Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 23: Rahipler, Ormanlar, Hürriyet

Her var­lı­ğın ilk ya­sa­sı, ken­di­ni ko­ru­mak, ya­şa­mak­tır.

Siz bal­dı­ran eki­yor, son­ra da buğ­day ye­tiş­sin is­ti­yor­su­nuz!

MAC­HI­AVEL­LI

Ağır­baş­lı zat ko­nuş­ma­sı­nı sür­dü­rü­yor, bil­di­ği gö­zü­kü­yor­du; Ju­li­en'in pek ho­şu­na gi­den tat­lı, hem de aşı­rı­lık­tan ka­çar bir be­lâ­gat­le şu bü­yük ha­ki­kat­le­ri an­la­tı­yor­du:

1. İn­gil­te­re'nin bi­zim için har­cı­ya­cak bir tek al­tı­nı bi­le yok­tur; ora­da ar­tık tu­tum ile Hu­me mo­da ol­du. Ko­yu din­dar­la­rı bi­le bi­ze pa­ra ver­mez, M. Bo­urg­ham ise bi­zim­le alay eder.

2. İn­gi­liz pa­ra­sı ol­ma­yın­ca Av­ru­pa kral­la­rı­nı bir iki sa­vaş­tan faz­la­sı­na sü­rük­le­me­ye im­kân yok­tur; kü­çük bur­ju­va sı­nı­fı­na kar­şı da iki sa­vaş yet­mez.

3. Fran­sa'da si­lâh­lı bir par­ti kur­mak lazım­dır, yok­sa Av­ru­pa'nın kral­lık esa­sı­na bağ­lı kuv­vet­le­ri o iki sa­va­şı da gö­ze al­maz.

Si­ze aşi­kâr di­ye tek­li­fe ce­sa­ret et­ti­ğim dör­dün­cü nok­ta da şu­dur:

Fran­sa'da ra­hip­ler sı­nı­fı­nın yar­dı­mı ol­mak­sı­zın si­lâh­lı bir par­ti kur­ma­ya im­kân yok­tur. Si­ze bu­nu ce­sa­ret­le söy­lü­yo­rum, bay­lar, çün­kü is­pat ede­ce­ğim. Ra­hip­ler sı­nı­fı­na her şe­yi ver­mek lazım­dır. Çün­kü ra­hip­ler sı­nı­fı işi ile ge­ce gün­düz uğ­ra­şır, ba­şın­da­ki­ler de sı­nır­la­rı­nız­dan üç yüz fer­sah öte­de, fır­tı­na­lar­dan uzak­ta yük­sek ka­bi­li­yet­le­ri olan adam­lar­dır...

Ev sa­hi­bi ba­ğır­dı:

– Ro­ma, hep Ro­ma!

Kar­di­nal sö­zü­ne gu­rur­la de­vam et­ti:

– Evet, Mon­sie­ur, Ro­ma! Si­zin genç­li­ği­niz­de mo­da olan ki­mi az, ki­mi çok hoş şa­ka­lar, alay­lar ne olur­sa ol­sun hiç çe­kin­me­den söy­le­ye­bi­li­rim ki 1830 yı­lın­da hal­ka sö­zü­nü ge­çi­re­bi­len yal­nız Ro­ma'nın buy­ru­ğun­da olan ra­hip­ler sı­nı­fı­dır.

Ön­der­le­ri­nin gös­ter­di­ği gün­ler­de el­li bin ra­hip ay­nı söz­le­ri tek­rar eder; as­ke­ri en so­nun­da ge­ne halk­tan is­te­ye­cek de­ğil mi­si­niz? O ra­hip­le­rin sö­zü hal­ka ki­bar­lar âle­mi­nin çı­kar­dı­ğı nük­te­li şi­ir­ler­den çok faz­la te­sir eder... (Kar­di­na­lin böy­le işi şah­si­ya­ta dök­me­si ho­mur­tu­la­ra se­bep ol­du.)

Kar­di­nal se­si­ni yük­sel­te­rek de­vam et­ti:

– Ra­hip­ler sı­nı­fı­nın de­ha­sı si­zin­kin­den üs­tün­dür. Fran­sa'da si­lâh­lı bir par­ti kur­mak yo­lun­da, bu can nok­ta­sı yo­lun­da ne ya­pıl­dı ise bi­zim ta­ra­fı­mız­dan ya­pıl­dı.

Kar­di­nal bu­nun üze­ri­ne va­kıa­lar say­dı: Ven­de­e'ye sek­sen bin tü­fe­ği kim gön­der­di?..vs. vs.

Ra­hip­ler sı­nı­fı­na or­man­la­rı, ko­ru­la­rı ge­ri ve­ril­me­dik­çe elin­de bir şey yok­tur. Harp pat­lar pat­la­maz ma­li­ye ba­kın adam­la­rı­na emir ve­rip cu­re'ler­den baş­ka­sı­na pa­ra kal­ma­dı­ğı­nı söy­ler. Doğ­ru­su Fran­sız­la­rın ima­nı yok­tur, har­bi de se­ver­ler. Har­bi açan kim olur­sa ol­sun, hal­kın iki ke­re da­ha gö­zü­ne gi­rer; çün­kü harp et­mek ayak ta­kı­mı­nın ta­bi­ri ile, je­sui­te'le­ri aç bı­rak­mak­tır; harp et­mek Fran­sız de­nen ki­bir kum­ku­ma­la­rı­nı, iş­le­ri­ne ya­ban­cı­nın ka­rış­ma­sı teh­di­din­den kur­tar­mak­tır.

Kar­di­na­lin söz­le­ri be­ğe­ni­li­yor­du:

– M. de Ner­val hü­kü­met­ten çe­kil­me­li, onun adı her­ke­si bo­şu­na si­nir­len­di­ri­yor.

Bu söz üze­ri­ne her­kes ye­rim­den kalk­tı, hep bir ağız­dan ko­nuş­ma­ya baş­la­dı. Ju­li­en: Be­ni yi­ne dı­şa­rı ata­cak­lar! di­ye dü­şün­dü ama akıl­lı us­lu baş­kan bi­le Ju­li­en'in ora­da ol­du­ğu­nu unut­muş­tu. Bü­tün göz­ler bir ada­ma di­kil­miş­ti; Ju­li­en de onu gö­rün­ce ta­nı­dı. Dük de Retz'in ba­lo­sun­da şöy­le uzak­tan gör­dü­ğü baş­ve­kil M. de Ner­val.

Ga­ze­te­le­rin mil­let­ve­kil­le­ri mec­li­sin­den söz eder­ken de­dik­le­ri gi­bi, kar­ga­şa son had­di­ne var­dı. An­cak on beş da­ki­ka son­ra gü­rül­tü bi­raz ya­tış­mış­tı.

M. de Ner­val aya­ğa kalk­tı, bir ha­va­ri eda­sı ta­kı­na­rak ga­rip bir ses­le:

– Ben si­ze, hü­kü­met­te ka­lıp kal­ma­ma­ya al­dı­rış et­mem di­ye­cek de­ği­lim.

Bay­lar, be­nim adı­mın, bir­çok ılım­lı­la­rı da aley­hi­mi­ze çe­vir­di­ği için ja­co­bin­le­rin kuv­ve­ti­ni ar­tır­dı­ğı ba­şı­ma ka­kı­lı­yor; ben de gön­lüm rı­za­siy­le çe­ki­li­rim; fa­kat Tan­rı'nın ne di­le­di­ği­ni bi­len kim­se­ler de bu­lu­nur.

Son­ra kar­di­na­le dik dik ba­ka­rak ilâ­ve et­ti:

– Tan­rı ba­na: Ya ka­fa­nı sa­tır al­tı­na gö­tü­re­cek, ya­hut Fran­sa­da kral­lı­ğı ye­ni­den ku­rup iki mec­li­si de, XI. Lou­is za­ma­nın­da par­lâ­men­to ne hal­de ise o ha­le in­di­re­cek­sin, de­di; bu­nu, bay­lar, ben ya­pa­ca­ğım.

Sus­tu, otur­du, çev­re­yi bü­yük bir ses­siz­lik kap­la­dı.

Ju­li­en için­den: İyi bir oyun­cu! di­ye ge­çir­di. İn­san­la­rı ol­duk­la­rın­dan faz­la akıl­lı san­mak­la, her za­man ol­du­ğu gi­bi, ya­nı­lı­yor­du. Bu de­re­ce­de he­ye­can­lı bir ak­şa­mın kav­ga­la­rı, he­le tar­tış­ma­nın ger­çek­ten sa­mi­mî ol­ma­sıy­la co­şan M. de Ner­val, ulu bir gö­re­vi ol­du­ğu­na gö­nül­den ina­nı­yor­du. Bu ada­mın bü­yük bir ce­sa­re­ti var­dı ama ak­lı yok­tu.

M. de Ner­val'in ben ya­pa­ca­ğım de­me­sin­den, o par­lak sö­zün­den son­ra et­ra­fı kap­la­yan sü­kût sı­ra­sın­da sa­at bi­ri vur­du. Ju­li­en'e saa­tin se­si va­kar­lı, âde­ta bir ölüm ha­ber ve­ri­yor gi­bi gel­di. He­ye­can için­dey­di.

Bi­raz son­ra tar­tış­ma gi­de­rek ar­tan bir şid­det, özel­lik­le ina­nıl­maz bir bön­lük­le ye­ni­den baş­la­dı, öy­le za­man­lar olu­yor­du ki Ju­li­en: Bu adam­lar be­ni ze­hir­le­tir­ler. Halk­tan bir ada­mın ya­nın­da böy­le şey­ler na­sıl söy­le­nir?

Sa­at iki­yi çal­dı­ğı hal­de, ko­nuş­ma he­nüz bit­me­miş­ti. Ev sa­hi­bi çok­tan uyu­yor­du; M. de La Mo­le uşa­ğı ça­ğı­rıp şam­dan­la­ra ye­ni­den mum koy­dur­ma­ya mec­bur ol­du. Baş­ba­kan M. de Ner­val sa­at iki­ye çey­rek ka­la çı­kıp git­miş­ti ama git­me­den ön­ce, ya­nın­da­ki ay­na­ya ba­kıp Ju­li­en'in çeh­re­si­ni iyi­ce göz­den ge­çir­miş­ti. O çık­tık­tan son­ra her­kes da­ha bir ra­hat et­ti. Mum­lar de­ğiş­ti­ri­lir­ken kat kat ye­lek­li adam ya­nın­da­ki­ne ya­vaş­ça:

– Kim bi­lir bu adam kra­la ne­ler söy­li­ye­cek! Bi­zim için bir­çok gü­lünç şey­ler uy­du­rup ge­le­ce­ği­mi­zi ka­rar­ta­bi­lir.

Doğ­ru­su onun bu­ra­ya ge­le­bil­me­si az kim­se­de bu­lu­nur bir ken­di­ni be­ğen­me, hatta bir küs­tah­lık­tır. Hü­kü­me­te geç­me­den ön­ce ge­lir­di ama baş­ba­kan­lık her şe­yi de­ğiş­ti­rir, ada­mın bü­tün çı­kar­la­rı­nı sön­dü­rür; bu­nu ha­tır­la­ma­lı idi.

Baş­ba­kan çı­kar çık­maz Bo­na­par­te'ın ge­ne­ra­li göz­le­ri­ni ka­pa­mış­tı. O sı­ra­da sağ­lı­ğın­dan, ya­ra­la­rın­dan söz et­ti, sa­ati­ne bak­tı, o da dur­ma­dı git­ti.

Kat kat ye­lek­li zat:

– İs­ter­se­niz bah­se gi­re­rim, de­di; ge­ne­ral baş­ba­ka­nın ar­dın­dan ko­şu­yor; bu­ra­da bu­lun­muş ol­du­ğu için özür di­le­ye­cek, bi­zi elin­de oy­nat­tı­ğı­nı ile­ri sü­re­cek.

Uyuk­la­yan uşak­lar, mum­la­rı de­ğiş­tir­me işi­ni bi­tir­dik­ten son­ra baş­kan:

– Bay­lar, de­di, ar­tık bi­ri­bi­ri­mi­zi kan­dır­ma­ğa ça­lış­mak­tan vaz­ge­çip de bir ka­rar ve­re­lim. Kırk se­kiz sa­at son­ra dı­şar­da­ki dost­la­rı­mı­zın gö­zü önün­de bu­lu­na­cak no­ta­nın met­ni­nin ne ola­ca­ğı­nı dü­şü­ne­lim. Ba­kan­lar­dan söz edil­di. M. de Ner­val bu­ra­da de­ğil, ar­tık çe­kin­me­den söy­le­ye­bi­li­riz, ba­kan­lar­dan bi­ze ne? On­la­rın is­te­yip is­te­me­me­si bi­zim eli­miz­de­dir.

Kar­di­nal za­rif bir gü­lüm­se­me ile onay­la­dı. Genç Ag­de pis­ko­po­su, en coş­kun bağ­naz­lı­ğın ver­di­ği o top­lan­mış, ken­di­ni kıs­mış ateş­le:

– Ba­na öy­le ge­li­yor ki, du­ru­mu­mu­zu özet­le­mek­ten ko­lay bir şey yok.

O za­ma­na ka­dar hiç se­si­ni çı­kar­ma­mış­tı; Ju­li­en'in ön­ce tat­lı, sa­kin gi­bi gör­dü­ğü ba­kış­la­rı, bir sa­at tar­tış­ma­dan son­ra alev­len­miş­ti. Şim­di o genç pis­ko­po­sun ru­hu, Ve­su­ve'ün lâ­vı gi­bi ta­şı­yor­du.

– 1806'dan 1814'e ka­dar İn­gil­te­re'nin bir tek ku­su­ru ol­du, Na­pol­yon'a kar­şı doğ­ru­dan doğ­ru­ya, şah­sen ha­re­ke­te geç­me­di. O adam duc un­van­la­rı da­ğıt­tık­tan, ma­be­yin­ci­ler ata­dık­tan, sal­ta­na­tı tek­rar kur­duk­tan son­ra, Tan­rı'nın ona ver­di­ği gö­rev bit­miş de­mek­ti; ar­tık onu kur­ban et­mek lazım­dı. Emek­li hü­küm­dar­la­rı or­ta­dan kal­dır­mak için ne ya­pıl­mak lazım­gel­di­ği, Tev­rat ile İn­cil'in çok ye­rin­de ya­zı­lı­dır. (Bu­nun üze­ri­ne Lâ­tin­ce bir­kaç cüm­le söy­le­di.)

Bu­gün, bay­lar, kur­ban edil­me­si ge­re­ken bir adam de­ğil, bir şe­hir­dir: Pa­ris. Bü­tün Fran­sa Pa­ris'i tak­lit edi­yor. Her il­de beş yüz si­lâh­lı adam bu­lun­dur­mak ne­ye ya­rar? Bu teh­li­ke­li bir işe gi­riş­mek­tir, hem de so­nu gel­mez. Sırf Pa­ris'e mah­sus olan bir işe bü­tün Fran­sa'yı ne di­ye ka­rış­tır­ma­lı? Bü­tün kö­tü­lü­ğü eden, o ga­ze­te­le­ri, sa­lon­la­rıy­la Pa­ris'tir; bu ye­ni Ba­bil'i yok et­me­li.

Ya din, ya Pa­ris; bun­la­rın iki­sin­den bi­ri­ni se­çip onun ta­ra­fı­nı tut­mak ge­rek. Hatta bu fe­lâ­ket kra­lın dün­ya­lık çı­kar­la­rı­na da uy­gun­dur. Pa­ris, Bo­na­par­te'ın za­ma­nın­da, ne­ye se­si­ni çı­ka­ra­ma­dı? Ora­sı­nı gi­dip Sa­int­Koch to­pu­na so­run.

....................................

M. de La Mo­le ile Ju­li­en an­cak sa­ba­hın üçün­de çı­ka­bil­di­ler. Mar­qu­is utan­mış, hem de yor­gun­du. Ju­li­en'le ko­nu­şur­ken ilk de­fa ola­rak se­sin­de ri­ca­ya ben­zer bir eda var­dı. Ju­li­en'in te­sa­dü­fen şa­hi­di ol­du­ğu faz­la iş­gü­zar­lık­la­rı – biz­zat Mar­qu­is bu tâ­bi­ri kul­lan­dı – as­la kim­se­ye söy­le­me­ye­ce­ği­ne ant iç­me­si­ni is­ti­yor­du. Ya­ban­cı mem­le­ket­te­ki dos­tu­mu­za da, bi­zim genç de­li­le­rin ha­li­ni an­la­mak için pek ıs­rar eder­se an­la­tır­sı­nız. Dev­let yı­kıl­mış, on­la­ra ne? On­lar bi­rer kar­di­nal olup Ro­ma'ya sı­ğı­nır­lar. Bi­zi de şa­to­la­rı­mız­da, köy­lü­ler ge­lip bo­ğaz­lar.

Ju­li­en'in yir­mi al­tı say­fa­lık tu­ta­na­ğın­dan Mar­qu­is'nin çı­kar­dı­ğı giz­li no­ta, an­cak be­şe çey­rek ka­la ha­zır ol­du.

Mar­qu­is:

– Yor­gun­luk­tan ca­nım çı­kı­yor, no­ta­nın so­nun­da an­la­şıl­maz ifa­de­ler­den de an­la­şı­lı­yor ya! Öm­rüm­de gör­dü­ğüm hiç­bir işin, be­ni bun­dan az mem­nun et­ti­ği ol­ma­mış­tı. Hay­di, dos­tum, gi­dip bir­kaç sa­at din­le­nin; si­zi ge­lip oda­nız­dan ka­çır­ma­la­rın­dan kor­ka­rım, onun için oda­nı­zı ken­di elim­le ki­lit­le­ye­ce­ğim.

Er­te­si gün Mar­qu­is Ju­li­en'i, Pa­ris'ten hay­li uzak­ta, ci­va­rı ıs­sız bir şa­to­ya gö­tür­dü. Ora­da bir­ta­kım ga­rip in­san­lar var­dı; Ju­li­en için­den: Bun­lar har­hal­de bi­rer pa­paz ola­cak! de­di. Eli­ne baş­ka bir ada çı­ka­rıl­mış bir pa­sa­port ver­di­ler; fa­kat bu pa­sa­port­ta Ju­li­en'in ne­re­ye gi­de­ce­ği doğ­ru ola­rak gös­te­ril­miş­ti. Ju­li­en o ana ka­dar han­gi mem­le­ke­te gön­de­ril­di­ği­ni bil­me­mez­lik­ten ge­li­yor­du. Ara­ba­ya yal­nız bin­di.

Mar­qu­is'nin onun ha­fı­za­sı hak­kın­da hiç­bir en­di­şe­si kal­ma­mış­tı; giz­li no­ta­yı Ju­li­en'den bir­kaç de­fa din­le­miş­ti; an­cak onun ele ge­çi­ril­me­sin­den çok kor­ku­yor­du.

Ju­li­en sa­lon­dan çrkar­ken Mar­qu­is dost­ça bir ta­vır­la:

– Lüt­fen dik­kat edin, de­di, yol­da si­zi gö­ren­ler sırf key­fi için ge­zen,mağ­rur bir adam san­sın­lar. Dün ak­şam­ki top­lan­tı­da kim sa­mi­mî idi, kim de­ğil­di, bi­lin­mez ki!

Yol­cu­luk pek ça­buk geç­ti, pek hü­zün­lü ol­du. Ju­li­en, Mar­qu­is'nin gö­zün­den uzak­la­şır uzak­laş­maz giz­li no­ta da, ken­di­si­ne ve­ri­len va­zi­fe de ak­lın­dan çık­mış­tı, an­cak Mat­hil­de'den gör­dü­ğü kü­çüm­se­me­yi dü­şün­mek­ten ken­di­ni ala­mı­yor­du.

Metz'den bir­kaç fer­sah öte­de bir köy­de pos­ta ko­nak me­mu­ru ge­lip at bu­la­ma­dık­la­rı­nı söy­le­di. Sa­at ak­şa­mın onu­nu bul­muş­tu; pek ca­nı sı­kı­lan Ju­li­en ye­mek is­te­di. Ka­pı­nın önün­de do­laş­tı, böy­le do­la­şa do­la­şa, hiç sez­dir­mek­si­zin, tav­la­la­rın bu­lun­du­ğu av­lu­ya gir­di. Ger­çek­ten at yok­tu.

Ju­li­en için­den: Ama, de­di, o ada­mın tu­haf bir ha­li var­dı; ter­bi­ye­siz­ce ba­kış­la­rı be­ni yu­ka­rı­dan aşa­ğı sü­zü­yor­du.

Gö­rü­lü­yor ya! Ju­li­en ken­di­si­ne söy­le­nen­le­re ta­ma­mıy­la inan­ma­ma­ya baş­la­mış­tı. Ye­me­ği­ni ye­dik­ten son­ra sı­vış­mak ni­ye­tin­dey­di; ha­zır gel­miş­ken mem­le­ket hak­kın­da bi­raz bir şey öğ­ren­mek için mut­fak­ta ateş ba­şın­da ısın­ma­ya git­ti. Ün­lü te­nor il sig­nor Ge­ro­ni­mo'yu ora­da bu­lun­ca öy­le bir se­vin­di ki!

Na­po­li­li şar­kı­cı, oca­ğın ya­nı­na ge­tirt­ti­ği kol­tu­ğa yer­leş­miş, yük­sek ses­le dert ya­nı­yor, bir ba­şı­na, et­ra­fı­nı al­mış ağ­zı açık yir­mi Ala­man köy­lü­sün­den da­ha çok söz söy­lü­yor­du. Ju­li­en'i gö­rün­ce:

– Bu he­rif­ler oca­ğı­ma in­cir di­ke­cek! di­ye ba­ğır­dı. Be­ni din­le­mek için dört ta­raf­tan ko­şup gel­miş ye­di hü­küm­dar be­ni bek­li­yor.

Son­ra ma­na­lı ma­na­lı ba­ka­rak ilâ­ve et­ti:

– He­le biz çı­kıp da bir ha­va ala­lım.

Yol­da yüz adım­dan faz­la iler­le­yip de kim­se­nin duy­ma­ya­ca­ğı­na ka­na­at ge­tir­dik­ten son­ra Ju­li­en'e:

– İşin as­lı­nı bi­li­yor mu­su­nuz? Pos­ta ko­nak me­mu­ru dü­zen­ba­zın bi­ri. Ben de­min ge­zer­ken edep­si­zin bi­ri­nin eli­ne bir frank sı­kış­tır­dım. Kö­yün öbür ucun­da bir ahır do­lu­su hay­van var­mış ama bir ha­ber­ci­yi yo­lun­dan alı­koy­mak is­ti­yor­lar­mış.

Ju­li­en saf saf:

– Ya­a!

Ama işin için­de dü­zen ol­du­ğu­nu an­la­mak yet­mez­di, git­me­nin de bir ko­la­yı­nı bul­mak lazım­dı: Ge­ro­ni­mo ile dos­tu iş­te bu­nu ba­şa­ra­ma­dı­lar.

So­nun­da şar­kı­cı da:

– He­le bir sa­ba­hı bek­li­ye­lim, biz­den ko­cu­nu­yor­lar. Bel­ki siz­den, bel­ki ben­den bir is­te­dik­le­ri var­dır. Ya­rın sa­bah iyi bir ye­mek ıs­mar­la­rız, onu ha­zır­lar­lar­ken biz de gez­me­ye çı­kı­yo­ruz di­ye ka­ça­rız, at tu­ta­rız, öbür ko­nak ye­ri­ne ka­dar gi­de­riz.

Ge­ro­ni­mo'nun da ken­di­si­ni ya­ka­la­mak is­te­yen­le­rin ada­mı ola­bi­le­ce­ği­ni dü­şü­nen Ju­li­en sor­du:

– Ya eş­ya­nız ne olur?

Ye­me­ği yi­yip yat­mak­tan baş­ka ya­pa­cak bir şey yok­tu. Ju­li­en ye­ni uy­ku­ya dal­mış­tı ki oda­sın­da iki ki­şi­nin, pek çe­kin­me­den ko­nuş­tuk­la­rı­nı du­yup bir­den­bi­re uyan­dı.

Pos­ta ko­nak me­mu­ru­nu gö­rüp ta­nı­dı; bu ada­mın elin­de bir hır­sız fe­ne­ri var­dı. Ju­li­en, ara­ba­nın san­dı­ğı­nı oda­sı­na çı­kart­tır­mış­tı; fe­ne­rin ışı­ğı şim­di o san­dı­ğı ay­dın­la­tı­yor­du. Pos­ta ko­nak me­mu­ru­nun ya­nın­da­ki adam, açık san­dı­ğı bil­di­ği gi­bi ka­rış­tı­rı­yor­du. Ju­li­en onun yal­nız el­bi­se­si­nin ka­ra, sım­sı­kı yen­le­ri­ni gö­re­bi­li­yor­du.

Ju­li­en: Bir pa­paz el­bi­se­li! de­yip yas­tı­ğı­nın al­tı­na yer­leş­tir­di­ği ta­ban­ca­la­rı­na el at­tı.

Pos­ta ko­nak me­mu­ru:

– Uyan­ma­sın­dan hiç kork­ma­yın, bay cu­re, di­yor­du. On­la­ra ver­di­ği­miz şa­rap, si­zin eli­niz­le ha­zır­la­dı­ğı­nız şa­rap­tı.

Cu­re:

– Kâ­ğıt ma­ğıt bu­la­ma­dım, di­yor­du. Bir yı­ğın ça­ma­şır, la­van­ta, po­ma­da, lü­zum­suz bir­çok şey­ler var; bel­li, key­fi­ne düş­kün, zev­ki­ne düş­kün bir adam. Ba­na ka­lır­sa asıl ha­ber­ci öbü­rü, şu İtal­yan ağ­ziy­le ko­nu­şan.

He­rif­ler Ju­li­en'in ya­nı­na gi­dip yol el­bi­se­si­nin cep­le­ri­ni ka­rış­tır­ma­ğa baş­la­dı­lar. Ju­li­en, on­la­rı hır­sız di­ye ge­bert­me­ye pek he­ves­le­ni­yor­du ama bu işin so­nu çok teh­li­ke­li olur­du, içi tit­re­di ama... Ap­tal­lı­ğın lü­zu­mu yok, de­di, son­ra bi­zim iş ne olur! El­bi­se­nin cep­le­ri­ni iyi­ce ara­yıp ta­ra­dık­tan son­ra pa­paz:

– Bu dip­lo­mat fa­lan de­ğil, de­yip uzak­laş­tı.

Çe­ki­lip git­ti­ği de çok ha­yır­lı ol­du.

Ju­li­en için­den: Ba­na ya­ta­ğım­da do­ku­na­yım der­se vay ha­li­ne! di­yor­du, pe­kâ­lâ ba­na han­çer sap­la­ma­ğa kal­ka­bi­lir, iş­te bu­na da­ya­na­mam.

Pa­paz ba­şı­nı çe­vir­di; Ju­li­en göz­le­ri­ni ya­rı aç­mış ba­kı­yor­du; bil­se­niz ne ka­dar hay­ret et­ti! Pa­paz, Ab­be Cas­ta­ne­de idi! O iki ki­şi ol­duk­ça ya­vaş ko­nuş­mak is­ti­yor­lar­dı ama Ju­li­en, on­la­rı da­ha ilk duy­du­ğu za­man iki ses­ten bi­ri­ni ta­nır gi­bi ol­muş­tu. Dün­ya­yı en al­çak, en men­de­bur adam­la­rın bi­rin­den te­miz­le­mek için can at­tı, ama...

– Ya bi­zim gö­rev?

Cu­re ile yar­dak­çı­sı çı­kıp git­ti­ler. On beş da­ki­ka son­ra Ju­li­en ye­ni uyan­mış gi­bi ya­ta­ğın­dan kalk­tı. Ba­ğır­dı, bü­tün han­da uyu­yan­la­rı aya­ğa kal­dır­dı.

– Aman ze­hir­len­dim, di­yor­du, bu san­cı­la­ra da­ya­na­ma­ya­ca­ğım!

Ge­ro­ni­mo'ya yar­dı­ma git­mek için bir ba­ha­ne arı­yor­du. Onu; şa­ra­ba ka­tı­lan af­yon ru­hu ile ya­rı bo­ğul­muş bir hal­de bul­du.

Ju­li­en bu çe­şit bir şa­ka­dan kork­tu­ğu için ak­şam ye­me­ğin­de, Pa­ris'ten ge­tir­di­ği çi­ko­la­ta­dan baş­ka bir şey ye­me­miş­ti. Ce­ro­ni­mo'yu bir tür­lü uyan­dı­rıp yo­la çık­ma­ğa ra­zı ede­me­di. Şar­kı­cı:

– Ba­na bü­tün Na­po­li dev­le­ti­ni ver­se­ler ge­ne bu an­da uyu­mak zev­ki­ni bı­ra­kıp şu­ra­dan şu­ra­ya git­mem.

– Ya si­zi bek­li­yen ye­di hü­küm­dar ne ola­cak?

– Bek­le­ye­dur­sun­lar.

Ju­li­en, yal­nız ba­şı­na çı­kıp git­ti, baş­ka bir ka­za ge­çir­me­den o bü­yük za­tın ya­nı­na var­dı. Öğ­le­ye ka­dar o za­tın ya­nı­na gir­mek için uğ­raş­tı ise de ka­bul olun­ma­dı. Çok şü­kür ki sa­at dör­de doğ­ru dük, bir ha­va al­mak ih­ti­ya­cı­nı duy­du. Ju­li­en onun ko­nak­tan ya­ya ola­rak çık­tı­ğı­nı gö­rün­ce te­red­düt et­mek­si­zin ya­nı­na yak­laş­tı, bir sa­da­ka di­len­di. O yü­ce zat­la ara­sın­da an­cak iki adım­lık bir yer ka­lın­ca ce­bin­den Mar­qu­is de La Mo­le'ün sa­ati­ni çı­kar­dı, yap­ma­cık­lı hal­ler ta­kı­na­rak gös­ter­di. Dük bak­mak­sı­zın:

– Be­ni uzak­tan ta­kip edin.

Ora­dan ya­rım fer­sah öte­de bir yer­de dük bir­den­bi­re bir kü­çük Ca­fe­ha­uss'a gir­di. Ju­li­en iş­te bu en aşa­ğı cins­ten ha­nın bir oda­sın­da, duc'e o dört say­fa­yı ez­ber­den oku­mak şe­re­fi­ne eriş­ti. Bi­ti­rin­ce dük:

– Be­ni uzak­tan ta­kip edin.

Not al­dı. Son­ra:

– İlk ko­nak ye­ri­ne dek ya­ya gi­din. Eş­ya­nı­zı da, ara­ba­nı­zı da bu­ra­da bı­ra­kın. Yo­lu­nu bu­lup Stras­burg'a gi­din, ayın yir­mi iki­sin­de de (ayın da­ha onu idi), sa­at ya­rım­da bu Ca­fe­ha­uss'ta bu­lu­nun. Bu­ra­da ya­rım sa­at da­ha ka­lın. Sü­kût!

Ju­li­en'in bü­tün duy­du­ğu söz bun­dan iba­ret­ti. Fa­kat bu ka­da­rı da onu hay­ran et­me­ye yet­ti, için­den: İş­te iş böy­le gö­rü­lür, de­di; bu bü­yük dev­let ada­mı, üç gün ön­ce­ki ih­ti­ras­lı ge­ve­ze­le­ri duy­sa aca­ba ne der?

Stras­burg'a iki gün­de var­dı, ora­da ya­pa­cak hiç­bir işi ol­ma­dı­ğı­nı sa­nı­yor­du. Yo­lu­nu hay­li uzat­tı. Ab­be Cas­ta­ne­de me­lu­nu be­ni ta­nı­dı ise ko­lay ko­lay elin­den ka­çı­ra­cak adam de­ğil­dir... Be­nim­le alay et­mek, işi­mi su­ya dü­şür­mek onun için ne de pek ke­yif­li olur!

Ru­ha­nî­ler Ku­ru­lu­nun bü­tün ku­zey sı­nı­rı po­li­si­nin ba­şı olan Ab­be Cas­ta­ne­de onu çok şü­kür ta­nı­ma­mış­tı. Stras­burg je­su­ite­le­ri de, gay­ret keş ol­ma­la­rı­na rağ­men, Ju­li­en'i göz hap­si­ne al­ma­yı akıl­la­rı­na ge­tir­me­di­ler. O, ya­ka­sın­da ni­şa­nı­nın kur­de­lâ­sı, ar­ka­sın­da ma­vi re­din­go­tu ile ken­di­ni pek be­ğen­miş bir genç as­ke­re ben­zi­yor­du.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro