Bölüm 25: Ruhban Okulu
83 santimden 336 öğle yemeği, 38 santimden 336 akşam yemeği, sabah kahvaltısında çikolatalı süt içmesine lüzum gösterilenlere çikolatalı süt; böyle bir iş insana ne bırakır?
Besançon'un Valenod'su
Uzaktan, kapının üstünde yaldızlı demir haçı gördü; bir süre sonra da yavaş yavaş yaklaştı; ayakları sanki geri geri gidiyordu. "Demek ki bir girince bir daha çıkamayacağım cehennem işte burası" demekten kendini alamadı. Sonunda dişini sıkıp kapıyı çaldı. Zilin sesi, ıssız bir yerdeymiş gibi çınladı. On dakika sonra soluk benizli, siyah elbiseli bir adam gelip kapıyı açtı. Julien ona baktı ve gözlerini yere eğdi. Bu kapıcının tuhaf bir yüzü vardı. Patlak yeşil gözlerinin bebeği, kedi gözü gibi büyüyüp daralıyordu. Göz kapaklarının hareketsiz duran çevresi bu adamla dostluğun imkânsız olduğunu gösteriyordu. İnce dudakları, dişlek ağzı üstünde bir yarım daire meydana getiriyordu. Doğrusu bu, adam öldürecek bir insan çehresi değildi amma tam bir hissizlik gösteriyordu; bu da gençleri daha çok ürperten bir şeydir. Julien ona aceleyle şöyle bir bakmıştı ve onda görebildiği biricik his, kendisine söz edilebilecek ve ahretle ilişiği olmayan her şeye karşı temelli bir hafifseme duygusu oldu.
Julien gözlerini güç kaldırdı ve kalp çarpıntısının titrekleştirdiği bir sesle, ruhban okulu müdürü M. Pirard ile konuşmak istediğini anlattı. Kara adam hiç sesini çıkarmadı ve Julien'e, ardı sıra yürümesini gözleriyle işaret etti.
Eğri büğrü basamakları duvara değil de öbür yana kendini vermiş, yıkılacakmış gibi duran bir merdivenden iki kat çıktılar. Üzerinde kara boyalı bir tahta mezarlık haçı asılı bir küçük kapıyı zorla açtılar. Kapıcı Julien'i karanlık ve basık bir odaya soktu. Duvarlara beyaz badana yapılmışt; asılı duran iki tabloyu da, zaman karartmıştı. Orada Julien bir başına kaldı; ağlamağa cesaret etse içi açılacaktı. Bütün binada sanki bir ölüm sessizliği vardı.
Julien'e bir gün gibi gelen on beş dakika geçti; o korkunç suratlı kapıcı, odanın öbür ucunda bir kapıda gözüktü ve söze tenezzül etmeksizin Julien'e yürümesini işaret etti. Daha büyük ve çok az aydınlatılmış bir odaya girdiler. Bu odanın duvarları badanalıydı ama eşyası yoktu. Yalnız kapının yanında bir köşede, geçerken Julien'in gözüne bir ahşap karyola, iki hasır sandalye ile çam tahtasından yastıksız bir koltuk ilişti. Odanın öbür ucunda, camları sararmış, bakımsız saksılarla süslenmiş bir pencerenin yanında, masa başına oturmuş, arkasına yırtık pırtık bir cübbe giymiş bir adam gördü; öfkeli bir hali vardı ve önündeki dört köşe kâğıtların birini bırakıp birini alıyor, bir şeyler yazıyordu.
Sanki Julien'in girdiğini görmemişti. Julien, odanın ortasında, demin kapıyı kapatarak çıkan kapıcının bıraktığı yerde, hareketsiz durakalmıştı. Böylece on dakika kadar geçti; kötü giyimli adam hâlâ yazıyordu. Julien'in heyecanı ve korkusu o dereceye varmıştı ki düşüvereceğini sanıyordu. Bu hali bir filozof görse: "Yaratılışı, güzeli sevmek olan bir ruha çirkinlik işte böyle dokunur" diyebilir ve böyle demekle belki de yanılırdı.
Yazı yazmakta olan adam başını şöyle bir kaldırdı; Julien ancak biraz sonra bunu fark etti, gördükten sonra bile, kendisine çevrilen o korkunç bakışla ölesiye, yaralanmış gibi yine hareketsiz kaldı. Kararmış gözleri kırmızı lekelerle kaplı uzun bir suratı hayal meyal fark edebiliyordu. Yalnız bir ölü alnı gibi bembeyaz alında bu lekeler yoktu. Kızıl yanaklarla uçuk alın ortasında en yürekliyi bile ürpertecek bir çift kara, küçücük göz parlıyordu. Bu alnın geniş çevresini sık, düz ve kuzgunî saçlar kaplamıştı.
En sonunda adam sabırsızlanıp söylendi:
– Biraz yaklaşsanız!
Julien utana sıkıla ilerledi; yığılıverecek gibi idi; hayatında bu kadar sararmamıştı.Üstü kâğıt dolu o dört köşe ahşap masanın iki üç adım berisinde durdu.
– Daha yakın gelin!
Julien, bir şeye dayanmak ister gibi elini uzatarak biraz daha ilerledi.
– Adınız?
– Julien Sorel.
Herif, Julien'e yine o ürperten gözlerini dikip:
– Hayli geciktiniz, dedi.
Julien o bakışlara dayanamadı; tutunmak ister gibi elini uzattı ve boylu boyunca yere kapaklandı.
Adam zile bastı. Julien'in yalnız gözleri görmez olmuş ve hareket gücü kesilmişti; yaklaşan ayak seslerini duydu. Gelip onu kaldırdılar, tahta koltuğa oturttular. O korkunç adam kapıcıya:
– Saralı olacak; başımızda bir bu eksikti! diyordu.
Julien gözlerini açabildiğinde kızıl suratlı adamın yine yazı yazmakta olduğunu gördü; kapıcı ortadan kaybolmuştu. Julien içinden: "Cesaret göstermeli, hele şimdi hissettiğimi belli etmemeliyim." O anda midesinde şiddetli bir bulantısı vardı. "Başıma bir kaza gelirse kim bilir sonra ne derler?". Sonunda adam yazısını bıraktı ve Julien'e yan yan bakarak sordu:
– Şimdi bana cevap verecek haliniz var mı?
Julien zayıf bir sesle:
– Evet, Monsieur, dedi.
– Hele şükür!
Kara cüppeli herif yana doğrulmuş ve sinirli sinirli, çam masanın çekmesinde bir mektup arıyordu. Çekmece gıcırtıyla açıldı. Mektubu buldu, tekrar yerine oturdu ve Julien'e, kalan bir parçacık canını da almak istermiş gibi bakarak:
– Sizi bana M. Chelan tavsiye ediyor, bu piskoposluğun en iyi "cure"si o idi, otuz yıllık dostumdur, onun kadar iyi, temiz adam görmedim desem yalan olmaz.
Zavallı Julien, sesi titreye titreye:
– Demek M. Pirard'ın karşısında olmak onuruna erişiyorum, dedi.
Medrese müdürü yarı öfke, yarı alayla karışık bir bakışla süzüp:
– Öyle olsa gerek!
Küçük gözlerinin parıltısı bir kat daha arttı; dudaklarının yanındaki adaleleri de kendiliğinden bir bir çekildi. Şimdi o, avladığı hayvanı nasıl parçalayıp yiyeceğini zevkle düşünen bir kaplanı andırıyordu. Kendi kendine söylenir gibi:
– Chelan'ım mektubu kısa, dedi. Intelligenti pauca: Bu zamanda ne kadar kısa yazarsan o kadar iyi.
Sonra da yüksek sesle okudu:
"Size bizim paroisse'tan Julien Sorel'i gönderiyorum, onu ben vaftiz edeli yaklaşık yirmi yıl oluyor; babası zengin bir kerestecidir ama oğluna para vermez. Julien, Tanrı bağında kendini gösterecek bir işçi olacaktır. Hafızası, zekâsı kıt değildir, düşüncesi de yerindedir. Hevesi geçici midir, gönülden midir?"
Abbe Pirard, Julien'e bakıp şaşırmış gibi bir tavırla cevap verdi:
– Gönülden!
Bakışları ise şimdi, deminki kadar insanlıktan, merhametten uzak değildi. Sesini hafifletip bir kere daha: "Gönülden!" dedi ve yine mektubu okumağa başladı:
"Julien'i ruhban okuluna, parasız almanızı rica ediyorum; gerekli olan sınavları geçirip bu iyiliğe layık olduğunu gösterir. Ben ona biraz din bilgisi öğrettim, Bossuetlerin, Arnaudların, Fleurylerin yolunda dinimizi öğrettim. Siz işinize uygun bulmazsanız, geri gönderin. Dilenciler bakımevi yöneticisi, çocuklarına eğiticilik yapması için yılda sekiz yüz frank veriyor. Beni sorarsanız hamd olsun iyiyim, başıma inen yumruğa alışmaya çalışıyorum."
Abbe Pirard imzaya geldiğinde sesini büsbütün hafifletti ve Chelan adını iç çeker gibi okudu.
– O rahat, dedi; gerçekten bu mükâfata layıktı; hemen Tanrı bana da nasip etsin!
Gözlerini göğe kaldırıp istavroz çıkardı. Bu dinî hareketi görünce Julien, bu binaya girdiğinden beri tüyleri diken diken eden o derin ürpermenin azaldığını hissetti.
Abbe Pirard biraz durduktan sonra sertçe fakat kötülük göstermeyen bir tavırla:
– Burada papazlığa, o kutsal yola girmeğe çalışan üç yüz yirmi bir kişi var; bunlardan ancak yedisi, sekizi bana Abbe Chelan gibi kimselerce salık verilmiştir; demek ki siz bu üç yüz yirmi bir içinde dokuzuncu olacaksınız. Fakat benim korumam ve kollamam ne bir yüz vermedir, ne de bir zaaf; daha çok dikkat edeceğimi ve kötü hallerinizi daha sertlikle cezalandıracağımı gösterir. Hadi şu kapıyı kilitleyin.
Julien yürümek için kendini sıktı ve bu sefer düşmeden yürüyebildi. Kapının yanındaki pencereden kırların gözüktüğünü fark etti. Ağaçlara baktı; sanki eski bir dost görmüş gibi içi açıldı. Dönünce Abbe Pirard ona sordu:
Loquerisne linguam latinam? (Lâtince bilir misin?)
– İta, pater optime (evet, pek iyi babam).
Julien biraz kendine gelmişti. Pater optime demesine bakmayın, yarım saattir M. Pirard'a iyi diye değil, kötülerin kötüsü diye bakıyordu.
Hep Lâtince konuştular. Abbe'nin bakışlarında bir tatlılık beliriyor, Julien de sükûn buluyordu. "Ben de onun böyle erdemli bir adam gibi gözükmesine kanmakla çocukluk ediyorum! diye düşündü; bu adam da M. Maslon gibi dalaverecinin biri olacak." Julien, parasının hemen hemen hepsini çizmelerine sakladığını hatırlayınca içi rahatladı.
Abbe Pirard Julien'i din bilgisinden imtihana çekti, onun bilgisinin derinliğini görünce hayret etti. Hele İncil'den sormağa başlayınca daha çok şaştı. Fakat Kilise Babaları'nın inançlarına geçince gördü ki Julien Saint Jerome'un, Saint Augustin'in, Saint Bonaventure'ün, Saint Basile'in, daha birçoklarının adını bile duymamış.
Abbe Pirard içinden: "işte Chelan'ın işi! dedi. Onda Protestanlığa kaçan bir hal olduğunu kaç defa yüzüne vurdum. Hep İncil okumak, İncil'i gereğinden fazla bellemek!"
(Julien, kendisine bunun üzerine bir şey sorulmadığı halde Tekvin cildinin ve Tevrat'ın ilk beş cildinin hakikatte ne zaman yazıldıklarını da söylemişti.)
Abbe Pirard düşündü: "Tevrat, İncil üzerinde böyle, uçsuz bucaksız düşünmek insanı şahsi yoruma yani Protestanlığın en kötüsüne sürüklemez de ne yapar? Bu ihtiyatsızca bilginin yanında, o eğilimin önüne geçsin diye Kilise Babaları'nın inanışlarını da öğrense ne ise... O da yok!" Medrese müdürü Julien'e papanın nüfuzu, hükmü üzerine de birkaç şey sordu, eski Gallikan kilisesinin koyduğu kuralları söyleyecek sanıyordu; fakat Julien M. de Maistre'ın kitabını baştan aşağı adeta ezbere okuyuverince Abbe Pirard büsbütün şaştı.
"Şu Chelan da ne acayip adam? O kitabı buna alay etsin diye mi göstermiş?"
M. de Maistre'ın akidesine sahiden inanıp inanmadığını anlamak için Julien'in ağzını çok aradı ama para etmedi. Delikanlı düşündüğünü değil, bellediğini söylüyordu. Artık Julien cidden parlak cevaplar veriyor, kendine hâkim olduğunu hissediyordu. Uzun bir sınavdan sonra kendisine M. Pirard'in gösterdiği sertliği bir yapmacık saymağa başladı. Doğrusu M. Pirard, on beş yıldır din bilgisi öğrettiği gençlere karşı asık bir yüz göstermeği kendisine düstur edinmiş olmasaydı, kalkıp Julien'i mantık hatırı için kucaklardı, onun cevaplarını son derece açık ve seçik görmüştü. İçinden: "İşte atılgan ve sağlam bir kafa, dedi, ne yazık ki corpus debile (vücut çürük)."
Juline'e yer gösterdi ve artık Fransızca konuşarak sordu:
– Sizin böyle düşmeniz her vakit olur mu?
– Hayatımda ilk olarak başıma geldi; kapıcının yüzü beni ürkütmüştü de...
Julien bu sebebi ileri sürerken bir çocuk gibi kızardı. Abbe Pirard adeta gülümsedi:
– İşte dünyanın boş şatafatlarının sonu; siz hiç şüphesiz güler yüzlere alıştınız ama güler yüz bir yalan tiyatrosundan başka nedir ki? Hakikat ağırbaşlıdır, monsieur. Bizim bu geçici dünyadaki işimiz de ağırbaşlılık isteyen ağır bir iş değil mi? Dışarının boş güzellikleriyle fazla ilgilenmek yok mu? Bu tehlikeden kendinizi ne kadar korursanız o derece iyi olur.
Abbe Pirard yine Lâtince konuşmaya başladı (bundan pek hazzettiği belli idi):
– Sizi bana M. Chelan gibi bir adam göndermeseydi ben size, pek alışık olduğunuz o boş dünya dili ile söz söylerdim. Ruhban okuluna büsbütün parasız alınmanız dünyanın en güç işidir bilesiniz. Fakat Abbe Chelan, otuz altı yıl din uğrunda çalıştıktan sonra o okula bir genci parasız aldıramazsa hakkı gözetilmemiş olur.
Bu sözlerden sonra Abbe Pirard Julien'e, kendi rızası olmadan hiçbir gizli tarikate girmemesini tembihledi. Julien, onurlu bir adamın gönül açıklığı ile konuştu:
– Size şerefim üzerine söz veriyorum.
Ruhban okulunun müdürü ilk defa olarak gülümsedi:
– Bu sözün yeri burası yeri değildir, dedi; o söz kibarlar âleminin insanlarının, kendilerine birçok kabahat, hatta cinayet işleten şereflerini fazla hatırlatıyor. Siz mukaddes babamız Beşinci Pius'un Unam ecclesiam diye başlayan emirnamesinin on sekizinci fıkrasında söylendiği gibi itaatle borçlusunuz. Ben sizin rahiplikte amirinizim!.. Bu binada duymak, aziz evladım, itaat etmek demektir. Kaç paranız var?
Julien: "İşte geldik, dedi, aziz evladım demesi bunun içinmiş."
– Otuz beş frank, aziz babam.
– O parayı nereye harcarsanız birer birer yazın, sizden hesap sorarım.
Bu zahmetli konuşma üç saat sürmüştü; Julien kapıcıyı çağırdı; Abbe Pirard ona:
– Julien Sorel'i alın, 103. odaya götürün.
Büyük bir mükâfat olarak Julien'e yalnız başına bir oda veriyordu.
– Sandığını da götürün, dedi.
Julien gözlerini eğdi ve sandığını da karşısında gördü; üç saattir kendi sandığı olduğunu anlamamıştı. En üst katta sekiz ayak kare bir odacık olan 103 numaraya varınca Julien pencerenin tabyalara baktığını gördü. Ta ötede de, Doubs'un şehirden ayırdığı güzel ova gözüküyordu.
Julien: "Ne de güzel manzara!" dedi. Kendi kendine böyle söylenirken bu kelimelerin nasıl bir duygudan doğduğunu pek de anlamıyordu. Besançon'da geçirdiği şu kısa zaman içinde duyduğu şiddetli heyecanlar takatini tüketmişti. Pencerenin yanına, odada bulunan biricik tahta iskemleye oturdu ve hemen derin bir uykuya daldı. Yemek çanını da, gece duası çanını da duymadı; onu unutmuşlardı.
Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla uyandığında vakit, bir de baktı ki kuru yerde yatıyor.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro