üze­re, ay­rı­lı­yo­rum. Pa­ris'e gi­di­yo­rum...

Ma­da­me de Re­nal hay­li yük­sek bir ses­le:

– Pa­ris'e mi gi­di­yor­su­nuz? di­ye ba­ğır­dı.

Ağ­la­mak­tan bo­ğuk­laş­mış se­sin­den, he­ye­ca­nı­nın son de­re­ce­yi bul­du­ğu bel­li idi. Ju­li­en'in böy­le bir teş­vik gör­me­ye ih­ti­ya­cı var­dı. Şim­di gi­ri­şe­ce­ği iş, her şe­yi ken­di­ne kar­şı çe­vi­re­bi­lir­di; Ma­da­me de Re­nal'in böy­le ba­ğır­ma­sın­dan ön­ce, ka­ran­lık­tan hiç bir şey gör­me­di­ği için, söz­le­ri­nin na­sıl bir te­si­ri ol­du­ğu­nu da bi­le­mi­yor­du. Ar­tık te­red­düt et­me­di; bu­ra­dan bo­şu bo­şu­na dön­me­ye öm­rün­de onu­ru­na ye­di­re­me­ye­ce­ği­ni an­la­dı­ğı için he­ye­ca­nı­nı ye­ne­bil­miş­ti. Aya­ğa kalk­tı ve so­ğuk­kan­lı­lık­la:

– Evet, Ma­da­me, de­di, siz­den bir da­ha gö­rüş­me­mek üze­re ay­rı­lı­yo­rum, se­vi­nin; Al­lah'a ıs­mar­la­dık.

Pen­ce­re­ye doğ­ru bir­kaç adım at­tı; ca­mı aç­mak üze­re idi. Ma­da­me de Re­nal ona doğ­ru ko­şup kol­la­rı­na atıl­dı. Böy­le­ce üç sa­at­lik bir ko­nuş­ma­dan son­ra, ilk iki sa­at­te pek ateş­le ar­zu et­ti­ği­ne eriş­ti. Ma­da­me de Re­nal, vic­dan aza­bı­nı bir an ön­ce unu­tup da bu şef­ka­ti bir an ön­ce gös­ter­miş ol­say­dı Ju­li­en ilâ­hî bir saa­det du­ya­bi­lir­di; ama is­te­di­ği­ni el­de et­mek için hay­li us­ta­lık lazım gel­miş­ti, bu­nun için sa­de­ce zevk, bir za­fer zev­ki duy­du. Ju­li­en, sev­gi­li­si­nin bü­tün ıs­rar­la­rı­na rağ­men, kan­di­li yak­mak is­te­di.

– Se­ni gör­müş ol­mak­tan ben­de hiç­bir ha­tı­ra kal­ma­sın mı is­ti­yor­sun? O se­nin gü­zel göz­le­rin­de şim­di hiç şüp­he­siz par­la­yan aş­kı ben gö­rüp de se­vin­me­ye­yim mi? Eli­nin be­yaz­lı­ğı­nı sey­ret­mek­ten mah­rum mu ka­la­yım? Dü­şün bir ke­re, bir­bi­ri­mi­zi bir da­ha kim bi­lir ne va­kit gö­rü­rüz!

Bir­bir­le­rin­den büs­bü­tün ay­rı­la­cak­la­rı ak­lı­na ge­lin­ce, Ma­da­me de Re­nal'in hiç­bir şe­ye ol­maz de­me­si­ne im­kân yok­tu. Fa­kat Ver­rie­res'in do­ğu­sun­da­ki da­ğın çam­la­rı, se­her ışık­la­rı ile çiz­gi­le­ri­ni be­lirt­me­ye baş­la­mış­tı. Haz­la ken­din­den geç­miş olan Ju­li­en kal­kıp gi­de­ce­ği­ne Ma­da­me de Re­nal'e, bü­tün gü­nü oda­da sak­la­nıp ge­çi­re­ce­ği­ni ve an­cak er­te­si ge­ce yo­la çı­ka­ca­ğı­nı söy­le­di. Ma­da­me de Re­nal:

– Ni­çin ol­ma­sın? de­di. Böy­le ye­ni­den gü­na­ha gir­dik­ten son­ra ben ken­di gö­züm­de bi­le bir pa­ra­lık ol­dum, ar­tık ba­na mut­lu­luk yok­tur.

Ju­li­en'i kol­la­rı ara­sın­da sık­tı.

– Ko­cam ar­tık es­ki­si gi­bi de­ğil, kuş­ku­la­nı­yor; ken­di­si­ni oyun­cak et­ti­ği­mi sa­nı­yor, ba­na çok kız­gın. En ha­fif bir gü­rül­tü du­ya­cak olur­sa mah­vol­du­ğum gün­dür, ko­lum­dan tut­tu­ğu gi­bi atar. Be­nim gi­bi bir düş­kü­nün lâ­yı­ğı da bu de­ğil mi?

Ju­li­en:

– M. Che­lan gi­bi ko­nu­şu­yor­sun, de­di; ben ruh­ban oku­lu­na git­me­den ön­ce, o acı ay­rı­lık­tan ön­ce sen böy­le söy­le­mez­din, o va­kit­ler be­ni se­ver­din!

Ju­li­en bu söz­de­ki so­ğuk­kan­lı­lı­ğın mü­kâ­fa­tı­nı gör­dü: Ma­da­me de Re­nal ko­ca­sı­nın ev­de ol­ma­sın­dan do­ğan teh­li­ke­yi ça­bu­cak unu­tup aş­kın­dan Ju­li­en'in şüp­he et­me­si teh­li­ke­si­ni, ken­di gö­zün­de öte­kin­den çok da­ha bü­yük olan bu teh­li­ke­yi dü­şün­me­ğe baş­la­dı. Gün hız­la ağa­rı­yor ve oda­yı ışık kap­lı­yor­du; Ju­li­en, ha­ya­tın­da sev­di­ği o bi­ri­cik ka­dı­nı, o gü­zel ka­dı­nı, da­ha bir sa­at ön­ce kah­re­di­ci Tan­rı kor­ku­sun­dan ve gö­rev­le­ri­ne borç­lu ol­du­ğu sev­gi­den baş­ka bir dü­şün­ce­si ol­ma­yan o ka­dı­nı kol­la­rı ara­sın­da, he­men he­men aya­ğı di­bin­de gö­rün­ce gu­ru­run bü­tün haz­la­rı­nı tat­tı. Bir yıl­lık se­bat­tan kuv­vet alan fa­zi­let ka­rar­la­rı, onun yi­ğit­li­ği önün­de eri­yi­ver­miş­ti. Az son­ra ev­de gü­rül­tü­ler baş­la­dı; Ma­da­me de Re­nal, ön­ce ak­lı­na gel­me­yen bir nok­ta­yı ha­tır­la­yıp bi­raz te­lâ­şa düş­tü; dos­tu­na:

– Eli­sa edep­si­zi şim­di bu­ra­ya ge­lir, bu ko­ca mer­di­ve­ni ne ya­pa­ca­ğız? Ne­re­ye sak­la­ya­lım?

Son­ra bir­den­bi­re, ade­ta şen, şa­tır:

– Ben şim­di onu ta­van ara­sı­na gö­tü­rü­ve­ri­rim, de­di.

Ju­li­en hay­ret­le:

– Ama ta­van ara­sı­na çık­mak için uşa­ğın oda­sın­dan geç­mek ge­rek.

– Ön­ce ko­ri­do­ra bı­ra­kır, uşa­ğı da ça­ğı­rıp bir işe gön­de­ri­rim.

– Uşak ko­ri­dor­dan ge­çer­ken mer­di­ve­ni gö­rür­se, ne olur ne ol­maz sen bir ya­lan uy­du­ru­ver.

Ma­da­me de Re­nal, Ju­li­en'i öpüp:

– Pe­ki, me­le­ğim, de­di. Sen de, ben bu­ra­da yok­ken Eli­sa içe­ri gi­ri­ve­rir­se ya­ta­ğın al­tı­na sak­lan­ma­ya bak.

Ju­li­en, Ma­da­me de Re­nal'in böy­le bir­den­bi­re ne­şe­len­me­si­ne şaş­mış­tı, için­den: "De­mek ki, de­di, mad­dî bir teh­li­ke çık­ma­sı onu yü­rek çar­pın­tı­sı­na dü­şür­mek şöy­le dur­sun, vic­dan aza­bı­nı unut­tu­rup ne­şe­len­di­ri­yor. Ger­çek­ten üs­tün ka­dın! Böy­le bir kalp­te sal­ta­nat sür­mek şe­ref­li şey, doğ­ru­su!" Ju­li­en'in ağ­zı ku­lak­la­rı­na va­rı­yor­du.

Ma­da­me de Re­nal mer­di­ve­ni al­dı, bu mer­di­ven onun için şüp­he­siz çok ağır­dı. Ju­li­en yar­dı­ma gi­de­cek­ti; hiç de kuv­vet gös­ter­me­yen o na­rin be­le, vü­cu­da hay­ran hay­ran ba­kı­yor­du; Ma­da­me de Re­nal bir­den­bi­re, hiç bir yar­dı­ma lü­zum gös­ter­me­den mer­di­ve­ni ya­ka­la­dı ve bir is­kem­le kal­dı­rır gi­bi kal­dı­rı­ver­di. Ça­bu­cak üçün­cü ka­tın ko­ri­do­ru­na gö­tür­dü, du­va­rın ke­na­rı­na ya­tır­dı. Uşa­ğı ça­ğır­dı, gi­yin­me­si­ne va­kit bı­rak­mak için gü­ver­cin­li­ğe çık­tı. Beş da­ki­ka son­ra ko­ri­do­ra dön­dü­ğü za­man mer­di­ven or­ta­da yok­tu. Aca­ba ne ol­muş­tu? Ju­li­en ev­den çı­kıp git­miş ol­say­dı, Ma­da­me de Re­nal bu teh­li­ke­ye al­dı­rış bi­le et­mez­di. Lâ­kin şim­di, ya ko­ca­sı mer­di­ve­ni gö­rür­se? Bun­dan çok kö­tü­lük­ler çı­ka­bi­lir­di. Ma­da­me de Re­nal bir o ya­na, bir bu ya­na ko­şu­yor­du. En so­nun­da mer­di­ve­ni bul­du. Uşak onu ta­van ara­sı­na çı­kar­mış, hatta sak­la­mış­tı bi­le. Es­ki­den ol­sa bu iş, Ma­da­me de Re­nal'i te­lâ­şa dü­şü­rür­dü...

"Yir­mi dört sa­at son­ra, Ju­li­en çı­kıp git­tik­ten son­ra, ne olur­sa ol­sun, ba­na ne? Ben yi­ne vic­dan azap­la­rı çe­kip dün­ya­yı ce­hen­nem gi­bi gör­me­ye­cek mi­yim?" di­ye dü­şün­dü.

İçin­de bel­li be­lir­siz bir his, ha­ya­ta ve­da et­me­si ge­rek­ti­ği­ni bil­di­rir gi­biy­di; o da umu­run­da de­ğil­di! Ju­li­en'in­den bir da­ha gö­re­me­mek üze­re ay­rıl­dı­ğı­nı san­dık­tan son­ra ona yi­ne ka­vuş­muş, onu bir ke­re­cik da­ha gör­müş­tü ya! Hem de Ju­li­en'in ge­le­bil­mek için yap­tı­ğı fe­da­kâr­lık aş­kı­nın ne ka­dar bü­yük ol­du­ğu­nu gös­ter­mi­yor muy­du?

Mer­di­ven işi­ni Ju­li­en'e an­la­tır­ken:

– Uşak, böy­le bir mer­di­ven bu­lun­du­ğu­nu ko­ca­ma söy­ler­se ben ne di­ye­yim? di­ye sor­du.

Bir an hül­ya­lı hül­ya­lı dü­şün­dü:

– Sa­na bu mer­di­ve­ni sa­tan köy­lü­yü ele ge­çir­me­le­ri hiç de­ğil­se yir­mi dört sa­at sü­rer.

Çır­pı­na­rak Ju­li­en'in kol­la­rı­na atıl­dı ve onu öpe­rek:

– Öl­mek! Ah! Böy­le iken öl­mek! di­ye in­le­di.

Son­ra gül­dü:

– Ama, se­ni acın­dan öl­dür­mek de doğ­ru de­ğil.

"Gel; her şey­den ön­ce se­ni Ma­da­me Der­vil­le'in oda­sı­na sak­la­ya­yım, ora­sı hep ki­lit­li du­rur..."

Ko­ri­do­run bir ucu­na gi­dip ge­len ol­ma­sın di­ye gö­zet­le­di, Ju­li­en de ko­şa­rak geç­ti. Ma­da­me de Re­nal ka­pı­yı ka­par­ken:

– Vu­rur­lar­sa aça­yım de­me, za­ten kim­se ge­lip ka­pı­yı vur­maz, bel­ki ço­cuk­lar ge­lir, oyun ol­sun di­ye vu­rur­lar.

Ju­li­en:

– Ço­cuk­la­rı bah­çe­ye, pen­ce­re­nin al­tı­na ge­tir de bir gö­re­yim; on­la­rı ko­nuş­tu­ru­ver; pek öz­le­dim.

Ma­da­me de Re­nal:

– Pe­ki, pe­ki, de­yip uzak­laş­tı.

Bi­raz son­ra yi­ne ge­lip Ju­li­en'e por­ta­kal, bis­kü­vi, bir şi­şe de Ma­la­ga şa­ra­bı ge­tir­di; ek­mek aşır­ma­ya im­kân bu­la­ma­mış­tı.

Ju­li­en sor­du:

– Ko­can ne ya­pı­yor?

– Köy­lü­ler­le alım sa­tım iş­le­ri ta­sar­la­yıp du­ru­yor.

Sa­at se­ki­zi bul­muş, ev­de gü­rül­tü­ler art­mış­tı. Ma­da­me de Re­nal'i gö­re­mez­ler­se her ta­raf­ta ara­ma­ya kal­kar­lar­dı. Ma­da­me de Re­nal Ju­li­en'i bı­ra­kıp in­me­ye mec­bur ol­du. Bi­raz son­ra yi­ne gel­di. Ted­bir fik­ri­ne mey­dan okur gi­bi Ju­li­en'e bir fin­can kah­ve ge­tir­miş­ti; o, aç ka­la­cak di­ye üzü­lü­yor­du. Kah­val­tı­dan son­ra ço­cuk­la­rı bah­çe­ye çı­ka­rıp Ma­da­me Der­vil­le'in oda­sı­nın pen­ce­re­si al­tı­na ge­tir­di. Ju­li­en ço­cuk­la­rı bü­yü­müş gör­dü fakat hal­le­ri­ni de de­ğiş­miş, ba­ya­ğı­laş­mış bul­du, ya­hut ken­di fi­kir­le­ri de­ğiş­miş­ti.

Ma­da­me de Re­nal ço­cuk­la­ra Ju­li­en'den söz et­ti. En bü­yük oğ­lu es­ki eği­ti­ci­den sev­gi ve öz­lem­le söz edi­yor­du ama iki kü­çük, onu he­men he­men unut­muş­lar­dı. M. de Re­nal o sa­bah ev­den çık­ma­dı; evin için­de bir yu­ka­rı çı­kı­yor, bir aşa­ğı ini­yor, köy­lü­ler­le pa­zar­lık edip on­la­ra, o yı­lın pa­ta­tes ürü­nü­nü sat­ma­ya ba­kı­yor­du...

Ma­da­me de Re­nal öğ­le­ye de­ğin uy­gun bir an bu­lup Ju­li­en'le ko­nu­şa­ma­dı. Öğ­le olup da ye­mek ge­lin­ce, bir ta­bak sı­cak çor­ba aşı­rıp ona gö­tür­me­yi ak­lı­na koy­du. Elin­de ta­ba­ğı sa­kı­na sa­kı­na ta­şı­ya­rak, Ju­li­en'in bu­lun­du­ğu oda­ya ses­siz­ce yak­laş­tı­ğı sı­ra­da, sa­bah­le­yin mer­di­ve­ni sak­la­yan uşak­la yüz yü­ze gel­di. Uşak da ko­ri­dor­da ses­siz­ce yü­rü­yor­du; et­ra­fı din­ler gi­bi idi. Hiç şüp­he­siz Ju­li­en oda­da, ih­ti­yat­sız­lık edip hız­lı yü­rü­müş­tü. Uşak bi­raz sı­kı­la­rak uzak­laş­tı. Ma­da­me de Re­nal, hiç gö­zü yıl­ma­dan, Ju­li­en'in oda­sı­na gir­di; uşak­la kar­şı­laş­tı­ğı­nı an­la­tın­ca Ju­li­en tit­re­di. Ma­da­me de Re­nal:

– Sen kor­ku­yor­sun, ben, göz­le­ri­mi bi­le kırp­ma­dan dün­ya­nın bü­tün teh­li­ke­le­ri­ne gö­ğüs ge­re­bi­li­rim. Be­nim kork­tu­ğum bir tek şey var, o da sen git­tik­ten son­ra be­nim bu­ra­da yal­nız ka­la­cak ol­mam...

Bu­nu söy­le­yip ko­şa­rak git­ti.

Ju­li­en, co­şa­rak:

– Bu yük­sek ruh­lu ka­dı­nın gö­zün­de, vic­dan aza­bın­dan baş­ka kor­ku­la­cak şey mi var? de­di.

Ak­şam ol­du, M. de Re­nal ga­zi­no­ya git­ti. Ka­rı­sı fe­na hal­de ba­şı ağ­rı­dı­ğı­nı söy­le­yip oda­sı­na çe­kil­di, Eli­sa'yı ba­şın­dan sav­dı ve he­men kal­kıp Ju­li­en'in ka­pı­sı­nı aç­tı. Ju­li­en aç­lık­tan ba­yı­la­cak ha­le gel­miş­ti. Ma­da­me de Re­nal ki­le­re, ek­mek ge­tir­me­ye git­ti. Ju­li­en bir çığ­lık işit­ti. Ma­da­me de Re­nal dön­dü ve an­lat­tı: Ki­ler oda­sı­na ışık­sız git­miş, ek­mek do­la­bı­na yak­laş­mış, eli­ni uza­tın­ca bir ka­dın ko­lu­na değ­miş­ti. Ju­li­en'in işit­ti­ği çığ­lı­ğı ko­pa­ran Eli­sa idi.

– Ora­da ne işi var­mış?

Ma­da­me de Re­nal ta­ma­mıy­la il­gi­siz bir ta­vır­la:

– Ne ya­pa­cak! de­di, ya tat­lı ça­lı­yor, ya da bi­zi kol­lu­yor­du... Çok şü­kür ben bir bö­rek­le bir ko­ca par­ça da ek­mek bul­dum.

Ju­li­en, Ma­da­me de Re­nal'e ön­lü­ğü­nün cep­le­ri­ni gös­te­re­rek sor­du:

– Bun­lar da ne?

Ma­da­me de Re­nal, ye­mek­ten be­ri cep­le­ri­nin ek­mek do­lu ol­du­ğu­nu unut­muş­tu. Ju­li­en onu, en ateş­li ih­ti­ras­la kol­la­rın­da sık­tı; onu hiç bu ka­dar gü­zel gör­me­miş­ti. İçin­den ha­yal me­yal: "Pa­ris'te bi­le, di­yor­du, bun­dan da­ha yük­sek ira­de­li kim­se bu­lun­maz!" Ma­da­me de Re­nal'de böy­le iş­le­re alış­ma­mış bir ka­dı­nın ace­mi­li­ği var­dı. Hem de yal­nız büs­bü­tün baş­ka cins­ten, kor­kunç­luk­la­rı da baş­ka teh­li­ke­ler­den, yal­nız on­lar­dan kor­kan bir in­sa­nın ha­ki­ki yü­rek gücü var­dı.

Ju­li­en iş­tah­la ye­me­ği­ni yer, cid­dî şey­ler ko­nuş­mak­tan nef­ret eden sev­gi­li­si de bu ye­me­ğin ha­fif­li­ğin­den gü­le­rek söz eder­ken oda ka­pı­sı hız­la sar­sıl­dı, M. de Re­nal gel­miş­ti.

– Ka­pı­yı ni­çin ki­lit­le­din? di­ye ba­ğı­rı­yor­du.

Ju­li­en he­men ka­ne­pe­nin al­tı­na gi­ri­ver­di.

M. de Re­nal içe­ri gi­rin­ce:

– Bu da ne de­mek? de­di, so­yun­ma­mış­sı­nız, ye­mek yi­yor­su­nuz ama ka­pı­yı ki­lit­le­miş­si­niz.

Baş­ka bir gün ol­say­dı, Ma­da­me de Re­nal, ko­ca­lık hak­kı­nın ver­di­ği sert­lik­le so­ru­lan bu so­ru kar­şı­sın­da te­lâ­şa dü­şer­di; fa­kat şim­di ko­ca­sı­nın bir par­ça eği­le­cek ol­sa Ju­li­en'i gö­re­bi­le­ce­ğin­den kor­ku­yor­du; çün­kü M. de Re­nal, ka­ne­pe­nin kar­şı­sın­da, de­min Ju­li­en'in otur­du­ğu is­kem­le­ye çö­kü­ver­miş­ti.

Baş ağ­rı­sı her şe­yi giz­le­me­ye yet­ti. M. de Re­nal de, ga­zi­no­nun bi­lar­do­sun­da "pou­le" oyu­nu­na gi­rip ka­zan­dı­ğı­nı, "Doğ­ru­su tam on do­kuz frank­lık bir par­ti!", uzun uzun an­lat­ma­ya baş­la­dı. Tam o sı­ra­da Ma­da­me de Re­nal'in gö­zü­ne, şu­ra­cık­ta, üç adım öte­de, bir is­kem­le üze­rin­de Ju­li­en'in şap­ka­sı iliş­ti. So­ğuk­kan­lı­lı­ğı bir kat da­ha art­tı; so­yun­ma­ya baş­la­dı ve bir se­fer, ko­ca­sı­nın ar­ka­sı­na ge­çip el­bi­se­si­ni şap­ka­nın bu­lun­du­ğu is­kem­le­ye at­tı.

M. de Re­nal so­nun­da çı­kıp git­ti. Ma­da­me de Re­nal de Ju­li­en'den, ruh­ban oku­lun­da­ki ha­ya­tı­nı bir da­ha an­lat­ma­sı­nı ri­ca et­ti. "Dün se­ni din­le­mi­yor, se­ni sav­mak için ce­sa­ret bul­ma­ya, bu işe ken­di­mi ra­zı et­me­ye ça­lı­şı­yor­dum."

Ma­da­me de Re­nal baş­tan aşa­ğı ted­bir­siz­lik ke­sil­miş­ti. Pek de yük­sek ses­le ko­nu­şu­yor­lar­dı. Sa­at iki su­la­rın­da ka­pı­ya hız­la vu­rul­du­ğu­nu du­yun­ca sus­tu­lar. Yi­ne M. de Re­nal gel­miş­ti.

– Ka­pı­yı ça­buk açın, ev­de hır­sız var! di­yor­du; Sa­int­Je­an bu sa­bah on­la­rın mer­di­ve­ni­ni bul­muş.

Ma­da­me de Re­nal Ju­li­en'in kol­la­rı­na atı­lıp:

– Ar­tık her şey bit­ti. Şim­di iki­mi­zi de öl­dü­re­cek, hır­sız gir­di­ği­ne inan­maz; ben se­nin kol­la­rın ara­sın­da öle­ce­ğim, böy­le ölüm ba­na, ha­ya­tım­da bul­du­ğum­dan çok faz­la bah­ti­yar­lık tat­tı­ra­cak.

Dı­şa­rı­da öf­ke­le­nen ko­ca­sı­na ce­vap bi­le ver­mi­yor, ateş­li ateş­li Ju­li­en'i ku­cak­lı­yor­du.

Ju­li­en ona em­re­der gi­bi ba­ka­rak:

– Sta­nis­las ana­sız mı kal­sın? Ben tu­va­let oda­sı pen­ce­re­sin­den at­lar, bah­çe­den ka­ça­rım, kö­pek­ler be­ni ta­nı­dı. Sen el­bi­se­le­ri­mi bir pa­ket yap, bir fır­sat bu­lur bul­maz bah­çe­ye fır­la­tır­sın. Bı­rak ka­pı­yı kı­rıp gir­sin. Sa­kın iti­raf ede­yim de­me, bu­na ke­sin­lik­le iz­nim yok; is­te­di­ği ka­dar kuş­ku­lan­sın; emin ol­ma­sın­dan iyi­dir.

– At­lar­ken ölü­ve­rir­sen!

Ma­da­me de Re­nal'in tek ce­va­bı bu ol­du; bun­dan baş­ka da bir en­di­şe­si yok­tu.

Ju­li­en'Ie be­ra­ber tu­va­let oda­sı­nın pen­ce­re­si­ne git­ti; son­ra onun el­bi­se­le­ri­ni sak­la­dı. En so­nun­da ko­ca­sı­na ka­pı­yı aç­tı; M. de Re­nal si­nir­den kö­pü­rü­yor­du. Hiç bir şey söy­le­me­den oda­yı, tu­va­let oda­sı­nı araş­tır­dı ve çı­kıp git­ti. Ju­li­en ken­di­ne atı­lan pa­ke­ti ya­ka­la­dı ve he­men bah­çe­nin öbür ucu­na, Do­ubs ta­ra­fı­na koş­ma­ya baş­la­dı.

Ko­şar­ken ku­la­ğı­nın di­bin­de bir kur­şun ıs­lı­ğı, son­ra da bir tü­fek se­si işit­ti.

"M. de Re­nal de­ğil, de­di, o böy­le çe­ke­mez." Kö­pek­ler ya­nın­da ses­siz­ce ko­şu­yor­du; ikin­ci bir kur­şun on­lar­dan bi­ri­nin aya­ğı­na gel­miş ola­cak ki hay­van acı acı ba­ğır­ma­ya baş­la­dı. Ju­li­en bir ta­ra­ça­nın du­va­rın­dan at­la­dı, sak­la­nıp yak­la­şık el­li adım iler­le­di, kaç­mak için baş­ka bir yol tut­tu. Bir­ta­kım ses­le­rin bir­bir­le­ri­ni ça­ğır­dı­ğı­nı duy­du, bi­ri tü­fek atı­yor­du; bu­nun, düş­ma­nı olan uşak ol­du­ğu­nu iyi­ce gör­dü; bah­çe­nin öbür ucun­da da bir çift­çi ateş edi­yor­du. Ju­li­en ise çok­tan Do­ubs ke­na­rı­na var­mış, gi­yi­ni­yor­du.

Bir sa­at son­ra Ver­rie­res'den bir fer­sah öte­de, Ce­nev­re yo­lun­da idi. "Şüp­he eder­ler­se, de­di, be­ni Pa­ris yo­lun­da arar­lar."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro