Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 29: İç Sıkıntısı

İn­sa­nın ken­di­ni ih­ti­ras­la­rı­na fe­da et­me­si ney­se ne; ya ol­ma­yan ih­ti­ras­la­rı­na fe­da et­me­si­ne ne de­me­li? Bu XIX. yüz­yıl da ne ber­bat şey!

GI­RO­DET

Ma­da­me de Fer­va­qu­es Ju­li­en'in o uzun mek­tup­la­rı­nı ön­ce­le­ri hiç de zevk al­ma­dan oku­muş ama son­ra­dan on­la­ra il­gi gös­ter­me­ye baş­la­mış­tı; yal­nız onu ke­der­len­di­ren bir nok­ta var­dı: "M. So­rel ne ya­zık ki ger­çek bir ra­hip de­ğil­di! Öy­le ol­say­dı bir de­re­ce­ye ka­dar sa­mi­mi­ye­te im­kân bu­lu­nur­du; ama göğ­sün­de o ni­şan, sır­tın­da or­ta hal­li adam el­bi­se­si ile in­sa­na söz ge­ti­rir, onu­ra do­ku­na­cak şey­ler so­rar­lar, o za­man ne ce­vap ve­ri­rim?" Dü­şün­ce­si­ni ta­mam­la­mı­yor­du: ah­bap­lar­dan kö­tü kalp­li bir ka­dın kal­kıp onu ba­ba­mın so­yun­dan, mu­ha­fız ala­yın­da ni­şan al­mış bir dük­kân­cı sa­nır, son­ra da kal­kıp bu sö­zü ye­di ma­hal­le­ye ya­yar...

Ju­li­en'le ta­nı­şın­ca­ya de­ğin Ma­da­me de Fer­va­qu­es'in en bü­yük zev­ki adı­nın ya­nı­na ma­rec­ha­le (ma­re­şal ka­rı­sı) ke­li­me­si­ni yaz­mak ol­muş­tu. Ar­ka­sın­dan da, her şey­den alı­nan ma­ra­zî bir son­ra­dan gör­müş ben­cil­li­ği, ka­dı­nın kal­bin­de uyan­ma­ya baş­la­yan il­gi­ye kar­şı gel­miş­ti.

Ma­da­me de Fe­ra­qu­es için­den: "Onu, Pa­ris'e ya­kın bir di­oe­se'in pis­ko­pos mua­vin­li­ği­ne tâ­yin et­tir­mek be­nim için pek ko­lay, di­yor­du. Ama böy­le bir soy­lu­luk un­va­nı ol­ma­dan, bir bü­yük işe geç­me­den sa­de­ce M. So­rel di­ye do­la­şan bir adam, üs­te­lik M. de La Mo­le'un da kâ­ti­bi, ger­çek­ten çok can sı­kı­cı şey!"

Her şey­den çe­ki­nen bu ka­dın ha­ya­tın­da ilk de­fa ola­rak sı­nıf, top­lum­sal üs­tün­lük id­di­ala­rı ile ili­şi­ği ol­ma­yan bir şe­ye il­gi gös­te­ri­yor­du. Ko­na­ğın adam­la­rın­dan bi­ri ya­nı­na ge­lin­ce Ma­da­me de Fer­va­qu­es onu adam ye­ri­ne koy­mu­yor­muş, işin­den mem­nun de­ğil­miş gi­bi bir ta­vır­la ba­kar­dı; fa­kat yaş­lı ka­pı­cı dik­kat et­ti, o mah­zun, gü­zel de­li­kan­lı­nın mek­tu­bu­nu gö­tür­dü­ğü za­man ma­da­mın o ha­li de­ği­şi­ve­ri­yor­du. Her­kes be­ni ken­din­den üs­tün gör­sün, aman her­kes ben­den yıl­sın di­ye ya­şar fakat bu çe­şit ba­şa­rı­lar­dan yi­ne de kal­bin­de ger­çek bir haz duy­maz­dı, öm­rü iç sı­kın­tı­sı ile ge­çer­di. Ju­li­en'i dü­şün­me­ye baş­la­ya­lı be­ri, bu ya­şa­ma tar­zı­nın ver­di­ği iç sı­kın­tı­sı o den­li da­ya­nıl­maz bir ha­le gel­miş­ti ki hiz­met­çi­le­re bü­tün bir gün kö­tü mu­ame­le edil­me­me­si için ha­nım­la­rı­nın, bir ge­ce ön­ce o ga­rip de­li­kan­lı­yı bir sa­at gör­müş ol­ma­sı ye­ti­yor­du. Ju­li­en'in ye­ni ka­zan­ma­ya baş­la­dı­ğı bu iti­bar, pek us­ta­ca ya­zıl­mış im­za­sız mek­tup­lar­la da sar­sıl­ma­dı... Kü­çük Tan­bea­u'nun şöy­le us­ta­ca cin­sin­den iki üç if­ti­ra ha­zır­la­yıp bun­la­rı M. de Luz'ün, M. de Cro­ise­no­is'nın, M. de Cay­lus'ün ku­la­ğı­na sok­ma­sı, on­la­rın da aca­ba bu suç­lar doğ­ru mu, de­ğil mi, hiç de araş­tır­ma­dan so­ruş­tur­ma­dan mal bul­muş Mağ­ri­bî gi­bi o if­ti­ra­la­rı or­ta­ya yay­ma­la­rı bo­şa çık­tı. Ger­çi Ma­da­me de Fer­va­qu­es ka­fa­ca bu gi­bi ba­ya­ğı araç­lar­la kan­dı­rıl­ma­ya­cak bir ka­dın de­ğil­di; şüp­he­le­ri­ni Mat­hil­de'e açı­yor, Mat­hil­de de onu avut­ma­ya ça­lı­şı­yor­du.

Bir gün mek­tup olup ol­ma­dı­ğı­nı tam üç yol sor­duk­tan son­ra Ma­da­me de Fer­va­qu­es, Ju­li­en'e ce­vap yaz­ma­ya bir­den­bi­re ka­rar ver­di. Bu, iç sı­kın­tı­sı­nın bir za­fe­ri ol­du. İkin­ci mek­tu­bun zar­fı üze­ri­ne M. le Mar­qu­is de La Mo­le'un ko­na­ğın­da M. So­rel'e di­ye ya­zar­ken böy­le bir ad­re­si ken­di eli ile yaz­ma­nın onu­ra do­ku­na­cak bir şey ol­du­ğu­nu dü­şün­dü, az kal­dı, mek­tu­bu gön­der­me­ye­cek­ti.

O gü­nün ak­şa­mı Ju­li­en'e, âde­ta pay­lar gi­bi bir ta­vır­la: "Bir­kaç zar­fın üze­ri­ne ad­re­si­ni­zi ya­zın da ba­na ge­ti­rin" de­di. Ju­li­en için­den: "Oh oh! şık, uşak gö­re­vi­ne atan­dı!" de­di, Mar­qu­isi­nin yaş­lı uşa­ğı Ar­se­ne'i tak­lit ede­rek ke­yif­le yer­le­re ka­dar eği­le­rek selam ver­di.

Der­hal o ak­şam zarf­la­rı ya­zıp gö­tür­dü; er­te­si sa­bah er­ken­den bir mek­tup da­ha gel­di; bu, üçün­cü olu­yor­du. Ju­li­en baş­tan beş al­tı, so­na doğ­ru da iki üç sa­tı­rı­nı oku­du, in­ce­cik bir ya­zı ile ka­ra­lan­mış sa­tır­la­rı bir­bi­ri­ne bi­ti­şik gi­bi yal­nız­ca dört say­fa.

Ya­vaş ya­vaş Ma­da­me de Fer­va­qu­es he­men her gün bir mek­tup gön­der­me­yi âdet edi­ni­yor­du: Tat­lı bir huy! Ju­li­en de ce­vap di­ye, Ru­sun mek­tup­la­rın­dan bi­ri­ni ol­du­ğu gi­bi kop­ya edi­yor­du. Tum­tu­rak­lı üs­lûp kul­lan­ma­nın bü­yük bir ya­ra­rı var­dır: Ma­da­me de Fer­va­qu­es, yaz­dı­ğı mek­tup­lar­la al­dı­ğı ce­vap­lar ara­sın­da pek uy­gun­luk bu­lun­ma­ma­sı­na hiç de şaş­mı­yor­du.

Ju­li­en'in her ya­pıp et­ti­ği­ni kol­la­ma­yı ken­di­li­ğin­den üze­ri­ne iş edi­nen Tan­bea­u, bü­tün o mek­tup­la­rın açıl­ma­dan çek­me­ce­ye ge­li­şi­gü­zel atı­lı­ver­di­ği­ni Ma­da­me de Fer­va­qu­es'a ha­ber ve­re­bil­sey­di bu, ka­dı­nın onu­ru­na kim bi­lir ne de­re­ce­de do­ku­nur­du!

Bir sa­bah ka­pı­cı Ju­li­en'e, ma­re­şa­lin ka­rı­sın­dan bir mek­tup ge­tir­di. Mat­hil­de o ada­ma ki­tap oda­sı­nın önün­de rast­la­dı, elin­de­ki mek­tu­bu, ad­re­sin Ju­li­en'in el ya­zı­sı ile ol­du­ğu­nu gör­dü. Ka­pı­cı ki­tap oda­sın­dan çı­kar çık­maz Mat­hil­de gir­di; mek­tup he­nüz ma­sa­nın ucun­da du­ru­yor­du; Ju­li­en ya­zı­dan ba­şı­nı kal­dı­rıp onu çek­me­ce­ye at­ma­ya za­man bu­la­ma­mış­tı.

Mat­hil­de mek­tu­bu he­men ka­pıp:

– İş­te bu­na kat­la­na­mam; siz ar­tık be­ni büs­bü­tün unu­tu­yor­su­nuz; ben si­zin ka­rı­nız de­ğil mi­yim? Si­zin et­ti­ği­niz çe­ki­lir şey de­ğil, mon­sie­ur.

Bun­la­rı söy­le­dik­ten son­ra et­ti­ği­nin kor­kunç de­ne­cek de­re­ce­de bir mü­na­se­bet­siz­lik ol­du­ğu­nu dü­şün­dü. Ken­di ken­di­ne şaş­tı, gu­ru­run­dan bo­ğu­la­cak gi­bi ol­du; iki göz iki çeş­me ağ­la­ma­ya baş­la­dı; az son­ra Ju­li­en onu so­lu­ğu ke­sil­miş bir hal­de gör­dü.

Ju­li­en şa­şır­mış, ne di­ye­ce­ği­ni bi­le­mi­yor­du; bu sah­ne­nin ken­di­si için se­vi­ni­le­cek, övü­nü­le­cek bir şey ol­du­ğu­nu da pek fark ede­mi­yor­du. Mat­hil­de'e yar­dım edip oturt­tu; kız, ken­di­ni onun kol­la­rı­na âde­ta bı­ra­kı­ver­miş­ti. Ju­li­en onun bu ha­re­ke­ti­ni ilk de­fa fark et­ti­ği an, için­de son de­re­ce bir se­vinç duy­du. Fa­kat der­hal ak­lı­na Ko­ra­soff gel­di: "Bir tek söz­le ge­ne her şe­yi kay­be­de­bi­li­rim" di­ye dü­şün­mek­ten ken­di­ni ala­ma­dı. Tut­tu­ğu po­li­ti­ka­nın ge­rek­tir­di­ği gay­ret o ka­dar ağır­dı ki kol­la­rı ge­ri­li­ver­di. "Ben bu yu­mu­şak, dil­ber vü­cu­du göğ­süm­de sık­mak­tan bi­le çe­kin­me­li­yim, yok­sa yi­ne be­ni hor gö­rür, ba­na yi­ne kö­tü dav­ra­nır. Ne çir­kin huy!" Mat­hil­de'in hu­yu­na böy­le la­net edi­yor­du ama so­ğu­ya­mı­yor, yüz kat faz­la se­vi­yor­du; kol­la­rı ara­sın­da­ki kız san­ki bir kra­li­çe idi.

Ju­li­en'in böy­le sa­kin, so­ğuk dav­ran­ma­sı, Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'un kal­bi­ni par­ça­la­yan gu­rur ya­ra­sı­nın ıs­tı­ra­bı­nı bir kat da­ha ar­tır­dı. Ju­li­en'in göz­le­ri­ne ba­kıp o an­da ken­di­si için asıl his­set­ti­ği­ni an­la­ma­ya ça­lış­mak için ge­re­ken so­ğuk­kan­lı­lık kız­da yok­tu. Onun göz­le­ri­ne bak­ma­ya bi­le ce­sa­ret ede­mi­yor, kü­çüm­se­yen bir ba­kış­la kar­şı­la­şı­rım di­ye de kor­ku­yor­du.

Ki­tap oda­sın­da­ki se­di­re uzan­mış, hiç kı­mıl­dan­mı­yor­du; ba­şı­nı da Ju­li­en'i gör­me­mek için öbür ya­na çe­vir­miş­ti; gu­rur ile aş­kın bir in­san kal­bi­ne çek­ti­re­bi­le­ce­ği en şid­det­li acı­lar­la kıv­ra­nı­yor­du. Bu gi­riş­ti­ği iş ne ka­dar da ağır, ne ka­dar da kö­tü idi! İçin­den: "Bah­tım ne ka­dar da ka­ra imiş! di­yor­du; ben ha­yâ­sız­ca ilk adı­mı ata­yım da yi­ne red­do­lu­na­yım!" Is­tı­rap­tan çıl­dı­ran gu­ru­ru da ilâ­ve edi­yor­du: "Hem red­de­den de kim? Ba­ba­mın bir uşa­ğı." Yük­sek ses­le:

– İş­te bu­na kat­lan­mam as­la müm­kün de­ğil!

Hırs­la aya­ğa kal­kıp git­ti, iki adım öte­de Ju­li­en'in ma­sa­sı­nın çek­me­si­ni aç­tı. Ora­da, de­min ka­pı­cı­nın ge­tir­di­ği­ne tı­pa­tıp ben­ze­yen, açıl­ma­mış se­kiz on mek­tup gö­rün­ce deh­şet­ten do­na­kal­dı. Ad­res­le­rin hep­si­ni de, ya­zı­sı­nı az çok de­ğiş­ti­re­rek, Ju­li­en'in ken­di eli ile yaz­dı­ğı açık­ça bel­li idi. Öf­ke ile ken­din­den geç­miş­çe­si­ne:

– Ya­a! De­mek ki hem onun­la ara­nız iyi, hem de yi­ne onu hor gö­rü­yor­su­nuz. Siz bir hiç­si­niz, bir ma­re­şa­lin ka­rı­sı­nı, Ma­da­me de Fer­va­qu­es'ı hor gör­mek si­zin ne had­di­ni­ze! Siz kim olu­yor­su­nuz?

Son­ra da onun diz­le­ri­ne ka­pa­na­rak:

– Be­ni af­fet, dos­tum, de­di, is­ter­sen be­ni adam ye­ri­ne ko­ma ama be­ni sev, ben se­nin aş­kın­dan mah­rum olur­sam ya­şa­ya­mam.

Ba­yı­lıp ye­re yı­ğı­lı­ver­di.

Ju­li­en için­den:

– Mağ­rur kı­zı aya­ğı­ma dü­şür­düm ya! de­mek­ten de ken­di­ni ala­ma­dı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro