Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 3: İlk Adımlar

Şa­ta­fat­lı ışık­lar­la, bin­ler­ce in­san­la do­lu bu uç­suz bu­cak­sız va­di, göz­le­ri­mi ka­maş­tı­rı­yor. Bu adam­la­rın hiç­bi­ri be­ni ta­nı­mı­yor, hep­si de ben­den üs­tün. Ak­lı­mı ka­çı­ra­cak gi­bi olu­yo­rum.

Poe­mi dell' av. REI­NA

Ju­li­en, er­te­si sa­bah er­ken­den ki­tap oda­sın­da mek­tup müs­ved­de­le­ri­ni ha­zır­lar­ken, ki­tap­la­rın ört­tü­ğü kü­çük giz­li bir ka­pı açıl­dı, içe­ri­ye Ma­de­mo­isel­le Mat­hil­de gir­di. Ju­li­en, bu ka­pı ne ka­dar da us­ta­lık­lı ya­pıl­mış di­ye hay­ran ola­dur­sun, Ma­de­mo­isel­le Mat­hil­de onu gö­rün­ce şa­şır­mış, epey­ce de ca­nı sı­kıl­mış­tı. Saç­la­rı, in­ce in­ce örül­müş­tü. Ju­li­en onu bu kı­ya­fe­ti ile hay­li sert, ki­bir­li, ta­vır­la­rı­nı da er­kek­çe bul­du. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'un, ba­ba­sı­nın ki­tap oda­sın­dan, hiç bel­li et­me­den, ki­tap aşır­mak hü­ne­ri var­dı. Ju­li­en'in ora­da bu­lun­ma­sı, bu sa­bah­ki zah­me­ti­ni bo­şa çı­ka­rı­yor­du; bu­na pek ca­nı sı­kıl­dı. Vol­tai­re'in la Prens­sse de Baby­lon'unun ikin­ci cil­di­ni al­ma­ya gel­miş­ti; bu ki­ta­bı oku­mak da Sac­re­Coe­ur ra­hi­be­le­ri­nin, kra­lı­na da, di­ni­ne de sa­dık bir kız ye­tiş­ti­ri­yo­ruz di­ye öze­ne be­ze­ne ver­dik­le­ri ter­bi­ye­den son­ra pek ya­kı­şık alır­dı ya! O kız­ca­ğı­zın, da­ha on do­kuz ya­şın­da, bir ro­man­la il­gi­len­mek için, on­da alay­cı, do­ku­nak­lı bir ze­kâ izi bul­ma­ya ih­ti­ya­cı var­dı.

Com­te Nor­bert, sa­at üçe doğ­ru, ki­tap oda­sın­da bir gö­zük­tü; ak­şam si­ya­set­ten söz ede­bil­mek için bir ga­ze­te oku­ma­ya gel­miş­ti. Var­lı­ğı­nı bi­le unut­tu­ğu Ju­li­en'i gör­mek­ten pek mem­nun ol­du­ğu­nu gös­ter­di. Tam bir ne­za­ket­le ko­nuş­tu; ata bi­nip gez­mek tek­lif et­ti.

– Ba­bam, ak­şam ye­me­ği­ne ka­dar bi­ze izin ve­ri­yor.

Ju­li­en bu "bi­ze" ke­li­me­si ile ne an­la­tıl­mak is­te­ne­ni pek hoş bul­du.

– Ne ya­lan söy­le­ye­yim, Mon­sie­ur le Com­te, sek­sen ayak bo­yun­da bir ağa­cı de­vi­rip ke­res­te çı­kar­ma­mı söy­le­se­ler be­ce­ri­rim ama ata bin­mek, öm­rüm­de ya beş de­fa ba­şım­dan geç­ti, ya al­tı.

Nor­bert:

– İyi ya! Bu da ye­din­ci­si olur.

İşin as­lı­nı arar­sa­nız Ju­li­en *** kra­lı­nın Ver­rie­res'e ge­li­şi­ni ha­tır­lı­yor, ku­sur­suz bir bi­ni­ci ol­du­ğu­nu sa­nı­yor­du. Fa­kat Bou­log­ne ko­ru­sun­dan dö­ner­ken, Bac so­ka­ğı­nın tam or­ta­sın­da, bir­den­bi­re ara­ba­dan ka­çın­mak is­ter­ken at­tan dü­şüp üs­tü ba­şı ça­mu­ra bat­tı. Çok şü­kür ki el­bi­se­si iki kat­tı. Sof­ra­da Mar­qu­is, onun­la ko­nuş­muş ol­mak için, o gün­kü gez­me­nin na­sıl geç­ti­ği­ni sor­du; Nor­bert he­men atı­lıp işi bey­lik söz­ler­le ört­bas et­mek is­te­di. Ju­li­en:

– Doğ­ru­su bu ya Mon­sie­ur le Com­te lü­tuf bu­yu­ru­yor­lar. Ken­di­le­ri­ne te­şek­kür ede­rim, min­net­ta­rım. Be­ni en uy­sal, en gü­zel ata bin­dirt­ti­ler; ama bağ­la­ta­maz­lar­dı ya! Bu ted­bi­re de baş­vu­rul­ma­dı­ğı için şu köp­rü­nün ba­şın­da­ki uzun so­ka­ğın tam or­ta­sın­da yu­var­la­nı­ver­dim.

Ma­de­mo­isel­le Mat­hil­de ken­di­ni tu­ta­ma­yıp kah­ka­ha­yı ko­yu­ver­di, son­ra da bu işin na­sıl ol­du­ğu­nu sor­ma­ya kal­kış­tı. Ju­li­en ba­şın­dan ge­çen­le­ri şöy­le çok sa­de bir ta­vır­la an­lat­tı, far­kı­na var­ma­dan za­rif­lik gös­ter­miş ol­du.

Mar­qu­is, aka­de­mi üye­si­ne dö­nüp:

– Ya­nıl­mı­yor­sam bu kü­çük ra­hip iyi bir şey­ler ola­cak! Bir taş­ra­lı­nın böy­le bir ola­yı sa­de­lik­le an­lat­ma­sı bu­gü­ne de­ğin ne gö­rül­müş­tür, ne de bun­dan son­ra gö­rü­lür! Hem de ba­şın­dan ge­çe­ni ha­nım­lar ya­nın­da an­la­tı­yor.

Ju­li­en'in at­tan düş­me­si­ni an­lat­ma­sı her­ke­si o ka­dar ke­yif­len­dir­miş­ti ki ye­mek ye­nip de baş­ka söz­ler açıl­dı­ğı va­kit bi­le, Ma­de­mo­isel­le Mat­hil­de kar­de­şi­ne, bu fe­lâ­ket üze­ri­ne bir­çok şey­ler da­ha sor­du. Bu so­ru­lar epey­ce sür­müş, Ju­li­en de onun bir­kaç de­fa ken­di­ne bak­tı­ğı­nı fark et­miş­ti; ar­tık ce­sa­ret bu­lup sö­zün ken­di­si­ne söy­len­me­miş ol­ma­sı­na bak­ma­yıp ken­di­si ce­vap ver­di. So­nun­da üçü de, bir or­ma­nın kı­yı­cı­ğın­da­ki köy­lü­ler­den üç genç imiş­ler gi­bi, gü­lüş­me­ye baş­la­dı­lar.

Er­te­si gün Ju­li­en ruh­ban oku­lu­na gi­dip iki ders­te bu­lun­du, son­ra ko­na­ğa ge­lip yir­mi ka­dar mek­tu­bu te­mi­ze çek­ti. Ki­tap oda­sı­na gi­rin­ce içe­ri­de bir genç da­ha bu­lun­du­ğu­nu gör­dü; bu adam pek özen­li bir su­ret­te gi­yin­miş­ti fakat hâ­lin­de, tav­rın­da bir ba­ya­ğı­lık, çeh­re­sin­de de bir kıs­kanç­lık var­dı.

Az son­ra Mar­qu­is de gel­di. Gen­ci gö­rün­ce sert bir ta­vır­la:

– Bu­ra­da ne işi­niz var, mon­sie­ur Tan­bea­u?

De­li­kan­lı yı­lı­şık yı­lı­şık gü­le­rek:

– San­mış­tım ki.. di­ye bir şey­ler söy­le­mek is­te­di.

– Ha­yır, mon­sie­ur, bir şey san­ma­dı­nız. Bir de­ne­ye­yim de­miş­si­niz ama ol­ma­dı.

Tan­bea­u kal­kıp git­ti; fe­na hâl­de öf­ke­len­miş­ti. O, Mar­qu­is'nin ah­ba­bı aka­de­mi üye­si­nin ye­ğe­ni idi, ede­bi­ya­ta ça­lı­şı­yor­du. Aka­de­mi üye­si onu kâ­tip di­ye Mar­qu­is'nin ya­nı­na koy­mak is­te­miş, Mar­qu­is'yi ra­zı et­miş­ti. Ke­nar­da bir oda­da ça­lı­şan Tan­bea­u, Ju­li­en'e gös­te­ri­len lüt­fu du­yun­ca bun­dan ken­di­ne de bir pay çı­kar­mak is­te­yip o sa­bah, kâ­ğı­dı­nı ka­le­mi­ni alın­ca ki­tap oda­sı­na yer­leş­miş­ti.

Ju­li­en, sa­at dört­te, bi­raz te­red­düt ge­çir­dik­ten son­ra, yü­zü­nü kı­zar­tıp Com­te Nor­bert'i gör­me­ye git­ti. Nor­bert ata bin­mek üze­re idi, hay­li ikil­di, çün­kü ne­za­ket­te ku­sur et­mek is­te­mez­di.

Ju­li­en'e:

– Ya­nıl­mı­yor­sam pek ya­kın­da bi­ni­ci­lik der­si ala­cak­sı­nız. Bir­kaç haf­ta son­ra si­zin­le ata bin­mek be­nim için bü­yük bir zevk ola­cak.

– Ba­na gös­ter­miş ol­du­ğu­nuz lü­tuf­tan do­la­yı si­ze te­şek­kür­le­ri­mi arz et­mek is­ti­yo­rum. Yap­tı­ğı­nız iyi­li­ğin ne ka­dar bü­yük ol­du­ğu­nu bil­di­ğim­den emin ola­bi­lir­si­niz, Mon­sie­ur. Be­nim dün­kü ace­mi­li­ğim yü­zün­den atı­nız ya­ra­lan­ma­dı ise, bu­gün ona baş­ka bi­ri de bin­me­ye­cek­se, be­nim bin­me­me mü­saa­de bu­yu­ru­nuz.

Ju­li­en bu­nu son de­re­ce cid­dî bir ta­vır­la söy­le­miş­ti, Nor­bert:

– Val­la­hi, azi­zim So­rel, gü­na­hı boy­nu­nu­za! Ben si­ze ted­bir­li ol­ma­nın em­ret­ti­ği her şe­yi söy­le­dim; sa­at dör­de gel­di, kay­be­de­cek vak­ti­miz yok.

Ju­li­en ata bin­dik­ten son­ra genç Com­te'a:

– Düş­me­mek için ne yap­ma­lı?

Nor­bert kah­ka­ha­yı koy­ve­rip:

– Ya­pı­la­cak şey çok.. söz ge­li­şi göv­de­yi ge­ri tut­mak!

Ju­li­en atı­nı sür­dü. XVI. Lou­is mey­da­nı­na var­dı­lar. Nor­bert:

– Ah per­va­sız genç ah! Bu­ra­da çok ara­ba var, hep­si­ni de ih­ti­yat­sız adam­lar ko­şar! Bir dü­şe­cek olur­sa­nız, til­bü­ri­ler si­zi çiğ­ner ge­çer. Bu adam­lar at­la­rı­nı bir­den­bi­re dur­du­rup ağız­la­rı­nı ya­ra­la­mak is­te­mez.

Ju­li­en kaç yol az kal­sın dü­şe­cek­ti; ama o gün­kü gez­me bir ka­za çık­ma­dan so­na er­di. Ko­na­ğa dön­dük­le­ri za­man genç Com­te, kız kar­de­şi­ne, Ju­li­en'i gös­te­re­rek ko­nuş­tu:

– Ha­ya­tım­da böy­le gö­zü ka­ra, her teh­li­ke­ye atı­lır adam gör­me­dim de­me­yi­niz!

Ye­mek­te sof­ra­nın bir ucun­dan öbür ucu­na, ba­ba­sı­na ses­le­ne­rek Ju­li­en'in gö­zü pek­li­ği­ni öv­dü; doğ­ru­su Ju­li­en'in bi­ni­ci­li­ğin­de övü­le­cek baş­ka bir şey de yok­tu. Genç Com­te o sa­bah, se­yis­le­rin bah­çe­de at­la­rı tı­mar eder­ken Ju­li­en'in düş­me­si sö­zü­nü açıp ha­ka­re­te va­rır­ca­sı­na alay et­tik­le­ri­ni duy­muş­tu.

Gös­te­ri­len bü­tün ya­kın­lı­ğa rağ­men Ju­li­en, ara­sı çok geç­me­den, bu ai­le ara­sın­da ya­pa­yal­nız kal­dı. Bü­tün âdet­ler ona bir tu­haf ge­li­yor, ken­di de hiç­bi­ri­ni bil­mi­yor­du. Yap­tı­ğı yan­lış­lık­lar uşak­la­rın di­li­ne dü­şüp eğ­len­ce ko­nu­su ol­muş­tu.

Ab­be Pi­rard işi­ne git­miş­ti. Ju­li­en za­yıf bir ka­mış­sa var­sın mah­vol­sun; yok, yü­re­ği pek bir adam­sa, ken­di ken­di­ni kur­ta­rır di­ye dü­şü­nü­yor­du.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro