Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 24: Strasburg

Ey gönül kamaşması! Sende aşkın bütün kuvveti, üzüntüyü duymak kudreti var. Onlar var da aşkın içe ferah veren zevkleri, tatlı hazlarını vermek elinden gelmiyor. Onun uyumasını seyrediyor, seyrediyor da: "Meleklerinkine benzer güzelliği, tatlı zaaflarıyla hep benimdir! Tanrı'm lütfedip de onu, bir erkek kalbini açsın diye yaratmış; işte o bu haliyle benim emrimde" diyemiyorum.

SCHIL­LER

Stras­burg'da se­kiz gün kal­ma­ya mec­bur olan Ju­li­en as­ker­ce şan, za­fer, özü­nü va­ta­na kur­ban et­mek dü­şün­ce­le­riy­le gö­nül avut­tu. şık mıy­dı? Bu­nu bil­mi­yor­du, an­cak bur­ku­lan gön­lün­de Mat­hil­de'in sal­ta­nat sür­dü­ğü­nü, bah­ti­yar­lı­ğı­nın an­cak onun elin­de ol­du­ğu­nu se­zi­yor, ha­ya­lin­de hep onu bu­lu­yor­du. Umut­suz­lu­ğa düş­me­me­si­ni ya­ra­tı­lı­şın­da­ki bü­yük kuv­ve­te borç­lu idi. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le ile bir ili­şi­ği bu­lun­ma­yan her­han­gi bir şe­yi dü­şün­mek, ona ka­fa yor­mak bir tür­lü elin­den gel­mi­yor­du. Vak­tiy­le yük­sel­mek he­ve­si, el âlem için­de kol­tuk­la­rı­nı ka­bar­tan ufak te­fek ba­şa­rı­lar, kal­bin­de Ma­da­me de Re­nal'in uyan­dır­dı­ğı his­le­ri avu­ta­bi­li­yor­du. Mat­hil­de ise ona her şe­yi unut­tur­muş­tu; şim­di Ju­li­en, ge­le­cek gün­le­ri­ni ha­yal eder­ken bi­le yi­ne hep onun­la, Mat­hil­de ile kar­şı­la­şı­yor­du.

Ju­li­en, ge­le­cek gün­le­rin­de de, her ne iş tu­tar­sa tut­sun, ba­şa­ra­bil­mek umu­du kal­ma­mış­tı. Ver­rie­res'de iken mağ­rur, ki­bir­li di­ye ta­nı­dı­ğı­mız bu de­li­kan­lı, son de­re­ce­ye var­mış gü­lünç bir al­çak­gö­nül­lü­lü­ğe ka­pıl­mış­tı.

Da­ha üç gün ön­ce Ab­be Cas­ta­ne­de'i ke­yif­le öl­dü­re­bi­lir­di; Stras­burg'da ise bir ço­cuk ge­lip onun­la kav­ga çı­kar­mak is­te­se, hak­kın var di­ye ona bo­yun eğe­cek bir hal­de idi. Ha­ya­tın­da kar­şı­laş­tı­ğı ha­sım­la­rı, düş­man­la­rı ha­tır­la­dık­ça her iş­te, her va­kit ken­di­si­ni hak­sız çı­ka­rı­yor­du. Es­ki­den ile­ri­yi dai­ma par­lak ba­şa­rı­lar­la be­zen­miş gös­te­ren o kud­ret­li ha­ya­li, şim­di aman bil­mez bir düş­ma­nı ol­muş­tu.

Yol­cu­luk ha­ya­tı­nın yal­nız­lı­ğı, ha­ya­lin her şe­yi ka­rart­mak gü­cü­nü bir kat da­ha ar­tı­rı­yor­du. Bir dost bul­sa, bir ha­zi­ne bul­muş gi­bi ola­cak­tı. Ama, di­yor­du, yer­yü­zün­de be­nim için çar­pan bir kalp var mı­dır ki? Bir dos­tum ol­sa bi­le şe­re­fim ba­na, ölün­ce­ye dek kim­se­ye açıl­ma­ma­yı em­ret­mi­yor mu?

At bin­miş, dert­li dert­li Kehl ci­va­rın­da do­la­şı­yor­du; Kehl, Rhin Ir­ma­ğı bo­yun­da, De­sa­ix ile Go­uvi­on Sa­intCyr sa­ye­sin­de adı ta­ri­he geç­miş kü­çük bir ka­sa­ba­dır. Bir Al­man köy­lü­sü ona Rhin ır­ma­ğı­nın, o bü­yük ge­ne­ral­le­rin yi­ğit­li­ği sa­ye­sin­de nam al­mış ada­cık­la­rı­nı, çay­la­rı­nı, yol­la­rı­nı gös­te­ri­yor­du. Ju­li­en atın diz­gi­ni­ni sol eli­ne al­mış sağ eliy­le de Ma­re­şal Sa­intCyr'in Hâ­tı­ra­lar'ın­da­ki o gü­zel ha­ri­ta­yı aç­mış, ba­kı­yor­du. Bir­den­bi­re et­ra­fı çın­la­tan bir kah­ka­ha du­yup ba­şı­nı kal­dır­dı.

Bu, bir­kaç ay ön­ce Lon­dra'da ta­nış­tı­ğı, ken­di­si­ne bö­bür­len­me­nin baş­lı­ca ku­ral­la­rı­nı öğ­ret­miş olan Prens Ko­ra­soff idi. O bü­yük hü­ne­rin âda­bın­dan şaş­ma­yan Ko­ra­soff, Stras­burg'a da­ha bir sa­at ön­ce var­mış, 1796 mu­ha­sa­ra­sı üze­ri­ne de bir sa­tır ya­zı bi­le oku­ma­mış ol­du­ğu hal­de, Ju­li­en'e her şe­yi an­lat­ma­ya baş­la­dı. Ko­ra­soff'un düş­tü­ğü ko­ca ko­ca ha­ta­la­rı fark ede­cek ka­dar Fran­sız­ca bi­len Al­man köy­lü­sü, şaş­mış ba­kı­yor­du. Ju­li­en'in dü­şün­ce­le­ri, köy­lü­nün­ki­ler­den çok baş­ka idi; onun ba­kış­la­rın­da da hay­ret var­dı ama bu, de­li­kan­lı­nın ata bin­mek­te­ki za­ra­fe­ti­ne hay­ran­lık­tan ge­li­yor­du.

İçin­den, bah­ti­yar adam! di­yor­du. Pan­to­lo­nu ne de çok ya­raş­mış! Saç­la­rı da ne za­rif ke­sil­miş! Ah! ben de onun gi­bi zen­gin ol­say­dım bel­ki Mat­hil­de, ben­den nef­ret et­mez, ba­na kin bağ­la­maz­dı.

Ko­ra­soff, Kehl ku­şat­ma­sı­nı an­la­tıp bi­tir­dik­ten son­ra Ju­li­en'e:

– Siz Trap­pe ma­nas­tı­rı pa­paz­la­rı­nı an­dı­rı­yor­su­nuz, de­di; ben si­ze Lon­dra'da ağır­baş­lı, so­murt­kan gö­zük­me­li­si­niz de­dim ama bu ka­dar da de­ğil. Böy­le ke­der­li gi­bi dur­mak iyi gö­rül­mez; içi­niz sı­kı­lı­yor­muş gi­bi dur­ma­lı. Ke­der­li olun­ca bir ek­si­ği­niz var, bir işe gi­riş­miş­si­niz de ba­şa­ra­ma­mış­sı­nız de­mek­tir.

Ke­der­li dur­mak, ken­di­ni­zi kü­çük gös­ter­mek olur. İçi­niz sı­kı­lı­yor­muş gi­bi bir hal ta­kın­dı­nız mı, ho­şu­nu­za git­me­ye bo­şu­na uğ­raş­mış adam kü­çük dü­şer. Pe­kâ­lâ tak­dir eder­si­niz ki, dos­tum, iki­si­nin ara­sın­da çok bü­yük fark var­dır, ya­nıl­ma­ya gel­mez.

Ju­li­en, ken­di­le­ri­ne ağ­zı açık ba­ka­ka­lan köy­lü­ye bir beş frank­lık at­tı.

Ko­ra­soff:

– İyi, de­di, bu ha­re­ke­ti­niz­de bir hoş hal, şöy­le asil­ce bir hor bak­ma var!

Atı­nı dört­na­la sür­dü. Ju­li­en, ah­mak­ça bir hay­ran­lı­ğa ka­pıl­mış, pe­şin­den gi­di­yor­du.

Ah! ben de böy­le ol­say­dım, Mat­hil­de Cro­ise­no­is'yı ba­na ter­cih et­mez­di! Ko­ra­soff'un gü­lünç ha­re­ket­le­ri­ni ak­liy­le kö­tü bu­lu­yor ama yi­ne de, on­la­ra hay­ran ol­ma­dı­ğı için ken­di ken­di­ni ha­fif­si­yor, o huy­la­rın ken­di­sin­de de bu­lun­ma­ma­sı­nı bir baht­sız­lık sa­yı­yor­du. Bir in­san ken­di ken­din­den an­cak bu ka­dar iğ­re­ne­bi­lir.

Stras­burg'a gi­rer­ken Ko­ra­soff onu hâ­lâ ke­der­li gö­rün­ce:

– Val­la­hi, dos­tum, de­di, si­zin­le ar­ka­daş­lık hiç de ke­yif­li de­ğil; bü­tün pa­ra­nı­zı mı kay­bet­ti­niz? Bir oyun­cu kı­za gö­nül mü ver­di­niz? Ne ol­du?

Rus­lar, Fran­sız âdet­le­ri­ni tak­lit eder­ler ama dai­ma el­li yıl ge­ri­den ge­lir­ler. On­lar şim­di, XV. Lou­is as­rı­nı ya­şa­mak­ta­dır­lar. Aşk üze­ri­ne edi­len bu şa­ka­lar Ju­li­en'in göz­le­ri­ni ya­şart­tı. Bir­den­bi­re için­den: "Ben bu se­vim­li ada­ma akıl da­nış­sam san­ki ne çı­kar?" de­di. Son­ra Ko­ra­soff'a:

– İyi an­la­dı­nız dos­tum, de­di, be­ni Stras­burg'da bu hal­de gör­me­niz gön­lü­mü kap­tı­rıp da yüz bul­ma­dı­ğım, baş­tan sa­vul­du­ğum için­dir. Ci­var şe­hir­ler­den bi­rin­de otu­ran ga­yet gü­zel bir ka­dın be­ni üç gün ateş­le sev­dik­ten son­ra bı­rak­tı git­ti; böy­le de­ği­şi­ver­me­si be­ni öl­dü­rü­yor.

Prin­ce Ko­ra­soff'a Mat­hil­de'in et­tik­le­ri­ni, hu­yu­nu, adı­nı de­ğiş­ti­re­rek, an­lat­ma­ya baş­la­dı. Ko­ra­soff:

– Ye­ter, de­di; si­ze tam dok­to­ru­nu­zu bul­du­ğu­nu­zu is­pat için bı­ra­kın da hi­kâ­ye­yi ben ta­mam­la­ya­yım, ba­kın iyi an­la­ma­mış mı­yım? O ta­ze­nin ko­ca­sı ga­yet zen­gin bir adam­dır; ya­hut ki ken­di­si, ka­dın, mem­le­ke­tin en asil so­yun­dan­dır. Her­hal­de övü­ne­cek bir şe­yi var.

Ju­li­en ba­şı­nı sal­la­dı, söz söy­le­me­ğe di­li var­mı­yor­du.

Prens:

– Pe­kâ­lâ, de­di, si­zin için ga­yet­le acı üç ilâ­cım var, bun­la­ra va­kit ge­çir­me­den baş­vur­ma­lı.

Bir: Her gün gi­dip Ma­da­me ... adı ne idi?

– Ma­da­me de Du­bo­is.

Prens kah­ka­ha­yı ko­yu­ver­di:

– Aman ne ad! Af­fe­der­si­niz, si­zin için kim bi­lir ne em­sal­siz bir ad­dır. Ma­da­me de Du­bo­is'yı her gün gör­mek lazım; hem onun kar­şı­sın­da öy­le ke­der­li, gü­ce­nik dur­ma­ya­cak­sı­nız; ya­şa­dı­ğı­nız as­rın ken­di­ne baş ku­ral bil­di­ği şe­yi ak­lı­nız­dan çı­kar­ma­yın. Her­kes si­zi na­sıl gö­re­ce­ği­ni sa­nı­yor­sa siz onun ak­si hal­de ol­ma­lı­sı­nız. O ba­ya­nın lü­tuf­la­rı­na er­me­den se­kiz gün ön­ce na­sıl idiy­se­niz yi­ne de öy­le imiş­si­niz gi­bi gö­zü­kün.

Ju­li­en umut­suz­luk ile:

– Ah! de­di, o za­man ben ra­hat­tım, ona acı­dı­ğı­mı sa­nı­yor­dum...

Prin­ce, dün­ya ku­ru­la­lı be­ri tek­rar edi­le­ge­len ben­zet­me­den çe­kin­me­di:

Du­bo­is, Fran­sa'da en yay­gın soy ad­la­rın­dan­dır; asil­lik gös­te­ren "de" ile bir­leş­me­si cid­den çok gü­lünç­tür.

– Per­va­ne ka­na­dı­nı mum­da ya­kar...

Son­ra da de­vam et­ti:

– Bir: onu her gün gö­rür­sü­nüz; İki: onun çev­re­sin­den bir ka­dı­na il­ti­fat­lar ede­cek­si­niz ama şöy­le âşık ol­muş gi­bi gö­zük­me­ye­cek­si­niz; an­la­şı­lı­yor mu? Giz­le­me­ye ge­rek yok, oy­na­ya­ca­ğı­nız rol çok zor­dur; ya­lan­cık­tan iş gö­re­cek­si­niz ama o hal­le­rin ya­lan­cık­tan ol­du­ğu an­la­şı­lır­sa yan­dı­ğı­nı­zın res­mi­dir.

Ju­li­en ke­der­li ke­der­li:

– O çok akıl­lı, ben­se hiç de­ği­lim! Mah­vol­dum! de­di.

– Ha­yır, ha­yır; yal­nız siz be­nim san­dı­ğım­dan da âşık­mış­sı­nız. Al­lah'ın yar­dı­mı, ya faz­la asil­li­ği, ya faz­la pa­ra­sı olan bü­tün ka­dın­lar gi­bi Ma­da­me de Du­bo­is da ken­di ken­di­siy­le pek meş­gul. Si­ze ba­ka­ca­ğı­na ken­di­ne ba­kı­yor, de­mek ki si­zi ta­nı­mı­yor. İki üç de­fa si­zi is­ti­fa­de et­ti­re­cek aşk buh­ran­la­rı ge­çir­miş di­yor­su­nuz ya! On­la­rı da ha­ya­li­ni zor­la­ya­rak tat­mış ol­ma­lı, si­zi ol­du­ğu­nuz gi­bi de­ğil, ha­ya­lin­de ya­şat­tı­ğı kah­ra­man ha­lin­de gör­müş­tür.

Ama, azi­zim, bun­lar aş­kın ilk ders­le­ri sa­yı­lır; siz bu işin bu ka­dar da ace­mi­si mi­si­niz He­le şu ma­ğa­za­ya bir gi­re­lim, ba­kın çok gü­zel bir si­yah ya­ka, san­ki Bur­ling­tons­tre­e'te­ki John An­der­son'un elin­den çık­mış; siz ha­tı­rım için bo­ğa­zı­nız­da­ki o çir­kin ipi atın da bu­nu alın.

Stras­burg'un en iyi kur­de­lâ­cı­sı­nın dük­kâ­nın­dan çık­tık­tan son­ra Prin­ce Ko­ra­soff:

– Si­zin Ma­da­me de Du­bo­is kim­ler­le dü­şer kal­kar? Ma­da­me de Du­bo­is! Aman, aman Ya­rab­bi! ne tu­haf ad! Kız­ma­yın, dos­tum, gül­me­mek elim­de de­ğil... Şim­di si­zin han­gi ka­dı­na il­ti­fa­tı­nız ola­cak?

– Son de­re­ce zen­gin bir ço­rap­çı­nın kı­zı­na; ahlaka son de­re­ce bağ­lı, mu­ta­as­sıp­tır. Göz­le­ri­nin dün­ya­da eşi bu­lun­maz, be­nim de ho­şu­ma gi­di­yor; hiç şüp­he­siz mem­le­ke­tin en ile­ri ge­len kı­zı. Fa­kat bü­tün bu bü­yük­lük­le­ri­ne rağ­men, ya­nın­da ti­ca­ret, dük­kân sö­zü et­ti­niz mi, kı­za­rıp afal­la­yı­ve­rir. Ak­si­li­ğe de ba­kın, ba­ba­sı Stras­burg'un en ta­nın­mış tüc­car­la­rın­dan­mış.

Prin­ce Ko­ra­soff gü­le­rek:

– De­mek ki, de­di, söz ma­ri­fet'ten açı­lın­ca si­zin gü­zel ba­yan si­zi de­ğil, fab­ri­ka­sı­nı dü­şü­nür. Bu gü­lünç huy Hı­zır gi­bi im­da­dı­mı­za ye­ti­şe­cek; onun o gü­zel göz­le­ri­ne ba­kıp de­li­lik et­me­ni­zi ön­ler. Bu işi ba­şa­ra­ca­ğı­mız­dan hiç şüp­he­niz ol­ma­sın.

Ju­li­en'in ak­lı­na Ma­re­şal de Fer­va­qu­es'ın ka­rı­sı gel­miş­ti. La Mo­le ko­na­ğın­da sık sık gö­rü­nen bu ka­dın bir ec­ne­biy­di, ma­re­şal onu ölü­mün­den bir yıl ön­ce al­mış­tı. Ma­da­me de Fer­va­qu­es'ın ha­yat­ta bü­tün ga­ye­si, bir fab­ri­ka­cı kı­zı ol­du­ğu­nu unut­tur­mak­tı; Pa­ris'te ken­di­ne bir iş ol­sun di­ye, if­fet, fa­zi­let tas­la­yan­la­rın ba­şı­na geç­miş­ti.

Ju­li­en, Prin­ce Ko­ra­soff'a gö­nül­den hay­ran­dı: onun gü­lünç huy­la­rı­nı edi­ne­bil­mek için ne­le­re kat­lan­maz­dı! İki dost uzun uzun ko­nuş­tu; Ko­ra­soff'un ağ­zı ku­lak­la­rı­na va­rı­yor­du. Ken­di­ni hiç­bir Fran­sı­za bu ka­dar uzun za­man din­le­te­bil­di­ği ol­ma­mış­tı.

Pek se­vin­miş, için­den: He­le şü­kür, di­yor­du, ho­ca­la­rı­ma ders ve­re­cek, on­la­ra bu ders­le­ri din­le­te­cek ha­le var­mı­şım!

Ju­li­en'e bel­ki onun­cu de­fa ola­rak tek­rar et­ti:

– An­la­şıl­dı! Ma­da­me de Du­bo­is'nın ya­nın­da, Stras­burg­lu ço­rap tüc­ca­rı­nın gü­zel kı­zı ile ko­nu­şur­ken bir par­ça­cık ol­sun ateş­li bir sev­gi gös­te­ril­me­ye­cek. Mek­tup­la­rı­nız­da ise bi­lâ­kis ya­kı­cı bir aşk bu­lun­ma­lı. Öze­ni­le be­ze­ni­le ya­zı­lı bir aşk mek­tu­bu al­mak, if­fet tas­la­yan bir kız için zevk­le­rin en bü­yü­ğü­dür; bir an oyu­nu bı­ra­kıp din­len­miş olur, gön­lü­nü din­le­me­ye ce­sa­ret eder; gün­de iki mek­tup ya­zar­sı­nız.

Ju­li­en, ko­lu ka­na­dı kı­rıl­mış:

– Bu­nu hiç mi, hiç ya­pa­mam, di­yor­du; üç ta­ne ci­ci­li bi­ci­li cüm­le­ler­le bir mek­tup yaz­ma­ya kalk­mak­tan­sa ha­va­na ko­nup dö­vül­me­ye ra­zı­yım; ben can­lı bir ce­na­ze­yim, dos­tum, ar­tık ben­den bir şey bek­le­me­yin. Bı­ra­kın, ben yo­lun ke­na­rın­da ölüp gi­de­yim.

– Si­ze ci­ci­li bi­ci­li cüm­le­ler ya­zın di­yen ol­du mu? Be­nim yol çan­tam­da el ya­zı­sıy­la, bel­ki al­tı cilt tu­tar aşk mek­tu­bu var. Her tür­lü huy­da ka­dın için mek­tup bu­lu­nur. Ka­lisky, Rich­mon­la­Ter­ras­se'ta, bi­lir­si­niz ha­ni Lon­dra'dan üç fer­sah öte­de­ki ka­sa­ba­da, bü­tün İn­gil­te­re'nin en gü­zel qua­ker kı­zı­na sev­gi sö­zü et­me­miş mi?

Ju­li­en sa­ba­hın sa­at iki­sin­de dos­tun­dan ay­rı­lır­ken üzün­tü­sü azal­mış­tı.

Er­te­si gü­nü Prin­ce Ko­ra­soff bir ya­zı­cı ge­tirt­ti; iki gün son­ra da Ju­li­en'e, gü­zel kız­la­rın en ya­ma­nı­na, en dert­li if­fet tas­la­ya­nı­na gön­de­ri­le­bi­le­cek el­li üç mek­tup ver­di. Ju­li­en'e:

– Bu mek­tup­lar el­li dört ta­ne de­ğil, çün­kü Ka­lisk is­te­di­ği­ne ere­me­miş, ko­vul­muş, de­di; ama ço­rap­çı­nın kı­zın­dan kö­tü mu­ame­le gö­rür­se­niz si­ze ne? Siz an­cak Ma­da­me de Du­bo­is'ya te­si­ri ol­sun di­ye uğ­ra­şa­cak­sı­nız.

Her gün ata bi­ni­yor­lar­dı: Prens Ko­ra­soff, Ju­li­en için çıl­dı­rı­yor­du. Ona bir­den­bi­re bağ­la­dı­ğı bu dost­lu­ğu gös­ter­mek için ne ya­pa­ca­ğı­nı bil­mi­yor­du; o ka­dar ki Mos­ko­va'nın en zen­gin kız­la­rın­dan bi­ri am­ca­sı kı­zı­nı ona ver­me­ye kalk­tı.

– Ev­len­dik­ten son­ra da, bir yan­dan ben tor­pil ya­pa­rım, bir yan­dan da bu göğ­sü­nüz­de­ki ni­şa­nın yar­dı­mı olur, iki yı­la kal­maz al­bay­lı­ğa ka­dar yük­se­lir­si­niz.

– Ama ben le­gi­on d'hon­ne­ur ni­şa­nı­nı Na­pol­yon'dan al­ma­dım ki! Ben­de ni­şa­nın o ka­dar kıy­met­li­si ne ge­zer!

– Za­ra­rı yok, ni­şa­nı icat eden Na­pol­yon ya! ye­ti­şir. Av­ru­pa'da ni­şan­la­rın en de­ğer­li­si yi­ne bu­dur; di­ğer­le­ri bu­nun ya­nın­da hiç ka­lır.

Ju­li­en az kal­dı ra­zı ola­cak­tı; ama gö­re­vi onu o bü­yük za­tın ya­nı­na ça­ğı­rı­yor­du. Ko­ra­soff'tan ay­rı­lır­ken mek­tup ya­za­ca­ğı­na söz ver­di. Gö­tür­dü­ğü giz­li no­ta­nın ce­va­bı­nı alıp he­men Pa­ris yo­lu­nu tut­tu. Prin­ce Ko­ra­soff'tan ay­rı­lıp yal­nız ka­la­lı da­ha iki gün geç­me­miş­ti ki Fran­sa'dan, Mat­hil­de'den uzak­laş­mak ona dün­ya­nın en bü­yük iş­ken­ce­si gi­bi gö­zük­me­ye baş­la­dı. Ko­ra­soff'un tek­lif et­ti­ği zen­gin kı­zı al­mam ama onun ver­di­ği öğüt­le­ri tu­ta­ca­ğım.

O bil­mez mi? Ka­dın, kız av­la­ma­ğı o bil­me­ye­cek de kim bi­le­cek? On beş yıl­dır işi gü­cü bu; şim­di otu­zun­da, on be­şin­de baş­la­mış. Doğ­ru­su ze­ki de­ğil de­ne­mez; in­ce adam, ted­bir­li, kur­naz adam. O ya­ra­tı­lış­ta ada­mın coş­kun­lu­ğa, şi­i­re ka­pıl­ma­sı­na im­kân yok­tur ka­dın tel­la­lı; da­ha iyi ya! al­dan­mı­yor de­mek.

De­di­ği­ni din­le­me­li, Ma­da­me de Fer­va­qu­es'a tat­lı söz­ler söy­le­me­li.

Bel­ki bi­raz içim sı­kı­lır ama, onun o gü­zel göz­le­ri­ne ba­ka­rım. O göz­ler be­ni dün­ya­da en çok sev­miş olan göz­le­re ne ka­dar da ben­zi­yor!

Fran­sız de­ğil; onun hu­yu­nu, ta­bi­atı­nı da bir in­ce­le­miş olu­ruz.

Ben de­li gi­bi­yim, san­ki su­ya bat­mış bo­ğu­lu­yo­rum; böy­le za­man­da bur­nu­mun di­ki­ne iş gör­mek ol­maz, bir dos­tun öğüt­le­ri­ne ku­lak ver­me­li.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro