Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 24: Bir Başşehir

Bu ne gü­rül­tü! İş pe­şin­de ko­şan ne de çok adam var­mış!

Yir­mi ya­şın­da bir de­li­kan­lı ka­fa­sın­da ge­le­cek için

bu ka­dar çok ta­sav­vur, aş­ka kar­şı bu ka­dar al­dı­rış­sız­lık olur mu?

Bar­na­ve

So­nun­da ta öte­de bir da­ğın üze­rin­de ka­ra du­var­lar gör­dü; bu, Be­san­çon ka­le­si idi. İçi­ni çe­ke­rek: "Ben bu yü­ce harp şeh­ri­ne, onu düş­man­dan ko­ru­mak için gön­de­ri­len alay­la­rın bi­rin­de bir teğ­men ola­rak gel­sey­dim be­nim için ne ka­dar da baş­ka olur­du!"

Be­san­çon, Fran­sa'nın en gü­zel adam çok bu­lu­nur. Ama Ju­li­en yok­sul köy­lü­nün bi­ri idi, öy­le kim­se­ler­le ta­nış­mak fır­sa­tı­nı bu­la­ma­dı.

Fo­uqu­e'den bir ta­kım el­bi­se al­mış­tı, şeh­re bu­nun­la gir­di. 1674 ku­şat­ma­sı­nın ta­ri­hi­ni me­rak edip iyi­ce öğ­ren­miş ve san­ki ya­şa­mış­tı. Gi­dip ruh­ban oku­lu­na ka­pan­ma­dan ön­ce tab­ya­lar­la ka­le­yi bir gez­mek is­te­di. İki üç de­fa az kal­dı nö­bet­çi­ler onu tu­tuk­la­ya­cak­lar­dı. İs­tih­kâm su­bay­la­rı­nın yıl­da on dört on beş frank­lık ku­ru ot sa­ta­bil­mek için hal­kın do­laş­ma­sı­nı ya­sak et­ti­ği yer­le­re gi­ri­yor­du.

Sur­la­rın yük­sek­li­ği, hen­dek­le­rin de­rin­li­ği, top­la­rın o iç ür­per­ten du­ru­şuy­la bir­kaç sa­at oya­lan­dık­tan son­ra ay­rı­lıp şeh­re yol­lan­dı, ana cad­de­de bü­yük kah­ve­nin önün­den geç­ti. Hay­ran hay­ran du­rak­la­dı; iki ko­ca ka­pı­nın üze­rin­de iri iri harf­ler­le "kah­ve" ke­li­me­si­ni gö­rü­yor da yi­ne göz­le­ri­ne ina­na­mı­yor­du. Çe­kin­gen­li­ğin­den kur­tul­mak is­te­di; ce­sa­ret edip içe­ri dal­dı. Bu­ra­sı otuz kırk adım uzun­lu­ğun­da, ta­va­nı, yer­den hiç ol­maz­sa yir­mi ayak yük­sek bir sa­lon­du. O gün Ju­li­en için her şey bir si­hir dün­ya­sı­nı an­dı­rı­yor­du. İki bi­lar­do ma­sa­sı ba­şın­da oyun­cu­lar var­dı. Gar­son­lar her­ke­sin sa­yı­sı­nı ba­ğı­rı­yor, oyun­cu­lar dört ta­ra­fı se­yir­ci­ler­le ku­şa­tıl­mış ma­sa­la­rı dö­nüp du­ru­yor­du. Her­ke­sin ağ­zın­dan bu­ram bu­ram tü­ten du­man, ma­vi bir bu­lut ha­li­ni al­mış­tı. Bu adam­la­rın iri ya­pı­la­rı, ha­fif kam­bur­laş­mış omuz­la­rı, ağır ağır yü­rü­yüş­le­ri, ko­ca ko­ca fa­vo­ri­le­ri, sırt­la­rı­na giy­dik­le­ri re­din­got­lar, her şey­le­ri ve her hal­le­ri Ju­li­en'in dik­ka­ti­ni çe­ki­yor­du. Ka­dîm Bi­son­ti­um'un bu soy­lu ço­cuk­la­rı, ba­ğır­ma­dan ko­nu­şa­mı­yor, kor­kunç bi­rer sa­vaş­çı tav­rı ta­kı­nı­yor­lar­dı. Ju­li­en, ol­du­ğu yer­de kal­mış, hay­ran hay­ran ba­kı­yor­du; Be­san­çon gi­bi bü­yük bir baş­ken­tin ge­niş­li­ği ve gör­ke­mi­ni dü­şü­nüp du­ru­yor­du. Bi­lar­do ba­şın­da sa­yı­la­rı ba­ğı­ran o ba­kış­la­rı gu­rur­lu bay­la­rın bi­ri­ni ça­ğı­rıp bir fin­can kah­ve ıs­mar­la­ma­ya di­li var­ma­dı.

Ka­sa­da otu­ran kü­çük ha­nım, kol­tu­ğun­da kü­çük pa­ke­ti ile so­ba­nın ya­nın­da dur­muş, kra­lın gü­zel be­yaz al­çı­dan büs­tü­ne ba­kan o genç köy­lü­yü fark et­miş­ti. Ge­liş­miş bir Franc­he­Com­te gü­ze­li olan bu kız, bir kah­ve­nin de­ğe­ri­ni ar­tı­ra­cak en­dam­da ve gi­yim­de idi; yal­nız Ju­li­en'in duy­ma­sı­nı is­te­yen ya­vaş bir ses­le iki de­fa: "Mon­sie­ur! Mon­sie­ur!" de­di. Ju­li­en dö­nün­ce, pek şef­kat­le ba­kan iki iri ma­vi göz­le kar­şı­laş­tı ve ken­di­si­ne ses­le­nil­di­ği­ni an­la­dı. Der­hal ka­sa­ya doğ­ru iler­le­di; san­ki düş­ma­na atı­lır gi­bi bir ha­li var­dı. Bu tez dav­ra­nı­şın­dan ötü­rü, kol­tu­ğun­da­ki pa­ke­ti dü­şür­dü. He­nüz on be­şin­de kah­ve­ye çe­ki­li dü­zen­li gir­me­si­ni bi­len Pa­ris mek­tep­li­le­ri kim bi­lir bi­zim bu köy­lü­yü ne ka­dar za­val­lı bu­lur­lar? Şu ka­dar ki on be­şin­de ki­bar ki­bar­cık olan o ço­cuk­lar on se­ki­zin­de ba­ya­ğı­la­şı­ve­rir. Taş­ra­da gö­rü­len o ih­ti­ras­lı çe­kin­gen­lik ise, ken­di­ni yen­me­nin bir yo­lu­nu bul­du mu, in­sa­na is­te­me­nin ne ol­du­ğu­nu öğ­re­tir. Ken­di­ne lüt­fe­dip söz söy­le­yen o gü­zel kı­za doğ­ru gi­der­ken Ju­li­en için­den: "Ona işin as­lı­nı söy­le­me­li­yim!" de­di; çe­kin­gen­li­ği­ni yen­me­ğe uğ­ra­şa uğ­ra­şa ade­ta yi­ğit­leş­miş­ti.

– Ma­da­me, ben öm­rü ha­ya­tım­da ilk de­fa ola­rak Be­san­çon'a ge­li­yo­rum; pa­ra­sıy­la bi­raz ek­mek­le bir fin­can kah­ve is­ti­yor­dum.

Kız gü­lüm­se­di, son­ra kı­zar­dı; bu ya­kı­şık­lı de­li­kan­lı­nın, bi­lar­do oyun­cu­la­rı­nın kü­çüm­se­yen ba­kı­şı­na, ala­yı­na uğ­ra­ma­sın­dan kor­ku­yor­du. Son­ra ür­ker, bir da­ha bu­ra­ya ayak bas­maz. Sa­lo­na doğ­ru iler­le­yen ma­un ko­ca ka­sa­nın ya­nın­da, giz­li bir ma­sa gös­te­rip:

– Şu­ra­ya, ya­nı­ma otu­run, di­ye­rek bu­yur et­ti.

Ka­sa­dan aşa­ğı doğ­ru uza­nıp bo­yu­nun po­su­nun gü­zel­li­ği­ni gös­ter­di. Ju­li­en bu­nu fark et­ti; bü­tün dü­şün­ce­le­ri de­ği­şi­ver­di. Gü­zel kız ge­lip onun önü­ne bir fin­can, şe­ker ve bir fran­ca­la koy­du. Kah­ve için gar­so­na ses­len­mek is­te­mi­yor, gar­son ge­lin­ce ar­tık Ju­li­en ile baş­ba­şa ka­la­ma­ya­ca­ğı­nı bi­li­yor­du. Ju­li­en, dü­şün­ce­li dü­şün­ce­li, kı­za ba­kı­yor, onun sa­rı­şın ve ne­şe­li gü­zel­li­ği­ni, içi­ni pe­ri­şan eden ha­tı­ra­lar­la kar­sı­laş­tı­rı­yor­du. Ken­di­si­nin de ne den­li se­vil­di­ği­ni dü­şün­mek, çe­kin­gen­li­ği­ni he­men he­men ta­ma­mıy­la gi­der­di. Gü­zel kız an­cak bir an du­ra­bi­le­cek­ti; Ju­li­en'in göz­le­ri­nin içi­ne bak­tı.

– Pi­po du­ma­nı da si­zi ök­sür­tür, ya­rın kah­val­tı­ya sa­at se­kiz ol­ma­dan ge­lin; o va­kit bu­ra­da ben­den baş­ka kim­se­cik­ler bu­lun­maz.

Ju­li­en, is­te­ği­ne eriş­miş çe­kin­gen­ler­de gö­rü­len o ok­şa­yı­cı gü­lüm­se­me ile sor­du:

– Adı­nız ne?

– Aman­da Bi­net.

– Si­ze ya­rım sa­at son­ra bu kü­çük pa­ket ka­dar bir pa­ket gön­der­me­me mü­saa­de eder mi­si­niz?

Gü­zel Aman­da bi­raz dü­şün­dü.

– Be­ni bu­ra­da sı­kı­yor­lar; bu söy­le­di­ği­niz be­ni güç du­ru­ma dü­şü­rür; ama ben si­ze ad­re­si­mi bir kar­ta ya­zıp ve­re­yim, siz pa­ke­te o kar­tı ta­kar, gön­de­ri­ve­rir­si­niz.

– Be­nim adım da Ju­li­en So­rel'dir. Be­san­çon'da so­yum so­pum da yok­tur, bil­di­ğim de...

Aman­da ne­şe­li ne­şe­li:

– An­la­dım, an­la­dım, de­di, siz bu­ra­ya hu­kuk oku­lu­na gir­me­ye gel­di­niz.

Ju­li­en iç çek­ti:

– Ne ge­zer? Ruh­ban oku­lu­na gir­me­ğe gel­dim.

Aman­da'nın o gü­ler yü­zü o an­da ke­der­le­ni­ver­di; gar­so­nu ça­ğır­dı; ar­tık bu­na ce­sa­ret ede­bi­li­yor­du. Gar­son, fin­ca­na kah­ve kor­ken Ju­li­en'in yü­zü­ne bak­ma­dı bi­le. Aman­da ka­sa­da pa­ra alı­yor­du; söz söy­le­ye­bil­miş ol­mak Ju­li­en'in kol­tuk­la­rı­nı ka­bart­mış­tı; bi­lar­do ma­sa­la­rı­nın bi­rin­de kav­ga çık­tı. Oyun­cu­la­rın bağ­rış­ma­la­rı, bir­bi­ri­nin söz­le­ri­ni ya­lan­la­ma­ya ça­lış­ma­la­rı ko­ca sa­lo­nu güm güm in­le­ti­yor­du. Bu gü­rül­tü Ju­li­en'i şa­şırt­tı. Aman­da bir hül­ya­ya dal­mış gi­bi göz­le­ri­ni eğ­miş­ti. Ju­li­en ona bir­den­bi­re:

– Ma­de­mo­isel­le, de­di, is­ter­se­niz ben am­ca­nı­zın oğ­lu ol­du­ğu­mu söy­le­rim.

Onun bu buy­ruk ve­rir gi­bi ha­li Aman­da'nın ho­şu­na git­ti, için­den: "Bu de­li­kan­lı öy­le pı­sı­rı­ğın bi­ri de­ğil!" de­di. Ka­sa­ya yak­la­şan olup ol­ma­dı­ğı­na bak­tı­ğı için göz­le­ri­ni çe­vir­me­den ça­buk ça­buk:

– Ben Di­jön ta­ra­fın­dan Gen­lis'li­yim; siz de Gen­lis'ten, an­ne­min so­yun­dan ol­du­ğu­nu­zu söy­ler­si­niz.

– Pe­ki, öy­le de­rim.

– Ya­zın per­şem­be gün­le­ri, ak­şam üs­tü ruh­ban oku­lu öğ­ren­ci­le­ri bu kah­ve­nin önün­den ge­çer.

– Ben ge­çer­ken, siz de be­ni dü­şü­nür­se­niz, eli­ni­ze bir de­met me­nek­şe alın.

Aman­da ona şaş­kın­lık­la bak­tı; kı­zın bu ba­kı­şı Ju­li­en'in ce­sa­re­ti­ne bir per­va­sız­lık ha­li ver­di; ama yi­ne de: "Ben si­zi en şid­det­li bir aşk­la sev­di­ği­mi his­se­di­yo­rum!" der­ken kıp­kır­mı­zı ke­sil­di.

Kız ürk­müş bir ses­le uyar­dı:

– Ya­vaş söy­le­se­ni­ze!

Ju­li­en Vergy'de an­cak bir cil­di­ni bu­la­bi­lip oku­du­ğu la Nou­vel­le He­loi­se'den bir­kaç cüm­le ha­tır­la­ma­ğa ça­lı­şı­yor­du. Ez­ber­ci­lik gü­cü im­da­dı­na ye­tiş­ti; on da­ki­ka, bel­ki da­ha faz­la, Ma­de­mo­isel­le Aman­da'ya la Nou­vel­le He­loi­se'den öğ­re­nil­miş cüm­le­ler­le aşk, sev­da sö­zü et­ti; fa­kat Franc­he­Com­te­li dil­ber bir­den­bi­re cid­di­le­şi­ver­di. Kah­ve­nin önün­den dost­la­rın­dan bi­ri ge­çi­yor­du.

O adam içe­ri gir­di ve omuz­la­rı ön­de, ıs­lık ça­la­rak ka­sa­ya doğ­ru yü­rü­dü; Ju­li­en'e bir bak­tı. Her işin bü­yü­yüp aza­ca­ğı­nı sa­nan Ju­li­en he­men dü­el­lo­yu ak­lı­na ge­tir­di. Sap­sa­rı ke­sil­di, fin­ca­nı öte­ye it­ti, ken­di­ne gü­ve­nir bir ta­vır ta­kın­dı ve ra­ki­bi­ni süz­me­ğe baş­la­dı. Fa­kat ra­ki­bi ba­şı­nı eğ­miş, tez­gâh ba­şın­da iç­ki içi­yor­du; Aman­da he­men bir ba­kı­şı ile Ju­li­en'e göz­le­ri­ni eğ­me­si­ni em­ret­ti. Ju­li­en söz din­le­di ve iki da­ki­ka ye­rin­de kı­mıl­dan­ma­dan dur­du, ben­zi uçuk­tu, ira­de­si­ne hâ­kim bir ha­li var­dı. Bu işin ne­ye va­ra­ca­ğı­nı ta­sar­la­dı­ğı bel­li idi; doğ­ru­su o an­da pek gü­zel­di. Ra­ki­bi, Ju­li­en'in ba­kış­la­rı­na şaş­mış­tı; ka­de­hi­ni bir yu­dum­da bo­şalt­tı, Aman­da'ya bir şey­ler söy­le­di, el­le­ri­ni bol re­din­go­tu­nun yan cep­le­ri­ne sok­tu, ıs­lık ça­la­rak ve Ju­li­en'e ba­ka­rak bi­lar­do ma­sa­la­rın­dan bi­ri­nin ba­şı­na git­ti. Ju­li­en öf­key­le ye­rin­den fır­la­dı; fa­kat şöy­le tam küs­tah­ça bir ha­ka­re­tin na­sıl edil­di­ği­ni bil­mi­yor­du. Pa­ke­ti­ni bı­rak­tı ve elin­den gel­di­ğin­ce sa­lı­na­rak bi­lar­do ma­sa­sı­na doğ­ru yü­rü­dü.

Ted­bir ona için­den: "Be­san­çon'a ge­lir gel­mez böy­le ba­şı­na bir dü­el­lo çı­ka­rır­san ar­tık ra­hip­lik­ten umu­du­nu kes­me­li­sin!" di­ye­dur­sun, o:

– Ne ya­pa­lım? di­yor­du, bir küs­ta­hın ter­bi­ye­si­ni ver­mek­ten ka­ça­cak mı­yım?

Aman­da onun ta­vır­la­rın­da­ki, dav­ra­nış­la­rın­da­ki ap­tal­lı­ğa hiç de uy­ma­yan ce­sa­re­ti­ni gör­dü; bir an­da onu için­den, o re­din­got­lu de­li­kan­lı­ya ter­cih et­ti. Aya­ğa kalk­tı ve san­ki so­kak­tan ge­çen bi­ri­ni kol­lu­yor­muş gi­bi dı­şa­rı ba­ka­rak gel­di, bi­lar­do ma­sa­sı ile Ju­li­en'in ara­sı­na gir­di.

– Aman o ada­ma yan ba­ka­yım de­me­yin, o be­nim eniş­tem.

– Ba­na ne? O ba­na ba­kar­ken iyi mi!

– Siz be­ni fe­lâ­ke­te at­mak mı is­ti­yor­su­nuz? Evet, o si­ze bak­tı ve bel­ki bi­raz­dan ge­lip si­zin­le ko­nuş­mak da is­te­ye­cek. Ben ona si­zin için an­ne­min ak­ra­ba­la­rın­dan­dır, Gen­lis'den ge­li­yor de­dim. O, Franc­lı­eCom­te­li­dir ve Bo­ur­gog­ne yo­lun­da De­le'den öte­ye geç­me­miş­tir. Siz ona kork­ma­dan is­te­di­ği­ni­zi söy­le­yin, ina­nır.

Ju­li­en da­ha te­red­düt edi­yor­du; ama Aman­da, tez­gâh ba­şın­da otur­ma­ğa alış­mış ka­dın­la­rın ha­yal kuv­ve­ti ile bol bol ya­lan­lar uy­du­ra­rak:

– Evet, de­di, si­ze bak­tı ama ba­na si­zin kim ol­du­ğu­nu­zu so­rar­ken bak­tı; o her­ke­se kar­şı öy­le den­siz­lik eder, yok­sa si­ze ha­ka­re­ti ak­lın­dan ge­çir­me­di.

Ju­li­en, Ma­de­mo­isel­le Aman­da'nın eniş­tem de­di­ği ada­mın uzak­tan oy­na­nan "pou­le" oyu­nu­na gir­mek için bir bi­let al­dı­ğı­nı gör­dü ve gür se­siy­le et­ra­fı teh­dit eder gi­bi: "Ben, ben ya­pa­rım!" di­ye ba­ğır­dı­ğı­nı duy­du. He­men Ma­de­mo­isel­le Aman­da'yı itip bi­lar­do­ya doğ­ru bir adım at­tı. Aman­da onu ko­lun­dan tu­tup:

– He­le siz ön­ce ge­lip kah­ve pa­ra­sı­nı ve­rin!

Ju­li­en: "Hak­lı de­di, pa­ra­yı ver­me­den gi­de­ce­ğim­den kor­ku­yor!" di­ye dü­şün­dü. Aman­da da onun ka­dar he­ye­can için­de ve kıp­kır­mı­zı idi; pa­ra­nın üs­tü­nü müm­kün ol­du­ğun­ca ya­vaş ya­vaş ver­di; bir ta­raf­tan da ku­la­ğı­na fı­sıl­dar gi­bi:

– He­men çı­kıp git­mez­se­niz si­zi sev­mem; oy­sa si­zi ne ka­dar çok se­vi­yo­rum! di­yor­du.

Ju­li­en çık­tı fa­kat ağır çık­tı, için­den: "Be­nim gi­dip o ka­ba he­ri­fe ıs­lık ça­la­rak bak­mam boy­nu­ma borç de­ğil mi­dir?" di­ye tek­rar edip du­ru­yor­du. Bu­na bir ce­vap bu­la­ma­dı­ğı için bir sa­at cad­de­de, kah­ve­nin önün­de, o ada­mı bek­le­di; çık­ma­dı­ğı­nı gö­rün­ce ken­di de uzak­la­şıp git­ti.

Be­san­çon'a va­ra­lı da­ha bir­kaç sa­at geç­me­miş ama o ken­di­ne bir iç üzün­tü­sü edin­miş­ti. Vak­tiy­le yaş­lı baş ope­ra­tör, dam­la ağ­rı­la­rı çe­ke çe­ke ona bir­kaç es­krim der­si ver­miş­ti. Ju­li­en'in öf­ke­si­ne ha­yır um­du­ğu bil­gi­si bu ka­dar­cık­tı. Ama bu sı­kın­tı da onun için bir şey de­ğil­di, asıl kö­tü­sü, to­kat­tan baş­ka bir ha­ka­ret ça­re­si bu­la­mı­yor­du. İş da­ya­ğa bi­nin­ce de iri ya­rı bir adam olan ra­ki­bi onu bir te­miz dö­ver, son­ra da bı­ra­kıp gi­der­di.

Ju­li­en ken­di ken­di­ne: "Be­nim gi­bi kim­se­siz, pa­ra­sız bir za­val­lı için ha ruh­ban oku­lu ha med­re­se, ha ha­pis­ha­ne! di­yor­du; he­le şu sır­tım­da­ki el­bi­se­le­ri bir ha­na bı­ra­kıp da re­din­go­tu­mu bir gi­ye­yim. Bir­kaç sa­at okul­dan ay­rıl­mak ka­bil olun­ca yi­ne bun­la­rı gi­yip ge­lir, Ma­de­mo­isel­le Aman­da'yı gö­rü­rüm." Bu ak­la uyar bir dü­şün­ce idi; ama Ju­li­en şeh­rin bü­tün han­la­rı önün­den ge­çi­yor, hiç bi­ri­ne gi­re­mi­yor­du. So­nun­da Am­bas­sa­de­ur ote­li önün­den ikin­ci ge­çi­şin­de en­di­şe­li göz­le­ri, da­ha genç­çe, ya­nak­la­rı al al, tav­rın­dan mem­nun­luk ve ne­şe akan şiş­man bir ka­dı­nın göz­le­ri ile kar­şı­laş­tı. Onun ya­nı­na git­ti ve ha­li­ni an­lat­tı.

Ote­lin sa­hi­bi olan ka­dın:

– Ni­çin ol­ma­sın, be­nim gü­zel Ab­be­'ci­ğim, de­di, ben si­zin şe­hir­de gi­ye­ce­ği­niz el­bi­se­le­ri sak­lar, sık sık da fır­ça­lat­tı­rı­rım. Bu za­man­da çu­ha el­bi­se­ler, el değ­me­den bı­ra­kıl­ma­ğa gel­mi­yor.

Bir anah­tar al­dı ve Ju­li­en'i bir oda­ya gö­tü­rüp bı­ra­ka­ca­ğı şey­le­ri bir kâ­ğı­da yaz­ma­sı­nı söy­le­di.

Ju­li­en işi­ni bi­ti­rip de mut­fa­ğa inin­ce şiş­man ka­dın:

– Böy­le ne gü­zel olu­yor­su­nuz M. l'ab­be So­rel, de­di; si­ze iyi bir ye­mek ha­zır­la­ta­yım; her­ke­se el­li me­te­lik ama si­zin için yal­nız yir­mi; ne ya­pa­lım, si­zin ke­se­ci­ği­ni­zi de gö­zet­mek ge­rek!.

Ju­li­en ade­ta kol­tuk­la­rı­nı ka­bar­ta­rak ko­nuş­tu:

– Be­nim on al­tı­nım var!

Otel­ci ka­dın te­lâş­la:

– Aman ya­vaş söy­le­yin, de­di, Be­san­çon'da it, ko­puk ek­sik ol­maz. O pa­ra­yı si­zin eli­niz­den ka­par­lar da ru­hu­nuz bi­le duy­maz. He­le kah­ve­le­re hiç gir­me­yin, ora­lar­da hep kö­tü he­rif­ler do­la­şır.

Bu sö­zü du­yun­ca dü­şün­ce­ye da­lan Ju­li­en:

– Ya? de­di.

– Siz hep bu­ra­ya ge­lin, si­ze iyi kah­ve yap­tı­rı­rım. Ak­lı­nız­dan çı­kar­ma­yın, bu­ra­da her va­kit bir dost ve yir­mi me­te­li­ğe bir ye­mek bu­la­bi­lir­si­niz; söz de­di­ğin iş­te böy­le olur. Hay­di, siz sof­ra­ya otu­run, ben ge­lip ye­me­ği­ni­zi si­ze ken­dim ye­di­ri­rim.

Ju­li­en:

– He­ye­can be­ni tı­ka­dı, ye­mek yi­ye­me­ye­ce­ğim, bu­ra­dan çı­kar çık­maz da ruh­ban oku­lu­na gi­de­ce­ğim.

Ka­dın­ca­ğız onu sa­lı­ver­me­den ön­ce cep­le­ri­ne yi­ye­cek dol­dur­du. So­nun­da Ju­li­en o müt­hiş ruh­ban oku­lu­na doğ­ru yol­lan­dı; otel­ci ka­dın, ka­pı­nın üze­rin­den, ona yo­lu gös­ter­di.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro