Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 28: Bir Dinî Alay

Bü­tün kalp­ler he­ye­can­la do­luy­du. Her ya­nı do­na­tıl­mış ve ina­nan­la­rın him­me­tiy­le iyi­ce kum­lan­mış bu dar ve go­tik so­kak­la­ra san­ki Tan­rı da gök­ten inip gel­miş­ti.

Yo­ung

Ju­li­en ken­di­ni si­lik ve bu­da­la gös­ter­me­ğe ne ka­dar ça­lış­sa pa­ra et­mi­yor, bir tür­lü ken­di­ni sev­di­re­mi­yor­du; o, ar­ka­daş­la­rın­dan çok baş­ka idi. "Ama, di­yor­du, öğ­ret­men­le­rin hep­si de bin­ler­ce ki­şi için­den se­çil­miş in­ce adam­lar; be­nim aşı­rı al­çak­gö­nül­lü­lük gös­ter­me­mi na­sıl olu­yor da be­ğen­mi­yor­lar?"

Ju­li­en'in ha­tır sa­yıp her şe­ye ina­nır, her şe­ye ka­nar gi­bi gö­zük­me­sin­den, öğ­ret­men­ler­den an­cak bi­ri faz­la­sıy­la ya­rar­lan­ma­ya kal­kış­mış­tı. Bu da, ka­ted­ra­lin tö­ren iş­le­ri mü­dü­rü Ab­be Chas­Ber­nard'dı. Bu ada­ma on beş yıl­dır cha­noi­ne'lık umut­lan­dı­rı­yor­lar­dı; onu bek­le­ye­dur­sun, şim­di­lik med­re­se­de di­nî be­la­gat oku­tu­yor­du. Ju­li­en, gö­nül gö­zü açıl­ma­dan ön­ce, bu ders­te he­men her va­kit bi­rin­ci çı­kar­dı. Ab­be Chas bu­nu ba­ha­ne ede­rek Ju­li­en'e dost­luk gös­ter­me­ğe baş­la­mış­tı. Ders­ten çık­tık­tan son­ra ço­ğu va­kit onu ko­lun­dan tu­tar, bah­çe­de bi­raz ge­zi­nir­di.

Ju­li­en: "Bu ada­mın da mak­sa­dı ne­dir ki?" di­yor­du. Ab­be Chas'nın, ka­ted­ra­lin ma­lı olan süs eş­ya­sın­dan söz et­me­si­ni şaş­kın­lık­la din­ler­di. Ka­ted­ral­de, yas âyin­le­rin­de kul­la­nı­lan ziy­net eş­ya­sın­dan baş­ka on ye­di sır­ma­lı âyin at­kı­sı var­mış. Yaş­lı Ma­da­me de Ru­bem­pre'den de çok ümit­ler bes­li­yor­muş. Dok­sa­nı­na var­mış olan o ba­yan, al­tın sır­ma­lı ağır Lyon ipek­li­sin­den ya­pıl­mış ge­lin­li­ği­ni, hiç ol­maz­sa alt­mış yıl­dır san­dı­ğın­da sak­lar­mış. Be­san­çon'da he­men her­ke­sin um­du­ğu­na gö­re, Ma­da­me de Ru­bem­pre'nin va­si­yet­na­me­siy­le ka­ted­ra­lin ha­zi­ne­si zen­gin­le­şe­cek, on ta­ne, bel­ki da­ha çok âyin at­kı­sı ka­za­na­cak­mış; bü­yük gün­ler için dört beş ta­ne kaf­tan da işin ca­ba­sı... Ab­be Chas se­si­ni al­çal­ta­rak: "Ben­ce bu ka­dar da de­ğil; Ma­da­me de Ru­bem­pre'nin ata­la­rın­dan bi­ri, Bo­ur­gog­ne Du­ka­sı Per­va­sız Char­les'm en göz­de dev­let adam­la­rın­dan­dı; şim­di Ma­da­me de Ru­bem­pre'nin ko­na­ğın­da al­tın yal­dız­lı se­kiz gü­müş şam­dan var, doğ­ru­su pa­ha bi­çil­mez.. Bun­la­rı vak­tiy­le İtal­ya'dan Per­va­sız Char­les sa­tın al­dı di­yor­lar... Ba­na öy­le ge­li­yor ki bu şam­dan­lar da ka­ted­ra­le ka­lır. Böy­le bir umut bes­le­mem için çok se­bep­ler var" der­di.

Ju­li­en için­den: "Bu ada­mın böy­le hır­da­vat sö­zü et­mek­ten mak­sa­dı ne­dir ki? di­ye so­ru­yor­du. Bu ha­zır­lık yüz­yıl­dır sü­rüp gi­di­yor, da­ha bir şey­ler be­lir­mi­yor. An­la­şı­lan he­rif ba­na bir tür­lü gü­ve­ne­mi­yor! Bu adam öte­ki­ler­den da­ha us­ta; on­la­rın on beş gün­de en önem­li sır­la­rı­nı an­la­mak iş­ten de­ğil. Ama bu us­ta­laş­maz da kim us­ta­la­şır? On beş yıl­dır hır­sı oyun­cak edin­miş."

Bir gün, es­krim der­si­nin or­ta­sın­da Ab­be Pi­rard Ju­li­en'i ça­ğır­tıp ona:

– Ya­rın Cor­pus Do­mi­ni yor­tu­su var, de­di, Ab­be Chas­Ber­nard si­zi is­ti­yor, ka­ted­ra­lin süs­len­me­sin­de ken­di­si­ne yar­dım ede­cek­si­niz; gi­din ve ne der­se din­le­yin.

Ju­li­en oda­dan çı­kar­ken Ab­be Pi­rard onu ye­ni­den ça­ğır­dı ve acır gi­bi bir ta­vır­la:

– Bu­nu fır­sat bi­lip şe­hir­de do­laş­ma­ğa çı­kar­sa­nız siz bi­lir­si­niz.

Ju­li­en ce­vap ola­rak:

– In­ce­do per ig­nes, de­di, (be­nim giz­li düş­man­la­rım var.)

Er­te­si sa­bah er­ken­den Ju­li­en, göz­le­ri yer­de, ka­ted­ra­lin yo­lu­nu tut­tu. So­kak­la­rı, şe­hir­de hü­küm sür­me­ğe baş­la­yan ça­lış­ma­la­rı gör­mek içi­ni aç­tı. Her yan­da alay ha­zır­lık­la­rı gö­rü­lü­yor, ev­le­rin önü do­na­tı­lı­yor­du. Ruh­ban oku­lun­da ge­çir­di­ği bü­tün za­man ona bir an gi­bi kı­sa gel­di. Şim­di Vergy'yi, o gü­zel Aman­da Bi­net'yi dü­şü­nü­yor­du; ona bel­ki rast ge­le­cek­ti, kah­ve şu­ra­cık­ta idi. Sev­gi­li ka­ted­ra­li­nin ka­pı­sın­da bek­le­yen Ab­be Cbas­Ber­nard'ı uzak­tan gör­dü; Ab­be Chas­Ber­nard mem­nun yüz­lü, içi dı­şı bir gi­bi gö­rü­nen bir adam­dı. O gün pek ke­yif­li idi. Ju­li­en'i gö­rür gör­mez:

– Si­zi bek­li­yor­dum, aziz evla­dım, si­zi, de­di, sa­fa­lar ge­tir­di­niz. Bu­gün­kü işi­miz ağır­dır, uzun sü­rer, bi­raz bir şey­ler yi­yip kuv­vet bu­la­lım. Sa­at on­da, bü­yük âyin ara­sın­da yi­ne kar­nı­mı­zı do­yu­ru­ruz.

Ju­li­en ağır bir ta­vır­la:

– Mon­sie­ur, de­di, bir an bi­le yal­nız kal­mak is­te­mem.

Son­ra baş­la­rı üs­tün­de­ki ko­ca saa­ti gös­te­re­rek ek­le­di:

– Lüt­fen dik­kat bu­yu­ru­nuz, ben bu­ra­ya tam be­şe bir ka­la gel­dim.

Ab­be Chas:

– Oku­lun kö­tü­le­ri si­zi bu de­re­ce mi kor­ku­tu­yor? On­la­rı da ne di­ye ak­lı­nı­za ge­ti­rir­si­niz? Hiç al­dı­rış bi­le et­me­yin; bir yol, iki ya­nın­da­ki çit­ler­de di­ken var di­ye he­men gü­zel­li­ği­ni kay­be­der mi? Yol­cu yo­lu­na gi­der, di­ken­ler de kö­tü­lük­le­riy­le baş ba­şa ka­lır. Hay­di biz işi­mi­ze ba­ka­lım, dos­tum, böy­le şey­ler ne­mi­ze ge­rek bi­zim?

Ab­be Chofl, iş ağır ola­cak de­mek­te de hak­lıy­dı. Bir gün ön­ce ka­ted­ral­de bir ce­na­ze ayi­ni ol­muş, da­ha hiç bir şey ye­ri­ne ko­na­ma­mış­tı. Ki­li­se­nin ka­pı­dan mih­ra­ba ka­dar olan kıs­mı­nı üçe ayı­ran mer­mer di­rek­le­re, otuz ayak yük­sek­li­ği­ne ka­dar, al da­mas­ko dö­şe­mek ge­re­ki­yor­du, hem de bu iş he­men sa­bah­le­yin bi­ti­ri­le­cek­ti. Pis­ko­pos, pos­ta ara­ba­sıy­la Pa­ris'ten dört yor­gan­cı ge­tirt­miş­ti ama bu adam­lar her işe ye­te­mez­di; hem de Be­san­çon­lu ace­mi mes­lek­taş­la­rı­nı teş­vik et­mek şöy­le dur­sun, alay ede­rek on­la­rı bir kat da­ha ace­mi­leş­ti­ri­yor­lar­dı.

Ju­li­en ken­di­si­nin de mer­di­ve­ne tır­man­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni an­la­dı; çe­vik­li­ği bu iş­te ona çok yar­dım­cı ol­du. Be­san­çon­lu yor­gan­cı­la­rı yö­net­me­yi üst­len­di. Onun bu ha­li­ne şa­şıp se­vi­nen Ab­be Chas, bir mer­di­ven­den bir mer­di­ve­ne at­la­yı­ver­me­si­ni sey­re­di­yor­du. Di­rek­le­re da­mas­ko ku­şa­tıl­ma­sı işi bit­tik­ten son­ra, bü­yük mih­ra­bın üs­tün­de­ki say­va­nın te­pe­si­ne beş ko­ca­man tüy de­me­ti­nin na­sıl ko­nu­la­ca­ğı dü­şü­nül­dü. Yal­dız­lı tah­ta­dan ga­yet gü­zel bir sa­ça­ğı, İtal­ya mer­me­rin­den ya­pıl­mış se­kiz iri di­rek tu­tar. Fa­kat say­va­nın or­ta­sı­na, tam mih­ra­bın üs­tü­ne gel­mek için, kırk ayak yük­sek­lik­te tah­ta­dan, bel­ki de çü­rü­müş bir per­vaz­dan yü­rü­ye­rek geç­mek ge­rek­ti.

O vak­te de­ğin ke­yif­le­ri­ne di­ye­cek ol­ma­yan Pa­ris­li yor­gan­cı­lar, bu­nu gö­rün­ce su­rat­la­rı­nı as­tı­lar. Aşa­ğı­da dur­muş, bu işin na­sıl ba­şa­rı­la­ca­ğı­nı ha­ra­ret­le ko­nu­şu­yor­lar­dı ama yu­ka­rı çık­mı­yor­lar­dı. Ju­li­en tüy de­met­le­ri­ni ya­ka­la­dı ve mer­di­ve­ni ko­şa­rak çık­tı. Tüy­le­ri, say­va­nın or­ta­sın­da, taç bi­çi­mi sü­sün üs­tü­ne, is­te­nil­di­ğin­den da­ha iyi bi­çim­de yer­leş­tir­di. Mer­di­ven­den inin­ce Ab­be Chas onu ku­cak­la­yıp:

– Op­ti­me, de­di, bu­nu Mon­se­ig­ne­ur'e an­la­tı­rım.

Sa­at on­da­ki ye­mek çok ne­şe­li geç­ti. Ab­be Chas, ki­li­se­si­ni ha­ya­tın­da bu de­re­ce süs­lü gör­me­miş­ti; Ju­li­en'e:

– Be­nim sev­gi­li öğ­ren­cim, di­yor­du, an­nem bu ulu ki­li­se­de, ge­len­le­re san­dal­ye ki­ra­lar­dı, ben ta ço­cuk­lu­ğum­dan be­ri bu­ra­da ge­çin­dim. Ro­bes­pi­er­re'in Ter­re­ur'ü bi­zi pe­ri­şan et­ti; ben o za­man­lar se­kiz ya­şım­da idim; ev­ler­de ya­pı­lan giz­li âyin­ler­de hiz­met eder ve gün­lük yi­ye­ce­ği­mi ka­za­nır­dım. yin at­kı­la­rı­nı iyi kat­lar, hiç bir kay­ta­nı ko­par­maz­dım. Na­pol­yon'un ki­li­se âyin­le­ri­ne ye­ni­den izin ver­di­ği gün­den be­ri, bu ulu ka­ted­ral­de her şe­yi ben yö­ne­ti­yo­rum, Tan­rı ba­na bu şe­re­fi de ver­di. Yıl­da beş ke­re göz­le­rim ka­ted­ra­li bu be­zek­ler­le be­ze­til­miş gö­rür. Ama doğ­ru­su ka­ted­ral hiç bir za­man bu den­li alım­lı ol­ma­dı; da­mas­ko ör­tü­le­rin böy­le ta­kıl­dı­ğı­nı, di­rek­le­re böy­le ya­pış­tı­ğı­nı gör­me­dim.

Ju­li­en: "Mak­sa­dı­nı aça­cak, di­ye dü­şün­dü; iş­te ken­din­den söz et­me­ye baş­la­dı; der­di­ni, dü­şün­ce­le­ri­ni an­la­ta­cak. Ama bu adam hiç şüp­he­siz he­ye­can­lan­mış ol­ma­sı­na rağ­men ağ­zın­dan bir tek söz bi­le ka­çır­ma­dı. Ama çok da ça­lış­tı, gön­lün­de ne­şe var, şa­ra­bın iyi­si de esir­gen­me­di. Ne adam! Be­nim için ne ör­nek! Hak et­ti ser­guç'u." (Bu ser­guç ke­li­me­si, yaş­lı başope­ra­tö­rün söy­le­di­ği pis bir hi­kâ­ye­yi ima eder­di.)

Bü­yük âyi­nin Sanc­tus ça­nı ça­lın­ca Ju­li­en, gör­kem­li alay­dan pis­ko­po­sun ar­dı sı­ra git­mek üze­re ar­ka­sı­na bir tö­ren cüp­pe­si giy­mek is­te­di.

Ab­be Chas bu­nu gö­rün­ce:

– Ne ya­pı­yor­sun, dos­tum? de­di; ya hır­sız­la­ra kim ba­ka­cak? Şim­di alay çı­kıp gi­de­cek, ki­li­se ıs­sız ka­la­cak; si­zin­le ben bu­ra­da ka­lıp bek­le­ye­ce­ğiz. Di­rek­le­rin ye­re inen o gü­ze­lim sır­ma­sın­dan iki ar­şın ek­sil­miş­se yi­ne de şük­ret­me­li­yiz. O sır­ma da Ma­da­me de Ru­bem­pre'nin he­di­ye­si­dir; bü­yük de­de­si meş­hur Com­te'tan kal­mış...

Ju­li­en'in ku­la­ğı­na eği­lip he­ye­can­lan­dı­ğı­nı pek bel­li eden bir ses­le ko­nuş­tu:

– Som al­tın, bir dir­hem hi­le­si yok, dos­tum! Siz ku­zey ta­ra­fı­na ba­kın, ora­dan ay­rıl­ma­yın; gü­ney ta­ra­fıy­la or­ta­ya ben ba­ka­rım. Aman "Con­fes­si­on­nal"la­ra dik­kat edin; hır­sız­la­ra ha­ber ye­tiş­ti­ren ka­dın­lar ora­lar­da bek­ler, bi­zim ar­ka­mı­zı dön­me­mi­zi kol­lar­lar.

Ab­be Chas sö­zü­nü bi­ti­rir­ken sa­at de on iki­ye çey­rek ka­la­yı vur­du; o an­da bü­yük ça­nın da se­si du­yul­du. Çan, ala­bil­di­ği­ne ça­lı­yor­du; bu tok ve tan­ta­na­lı ses Ju­li­en'i he­ye­can­lan­dır­dı. Ju­li­en yer­le il­gi­si­ni kes­miş, ha­ya­le dal­mış­tı. Bu­hur ko­ku­su, Sa­int Je­an kı­ya­fe­ti­ni gir­miş ço­cuk­la­rın "Sa­int Sac­re­ment" önü­ne serp­tik­le­ri gül­le­rin ko­ku­su, Ju­li­en'i büs­bü­tün coş­tur­du.

Ju­li­en hu çan se­si­ni din­ler­ken, bu iş­te yir­mi ki­şi kul­la­nıl­dı­ğı­nı, her bi­ri­ne el­li­şer san­tim ve­ril­di­ği­ni, an­cak on beş yir­mi mü­mi­nin yar­dı­ma gel­di­ği­ni dü­şün­me­liy­di. İp­le­rin aşın­dı­ğı­nı, ke­res­te­nin çü­rü­dü­ğü­nü, her iki yüz­yıl­da bir dü­şen ça­nın ge­çir­di­ği teh­li­ke­yi dü­şün­me­li, zan­goç­la­ra ve­ri­len pa­ra­yı azalt­ma­nın, on­la­rı pa­ra ye­ri­ne, ki­li­se­nin ka­sa­sı­na do­kun­ma­yan bin bir ni­me­tin­den bi­ri­ni is­te­me­ğe ra­zı et­me­nin yo­lu­nu bul­ma­lıy­dı.

Ju­li­en böy­le akıl­lı us­lu iş­le­re ka­fa yo­ra­ca­ğı­na, ça­nın er­kek­çe ve tok ses­le­riy­le ru­hu coş­muş, ha­yal âlem­le­rin­de do­la­şıp du­ru­yor­du. O ne iyi bir ra­hip ola­bi­lir, ne de bü­yük bir yö­ne­ti­ci. Gön­lü böy­le coş­kun­luk­la­ra ka­pı­lı­ve­ren kim­se­ler­den ol­sa ol­sa sa­nat­çı çı­kar. Ju­li­en'in gu­ru­ru bu iş­te tam ola­rak mey­da­na çı­kar. Ar­ka­da­şı olan öğ­ren­ci­le­rin bel­ki el­li­si, halk­tan kin gör­dük­le­ri ve ih­ti­lâl ka­fa­sı­nın her çit ar­ka­sın­da pu­su­ya yat­tı­ğı­nı bil­dik­le­rin­den ha­ya­tın ne ol­du­ğu­nu an­la­mış­lar­dı. On­lar, bü­yük ça­nın se­si­ni işi­tin­ce akıl­la­rın­da zan­goç­la­rın ala­ca­ğı pa­ra­dan baş­ka bir dü­şün­ce­ye, ha­ya­le yer ver­mez­ler. On­lar, çan se­si­ni du­yun­ca, halk­ta uyan­dı­rı­la­cak he­ye­can, zan­goç­la­ra ve­ri­le­cek pa­ra­ya de­ğer mi, değ­mez mi, bu­nu araş­tı­rır, bu iş­te Ba­re­me'e layık bir de­ha gös­te­rir­ler. Ju­li­en'e ge­lin­ce o, ki­li­se­nin mad­dî çı­kar­la­rı­na ka­fa yor­mak is­te­sey­di bi­le ha­ya­li asıl ga­ye­yi aşar, yir­mi beş san­tim­lik bir gi­de­rin önü­ne geç­mek fır­sa­tı­nı ka­çı­rır da fab­ri­ka­nın bir çan için yap­tı­ğı har­ca­ma­dan kırk frank azal­ta­bil­me­nin yo­lu­nu dü­şün­me­ye baş­lar­dı.

Bu eşi ben­ze­ri ol­ma­yan gü­zel gün­de, alay her ta­raf­ta ku­ru­lan par­lak "re­po­iso­ir"lar­da du­ra du­ra Bcnsan­çon so­kak­la­rı­nı ağır ağır do­la­şır­ken ki­li­se de­rin bir ses­siz­lik için­dey­di. İçer­de bir loş­luk, hoş bir se­rin­lik var­dı. Bu­hu­run, çi­çek­le­rin ko­ku­su da he­nüz da­ğıl­ma­mış­tı. Bu sü­kût, bu de­rin ıs­sız­lık, uzun av­lu­la­rın se­rin­li­ği, Ju­li­en'in hül­ya­sı­nı bir kat da­ha tat­lı kıl­mış­tı. Ki­li­se­nin baş­ka bir ta­ra­fın­da meş­gul olan Ab­be Chas'ın ge­lip ra­hat­sız et­me­sin­den kork­mu­yor­du. Ru­hu, ağır ağır do­la­şıp ki­li­se­nin ku­zey ta­ra­fın­da bek­çi­lik ya­pan ölüm­lü ka­lıp­tan san­ki büs­bü­tün ili­şi­ği­ni kes­miş­ti. "Con­fes­si­on­nal"lar­da bir­kaç so­fu ka­dın­dan baş­ka kim­se bu­lun­ma­dı­ğı­na, iyi­ce araş­tı­rıp emin ol­du­ğu için, içi büs­bü­tün ra­hat­la­mış­tı; göz­le­ri ba­kı­yor fakat gör­mü­yor­du.

Bu sı­ra­da gö­zü­ne, dal­gın­lı­ğı­nı ya­rı gi­de­ren bir şey iliş­ti:

"Con­fes­si­on­nal"lar­dan bi­rin­de bi­ri diz çök­müş, bi­ri de öte­ki­nin ya­nın­da bir is­kem­le­ye otur­muş, üst­le­ri baş­la­rı te­miz, iki ka­dın var­dı. Ju­li­en gör­me­den ba­kı­yor­du ama için­de ha­yal me­yal bir gö­rev duy­gu­su be­lir­di­ğin­den mi, yok­sa ka­dın­la­rın ki­bar ve şa­ta­fat­sız ta­vır­la­rı­na hay­ran ol­du­ğun­dan mı­dır, her ne­den­se o "con­fes­si­on­nal"da pa­paz bu­lun­ma­dı­ğı­nın far­kı­na var­dı. İçin­den: "Bu gü­zel ha­nım­la­rın şim­di bu­ra­da bu­lun­ma­sı tu­haf şey! de­di; so­fu ise­ler gi­dip bir re­po­iso­ir önün­de diz çök­me­le­ri lazım­dı; ki­bar­lar âle­min­den ise­ler bir bal­ko­nun ön sı­ra­sın­da otu­rup ala­ya bak­ma­la­rı ge­rek­ti. He­le şu el­bi­se ne gü­zel! Ne hoş şey!" Ka­dın­la­rı gö­re­bil­mek için adım­la­rı­nı ağır­laş­tır­dı.

"Con­fes­sio­nal"da diz çök­müş olan ka­dın, Ju­li­en'in ayak se­si­ni du­yun­ca ba­şı­nı ba­şı­nı çe­vir­di ve çığ­lık ko­pa­rıp ba­yı­lı­ver­di. Sırt üs­tü düş­tü; ya­nın­da­ki ka­dın, he­men ona bak­mak için atıl­dı. Ju­li­en de, sırt üs­tü dev­ri­len ka­dı­nın omuz­la­rı­nı gör­dü, iri, pek de­ğer­li in­ci­ler­den ya­pıl­mış bir ger­dan­lık gö­zü­ne çarp­tı; bu ger­dan­lı­ğı çok iyi bi­lir­di. Ma­da­me de Re­nal'i saç­la­rın­dan ta­nı­yın­ca ne hâ­le gir­di! Ba­yı­lan ka­dın Ma­da­me de Re­nal, onun ba­şı­nı tu­tup büs­bü­tün se­ri­li­ver­me­si­nin önü­ne geç­mek is­ti­yen de Ma­da­me Der­vil­le idi. Ju­li­en ken­din­den geç­miş gi­biy­di, he­men "Con­fes­si­on­nal'a koş­tu; o ye­tiş­me­sey­di bel­ki Ma­da­me Der­vil­le de, Ma­da­me de Re­nal'le be­ra­ber yu­var­la­na­cak­tı. Ju­li­en Ma­da­me de Re­nal'in bay­gın, his­siz, omuz­la­rı üze­rin­de sal­la­nan ba­şı­nı gör­dü. Ma­da­me Der­vil­le de yar­dım edip o gü­zel ba­şı, bir ha­sır is­kem­le­ye da­ya­dı; ken­di­si de diz çök­tü.

Ma­da­me Der­vil­le dö­nüp ba­kın­ca Ju­li­en'i ta­nı­dı. Ona ga­yet kız­gın bir ses­le:

– Ça­buk, ça­buk bu­ra­dan gi­din, mon­sie­ur! Aman si­zi gör­me­sin. Si­zi gör­mek ona na­sıl ağır gel­me­sin? Si­zi ta­nı­ma­dan ön­ce ne bah­ti­yar­dı. Si­zin yap­tı­ğı­nı­zı ca­na­var yap­maz! Bu­ra­dan gi­din. Bi­raz­cık ol­sun utan­ma ne­dir bi­li­yor­sa­nız, bu­ra­dan uzak­la­şın.

Ma­da­me Der­vil­le bu söz­le­ri öy­le âmi­ra­ne bir eday­la söy­le­miş­ti, Ju­li­en de o an­da öy­le za­yıf­tı ki he­men söz din­le­yip uzak­laş­tı, için­den: "Za­ten bu Ma­da­me Der­vil­le'in öte­den be­ri ba­na ki­ni var­dır" di­yor­du.

İş­te tam o sı­ra­da, ala­yın ön sa­fın­da gi­den pa­paz­la­rın hım­hım şar­kı­la­rı du­yul­du; alay ar­tık ki­li­se­ye dö­nü­yor­du. Ab­be Chas­Ber­nard, Ju­li­en'e bir­kaç ke­re ses­len­di ise de du­yu­ra­ma­dı. En son­ra ken­di­si gel­di ve Ju­li­en'i bir di­re­ğin ar­ka­sı­na sı­ğın­mış, ya­rı ölü bir hal­de bul­du. Onu ko­lun­dan tut­tu, pis­ko­po­sa tak­dim et­mek is­ti­yor­du. Onun böy­le sap­sa­rı, ade­ta yü­rü­ye­me­ye­cek bir hal­de ol­du­ğu­nu gö­rün­ce:

– Der­man­sız kal­mış­sı­nız, evla­dım, de­di; çok ça­lış­tı­nız.

Ko­lu­na gir­di ve bü­yük ka­pı­nın ya­nın­da, Hris­tos­su­yu ça­na­ğı­nın al­tın­da du­ran is­kem­le­ye ka­dar gö­tü­rüp:

– He­le şu­ra­ya otu­run, de­di; ben önü­nü­ze ge­çer, si­zi sak­la­rım. Te­lâş et­me­yin, Mon­se­ig­ne­ur'ün gö­zük­me­si­ne hiç ol­maz­sa da­ha yir­mi da­ki­ka var. Siz bi­raz kuv­vet bul­ma­ğa ça­lı­şın; Mon­se­ig­ne­ur ge­çer­ken ben si­zi ye­ri­niz­den kal­dı­rı­rım; siz be­nim yaş­lı ol­du­ğu­ma bak­ma­yın, da­ha gü­cüm kuv­ve­tim ye­rin­de­dir.

Pis­ko­pos ki­li­se­ye var­dı­ğın­da va­kit Ju­li­en o ka­dar me­cal­siz, tit­rek bir hâl­deydi ki, Ab­be Chas onu tak­dim et­mek­ten vaz­geç­ti.

– Siz üzül­me­yin, de­di. Jü­li­en el­bet­te bir fır­sat bu­lu­rum.

Ak­şam, med­re­se­nin kü­çük ki­li­se­si için on lib­re mum gön­der­di; bu mum, Ab­be Chas'nın de­di­ği­ne ba­kı­lır­sa, Ju­li­en'in him­me­tiy­le art­mış­tı. Ju­li­en'in mum­la­rı ça­buk sön­dürt­tü­ğü ta­ma­mıy­la uy­dur­ma. O za­val­lı­nın asıl ken­di­si sön­müş­tü; Ma­da­me de Re­nal'i gör­dük­ten son­ra hiç bir şey­cik dü­şü­ne­me­di.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro