Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 25: Ruhban Okulu

83 san­tim­den 336 öğ­le ye­me­ği, 38 san­tim­den 336 ak­şam ye­me­ği, sa­bah kah­val­tı­sın­da çi­ko­la­ta­lı süt iç­me­si­ne lü­zum gös­te­ri­len­le­re çi­ko­la­ta­lı süt; böy­le bir iş in­sa­na ne bı­ra­kır?

Be­san­çon'un Va­le­nod'su

Uzak­tan, ka­pı­nın üs­tün­de yal­dız­lı de­mir ha­çı gör­dü; bir sü­re son­ra da ya­vaş ya­vaş yak­laş­tı; ayak­la­rı san­ki ge­ri ge­ri gi­di­yor­du. "De­mek ki bir gi­rin­ce bir da­ha çı­ka­ma­ya­ca­ğım ce­hen­nem iş­te bu­ra­sı" de­mek­ten ken­di­ni ala­ma­dı. So­nun­da di­şi­ni sı­kıp ka­pı­yı çal­dı. Zi­lin se­si, ıs­sız bir yer­dey­miş gi­bi çın­la­dı. On da­ki­ka son­ra so­luk be­niz­li, si­yah el­bi­se­li bir adam ge­lip ka­pı­yı aç­tı. Ju­li­en ona bak­tı ve göz­le­ri­ni ye­re eğ­di. Bu ka­pı­cı­nın tu­haf bir yü­zü var­dı. Pat­lak ye­şil göz­le­ri­nin be­be­ği, ke­di gö­zü gi­bi bü­yü­yüp da­ra­lı­yor­du. Göz ka­pak­la­rı­nın ha­re­ket­siz du­ran çev­re­si bu adam­la dost­lu­ğun im­kân­sız ol­du­ğu­nu gös­te­ri­yor­du. İn­ce du­dak­la­rı, diş­lek ağ­zı üs­tün­de bir ya­rım dai­re mey­da­na ge­ti­ri­yor­du. Doğ­ru­su bu, adam öl­dü­re­cek bir in­san çeh­re­si de­ğil­di am­ma tam bir his­siz­lik gös­te­ri­yor­du; bu da genç­le­ri da­ha çok ür­per­ten bir şey­dir. Ju­li­en ona ace­ley­le şöy­le bir bak­mış­tı ve on­da gö­re­bil­di­ği bi­ri­cik his, ken­di­si­ne söz edi­le­bi­le­cek ve ah­ret­le ili­şi­ği ol­ma­yan her şe­ye kar­şı te­mel­li bir ha­fif­se­me duy­gu­su ol­du.

Ju­li­en göz­le­ri­ni güç kal­dır­dı ve kalp çar­pın­tı­sı­nın tit­rek­leş­tir­di­ği bir ses­le, ruh­ban oku­lu mü­dü­rü M. Pi­rard ile ko­nuş­mak is­te­di­ği­ni an­lat­tı. Ka­ra adam hiç se­si­ni çı­kar­ma­dı ve Ju­li­en'e, ar­dı sı­ra yü­rü­me­si­ni göz­le­riy­le işa­ret et­ti.

Eğ­ri büğ­rü ba­sa­mak­la­rı du­va­ra de­ğil de öbür ya­na ken­di­ni ver­miş, yı­kı­la­cak­mış gi­bi du­ran bir mer­di­ven­den iki kat çık­tı­lar. Üze­rin­de ka­ra bo­ya­lı bir tah­ta me­zar­lık ha­çı ası­lı bir kü­çük ka­pı­yı zor­la aç­tı­lar. Ka­pı­cı Ju­li­en'i ka­ran­lık ve ba­sık bir oda­ya sok­tu. Du­var­la­ra be­yaz ba­da­na ya­pıl­mışt; ası­lı du­ran iki tab­lo­yu da, za­man ka­rart­mış­tı. Ora­da Ju­li­en bir ba­şı­na kal­dı; ağ­la­ma­ğa ce­sa­ret et­se içi açı­la­cak­tı. Bü­tün bi­na­da san­ki bir ölüm ses­siz­li­ği var­dı.

Ju­li­en'e bir gün gi­bi ge­len on beş da­ki­ka geç­ti; o kor­kunç su­rat­lı ka­pı­cı, oda­nın öbür ucun­da bir ka­pı­da gö­zük­tü ve sö­ze te­nez­zül et­mek­si­zin Ju­li­en'e yü­rü­me­si­ni işa­ret et­ti. Da­ha bü­yük ve çok az ay­dın­la­tıl­mış bir oda­ya gir­di­ler. Bu oda­nın du­var­la­rı ba­da­na­lıy­dı ama eş­ya­sı yok­tu. Yal­nız ka­pı­nın ya­nın­da bir kö­şe­de, ge­çer­ken Ju­li­en'in gö­zü­ne bir ah­şap kar­yo­la, iki ha­sır san­dal­ye ile çam tah­ta­sın­dan yas­tık­sız bir kol­tuk iliş­ti. Oda­nın öbür ucun­da, cam­la­rı sa­rar­mış, ba­kım­sız sak­sı­lar­la süs­len­miş bir pen­ce­re­nin ya­nın­da, ma­sa ba­şı­na otur­muş, ar­ka­sı­na yır­tık pır­tık bir cüb­be giy­miş bir adam gör­dü; öf­ke­li bir ha­li var­dı ve önün­de­ki dört kö­şe kâ­ğıt­la­rın bi­ri­ni bı­ra­kıp bi­ri­ni alı­yor, bir şey­ler ya­zı­yor­du.

San­ki Ju­li­en'in gir­di­ği­ni gör­me­miş­ti. Ju­li­en, oda­nın or­ta­sın­da, de­min ka­pı­yı ka­pa­ta­rak çı­kan ka­pı­cı­nın bı­rak­tı­ğı yer­de, ha­re­ket­siz du­ra­kal­mış­tı. Böy­le­ce on da­ki­ka ka­dar geç­ti; kö­tü gi­yim­li adam hâ­lâ ya­zı­yor­du. Ju­li­en'in he­ye­ca­nı ve kor­ku­su o de­re­ce­ye var­mış­tı ki dü­şü­ve­re­ce­ği­ni sa­nı­yor­du. Bu ha­li bir fi­lo­zof gör­se: "Ya­ra­tı­lı­şı, gü­ze­li sev­mek olan bir ru­ha çir­kin­lik iş­te böy­le do­ku­nur" di­ye­bi­lir ve böy­le de­mek­le bel­ki de ya­nı­lır­dı.

Ya­zı yaz­mak­ta olan adam ba­şı­nı şöy­le bir kal­dır­dı; Ju­li­en an­cak bi­raz son­ra bu­nu fark et­ti, gör­dük­ten son­ra bi­le, ken­di­si­ne çev­ri­len o kor­kunç ba­kış­la öle­si­ye, ya­ra­lan­mış gi­bi yi­ne ha­re­ket­siz kal­dı. Ka­rar­mış göz­le­ri kır­mı­zı le­ke­ler­le kap­lı uzun bir su­ra­tı ha­yal me­yal fark ede­bi­li­yor­du. Yal­nız bir ölü al­nı gi­bi bem­be­yaz alın­da bu le­ke­ler yok­tu. Kı­zıl ya­nak­lar­la uçuk alın or­ta­sın­da en yü­rek­li­yi bi­le ür­per­te­cek bir çift ka­ra, kü­çü­cük göz par­lı­yor­du. Bu al­nın ge­niş çev­re­si­ni sık, düz ve kuz­gu­nî saç­lar kap­la­mış­tı.

En so­nun­da adam sa­bır­sız­la­nıp söy­len­di:

– Bi­raz yak­laş­sa­nız!

Ju­li­en uta­na sı­kı­la iler­le­di; yı­ğı­lı­ve­re­cek gi­bi idi; ha­ya­tın­da bu ka­dar sa­rar­ma­mış­tı.Üs­tü kâ­ğıt do­lu o dört kö­şe ah­şap ma­sa­nın iki üç adım be­ri­sin­de dur­du.

– Da­ha ya­kın ge­lin!

Ju­li­en, bir şe­ye da­yan­mak is­ter gi­bi eli­ni uza­ta­rak bi­raz da­ha iler­le­di.

– Adı­nız?

– Ju­li­en So­rel.

He­rif, Ju­li­en'e yi­ne o ür­per­ten göz­le­ri­ni di­kip:

– Hay­li ge­cik­ti­niz, de­di.

Ju­li­en o ba­kış­la­ra da­ya­na­ma­dı; tu­tun­mak is­ter gi­bi eli­ni uzat­tı ve boy­lu bo­yun­ca ye­re ka­pak­lan­dı.

Adam zi­le bas­tı. Ju­li­en'in yal­nız göz­le­ri gör­mez ol­muş ve ha­re­ket gü­cü ke­sil­miş­ti; yak­la­şan ayak ses­le­ri­ni duy­du. Ge­lip onu kal­dır­dı­lar, tah­ta kol­tu­ğa oturt­tu­lar. O kor­kunç adam ka­pı­cı­ya:

– Sa­ra­lı ola­cak; ba­şı­mız­da bir bu ek­sik­ti! di­yor­du.

Ju­li­en göz­le­ri­ni aça­bil­di­ğin­de kı­zıl su­rat­lı ada­mın yi­ne ya­zı yaz­mak­ta ol­du­ğu­nu gör­dü; ka­pı­cı or­ta­dan kay­bol­muş­tu. Ju­li­en için­den: "Ce­sa­ret gös­ter­me­li, he­le şim­di his­set­ti­ği­mi bel­li et­me­me­li­yim." O an­da mi­de­sin­de şid­det­li bir bu­lan­tı­sı var­dı. "Ba­şı­ma bir ka­za ge­lir­se kim bi­lir son­ra ne der­ler?". So­nun­da adam ya­zı­sı­nı bı­rak­tı ve Ju­li­en'e yan yan ba­ka­rak sor­du:

– Şim­di ba­na ce­vap ve­re­cek ha­li­niz var mı?

Ju­li­en za­yıf bir ses­le:

– Evet, Mon­sie­ur, de­di.

– He­le şü­kür!

Ka­ra cüp­pe­li he­rif ya­na doğ­rul­muş ve si­nir­li si­nir­li, çam ma­sa­nın çek­me­sin­de bir mek­tup arı­yor­du. Çek­me­ce gı­cır­tıy­la açıl­dı. Mek­tu­bu bul­du, tek­rar ye­ri­ne otur­du ve Ju­li­en'e, ka­lan bir par­ça­cık ca­nı­nı da al­mak is­ter­miş gi­bi ba­ka­rak:

– Si­zi ba­na M. Che­lan tav­si­ye edi­yor, bu pis­ko­pos­lu­ğun en iyi "cu­re"si o idi, otuz yıl­lık dos­tum­dur, onun ka­dar iyi, te­miz adam gör­me­dim de­sem ya­lan ol­maz.

Za­val­lı Ju­li­en, se­si tit­re­ye tit­re­ye:

– De­mek M. Pi­rard'ın kar­şı­sın­da ol­mak onu­ru­na eri­şi­yo­rum, de­di.

Med­re­se mü­dü­rü ya­rı öf­ke, ya­rı alay­la ka­rı­şık bir ba­kış­la sü­züp:

– Öy­le ol­sa ge­rek!

Kü­çük göz­le­ri­nin pa­rıl­tı­sı bir kat da­ha art­tı; du­dak­la­rı­nın ya­nın­da­ki ada­le­le­ri de ken­di­li­ğin­den bir bir çe­kil­di. Şim­di o, av­la­dı­ğı hay­va­nı na­sıl par­ça­la­yıp yi­ye­ce­ği­ni zevk­le dü­şü­nen bir kap­la­nı an­dı­rı­yor­du. Ken­di ken­di­ne söy­le­nir gi­bi:

– Che­lan'ım mek­tu­bu kı­sa, de­di. In­tel­li­gen­ti pau­ca: Bu za­man­da ne ka­dar kı­sa ya­zar­san o ka­dar iyi.

Son­ra da yük­sek ses­le oku­du:

"Si­ze bi­zim pa­ro­is­se'tan Ju­li­en So­rel'i gön­de­ri­yo­rum, onu ben vaf­tiz ede­li yak­la­şık yir­mi yıl olu­yor; ba­ba­sı zen­gin bir ke­res­te­ci­dir ama oğ­lu­na pa­ra ver­mez. Ju­li­en, Tan­rı ba­ğın­da ken­di­ni gös­te­re­cek bir iş­çi ola­cak­tır. Ha­fı­za­sı, ze­kâ­sı kıt de­ğil­dir, dü­şün­ce­si de ye­rin­de­dir. He­ve­si ge­çi­ci mi­dir, gö­nül­den mi­dir?"

Ab­be Pi­rard, Ju­li­en'e ba­kıp şa­şır­mış gi­bi bir ta­vır­la ce­vap ver­di:

– Gö­nül­den!

Ba­kış­la­rı ise şim­di, de­min­ki ka­dar in­san­lık­tan, mer­ha­met­ten uzak de­ğil­di. Se­si­ni ha­fif­le­tip bir ke­re da­ha: "Gö­nül­den!" de­di ve yi­ne mek­tu­bu oku­ma­ğa baş­la­dı:

"Ju­li­en'i ruh­ban oku­lu­na, pa­ra­sız al­ma­nı­zı ri­ca edi­yo­rum; ge­rek­li olan sı­nav­la­rı ge­çi­rip bu iyi­li­ğe layık ol­du­ğu­nu gös­te­rir. Ben ona bi­raz din bil­gi­si öğ­ret­tim, Bos­su­et­le­rin, Ar­na­ud­la­rın, Fle­ury­le­rin yo­lun­da di­ni­mi­zi öğ­ret­tim. Siz işi­ni­ze uy­gun bul­maz­sa­nız, ge­ri gön­de­rin. Di­len­ci­ler ba­kı­me­vi yö­ne­ti­ci­si, ço­cuk­la­rı­na eği­ti­ci­lik yap­ma­sı için yıl­da se­kiz yüz frank ve­ri­yor. Be­ni so­rar­sa­nız hamd ol­sun iyi­yim, ba­şı­ma inen yum­ru­ğa alış­ma­ya ça­lı­şı­yo­rum."

Ab­be Pi­rard im­za­ya gel­di­ğin­de se­si­ni büs­bü­tün ha­fif­let­ti ve Che­lan adı­nı iç çe­ker gi­bi oku­du.

– O ra­hat, de­di; ger­çek­ten bu mü­kâ­fa­ta layık­tı; he­men Tan­rı ba­na da na­sip et­sin!

Göz­le­ri­ni gö­ğe kal­dı­rıp is­tav­roz çı­kar­dı. Bu di­nî ha­re­ke­ti gö­rün­ce Ju­li­en, bu bi­na­ya gir­di­ğin­den be­ri tüy­le­ri di­ken di­ken eden o de­rin ür­per­me­nin azal­dı­ğı­nı his­set­ti.

Ab­be Pi­rard bi­raz dur­duk­tan son­ra sert­çe fakat kö­tü­lük gös­ter­me­yen bir ta­vır­la:

– Bu­ra­da pa­paz­lı­ğa, o kut­sal yo­la gir­me­ğe ça­lı­şan üç yüz yir­mi bir ki­şi var; bun­lar­dan an­cak ye­di­si, se­ki­zi ba­na Ab­be Che­lan gi­bi kim­se­ler­ce sa­lık ve­ril­miş­tir; de­mek ki siz bu üç yüz yir­mi bir için­de do­ku­zun­cu ola­cak­sı­nız. Fa­kat be­nim ko­ru­mam ve kol­la­mam ne bir yüz ver­me­dir, ne de bir za­af; da­ha çok dik­kat ede­ce­ği­mi ve kö­tü hal­le­ri­ni­zi da­ha sert­lik­le ce­za­lan­dı­ra­ca­ğı­mı gös­te­rir. Ha­di şu ka­pı­yı ki­lit­le­yin.

Ju­li­en yü­rü­mek için ken­di­ni sık­tı ve bu se­fer düş­me­den yü­rü­ye­bil­di. Ka­pı­nın ya­nın­da­ki pen­ce­re­den kır­la­rın gö­zük­tü­ğü­nü fark et­ti. Ağaç­la­ra bak­tı; san­ki es­ki bir dost gör­müş gi­bi içi açıl­dı. Dö­nün­ce Ab­be Pi­rard ona sor­du:

Lo­qu­eris­ne lin­gu­am la­ti­nam? (Lâ­tin­ce bi­lir mi­sin?)

– İta, pa­ter op­ti­me (evet, pek iyi ba­bam).

Ju­li­en bi­raz ken­di­ne gel­miş­ti. Pa­ter op­ti­me de­me­si­ne bak­ma­yın, ya­rım sa­at­tir M. Pi­rard'a iyi di­ye de­ğil, kö­tü­le­rin kö­tü­sü di­ye ba­kı­yor­du.

Hep Lâ­tin­ce ko­nuş­tu­lar. Ab­be'nin ba­kış­la­rın­da bir tat­lı­lık be­li­ri­yor, Ju­li­en de sü­kûn bu­lu­yor­du. "Ben de onun böy­le er­dem­li bir adam gi­bi gö­zük­me­si­ne kan­mak­la ço­cuk­luk edi­yo­rum! di­ye dü­şün­dü; bu adam da M. Mas­lon gi­bi da­la­ve­re­ci­nin bi­ri ola­cak." Ju­li­en, pa­ra­sı­nın he­men he­men hep­si­ni çiz­me­le­ri­ne sak­la­dı­ğı­nı ha­tır­la­yın­ca içi ra­hat­la­dı.

Ab­be Pi­rard Ju­li­en'i din bil­gi­sin­den im­ti­ha­na çek­ti, onun bil­gi­si­nin de­rin­li­ği­ni gö­rün­ce hay­ret et­ti. He­le İn­cil'den sor­ma­ğa baş­la­yın­ca da­ha çok şaş­tı. Fa­kat Ki­li­se Ba­ba­la­rı'nın inanç­la­rı­na ge­çin­ce gör­dü ki Ju­li­en Sa­int Je­ro­me'un, Sa­int Au­gus­tin'in, Sa­int Bo­na­ven­tu­re'ün, Sa­int Ba­si­le'in, da­ha bir­çok­la­rı­nın adı­nı bi­le duy­ma­mış.

Ab­be Pi­rard için­den: "iş­te Che­lan'ın işi! de­di. On­da Pro­tes­tan­lı­ğa ka­çan bir hal ol­du­ğu­nu kaç de­fa yü­zü­ne vur­dum. Hep İn­cil oku­mak, İn­cil'i ge­re­ğin­den faz­la bel­le­mek!"

(Ju­li­en, ken­di­si­ne bu­nun üze­ri­ne bir şey so­rul­ma­dı­ğı hal­de Tek­vin cil­di­nin ve Tev­rat'ın ilk beş cil­di­nin ha­ki­kat­te ne za­man ya­zıl­dık­la­rı­nı da söy­le­miş­ti.)

Ab­be Pi­rard dü­şün­dü: "Tev­rat, İn­cil üze­rin­de böy­le, uç­suz bu­cak­sız dü­şün­mek in­sa­nı şah­si yo­ru­ma ya­ni Pro­tes­tan­lı­ğın en kö­tü­sü­ne sü­rük­le­mez de ne ya­par? Bu ih­ti­yat­sız­ca bil­gi­nin ya­nın­da, o eği­li­min önü­ne geç­sin di­ye Ki­li­se Ba­ba­la­rı'nın ina­nış­la­rı­nı da öğ­ren­se ne ise... O da yok!" Med­re­se mü­dü­rü Ju­li­en'e pa­pa­nın nü­fu­zu, hük­mü üze­ri­ne de bir­kaç şey sor­du, es­ki Gal­li­kan ki­li­se­si­nin koy­du­ğu ku­ral­la­rı söy­le­ye­cek sa­nı­yor­du; fa­kat Ju­li­en M. de Ma­is­tre'ın ki­ta­bı­nı baş­tan aşa­ğı ade­ta ez­be­re oku­yu­ve­rin­ce Ab­be Pi­rard büs­bü­tün şaş­tı.

"Şu Che­lan da ne aca­yip adam? O ki­ta­bı bu­na alay et­sin di­ye mi gös­ter­miş?"

M. de Ma­is­tre'ın aki­de­si­ne sa­hi­den ina­nıp inan­ma­dı­ğı­nı an­la­mak için Ju­li­en'in ağ­zı­nı çok ara­dı ama pa­ra et­me­di. De­li­kan­lı dü­şün­dü­ğü­nü de­ğil, bel­le­di­ği­ni söy­lü­yor­du. Ar­tık Ju­li­en cid­den par­lak ce­vap­lar ve­ri­yor, ken­di­ne hâ­kim ol­du­ğu­nu his­se­di­yor­du. Uzun bir sı­nav­dan son­ra ken­di­si­ne M. Pi­rard'in gös­ter­di­ği sert­li­ği bir yap­ma­cık say­ma­ğa baş­la­dı. Doğ­ru­su M. Pi­rard, on beş yıl­dır din bil­gi­si öğ­ret­ti­ği genç­le­re kar­şı asık bir yüz gös­ter­me­ği ken­di­si­ne düs­tur edin­miş ol­ma­say­dı, kal­kıp Ju­li­en'i man­tık ha­tı­rı için ku­cak­lar­dı, onun ce­vap­la­rı­nı son de­re­ce açık ve se­çik gör­müş­tü. İçin­den: "İş­te atıl­gan ve sağ­lam bir ka­fa, de­di, ne ya­zık ki cor­pus de­bi­le (vü­cut çü­rük)."

Ju­li­ne'e yer gös­ter­di ve ar­tık Fran­sız­ca ko­nu­şa­rak sor­du:

– Si­zin böy­le düş­me­niz her va­kit olur mu?

– Ha­ya­tım­da ilk ola­rak ba­şı­ma gel­di; ka­pı­cı­nın yü­zü be­ni ür­küt­müş­tü de...

Ju­li­en bu se­be­bi ile­ri sü­rer­ken bir ço­cuk gi­bi kı­zar­dı. Ab­be Pi­rard ade­ta gü­lüm­se­di:

– İş­te dün­ya­nın boş şa­ta­fat­la­rı­nın so­nu; siz hiç şüp­he­siz gü­ler yüz­le­re alış­tı­nız ama gü­ler yüz bir ya­lan ti­yat­ro­sun­dan baş­ka ne­dir ki? Ha­ki­kat ağır­baş­lı­dır, mon­sie­ur. Bi­zim bu ge­çi­ci dün­ya­da­ki işi­miz de ağır­baş­lı­lık is­te­yen ağır bir iş de­ğil mi? Dı­şa­rı­nın boş gü­zel­lik­le­riy­le faz­la il­gi­len­mek yok mu? Bu teh­li­ke­den ken­di­ni­zi ne ka­dar ko­rur­sa­nız o de­re­ce iyi olur.

Ab­be Pi­rard yi­ne Lâ­tin­ce ko­nuş­ma­ya baş­la­dı (bun­dan pek haz­zet­ti­ği bel­li idi):

– Si­zi ba­na M. Che­lan gi­bi bir adam gön­der­me­sey­di ben si­ze, pek alı­şık ol­du­ğu­nuz o boş dün­ya di­li ile söz söy­ler­dim. Ruh­ban oku­lu­na büs­bü­tün pa­ra­sız alın­ma­nız dün­ya­nın en güç işi­dir bi­le­si­niz. Fa­kat Ab­be Che­lan, otuz al­tı yıl din uğ­run­da ça­lış­tık­tan son­ra o oku­la bir gen­ci pa­ra­sız al­dı­ra­maz­sa hak­kı gö­ze­til­me­miş olur.

Bu söz­ler­den son­ra Ab­be Pi­rard Ju­li­en'e, ken­di rı­za­sı ol­ma­dan hiç­bir giz­li ta­ri­ka­te gir­me­me­si­ni tem­bih­le­di. Ju­li­en, onur­lu bir ada­mın gö­nül açık­lı­ğı ile ko­nuş­tu:

– Si­ze şe­re­fim üze­ri­ne söz ve­ri­yo­rum.

Ruh­ban oku­lu­nun mü­dü­rü ilk de­fa ola­rak gü­lüm­se­di:

– Bu sö­zün ye­ri bu­ra­sı ye­ri de­ğil­dir, de­di; o söz ki­bar­lar âle­mi­nin in­san­la­rı­nın, ken­di­le­ri­ne bir­çok ka­ba­hat, hatta ci­na­yet iş­le­ten şe­ref­le­ri­ni faz­la ha­tır­la­tı­yor. Siz mu­kad­des ba­ba­mız Be­şin­ci Pi­us'un Unam ecc­le­si­am di­ye baş­la­yan emir­na­me­si­nin on se­ki­zin­ci fık­ra­sın­da söy­len­di­ği gi­bi ita­at­le borç­lu­su­nuz. Ben si­zin ra­hip­lik­te ami­ri­ni­zim!.. Bu bi­na­da duy­mak, aziz evla­dım, ita­at et­mek de­mek­tir. Kaç pa­ra­nız var?

Ju­li­en: "İş­te gel­dik, de­di, aziz evla­dım de­me­si bu­nun için­miş."

– Otuz beş frank, aziz ba­bam.

– O pa­ra­yı ne­re­ye har­car­sa­nız bi­rer bi­rer ya­zın, siz­den he­sap so­ra­rım.

Bu zah­met­li ko­nuş­ma üç sa­at sür­müş­tü; Ju­li­en ka­pı­cı­yı ça­ğır­dı; Ab­be Pi­rard ona:

– Ju­li­en So­rel'i alın, 103. oda­ya gö­tü­rün.

Bü­yük bir mü­kâ­fat ola­rak Ju­li­en'e yal­nız ba­şı­na bir oda ve­ri­yor­du.

– San­dı­ğı­nı da gö­tü­rün, de­di.

Ju­li­en göz­le­ri­ni eğ­di ve san­dı­ğı­nı da kar­şı­sın­da gör­dü; üç sa­at­tir ken­di san­dı­ğı ol­du­ğu­nu an­la­ma­mış­tı. En üst kat­ta se­kiz ayak ka­re bir oda­cık olan 103 nu­ma­ra­ya va­rın­ca Ju­li­en pen­ce­re­nin tab­ya­la­ra bak­tı­ğı­nı gör­dü. Ta öte­de de, Do­ubs'un şe­hir­den ayır­dı­ğı gü­zel ova gö­zü­kü­yor­du.

Ju­li­en: "Ne de gü­zel man­za­ra!" de­di. Ken­di ken­di­ne böy­le söy­le­nir­ken bu ke­li­me­le­rin na­sıl bir duy­gu­dan doğ­du­ğu­nu pek de an­la­mı­yor­du. Be­san­çon'da ge­çir­di­ği şu kı­sa za­man için­de duy­du­ğu şid­det­li he­ye­can­lar ta­ka­ti­ni tü­ket­miş­ti. Pen­ce­re­nin ya­nı­na, oda­da bu­lu­nan bi­ri­cik tah­ta is­kem­le­ye otur­du ve he­men de­rin bir uy­ku­ya dal­dı. Ye­mek ça­nı­nı da, ge­ce dua­sı ça­nı­nı da duy­ma­dı; onu unut­muş­lar­dı.

Er­te­si gün sa­ba­hın ilk ışık­la­rıy­la uyan­dı­ğın­da va­kit, bir de bak­tı ki ku­ru yer­de ya­tı­yor.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro