Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 30: Büyüklük Peşinde Bir Adam I

Ar­tık bir tek soy­lu­luk kal­dı, o da "dük" un­va­nı;

"Mar­qu­is"lik gü­lünç bir şey; "dük" ke­li­me­si­ni du­yun­ca in­san ba­şı­nı çe­vi­ri­yor.

Edin­burgh Re­vi­ew

Mar­qu­is de La Mo­le Ab­be Pi­rard'ı kar­şı­lar­ken, ilk ba­kış­ta bü­yük bir ter­bi­ye ese­ri gi­bi gö­rü­len fakat an­la­yan­lar için ter­bi­ye­siz­lik ka­bul edi­len o bü­yük asil­za­de yap­ma­cık­la­rı­na kal­kış­ma­dı. Bu, bo­şu­na va­kit ge­çir­mek olur­du; bü­yük iş­ler­de hay­li iler­le­miş olan Mar­qu­is'ün ise kay­be­di­le­cek za­ma­nı yok­tu.

Al­tı ay­dır ge­rek kra­la, ge­rek mil­le­te ye­ni bir ka­bi­ne ka­bul et­tir­mek için bin bir yo­la baş­vu­ra­rak ça­ba­la­yıp du­ru­yor­du; bu ka­bi­ne, iş ba­şı­na ge­çin­ce, M. de La Mo­le'e kar­şı olan min­net­tar­lı­ğı­nı gös­ter­mek için ona dük un­va­nı­nı ve­re­cek­ti.

Mar­qu­is, yıl­lar­dır Be­san­çon'da­ki avu­ka­tın­dan, Franç­he–Comté'de­ki da­va­la­rı hak­kın­da açık ve tam bir ra­por is­ti­yor­sa da bu­nu bir tür­lü el­de ede­mi­yor­du. O ün­lü avu­ka­tın ne su­çu var? İşi ken­di an­la­ya­ma­yın­ca na­sıl an­la­tır? Ab­be Pi­rard'ın ge­tir­di­ği kü­çük kâ­ğıt ise her şe­yi ay­dın­la­tı­yor­du. Mar­qu­is, ha­tır sor­mak fa­lan gi­bi ne­za­ket ge­re­ği söz­le­ri dört beş da­ki­ka­da bi­ti­rip:

– Azi­zim Ab­be, de­di, be­nim ra­hat­lık, var­lık için­de ol­du­ğum söy­le­nir ama ben, doğ­ru­su çok önem­li iki kü­çük şey­le cid­dî bir su­ret­te uğ­raş­ma­ya va­kit bu­la­mı­yo­rum: Bun­la­rın bi­ri ai­lem, bi­ri de iş­le­rim­dir. Ser­ve­ti­mi bü­yük­lü­ğün ne ol­du­ğu­nu bi­le­rek ida­re ile çok ile­ri gö­tü­re­bi­li­rim; zev­ki­me, se­fa­ma ba­ka­rım, bir in­san için en önem­li şey de bu­dur...

Ab­be Pi­rard akıl­lı bir adam­dı ama bir yaş­lı ada­mın bu den­li açık­ça zevk, se­fa sö­zü et­me­si­ni du­yun­ca göz­le­ri açı­lı­ver­miş­ti. Mar­qu­is onun bu söz­le­re şaş­tı­ğı­nı gö­rün­ce:

– Ya­ni ben­ce en önem­li olan... de­di. Sö­zü­nü bu ka­dar­la kes­me­di.

"Hiç şüp­he­siz, de­di, Pa­ris'te ça­lış­ma de­nen şey var­dır ama o, ev­le­rin be­şin­ci ka­tın­da bu­lu­nur; oy­sa­ki ben bi­ri­ne yak­laş­tım mı o adam he­men ikin­ci kat­ta bir apart­man da­ire­si tu­tar, ka­rı­sı da bir ka­bul gü­nü çı­ka­rır; ar­tık on­la­rın işi gü­cü ki­bar­laş­mak ve­ya ki­bar gö­zük­mek­tir. Ka­rın­la­rı doy­du mu, bun­dan baş­ka iş­le­ri kal­maz.

"Da­va­la­rım için söy­le­mi­yo­rum; on­la­rın hep­si için, ay­rı ay­rı her bi­ri için avu­kat­la­rım var, öle­si­ye ça­lı­şı­yor­lar; da­ha ge­çen gün bi­ri­si ve­rem­den gi­di­ver­di. Şöy­le top­tan iş­le­rim için söy­lü­yo­rum; be­nim için bir kâ­ğıt ya­zar­ken yap­tı­ğı işi bi­raz cid­di­yet­le dü­şü­ne­cek bir adam bu­la­bil­mek­ten, si­zi Al­lah inan­dır­sın, mon­sie­ur, üç yıl­dır umu­du­mu kes­tim. Za­ten yol aç­sın di­ye an­la­tı­yo­rum.

Si­ze say­gım var­dır; da­ha ilk de­fa ola­rak ko­nuş­ma­mı­za rağ­men ce­sa­ret edip söy­le­ye­yim, si­zi se­ve­rim. Se­kiz bin frank yıl­lık­la, ya­hut bu­nun iki ka­tı ile be­nim kâ­ti­bim ol­mak is­ter mi­si­niz? Si­ze bu pa­ra­yı ver­mek­le, ye­min ede­rim ki ka­zan­mış olu­rum; gü­nün bi­rin­de bir­bi­ri­miz­le an­la­şa­ma­ya­cak olur­sak şim­di­ki ye­ri­niz de yi­ne ha­zır­dır."

Ab­be ka­bul et­me­di; ama o gün­lük ko­nuş­ma­la­rı­nın so­nu­na doğ­ru Mar­qu­is'nin ger­çek­ten sı­kın­tı­da ol­du­ğu­nu gö­rün­ce ak­lı­na bir fi­kir gel­di:

– Bi­zim ruh­ban ku­lun­da yok­sul bir genç bı­rak­tım, de­di; ya­nıl­mı­yor­sam, ora­da çok ezi­yet çe­ke­cek­tir. Sa­de­ce bir pa­paz ol­say­dı, şim­di­den ra­hat eder­di.

Şim­di­lik Lâ­tin­ce'den, İn­cil'den baş­ka bir şey bil­mez; fa­kat gü­nün bi­rin­de va­iz­lik için ol­sun, mü­min­le­re yol gös­ter­mek için ol­sun, bü­yük bir is­ti­dat gös­ter­me­si im­kân­sız de­ğil­dir. Ne ya­pa­ca­ğı­nı bil­mem; ama her­hal­de kut­sal ateş­ten na­si­bi var, çok iler­le­ye­bi­lir. Ge­rek in­san­la­rı, ge­rek iş­le­ri si­zin gi­bi gö­ren bir pis­ko­po­su­muz ol­sa, o gen­ci onun ya­nı­na ve­rir­dim.

Mar­qu­is sor­du:

– Ki­min ne­si­dir?

– Be­san­çon köy­le­rin­den bir ke­res­te­ci­nin oğ­lu di­yor­lar ama ben­ce bir zen­gi­nin pi­çi ol­ma­lı. Bir gün im­za­sız, da­ha doğ­ru­su sah­te im­za ile bir mek­tup al­dı, için­de beş yüz frank­lık bir po­li­çe var­dı.

– Ju­li­en So­rel'den söz et­ti­ği­ni­zi an­la­dım.

Ab­be hay­ret­le:

– Adı­nı ne­re­den bi­li­yor­su­nuz? di­ye sor­du, bu­nu sor­duk­tan son­ra da kı­zar­dı.

Mar­qu­is:

– Ora­sı­nı söy­le­ye­mem.

Ab­be:

– Onu kâ­tip di­ye bir de­ne­yin, de­di; gay­ret­li, akıl­lı genç­tir; her­hal­de de­ne­mek­ten bir şey çık­maz.

Mar­qu­is:

– Bir de­ne­riz, de­di; ama po­lis mü­dü­rün­den ya­hut her­han­gi bir kim­se­den pa­ra alıp bu­ra­da ha­fi­ye­li­ğe kal­ka­cak bir adam ol­ma­sın. Bun­dan baş­ka bir iti­ra­zım yok.

Ab­be Pi­rard, Ju­li­en'in hu­yun­dan, na­mu­sun­dan emin olu­na­bi­le­ce­ği­ni söy­le­yin­ce Mar­qu­is ce­bin­den bin frank çı­kar­dı ve:

– Bu­nu Ju­li­en So­rel'e gön­de­rin, yol harç­lı­ğı edip gel­sin, de­di.

Ab­be:

– Si­zin Pa­ris'te ya­şa­dı­ğı­nız pek bel­li, de­di. Biz za­val­lı taş­ra­lı­la­rı, he­le je­su­it­ler­le dost ol­ma­yan ra­hip­le­ri ezen is­tib­da­dın ne ol­du­ğu­nu bil­mez­si­niz. Ju­li­en So­rel'in yo­la çık­ma­sı­na izin ver­mez­ler, kur­naz­ca bir­ta­kım ba­ha­ne­ler çı­ka­rır­lar, has­ta­dır di­ye ce­vap ge­lir, mek­tu­bun pos­ta­da kay­bol­du­ğu söy­le­nir, da­ha bin tür­lü şey uy­du­rur­lar.

Mar­qu­is:

– Ben ba­kan­la ko­nu­şur, pis­ko­po­sa mek­tup yaz­dı­rı­rım, de­di.

Ab­be:

– Bir nok­ta­yı unu­tu­yor­dum, de­di: O de­li­kan­lı öy­le ki­şi­zâ­de de­ğil­dir ama gön­lü pek bü­yük­tür, onu­ru­na do­ku­nu­lur­sa hiç­bir işi­ni­ze ya­ra­maz, ser­sem­le­şi­ve­rir.

Mar­qu­is:

– Böy­le kim­se­le­ri se­ve­rim, de­di; onu oğ­lu­ma ar­ka­daş ede­rim, ye­ter mi?

Bir­kaç gün son­ra Ju­li­en, Châ­lon'dan pos­ta­ya ve­ril­miş bir mek­tup al­dı, bun­da ken­di­si için Be­san­çon tüc­car­la­rın­dan Stend­hal'in ilâ­ve­si: "Ab­be Pi­rard ile olan ko­nuş­ma­la­rı, bu ci­he­ti göz önün­de tu­ta­rak dü­zelt­mek lazım. Ace­le­ci­li­ğim be­ni bu ha­ta­ya dü­şür­dü."

Mek­tup­ta uy­dur­ma bir im­za var­dı, Ju­li­en ya­zı­yı da ta­nı­mı­yor­du ama on üçün­cü ke­li­me­nin al­tın­da bir mü­rek­kep le­ke­si gö­rün­ce tit­re­di: Ab­be Pi­rard ile mek­tup­la­rı­na böy­le bir işa­ret koy­ma­yı ka­rar­laş­tır­mış­lar­dı.

Ara­dan bir sa­at geç­me­di, Ju­li­en'i pis­ko­pos­lu­ğa ça­ğır­dı­lar; ora­daâde­ta ba­ba­ca bir sev­gi ile kar­şı­lan­dı. Mon­se­ig­ne­ur, Ho­ra­ti­us'un mıs­ra­la­rı­nı da sö­ze ka­rış­tı­ra­rak, Pa­ris'te ere­ce­ği yük­sek mev­ki­ler için onu in­ce, za­rif söz­ler­le kut­lu­yor ve Ju­li­en'in, te­şek­kür ola­rak, işin as­lı­nı an­lat­ma­sı­nı bek­li­yor­du. Ju­li­en bir şey söy­le­ye­me­di, za­ten ken­di­si de bir şey bil­mi­yor­du; onun böy­le bir şey söy­le­me­me­si, Mon­şe­ig­ne­ur'ün gö­zün­de öne­mi­ni ar­tır­dı. Pis­ko­pos­luk­ta­ki kü­çük pa­paz­lar­dan bi­ri be­le­di­ye­ye bir mek­tup yaz­dı; baş­kan da im­za­lan­mış fakat yol­cu­nun adı açık bı­ra­kıl­mış bir yol tez­ke­re­si­ni ken­di eli ile ge­tir­di.

O ge­ce, sa­at da­ha on iki­yi bul­ma­dan, Ju­li­en, Fo­uqu­e'nin evi­ne var­dı; dos­tu­nun bü­yük ümit­ler bes­le­me­si­ne el­ve­riş­li gi­bi gö­zü­ken bu hal, so­ğuk­kan­lı­lık­la dü­şü­nen Fo­uqu­e'yi, öy­le pek se­vin­dir­mek­ten çok hay­re­te dü­şür­dü. Bu ha­le li­be­ral aday:

– Bü­tün bun­la­rın so­nu, de­di, se­ni, ga­ze­te­le­rin ha­ka­ret­le ya­za­cak­la­rı bir gi­riş­me­ye sü­rük­le­ye­cek bir dev­let işi­ne ge­tir­mek ola­cak­tır. Bun­dan son­ra se­nin adı­nı, se­ni kü­çük dü­şü­re­cek, utan­dı­ra­cak iş­ler ara­sın­da du­ya­ca­ğı­nı. Şu­nu ak­lın­dan çı­kar­ma: İn­sa­nın, ken­di ma­lı olan bir odun işin­den yüz al­tın ka­zan­ma­sı, is­ter­se Sü­ley­man pey­gam­be­rin hü­kü­me­ti ol­sun, hü­kü­met­ten kırk bin frank ka­zan­mak­tan, sırf pa­ra ba­kı­mın­dan bi­le, kat kat ha­yır­lı­dır.

Ju­li­en bü­tün bun­la­rı, bir köy bo­ur­geo­is'in dar ka­fa­lı­lı­ğı di­ye kar­şı­la­dı. Ar­tık ken­di­si de, bü­yük iş­ler sah­ne­si­ne çı­ka­bi­le­cek­ti. Bü­yük umut­lar ol­sun da, is­ter­se gü­ven ol­ma­sın, umu­run­da de­ğil­di. Bu kalp­te ar­tık aç­lık­tan öl­me kor­ku­su kal­ma­mış­tı. Ga­yet­le en­tri­ka­cı, ga­yet­le iki yüz­lü fakat hep­si de Be­san­çon ve Ag­de pis­ko­pos­la­rı ka­dar ter­bi­ye­li in­san­lar­la do­lu di­ye göz önü­ne ge­tir­di­ği Pa­ris'e gi­de­bil­mek bah­ti­yar­lı­ğı onun gö­zün­de her şe­yi si­lip ör­tü­yor­du. Dos­tu­na, Ab­be Pi­rard'ın sö­zün­den çık­ma­ya­ca­ğı­nı, san­ki cü­zî ira­de­si elin­den alın­mış gi­bi ol­du­ğu­nu söy­le­di.

Er­te­si sa­bah Ver­rie­res'e var­dı­ğı za­man, dün­ya­nın en bah­ti­yar ada­mı idi; Ma­da­me de Re­nal'i gö­re­bi­le­ce­ği­ni umu­yor­du. Ön­ce ilk ha­mi­si­ni, Ab­be Che­lan'ı gör­me­ğe git­ti. Ab­be Che­lan onu sert bir yüz­le kar­şı­la­dı ve selamı­na ce­vap ver­me­den:

– Be­nim si­ze iyi­lik et­miş ol­du­ğu­mu, ba­na kar­şı min­net­tar­lık bes­le­me­niz lazım gel­di­ği­ni ka­bul eder mi­si­niz? Bu­nu ka­bul eder­se­niz ye­me­ği­ni­zi be­nim­le yer­si­niz, de­di, ben si­ze baş­ka bir at bul­du­ru­rum, siz de Ver­rie­res'den he­men hiç kim­se­yi gör­me­den, çı­kar gi­der­si­niz.

Ju­li­en, ruh­ban oku­lu tav­rıy­la:

– Duy­duk, uy­duk de­di. Ar­tık yal­nız din bil­gi­si ve Lâ­tin­ce ede­bi­yat sö­zü et­ti­ler.

Ata bin­di, bir fer­sah ka­dar git­ti, son­ra gö­zü­ne bir ko­ru iliş­ti; et­ra­fı­na ba­kın­dı, gö­re­cek kim­se yok­tu, he­men ko­ru­ya sap­tı. Gü­neş ba­tar­ken atı bir köy­lü­ye ve­rip ge­ri gön­der­di. Geç va­kit bir köy­lü­nün evi­ne gir­di, ada­mı bir mer­di­ven sat­ma­ya ve Ver­rie­res'e, Sa­dık­lar Me­si­re­si üs­tün­de­ki ko­ru­ya ka­dar be­ra­ber gel­me­ğe ra­zı et­ti.

Köy­lü Ju­li­en'den ay­rı­lır­ken için­den ge­çir­di:

– Bil­mem bir as­ker ka­ça­ğı­na mı, yok­sa bir ka­çak­çı­ya mı uy­dum? Ama ba­na ne! Mer­di­ven için iyi pa­ra al­dım; ben de ha­ya­tım­da hiç­bir çem­ber­den geç­me­miş de­ği­lim ya!

Ge­ce kap­ka­ran­lık­tı. Sa­at bi­re doğ­ru Ju­li­en, sır­tın­da mer­di­ven­le, Ver­rie­res'e gir­di. M. de Re­nal'in o gü­zel bah­çe­le­rin­den ge­çen, iki du­var ara­sın­da al­tı ayak de­rin­lik­ten akan se­lin ya­ta­ğı­na, fır­sat bu­lur bul­maz, in­di. İçin­den: "Aca­ba kö­pek­ler be­ni na­sıl kar­şı­lar?" di­yor­du, işin en zor ta­ra­fı bu idi. Kö­pek­ler hav­la­dı ve ko­şa­rak onun üs­tü­ne atıl­dı; fa­kat Ju­li­en ha­fif­ten bir ıs­lık ça­lın­ca kö­pek­ler ge­lip sür­tün­dü­ler.

Par­mak­lık­la­rın hep­si ka­pa­lı idi ama Ju­li­en, bir ta­ra­ça­dan öbü­rü­ne çı­ka­rak ko­lay­ca Ma­da­me de Re­nal'in ya­tak oda­sı­nın pen­ce­re­si al­tı­na dek gel­di; bu oda, bah­çe ta­ra­fın­dan, yer­den se­kiz, en çok on ayak yük­sek­lik­tey­di. Pen­ce­re­nin tah­ta ka­na­dın­da, kalp şek­lin­de açıl­mış bir de­lik var­dı; Ju­li­en bu­nu pek iyi ha­tır­la­dı. Bu de­li­ğin ar­ka­sın­dan bir kan­dil ışı­ğı be­lir­me­di­ği­ni gö­rün­ce pek üzül­dü.

"Aman Tan­rım! de­di; bu ge­ce bu oda­da Ma­da­me de Re­nal yat­mı­yor mu? yok­sa kan­dil mi sön­müş? Aca­ba şim­di ne­re­de ya­tı­yor? Ma­dem­ki kö­pek­ler bu­ra­da, de­mek ki ken­di­le­ri de Ver­rie­res'de; ama bu oda­da kar­şı­ma ya M. de Re­nal, ya da bir ya­ban­cı çı­kı­ve­rir­se ne ke­pa­ze­lik olur!"

En ted­bir­li dav­ra­nış çe­ki­lip git­mek­ti; fa­kat böy­le bir ha­re­ket Ju­li­en'e iğ­re­ni­le­cek bir şey gi­bi ge­li­yor­du. "Bir ya­ban­cı var­sa ben mer­di­ve­ni de bı­ra­kır, ta­ba­na kuv­vet ka­ça­rım; ama bir de onu bu­lur­sam, be­ni kim bi­lir na­sıl kar­şı­lar! Vic­dan aza­bı çe­ki­yor­muş, so­fu­laş­mış, bun­lar doğ­ru ama yi­ne be­ni de dü­şü­nü­yor. Dü­şün­me­se mek­tup gön­de­rir miy­di?" Bu­nu ha­tır­la­yın­ca ka­ra­rı­nı ver­di.

Yü­re­ği bir kuş gi­bi tit­ri­yor­du fakat onu gör­me­den dön­mek­ten­se ölü­mü gö­ze al­mış­tı, pen­ce­re­ye kü­çük ça­kıl taş­la­rı at­tı; ce­vap ala­ma­dı. Mer­di­ve­ni­ni pen­ce­re­nin ya­nı­na da­ya­dı ve çı­kıp tah­ta ka­na­da eli ile il­kin ya­vaş­ça, son­ra hız­lı hız­lı vur­du, için­den: "Her ta­raf ka­ran­lık ama ka­fa­ma bir kur­şun yi­ye­bi­li­rim" di­ye dü­şün­dü. Bu fi­kir, gi­riş­ti­ği de­li­ce işi bir yi­ğit­lik me­se­le­si edi­ver­di.

"Bu oda­da hu ge­ce ya kim­se yok, de­di, ya­hut da içe­ri­de kim olur­sa ol­sun ar­tık uyan­mış­tır. De­mek ki ar­tık on­dan çe­kin­me­ye im­kân da, lü­zum da kal­ma­dı; şim­di öte­ki oda­lar­da ya­tan­la­ra du­yur­ma­ma­ya dik­kat et­mek lazım."

İn­di, mer­di­ve­ni tah­ta ka­nat­lar­dan bi­ri­ne da­ya­dı, yi­ne çık­tı ve eli­ni kalp bi­çi­mi de­lik­ten so­kup, ka­na­dı ka­pa­yan çen­ge­lin te­li­ni bul­du; bu işi ol­duk­ça ça­buk ba­şar­dı. Te­li çek­ti; ka­na­dın ar­tık ser­best kal­dı­ğı­nı ve çe­ki­lin­ce açıl­dı­ğı­nı gö­rün­ce an­la­tıl­mak­la bit­mez bir se­vinç duy­du. "Bu­nu ya­vaş ya­vaş aç­ma­lı, se­si­mi ta­nıt­ma­lı." Ka­na­dı ba­şı ge­çe­cek ka­dar aç­tı; bir yan­dan da: "Ya­ban­cı de­ğil, ya­ban­cı de­ğil" di­yor­du.

İçe­ri­ye ku­lak ver­di ve oda­yı kap­la­yan de­rin ses­siz­li­ğin hiç bo­zul­ma­dı­ğı­na ka­na­at ge­tir­di. Şö­mi­ne­de, ya­rı sön­müş ol­sun, kan­dil yok­tu; bu hiç de hay­ra alâ­met de­ğil­di.

"Aman kur­şu­na dik­kat!" Bi­raz dü­şün­dü, son­ra par­ma­ğı ile ca­ma vur­du, ce­vap çık­ma­dı; da­ha hız­lı vur­du. "Ca­mı kır­mak lazım ge­lir­se on­dan da çe­kin­mem; bu işi so­nu­na gö­tür­me­li." Ar­tık çok hız­lı vu­ru­yor­du; zi­fi­ri ka­ran­lık için­de, oda­da kı­mıl­da­nan bir be­yaz göl­ge gö­rür gi­bi ol­du. Bi­raz son­ra hiç şüp­he­si kal­ma­dı, ağır ağır iler­le­yen bir be­yaz göl­ge gör­dü. Al­nı­nı da­ya­dı­ğı ca­nı­nı öte ta­ra­fın­da bir­den­bi­re bir yüz be­lir­di. rpe­rip bi­raz ge­ri­le­di. Fa­kat ge­ce öy­le ka­ran­lık­tı ki bu ka­dar ya­kın­dan gör­dü­ğü hal­de yi­ne o yüz, Ma­da­me de Re­nal'in mi­dir, de­ğil mi­dir, an­la­ya­ma­dı. O göl­ge­nin im­da­da ça­ğır­ma­sın­dan kor­ku­yor­du; de­min­den be­ri kö­pek­le­rin mer­di­ve­nin et­ra­fın­da do­la­şıp ho­mur­dan­dık­la­rı­nı du­yu­yor­du. Ol­duk­ça yük­sek ses­le: "Ya­ban­cı de­ğil, be­nim!" di­yip du­ru­yor­du. Yi­ne ce­vap yok; be­yaz ha­ya­let kay­bol­muş­tu. "Lüt­fe­din de açın, si­ze söy­le­ye­ce­ğim var, pek bed­bah­tım!"; ca­mı kı­ra­sı­ya vu­ru­yor­du.

Bir çı­tır­dı du­yul­du; pen­ce­re­nin de­mir sür­me­si açı­lı­yor­du; Ju­li­en ca­mı itip oda­ya at­la­yı­ver­di. Be­yaz ha­ya­let uzak­la­şı­yor­du; Ju­li­en onun kol­la­rı­nı tut­tu ve bir ka­dın ol­du­ğu­nu an­la­dı. Bü­tün yi­ğit­lik dü­şün­ce­le­ri uçu­ver­di. "Ya o ise, aca­ba ne der?" Ha­fif bir çığ­lık du­yup da o ka­dı­nın Ma­da­me de Re­nal ol­du­ğu­nu an­la­yın­ca Ju­li­en ne ha­le gir­di!

Onu kol­la­rı ara­sın­da sık­tı; Ma­da­me de Re­nal tit­ri­yor­du, onu it­me­ğe me­ca­li yok­tu.

– De­li mi­si­niz? Ne ya­pı­yor­su­nuz?

Tit­re­yen se­si bu bir iki ke­li­me­yi bi­le güç­lük­le söy­lü­yor­du. Ju­li­en, onun kız­gın­lı­ğı­nın bir yap­ma­cık ol­ma­dı­ğı­nı an­la­dı.

– On dört ay­dır sü­ren bu acı ay­rı­lık­tan son­ra si­zi bir gör­mek is­te­dim.

– Çı­kın, he­men bu­ra­dan gi­din. Ah! M. Che­lan, mek­tup yaz­ma­ma ni­çin bı­rak­ma­dı­nız? Şim­di bu fe­lâ­ket ba­şı­ma gel­mez­di.

Ju­li­en'i cid­den umul­maz bir kuv­vet­le it­ti; ke­sik bir ses­le:

– Ben et­tik­le­ri­me piş­man ol­dum; Tan­rım lüt­fet­ti de gö­zü­mü aç­tı. Gi­din! Gi­din! de­yip du­ru­yor­du.

– On dört ay­lık bu bed­baht­lık­tan son­ra si­zin­le ko­nuş­ma­dan git­me­me im­kân mı var? Bü­tün yap­tık­la­rı­nı­zı bil­mek is­te­rim. Si­zi çok sev­dim, ben­den bu iti­ma­dı esir­ge­ye­mez­si­niz... Her şe­yi öğ­ren­mek is­te­rim.

Ma­da­me de Re­nal'in bü­tün ka­rar­la­rı­na rağ­men bu amir­ce eda kal­bi­ni zap­tet­ti. Onu ih­ti­ras­la ku­cak­la­mış ve kur­tul­mak için yap­tı­ğı bü­tün gay­ret­le­re kar­şı koy­muş olan kol­la­rı­nı gev­şet­ti. Onun bu ha­re­ke­ti Ma­de­me de Re­nal'e bi­raz gü­ven ver­di.

Ju­li­en:

– Mer­di­ve­ni çe­ke­yim, uşak­lar­dan bi­ri gü­rül­tü­den uya­nıp bah­çe­ye çık­mış­sa mer­di­ve­ni gör­me­sin, ken­di­mi­zi ele ver­miş olu­ruz, de­di.

Ma­da­me de Re­nal ha­ki­kî bir hid­det­le:

– Mer­di­ve­ni al­ma­yın, çı­kın gi­din, de­di. İn­san­la­rın du­yup gör­me­sin­den ba­na ne? Si­zin ba­na bu yap­tı­ğı­nı­zı Tan­rı gö­rü­yor, be­ni o ce­za­lan­dı­rır. Bir za­man­lar si­ze kar­şı bes­le­di­ğim fakat ar­tık kur­tul­du­ğum his­ler­den al­çak­ça ya­rar­lan­mak is­ti­yor­su­nuz. Du­yu­yor mu­su­nuz, mon­sie­ur Ju­li­en?

Ju­li­en, gü­rül­tü ol­ma­sın di­ye mer­di­ve­ni ya­vaş ya­vaş çe­ki­yor­du.

– Ko­can şe­hir­de mi? di­ye sor­du. Böy­le "sen" de­me­si, Ma­da­me de Re­nal'e mey­dan oku­mak işin de­ğil­di; sa­de­ce es­ki alış­kan­lık­la­rın et­ki­siy­le idi.

– Ri­ca ede­rim be­nim­le böy­le ko­nuş­ma­yın, yok­sa ko­ca­mı ça­ğı­rı­rım. Ne olur­sa ol­sun di­yip si­zi kov­ma­mak­la çok ha­ta et­tim. Si­ze acı­yo­rum...

Ma­da­me de Re­nal bu­nu, Ju­li­en'in gu­ru­ru­na do­kun­sun di­ye söy­lü­yor­du, onun pek onur­lu ol­du­ğu­nu bi­lir­di. Ju­li­en ara­la­rın­da­ki aşk ba­ğı­na pek gü­ve­ni­yor­du; Ma­da­me de Re­nal'in onu böy­le hoy­rat­ça kı­rı­ver­me­si, sen­li ben­li ko­nuş­ma­yı ka­bul et­me­me­si Ju­li­e'nin aşk he­ye­ca­nı­nı bir ateş­li sa­yık­la­ma­ya dön­dür­dü. Ma­da­me de Re­nal'e ta kalp­ten ge­len, so­ğuk­kan­lı­lık­la din­len­me­si pek zor olan bir edayla:

– Ya! de­di, de­mek ar­tık be­ni sev­mi­yor­su­nuz.

Ma­da­me de Re­nal ce­vap ver­me­di; Ju­li­en ise acı acı ağ­lı­yor­du.

Ger­çek­ten, söz söy­le­me­ğe der­ma­nı kal­ma­mış­tı.

– De­mek ki ha­ya­tım­da be­ni sev­miş bi­ri­cik in­san da be­ni ta­ma­mıy­la unut­tu! Ar­tık ya­şa­mak ne­ye ya­rar? Bir er­ke­ğe rast­la­mak teh­li­ke­si kal­ma­ya­lı be­ri bü­tün ce­sa­re­ti si­li­ni­ver­miş­ti; ar­tık kal­bin­den her şey, aşk­tan baş­ka her şey si­li­nip git­miş­ti.

Uzun za­man ses­siz ses­siz ağ­la­dı. Ma­da­me de Re­nal'in eli­ni tut­tu; ka­dın çek­mek is­te­di ise ih­ti­laç­lı de­ne­bi­le­cek bir­kaç ha­re­ket­ten son­ra Ju­li­en'in avu­cu­na bı­rak­tı. Ka­ran­lık son de­re­ce­de idi; her iki­si de Ma­da­me de Re­nal'in ya­ta­ğı­na otur­muş­lar­dı.

Ju­lî­en: "On dört ay ön­ce böy­le miy­di?" di­ye dü­şün­dü; göz yaş­la­rı bir kat da­ha art­tı. "De­mek ki ay­rı­lık in­sa­nın bü­tün his­te­ri­ni mah­ve­de­bi­lir­miş. Ben kal­kıp gi­de­yim, da­ha iyi."

En so­nun­da Ju­li­en bu ses­siz­lik­ten sı­kıl­dı ve hıç­kı­rık­la­rın kes­ti­ği, ke­der­den sön­müş bir ses­le:

– Lüt­fe­din de si­ze ne ol­du, söy­le­yin, de­di.

Ma­da­me de Re­nal sert bir ses­le ce­vap ver­di, her tür­lü his­ten uzak, Ju­li­en'in ba­şı­na ka­kar gi­bi bir eda­sı var­dı:

– Ne ola­cak! de­di, siz bu­ra­dan git­ti­ği­niz za­man be­nim suç­la­rı­mı şe­hir­de duy­ma­yan kal­ma­mış­tı. Si­zin ha­re­ket­le­ri­niz­de o ka­dar ih­ti­yat­sız­lık var­dı ki! Bir­kaç gün son­ra, be­nim en umut­suz bir za­ma­nım­da, pek say­gı­de­ğer M. Che­lan be­nim­le gö­rüş­me­ğe gel­di. Uzun müd­det be­ni iti­raf et­tir­me­ye ça­lış­tı ama ağ­zım­dan bir söz ala­ma­dı. Bir gün be­ni Di­jon'a, ilk gü­nah çı­kart­tı­ğım ki­li­se­ye gö­tür­me­ği akıl et­ti. Ora­da ce­sa­ret edip sö­zü ken­di­si aç­tı...

Göz yaş­la­rı, Ma­da­me de Re­nal'in sö­zü­nü ke­si­yor­du:

– Keş­ke ye­rin di­bi­ne ge­cey­dim! Her şe­yi an­lat­tım, o te­miz yü­rek­li adam lüt­fet­ti de be­ni nef­re­ti ile ez­me­di; o da be­nim­le ke­der et­ti. O va­kit­ler her gün si­ze uzun uzun mek­tup­lar ya­zı­yor ama gön­der­me­ğe bir tür­lü ce­sa­ret ede­mi­yor­dum; on­la­rı sı­kı sı­kı sak­lı­yor, pek bed­baht­lık duy­du­ğum za­man da, oda­ma ka­pa­nıp oku­yor­dum.

"En so­nun­da M. Che­lan o mek­tup­la­rı ken­di­si­ne ver­me­me be­ni ra­zı et­ti... Bir­ka­çı bi­raz da­ha ih­ti­yat­lı­ca ya­zıl­mış­tı, on­la­rı si­ze gön­der­miş­tim; ama siz ce­vap ver­mi­yor­du­nuz.

– Ye­min ede­rim ki ruh­ban oku­lun­da ben sen­den bir mek­tup bi­le al­ma­dım.

– Aman Al­lah'ım! Aca­ba ki­min eli­ne düş­tü?

– Be­nim çek­ti­ğim üzün­tü­yü bir dü­şün, se­ni ka­ted­ral­de gör­dü­ğüm gün­den ön­ce öl­dün mü, kal­dın mı, bil­mi­yor­dum.

– Tan­rı ba­na acı­dı da ben ona kar­şı, ço­cuk­la­rı­ma, ko­ca­ma kar­şı ne ka­dar suç­lu ol­du­ğu­mu, gü­nah­la­rı­mı an­la­dım. Ko­ca­mı be­ni hiç­bir va­kit, o za­man­lar si­zin be­ni sev­di­ği­ni­zi san­dı­ğım gi­bi sev­me­miş­ti...

Ju­li­en onun kol­la­rı­na atıl­dı; bun­da hiç­bir ta­sa­rı yok­tu, ken­din­den geç­miş gi­bi idi. Fa­kat Ma­dam de Re­nal onu it­ti ve yi­ne pek za­af gös­ter­me­den sö­zü­ne de­vam et­ti:

– Be­nim say­gı­de­ğer dos­tum M. Chélan ba­na, M. de Re­nal'e var­mak­la bü­tün sev­gi his­le­ri­mi, hatta ha­ya­tı­mı pe­ri­şan eden bir ta­nış­ma­dan ön­ce bil­me­di­ğim sev­gi his­le­ri­ni de an­cak ona, an­cak ko­ca­ma bağ­la­ma­yı üze­ri­me al­mış ol­du­ğu­nu an­lat­tı... Bü­yük bir fe­da­kâr­lı­ğa kat­la­nıp o pek sev­di­ğim mek­tup­la­rı M. Che­lan'a ver­dik­ten son­ra ha­ya­tım bah­ti­yar­lık için­de de­ğil­se de ol­duk­ça sa­kin­lik için­de geç­ti. Siz bu ses­siz­li­ği yi­ne boz­ma­yın, be­nim için bir dost olun. Dost­la­rı­mın en iyi­si olun.

Ju­li­en onun el­le­ri­ni öp­me­ye baş­la­dı; Ma­da­me de Re­nal Ju­li­en'in hâ­lâ ağ­la­dı­ğı­nı his­set­ti.

– Ağ­la­ma­yın, yü­re­ği­mi par­ça­lı­yor­su­nuz... Şim­di de siz söy­le­yin, siz ne yap­tı­nız?

Ju­li­en bir şey söy­le­ye­mi­yor­du. Ma­da­me de Re­nal:

– Med­re­se­de na­sıl bir ha­yat ge­çir­di­ği­ni­zi bil­mek is­ti­yo­rum, son­ra kal­kıp gi­der­si­niz, de­di.

Ju­li­en, ne­ler an­lat­tı­ğı­nı pek dü­şün­me­den, il­kin kar­şı­laş­tı­ğı sa­yı­sız en­tri­ka­lar­dan, kıs­kanç­lık­lar­dan, mü­za­ke­re­ci­li­ğe ta­yi­nin­den son­ra ise ha­ya­tı­nın da­ha sü­kûn için­de geç­ti­ğin­den söz et­ti.

– Son­ra, de­di, uzun za­man ba­na hiç bir ha­ber gön­der­me­di­ği­niz hal­de... Böy­le sus­ma­nız hiç şüp­he­siz ba­na bu­gün gör­dük­le­ri­mi, ya­ni be­ni sev­me­di­ği­ni­zi, si­zin için büs­bü­tün bir ya­ban­cı ol­du­ğu­mu an­lat­mak için­di...

Ma­da­me de Re­nal onun el­le­ri­ni sık­tı.

– İş­te böy­le be­ni uzun za­man ha­ber­siz bı­rak­tık­tan son­ra bir gün ba­na beş yüz frank gön­der­di­niz.

Ma­da­me de Re­nal:

– Ha­yır, ben si­ze pa­ra gön­der­me­dim, de­di.

– Her tür­lü şüp­he­nin önü­ne geç­mek için Pa­ul So­rel di­ye im­za­lan­mış, Pa­ris'ten pos­ta­ya ve­ril­miş bir mek­tup...

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro