Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 22: 1830 Dertleri

Söz in­sa­na, dü­şün­dü­ğü­nü sak­la­ya­bil­sin di­ye ve­ril­miş­tir.

R. P. Ma­lag­ri­da

Ju­li­en, Ver­rie­res'e va­rır var­maz, Ma­da­me de Re­nal'e gös­ter­di­ği hak­sız­lı­ğa piş­man ol­du. "Bir za­af gös­te­rip de M. de Re­nal ile ko­nuş­ma­sın­da onu bas­tı­ra­ma­say­dı, be­ce­rik­siz bir ka­dın di­ye kü­çüm­ser­dim!... Bir dip­lo­mat gi­bi işi­ni gör­dü, ben de düş­ma­nım olan ye­nik­ten ya­na çı­kı­yo­rum. Bu be­nim yap­tı­ğım­da bir or­ta ta­ba­ka ada­mı kü­çük­lü­ğü var. M. de Re­nal ne de ol­sa bir er­kek­tir di­ye ye­nil­me­si gu­ru­ru­ma do­ku­nu­yor. Er­kek­ler!..Ara­sın­da bu­lun­mak­la şe­ref duy­du­ğum şan­lı ge­niş sı­nıf! Ben bu­da­la­nın bi­ri­yim."

M. Che­lan, işin­den çı­ka­rı­lıp da pa­paz adı­nı bı­rak­ma­ğa zor­lan­dı­ğı za­man ken­di­si­ne li­be­ral­le­rin bir­bi­riy­le ya­rı­şır­ca­sı­na tek­lif et­tik­le­ri ev­le­rin hiç bi­ri­ni ka­bul et­me­miş­ti. Ki­ra­la­dı­ğı iki oda­yı ki­tap­la­rı kap­la­mış­tı. Ju­li­en, Ver­rie­res hal­kı­na bir pa­pa­zın ne ol­du­ğu­nu gös­ter­mek için gi­dip ba­ba­sın­dan on iki ta­ne ka­dar çam tah­ta­sı al­dı ve bun­la­rı cad­de bo­yun­ca sır­tın­da ta­şı­dı. Bir es­ki ar­ka­da­şın­dan da alet ede­vat bu­lup çar­ça­buk bir kü­tüp­ha­ne yap­tı, M. Che­lan'ın ki­tap­la­rı­nı bu­na yer­leş­tir­di.

Yaş­lı adam se­vin­cin­den ağ­la­ya­rak:

– Ki­bar­lar ara­sın­da ya­şa­mak­la ahlakın bo­zul­du san­mış­tım. Ço­cuk­luk edip o par­lak mu­ha­fız üni­for­ma­sı­nı giy­din, ken­di­ne bir­çok düş­man edin­din ama bu yap­tı­ğın o ku­su­ru­nu ba­ğış­la­tır, di­ye ko­nuş­tu.

M. de Re­nal Ju­li­en'e, ko­nak­ta ya­tıp kalk­ma­sı­nı em­ret­miş­ti. Olup bi­ten­le­ri kim­se­ler fark et­me­di. Şeh­re dön­dü­ğü­nün üçün­cü gü­nü Ju­li­en'e bir ko­nuk gel­di. Onun ta oda­sı­na ka­dar çık­mak­tan yük­sün­me­yen bu adam öy­le her­han­gi bir kim­se de­ğil, kay­ma­kam de Ma­ugi­ron'un ta ken­di­siy­di. İki sa­at­ten ar­tık za­ma­nı boş ge­ve­ze­lik­le ge­çir­di. İn­san­la­rın kö­tü­lü­ğün­den, bey­lik ma­lı yö­net­mey­le gö­rev­li olan­la­rın pek de na­mus­lu ol­ma­ma­sın­dan, za­val­lı Fran­sa'nın ba­şın­da­ki teh­li­ke­ler­den, da­ha bil­mem ne­ler­den acı acı ya­nıp ya­kıl­dı ve Ju­li­en'i gör­me­ğe gel­me­si­nin se­be­bi­ni an­cak bun­lar­dan son­ra söy­le­di. Mer­di­ven sa­han­lı­ğı­na çık­mış­lar­dı. Göz­den ya­rı ya­rı­ya çık­mış yok­sul eği­ti­ci, ya­rın mut­lu bir va­li ola­cak "za­tı" ge­re­ken say­gı ile uğur­lu­yor­du. İş­te tam o sı­ra­da M. de Ma­ugi­ron lüt­fe­dip Ju­li­en'in ha­li­ne il­gi gös­ter­di, pa­ra iş­le­rin­de­ki tok göz­lü­lü­ğü­nü, da­ha bil­mem ne me­zi­yet­le­ri­ni sa­yıp dök­tü. So­nun­da ba­ba­can bir ta­vır­la onun omuz­la­rı­nı sık­tı, M. de Re­nal'i bı­ra­kıp ter­bi­ye edi­le­cek ço­cuk­la­rı olan bir dev­let me­mu­ru­nun ya­nı­na gir­me­si­ni tek­lif et­ti. Ju­li­en bu­na ra­zı olur­sa o me­mur da, kral Phi­lip­pe gi­bi Al­lah'a öy­le ço­cuk­lar ba­ğış­la­dı­ğın­dan çok on­la­rı M. Ju­li­en'in bu­lun­du­ğu şe­hir­de dün­ya­ya ge­tir­di­ği için şük­re­de­cek­ti. Ço­cuk­la­rın eği­ti­ci­si yıl­da se­kiz yüz frank ala­cak­tı; hem de bu pa­ra ken­di­si­ne ay­dan aya de­ğil (M. de Ma­ugi­ron bu­nun bir soy­lu­ya ya­kış­ma­dı­ğı­nı söy­le­di), üç ay­dan üç aya pe­şin ola­rak ve­ri­le­cek­ti.

Ju­li­en ken­di­si­ne söz düş­me­si­ni bir bu­çuk sa­at sı­kın­tı­dan pat­la­ya­rak bek­le­di. Ar­tık sı­ra gel­miş­ti. Bir buy­rul­tu ka­dar uzun ve ku­sur­suz bir ce­vap ver­di. Her şe­yi ima ile an­la­tıp hiç bir şe­yi açık­ça bil­dir­me­yen bu ce­vap­ta M. de Re­nal'e kar­şı say­gı da var­dı. Ver­rie­res hal­kı­na kar­şı ade­ta iba­de­te ben­zer bir ria­yet de var­dı, ün­lü kay­ma­ka­ma min­net­tar­lık da unu­tul­ma­mış­tı. Ken­din­den da­ha je­sui­te'ini gör­dü­ğü­ne şa­şı­ran kay­ma­kam, ke­sin bir ce­vap al­ma­ya çok uğ­raş­tı ise de be­ce­re­me­di. Se­vin­cin­den içi içi­ne sığ­ma­yan Ju­li­en, be­lâ­ga­ti­ni bi­le­mek fır­sa­tı­nı ka­çır­ma­dı.Yi­ne o ce­va­bı, bu se­fer baş­ka tâ­bir­ler­le tek­rar­la­dı. Bu ka­dar söz için­de bu ka­dar az şey söy­le­mek, mil­let­ve­ki­li mec­li­si üye­si­nin uyan­mak teh­li­ke­si gös­ter­di­ği bir top­lan­tı­yı ka­za­sız­ca so­na er­dir­mek is­te­yen en be­liğ ba­ka­nın bi­le har­cı de­ğil­dir. M. de Ma­ugi­ron ka­pı­dan çı­kar çık­maz Ju­li­en, bir de­li gi­bi gül­me­ğe baş­la­dı. Je­sui­te'çe çe­ki­ci­li­ğin­den ya­rar­lan­mak için he­men M. de Re­nal'e do­kuz say­fa­lık bir mek­tup yaz­dı. Bu mek­tup­ta ken­di­si­ne söy­le­nen­le­ri an­la­tı­yor ve son de­re­ce al­çak gö­nül­lü­lük gös­te­re­rek akıl da­nı­şı­yor­du. "Ama o kö­poğ­lu be­ni ki­min is­te­di­ği­ni söy­le­me­di! M. Va­le­nod ola­cak... Be­nim Ver­rie­res'e sü­rül­me­mi im­za­sız mek­tu­bun­dan bi­li­yor­dur..."

Mek­tu­bu gön­der­dik­ten son­ra Ju­li­en, gi­dip M. Che­lan'a akıl da­nış­mak için ev­den çık­tı. Gü­zel bir son­ba­har gü­nü, sa­ba­hın al­tı­sın­da, avı bol bir kı­ra va­ran av­cı ne den­li se­vi­nir­se bi­zim de­li­kan­lı da o de­re­ce­de se­vinç için­de idi. Fa­kat pa­pa­zın evi­ne var­ma­dan, o gün onu ni­met­ten ni­me­te sü­rük­le­yen fe­lek, önü­ne M. Va­le­nod'yu çı­kar­dı...

Ju­li­en için­de ne tür­lü hü­zün duy­du­ğu­nu on­dan sak­la­ma­dı. Ken­di­si gi­bi yok­sul bir genç, gön­lü­ne Al­la­hın ih­san et­ti­ği pa­paz­lık he­ve­sin­den baş­ka bir şey dü­şün­me­me­li idi ama ne ça­re? Bu al­çak dün­ya­da gö­nül ar­zu­su yet­mi­yor­du ki! Tan­rı ba­ğın­da layıkıy­la hiz­met ede­bil­mek, bil­gi­li bun­ca iş ar­ka­daş­la­rı­nın ya­nın­da pek de kü­çük düş­me­mek için, mek­tep med­re­se gör­me­si ge­rek­ti. Be­san­çon ruh­ban oku­lu­na gi­dip iki yıl mas­raf ede­cek­ti. Ar­tık pa­ra bi­rik­tir­mek boy­nu­na borç ol­muş­tu; bu da her üç ay­lı­ğı pe­şin ve­ri­len se­kiz yüz frank yıl­lık­la el­bet­te da­ha ko­lay ola­cak­tı. Al­tı yüz frank yıl­lı­ğın her ay ve­ri­len kıs­mı ise ça­bu­cak har­ca­nıp eri­yor­du. Baş­ka bir açı­dan dü­şü­nü­lün­ce de Tan­rı'nın ona de Re­nal'in ço­cuk­la­rı­na eği­ti­ci­lik et­tir­me­si, he­le gön­lün­de on­la­ra kar­şı bü­yük bir sev­gi uyan­dır­mış ol­ma­sı, on­la­rı bı­ra­kıp baş­ka ço­cuk­la­rı ter­bi­ye­ye git­me­si­nin ya­kış­ma­ya­ca­ğı­nı gös­ter­mez miy­di?

Ju­li­en, Na­pol­yon dev­ri­nin o ça­bu­cak iş gör­mek hu­yu ye­ri­ne kral­lık za­ma­nın­da ya­yıl­mış olan bu çe­şit be­lâ­gat­te öy­le bir yet­kin­li­ğe var­mış­tı ki en so­nun­da söz­le­ri, ken­di­si­nin de içi­ni sık­tı. Eve dön­dü­ğü va­kit M. Va­le­nod'nun uşak­la­rın­dan bi­ri­nin ken­di­si­ni bek­le­mek­te ol­du­ğu­nu gör­dü; sır­tı­na res­mi gün­le­re mah­sus el­bi­se­si­ni giy­miş olan bu uşak Ju­li­en'i bü­tün şe­hir­de ara­dı­ğı­nı söy­le­di, bir mek­tup ge­tir­miş­ti. Bu mek­tup­ta Ju­li­en, o gün M. Va­le­nod'nun evi­ne, öğ­le ye­me­ği­ne çağ­rı­lı­yor­du. Ju­li­en o ada­mın evi­ne hiç git­me­miş­ti; da­ha bir­kaç gün ön­ce, işe po­li­si ka­rış­tır­ma­dan ona bir so­pa at­ma­nın yo­lu­nu dü­şü­nü­yor­du. Ye­mek sa­at bir­de ye­ne­cek­ti ama Ju­li­en, di­len­ci­ler ba­kı­me­vi mü­dü­rü­nün ça­lış­ma oda­sı­na sa­at ya­rı­mı bul­ma­dan git­me­nin say­gı­ya da­ha uy­gun ola­ca­ğı­nı dü­şün­dü.

M. Va­le­nod bir yı­ğın kâ­ğıt ara­sı­na ku­rum­lu ku­rum­lu ya­yıl­mış, otu­ru­yor­du. İri ka­ra sa­kal uç­la­rı dal bu­dak sal­mı­şa ben­ze­yen saç­la­rı, te­pe­si­ne yan yık­tı­ğı tak­ke­si, iş­le­me­li ter­lik­le­ri, göğ­sü­nü sol­dan sa­ğa, sol­dan so­la kap­la­yan al­tın kös­tek­le­ri, ken­di­si­ne ka­dın­la­rın ba­yıl­dı­ğı­nı sa­nan her taş­ra­lı pa­ra­lı ada­mın üs­tün­de ba­şın­da gö­rül­me­si âdet olan şey­ler Ju­li­en'in gö­zü­nü hiç de yıl­dır­ma­dı; da­ha­sı Ju­li­en on­la­rı gö­rün­ce bu ada­ma ada­dı­ğı so­pa­yı da­ha çok dü­şün­me­ye baş­la­dı.

Ma­da­me Va­le­nod'ya ta­nı­tıl­mak şe­re­fi­ni ri­ca et­ti. Ma­da­me tu­va­le­ti ile meş­gul­dü ve kim­se­yi ka­bul ede­mez­di. Lâ­kin bu­na kar­şı­lık Ju­li­en, bay mü­dür gi­yi­nip ku­şa­nır­ken ya­nın­da bu­lun­mak şe­re­fi­ne eriş­ti. Son­ra Ma­da­me Va­le­nod'nun sa­lo­nu­na ge­çil­di. Ma­da­me, göz­le­ri do­lu do­lu, ço­cuk­la­rı­nı Ju­li­en'e ta­nıt­tı. Ver­rie­res'in en ile­ri ge­len­le­rin­den olan bu ba­ya­nın iri bir er­kek su­ra­tı var­dı, o gün­kü şö­len do­la­yı­sıy­la de al­lık sür­müş­tü. Ye­mek ara­sın­da ana­la­rın söy­le­me­si ge­rek­li sa­nı­lan bü­tün o bey­lik, yap­ma­cık­lı söz­le­ri sı­ra­la­dı dur­du.

Ju­li­en'in ak­lı Ma­da­me de Ke­nul'dey­di. Duy­gu­la­rı­na ka­pıl­mak­tan ka­çı­nan bir genç ol­du­ğu için gön­lü, an­cak zıt­lık­la­rın uyan­dır­dı­ğı ha­tı­ra­la­ra açı­la­bi­lir­di fakat o za­man için­de bir ağ­la­ma ih­ti­ya­cı bi­le duy­du­ğu olur­du. M. Va­le­nod'nun evi­nin man­za­ra­sı onun bu mey­li­ni bir kat da­ha ar­tır­dı. Evi gez­dir­di­ler. Her­şey gör­kem­li ve ye­ni idi, bi­rer bi­rer bü­tün eş­ya­nın ka­ça mal ol­du­ğu­nu da söy­le­di­ler. Fa­kat Ju­li­en her şey­de bir iğ­renç­lik his­se­di­yor, bir ça­lın­mış pa­ra ko­ku­su du­yar gi­bi olu­yor­du. Uşak­la­ra va­rın­ca­ya ka­dar ora­da her­kes san­ki ha­fi­fe alın­dı­ğı­nı bi­li­yor da bu­nu da ça­lım­la ört­me­ye ça­lı­şı­yor gi­biy­di. Ver­gi tah­sil­da­rı, va­sı­ta­sız ver­gi­ler me­mu­ru, jan­dar­ma su­ba­yı, da­ha iki üç me­mur ka­rı­la­rı ile gel­di­ler. Bun­la­rın ar­ka­sı sı­ra da bir­kaç zen­gin li­be­ral gel­di. Uşak ge­lip ye­me­ğe ça­ğır­dı. Za­ten içer­le­yen Ju­li­en bir de ye­mek sa­lo­nu du­va­rı­nın öbür ta­ra­fın­da tu­tuk­lan­mış bir­kaç di­len­ci bu­lun­ma­sı ih­ti­ma­li­ni dü­şün­dü. Onun gö­zü­nü bo­ya­mak için bu zevk­siz şa­ta­fa­tın pa­ra­sı, bel­ki de o za­val­lı­la­rın et pa­ra­sın­dan aln­mış­tı.

Ju­li­en için­den: "Kim bi­lir, bel­ki de on­lar şim­di aç­tır"; di­ye dü­şün­dü, bo­ğa­zı tı­kan­dı, ne yi­ye­bi­li­yor, ne de söz söy­le­ye­bi­li­yor­du. On on beş da­ki­ka son­ra iş da­ha kö­tü­leş­ti; de­rin­den de­ri­ne bir ses gel­di: Tu­tuk­lu­lar­dan bi­ri, doğ­ru­su bi­raz iğ­renç bir şar­kı tut­tur­muş­tu. M. Va­le­nod kor­don­lu uşak­la­rın­dan bi­ri­ne bak­tı, uşak git­ti, bi­raz son­ra da şar­kı ke­sil­di. O sı­ra­da bir uşak Ju­li­en'e, ye­şil bir bar­dak­la Rhin şa­ra­bı su­nu­yor­du. Ma­da­me Va­le­nod da bu şa­ra­bın ye­rin­de şi­şe­si­ne do­kuz frank ve­ril­di­ği­ni an­lat­mak fır­sa­tı­nı ka­çır­ma­mış­tı. Ju­li­en, elin­de ye­şil bar­da­ğı ile M. Va­le­nod'ya şöy­le de­di:

– Ne ol­du? O ber­bat şar­kı du­yul­mu­yor.

Mü­dür mağ­rur bir ta­vır­la:

– El­bet­te du­yul­maz, de­di, ben o çul­su­zu sus­turt­tum.

Bu söz Ju­li­en'in pek ağı­rı­na git­ti; ger­çi du­ru­mu­nun ge­rek­tir­di­ği ta­vır­la­rı, ha­re­ket­le­ri öğ­ren­miş­ti ama da­ha yü­re­ği o yü­rek de­ğil­di. Her fır­sat­ta bi­raz da­ha bi­len­miş iki­yüz­lü­lü­ğü­ne rağ­men iri bir göz­ya­şı­nın ya­na­ğın­dan aşa­ğı ak­ma­sı­nı ön­le­ye­me­di. Bu göz­ya­şı­nı ye­şil bar­dak­la ört­me­ğe ça­lış­tı ise de Rhin şa­ra­bı bo­ğa­zın­dan geç­me­di. İçin­den: "Şar­kı söy­le­me­si­ne de bı­rak­ma­mak! de­di; Tan­rı'm, sen de bun­la­ra göz yu­mu­yor­sun!"

Ki­bar­lar âle­mi ne­dir gör­müş bir ada­ma hiç de ya­kış­ma­yan bu üzün­tü­sü, çok şü­kür kim­se­nin dik­ka­ti­ni çek­me­di. Ver­gi tah­sil­da­rı, kra­lı öven bir şar­kı tut­tur­muş­tu. Na­ka­ra­tı her­kes bir ağız­dan söy­lü­yor­du; bu gü­rül­tü ara­sın­da Ju­li­en vic­da­nın­dan şöy­le söz­ler du­yu­yor­du: "İş­te ere­ce­ğin o mun­dar bah­ti­yar­lık; onun ta­dı­nı da an­cak bu su­ret­le ve böy­le adam­lar ara­sın­da ya­şa­mak­la çı­ka­ra­bi­le­cek­sin! Bel­ki yıl­da bin al­tın ka­za­nır­sın ama bu da sen et­le­ri yu­tar­ken za­val­lı mah­pu­sun şar­kı­sı­nı sus­tur­mak­la olur. Onun yi­ye­ce­ğin­den ça­la­ca­ğın pa­ra ile zi­ya­fet­ler ve­re­cek­sin ama sen sof­ra­da iken o bir kat da­ha ezi­le­cek!

– Ah Na­pol­yon! Se­nin vak­tin­de in­sa­nın, sa­vaş teh­li­ke­le­ri­ne gö­ğüs ge­re­rek yük­sek ma­kam­la­ra var­ma­sı ne tat­lı şey­di; ama bir za­val­lı­nın çek­ti­ği acı­la­rı al­çak­ça ar­tır­ma­ğa ra­zı ol­mak...

Ju­li­en'in için­den ge­çir­di­ği bu söz­ler­de­ki öd­lek­lik, onu gö­züm­den dü­şür­mü­yor de­sem ya­lan olur. Ha­ni şu kos­ko­ca bir mem­le­ke­tin bü­tün âdet­le­ri­ni de­ğiş­tir­me­ğe kal­kıp yi­ne kim­se­nin bur­nu­nu ka­nat­ma­ğı iç­le­ri gö­tür­me­yen na­ne­mol­la ih­ti­lâl­ci­ler yok mu? Ju­li­en ol­sa ol­sa on­la­ra ar­ka­daş­lık ede­bi­lir. Ju­li­en, bir­den­bi­re gö­rev­le­ri­ni ha­tır­la­dı. Onu bu sof­ra­ya, bu yü­ce ki­şi­le­rin ara­sı­na, ha­yal ku­rup da ağ­zı­nı aç­ma­sın di­ye ça­ğır­ma­dı­lar ya!

Be­san­çon ve Üzes aka­de­mi­le­ri mu­ha­bir âza­sın­dan, bo­ya­lı bez fab­ri­ka­tör­lü­ğüy­le pa­ra ka­za­nıp ar­tık işi gü­cü bı­rak­mış bir bay, Ju­li­en'e sof­ra­nın ta öbür ucun­dan sor­du: "İn­cil ez­ber­le­mek­te her­ke­si hay­ret­le­re dü­şü­re­cek ka­dar iler­le­di­ği­ni­zi söy­lü­yor­lar, doğ­ru mu?"

Or­ta­lı­ğı he­men bir ses­siz­lik kap­la­dı; san­ki bir me­lek, bir si­hir­baz ge­tir­miş gi­bi, o iki aka­de­mi­nin bil­gin âza­sı elin­de bir Lâ­tin­ce İn­cil ile pey­da ol­du. Ju­li­en'in "Evet" de­me­si üze­ri­ne ki­tap ge­li­şi­gü­zel bir ye­rin­den açı­lıp Lâ­tin­ce bir ya­rım cüm­le okun­du. Ju­li­en, alt ta­ra­fı­nı bül­bül gi­bi oku­du; bu ha­ri­ka, sof­ra son­la­rı­na öz­gü şa­ma­tay­la al­kış­lan­dı. Ju­li­en, ka­dın­la­rın bo­ya­lı yüz­le­ri­ne ba­kı­yor­du; bir­ka­çı fe­na de­ğil­di. He­le tah­sil­da­rın se­si gü­zel ka­rı­sı gö­ze çar­pa­cak olan­lar­dan­dı. Ju­li­en, ona ba­ka­rak:

– Doğ­ru­su ba­yan­la­rın önün­de böy­le uzun uzun Lâ­tin­ce söy­le­di­ği­me uta­nı­yo­rum, de­di. M. Ru­big­nea­u (ha­ni şu çift çift aka­de­mi­ler üye­si) lüt­fe­dip de Lâ­tin­ce bir cüm­le oku­sun­lar, ben de onu he­men di­li­mi­ze çe­vi­rip söy­le­me­ği de­ne­ye­yim.

Bu ikin­ci de­ne­me, ünü­nü gök­le­re çı­kar­dı.

M. Va­le­nod'nun sof­ra­sın­da bir­kaç zen­gin li­be­ral var­dı ki, bir gün okul­la­ra pa­ra­sız alı­na­bi­le­cek ço­cuk­la­rı da ol­du­ğun­dan son ge­nel din tel­kin­le­rin­den be­ri bir­den­bi­re ima­na gel­miş­ler­di. Bu in­ce po­li­ti­ka­cı­lık­la­rı­na rağ­men M. de Re­nal, on­la­rı yi­ne de evi­ne ça­ğır­mak is­te­mi­yor­du. Ju­li­en'i an­cak her­kes­ten adı­nı duy­muş ol­duk­la­rı, bir de *** kra­lı­nın gel­di­ği gün at­ta gör­dük­le­ri için ta­nı­yan bu adam­ca­ğız­lar, onu en çok al­kış­la­yan­lar ara­sın­day­dı. Ju­li­en için­den: "Bu ava­nak­lar bir şey an­la­ma­dık­la­rı bu İn­cil üs­lû­bun­dan bı­kıp usan­ma­ya­cak­lar mı?" di­ye dü­şün­dü. On­lar sı­kıl­mak söy­le dur­sun, ak­si­ne bu üs­lû­bu bir tu­haf bu­lup eğ­le­ni­yor­lar, İn­ci­li gü­le­rek din­li­yor­lar­dı. Fa­kat Ju­li­en bık­tı.

Sa­at al­tı­yı gös­te­rir­ken aya­ğa kalk­tı ve Li­go­ri­o'nun ye­ni il­mi­ha­lin­den bir BÖLÜMü ez­ber­le­yip er­te­si gün Mon­sie­ur Che­lan'a ders din­let­ti­re­ce­ği­ni söy­le­di. Hoş bir ta­vır­la da şöy­le de­di: "Ne ya­pa­lım? Be­nim işim iş­te böy­le ders din­le­mek, son­ra da gi­dip ders din­let­mek­tir."

Her­kes gül­dü, bu sö­zü­ne de hay­ran ol­du­lar; Ver­rie­res'de nük­te de­di­ğin böy­le olur. Ju­li­en aya­ğa kalk­mış­tı, pek ya­kı­şık al­ma­dı­ğı hal­de her­kes de aya­ğa kalk­tı; kes­kin ze­kâ­nın hük­mü de iş­te böy­le­dir. Ma­da­me Va­le­nod, onu on beş da­ki­ka da­ha tut­tu; ço­cuk­la­rı din bil­gi­sin­den şöy­le bir yok­la­sa iyi ol­maz mıy­dı? Ço­cuk­lar da bu yok­la­ma­da ay­rı ay­rı me­se­le­le­ri bir­bir­le­ri­ne ka­rış­tır­dı­lar; bu­nun tu­haf­lı­ğı­nı an­cak Ju­li­en fark et­ti. Fa­kat yan­lış, çı­kar­ma­ğa kalk­ma­dı. "Di­nin ilk şart­la­rın­dan bi­le ha­ber­le­ri yok!" di­ye dü­şün­dü. Ar­tık her­ke­si selam­la­yıp gi­de­bi­le­ce­ği­ni sa­nı­yor­du; fa­kat âdet ye­ri­ni bul­sun di­ye bir de La Fon­tai­ne'in şi­ir­le­rin­den bi­ri­ni okut­tu­lar. Ma­da­me Va­le­nod'ya:

– Bu şa­ir ahlakın pek dı­şı­na çı­kar, de­di; Mes­si­re Je­an Chou­art üze­ri­ne yaz­dı­ğı bir man­zu­me­de, en say­gı­de­ğer şey­le­re bi­le dil uza­tır. Za­ten ya­zı­la­rı­nı yo­rum­la­yan­la­rın da en iyi­le­ri, onu bu­nun için ayıp­lar ya!

Ju­li­en'i, çı­kıp git­me­den, ev­le­ri­ne da­vet eden dört beş ki­şi da­ha çık­tı. Ke­yif­le­ri pek ye­rin­de olan da­vet­li­ler hep bir ağız­dan: "Doğ­ru­su bu de­li­kan­lı ili­mi­zin şe­re­fi!" di­ye ba­ğı­rış­tı­lar. Ona, gi­dip Pa­ris'te öğ­re­ni­mi­ni bi­tir­me­si için be­le­di­ye­den bir ay­lık bağ­lan­ma­sın­dan bi­le söz eden­ler ol­du.

Ted­bir­siz­ce or­ta­ya atıl­mış bu dü­şün­ce gü­rül­tü­ler­le ağız­dan ağı­za do­la­şa­dur­sun, Ju­li­en, çe­vik adım­lar­la so­kak ka­pı­sı­nı boy­la­mış­tı bi­le. Te­miz ha­va­yı zevk­le so­lu­ya­rak üç dört de­fa üst üs­te: "Ayak­ta­kı­mı, ayak­ta­kı­mı!" di­ye söy­len­di. Az za­man ön­ce, M. de Re­nal'in evin­de gör­dü­ğü bü­tün o na­zik­çe dav­ra­nış­la­rın ar­ka­sın­da kü­çüm­se­yen bir gü­lüm­se­me, yük­sek­ten bir gu­rur se­zip pek içer­le­yen Ju­li­en, şim­di ade­ta bir soy­lu ki­şi olup çı­kı­ver­miş­ti. O ev­de gör­dük­le­riy­le bu ev­de gör­dük­le­ri ara­sın­da­ki far­kı his­set­me­me­si müm­kün müy­dü? Hem yü­rü­yor, hem de için­den söy­le­ni­yor­du: "Bu pa­ra­nın bir­ta­kım za­val­lı mah­pus­la­rın ek­me­ğin­den ça­lın­dı­ğı­nı, son­ra da o za­val­lı­la­rın şar­kı söy­le­me­si­ne bi­le mü­saa­de edil­me­di­ği­ni di­ye­lim ki bir ta­ra­fa bı­rak­tık! Hiç M. de Re­nal kal­kar da mi­sa­fir­le­ri­ne içir­di­ği şa­ra­bın şi­şe­si­ni ka­ça al­dı­ğı­nı söy­ler mi? Hem hu Mon­sie­ur Va­le­nod, evin­den, ha­lin­den, çif­tin­den, çu­bu­ğun­dan sü­rek­li söz edi­yor, ka­rı­sı ya­nın­da bu­lu­nun­ca da se­nin evin, se­nin çift­li­ğin di­yor."

Mal sa­hi­bi ol­ma­yı pek bü­yük bir zevk say­dı­ğı pek bel­li olan o ba­yan, o gün sof­ra­da, bir ayak­lı bar­dak kı­rıp ta­kım­la­rın­dan bi­ri­ni boz­muş olan bir uşa­ğa çok ağır söz­ler söy­le­miş, on­dan da say­gı­sız­ca bir kar­şı­lık gör­müş­tü. "Bir­bir­le­ri­ne ne de uy­muş­lar! Çal­dık­la­rı pa­ra­nın ya­rı­sı­nı ba­na ver­se­ler yi­ne on­lar­la ya­şa­ma­ğa ra­zı ol­mam. Gü­nün bi­rin­de da­ya­na­maz, on­la­rı ne ka­dar da ba­ya­ğı bu­lun­du­ğu­mu bel­li ede­cek bir sö­zü ağ­zım­dan ka­çı­rı­rım."

Ama yi­ne de, Ma­da­me de Re­nal'in emir­le­ri­ne baş eğip, bu çe­şit bir­kaç şö­le­ne da­ha git­me­si ge­rek­ti. Ju­li­en'i ar­tık pay­la­şa­mı­yor­lar­dı; fah­rî mu­ha­fız üni­for­ma­sı giy­miş ol­ma­sı ar­tık ba­ğış­lan­mış­tı; da­ha doğ­ru­su bu­gün­kü ba­şa­rı­la­rı­nın asıl te­me­li, dün­kü o ih­ti­yat­sız­lı­ğı idi. Ara­dan çok geç­me­di, bü­tün Ver­rie­res bu bil­gin de­li­kan­lı­yı el­de et­mek sa­va­şın­da M. de Re­nal'in mi, yok­sa M. Va­le­nod'nun mu ka­za­na­ca­ğı­nı me­rak et­me­ğe baş­la­dı. Ar­tık bü­tün ko­nuş­ma­la­rın baş­lı­ca ko­nu­su bu ol­muş­tu. Be­le­di­ye baş­ka­nı, di­len­ci­ler ba­kı­me­vi mü­dü­rü, bir de pa­paz M. Mas­lon, yıl­lar­dır şeh­rin de­di­ği de­dik efen­di­le­ri ke­sil­miş­ler­di. Be­le­di­ye baş­ka­nı­nı çok kıs­ka­nan var­dı. Li­be­ral­ler de on­dan ya­ka sil­ki­yor­du; ama ne de ol­sa o bir soy­lu ki­şi idi. Ken­di­si­ni üs­tün sa­ya­bi­lir­di; oy­sa ki M. Va­le­nod'ya ba­ba­sı an­cak yıl­da al­tı yüz li­ra ge­lir bı­rak­mış­tı. Bu­gün onun Nor­man­di­ya at­la­rı­nı, al­tın kös­tek­le­ri­ni, Pa­ris'ten ge­tir­til­miş el­bi­se­le­ri­ni, kı­sa­ca­sı şim­di­ki bü­tün zen­gin­li­ği­ni kıs­ka­nan­lar, genç­li­ğin­de onu sır­tın­da ye­şil el­bi­se ile gö­rüp acı­dık­la­rı­nı unu­ta­mı­yor­lar­dı.

Ju­li­en, ken­di­si için yep­ye­ni olan bu âlem için­de, na­mus­lu bir adam bu­lur gi­bi ol­du; bu adam geo­met­ri ile uğ­ra­şır­dı. Adı M. Gros idi ve Ja­co­bin ol­du­ğu söy­le­nir­di. Ju­li­en an­cak sah­te bul­du­ğu şey­ler­den söz et­me­ye ka­rar ver­miş bir genç ol­du­ğu için, M. Gros ile si­ya­sî dü­şün­ce­ler üze­ri­ne bir şey ko­nuş­ma­dı. Onun hak­kın­da­ki söy­len­ti­nin doğ­ru olup ol­ma­dı­ğı­nı öğ­re­ne­me­di. Vergy'den ko­ca ko­ca pa­ket­ler için­de, ço­cuk­la­rın ödev­le­ri ge­li­yor­du. Gi­dip ba­ba­sı­nı da sık gör­me­si tem­bih edi­li­yor­du. Ju­li­en, bu pek ağır bul­du­ğu işe de kat­lan­dı. Kı­sa­ca­sı teh­li­ke­ye düş­müş olan ünü­nü epey­ce yo­lu­na ko­yu­yor­du. Bir sa­bah hay­ret­le uyan­dı:İki el göz­le­ri­ni ka­pı­yor­du.

Ma­da­me de Re­nal, şeh­re bir iş için gel­miş­ti. Ço­cuk­la­rı­nı ev­de bı­rak­ma­ğa bir tür­lü ra­zı ola­ma­dık­la­rı pek sev­gi­li tav­şan­la­rıy­la aşa­ğı­da bı­ra­kıp mer­di­ven­le­ri dör­der be­şer çık­mış, Ju­li­en'in oda­sı­na on­lar­dan ön­ce var­mak is­te­miş­ti, baş ba­şa ge­çir­dik­le­ri bu an pek ça­buk fakat pek tat­lı geç­ti. Ço­cuk­lar, Ju­li­en'e de gös­ter­mek is­te­dik­le­ri tav­şan­la be­ra­ber oda­ya gir­dik­le­rin­de Ma­da­me de Re­nal çok­tan çe­kip git­miş­ti. Ju­li­en her­ke­se, tav­şa­na bi­le gü­ler yüz gös­ter­di. Ken­di ai­le­si­ne ka­vuş­muş gi­biy­di. Bu ço­cuk­la­rı pek sev­di­ği­ni, on­lar­la çe­ne çal­mak­tan hoş­lan­dı­ğı­nı his­se­di­yor­du. Ço­cuk­la­rın ses­le­rin­de­ki tat­lı­lık, ha­re­ket­le­rin­de­ki sa­de­lik ve soy­lu­luk onu şa­şırt­mış­tı. Ha­ya­li­ni, kaç gün­dür Ver­rie­res'de çev­re­si­ni çe­vi­ren o ba­ya­ğı ha­re­ket­le­rin, tat­sız dü­şün­ce­le­rin et­ki­sin­den yı­ka­yıp te­miz­le­mek is­ti­yor­du. On­lar, kaç gün­dür ara­la­rın­da ya­şa­dı­ğı adam­lar, hep gös­te­riş sev­da­sı­na düş­müş ki­şi­ler­di. Ju­li­en on­la­ra bak­tık­ça âlâ­yiş ile se­fa­le­tin saç sa­ça, baş ba­şa dö­vüş­tük­le­ri­ni gö­rür gi­bi olur­du. Ev­le­ri­ne ye­me­ğe git­ti­ği adam­lar, sof­ra­ya ge­len ros­to­yu ba­ha­ne edip, hem ken­di­le­ri­ni kü­çül­ten hem de din­le­ye­ni iğ­ren­di­ren şey­ler söy­lü­yor­du.

Ma­da­me de Re­nal'e, git­me­ğe kat­lan­dı­ğı zi­ya­fet­le­ri an­la­tır­ken:

– Siz asil­za­de­ler, ki­bir­li ol­mak­ta yer­den gö­ğe dek hak­lı­sı­nız, de­miş­ti.

– De­mek ki si­zi ka­pı­şan ka­pı­şa­na!

Ma­da­me de Re­nal bu­nu söy­ler­ken Ma­da­me Va­le­nod'nün, Ju­li­en'in ge­le­ce­ği gün­ler al­lık sür­me­si­ni göz önü­ne ge­ti­rip kah­ka­ha­lar­la gü­lü­yor­du.

– Hiç şüp­he­siz kal­bi­ni­zi ele ge­çir­me­yi ta­sar­la­mış...

Ye­mek pek ne­şe­li geç­ti. Ço­cuk­la­rın bu­lun­ma­sı, gö­rü­nüş­te sı­kı­cı sa­nı­lır ama ger­çek­te, o or­tak­la­şa bah­ti­yar­lı­ğı ar­tı­rı­yor­du. Ço­cuk­ca­ğız­lar, M. Ju­li­en'e ka­vuş­mak­la duy­duk­la­rı se­vin­ci na­sıl gös­te­re­cek­le­ri­ni bil­mi­yor­lar­dı. Uşak­lar on­la­ra, M. Ju­li­en'in gi­dip M. Va­le­nod'nun ço­cuk­la­rı­nı ter­bi­ye et­me­si için iki yüz frank faz­la pa­ra tek­lif edil­di­ği­ni söy­le­miş­ler­di.

Ye­me­ğin ya­rı­sın­da son has­ta­lı­ğın­dan be­ri hâ­lâ ben­zi uçuk olan Sta­nis­las­Xa­vi­er an­ne­si­ne bir­den­bi­re, gü­müş ça­tal bı­çak ta­kı­mı ile su iç­ti­ği ku­pa­nın kaç pa­ra ede­ce­ği­ni sor­du.

– Ni­ye so­ru­yor­sun?

– On­la­rı sa­tıp pa­ra­sı­nı M. Ju­li­en'e ve­re­ce­ğim; bi­zim ev­de kal­dı­ğı için al­dan­sın mı?

Ju­li­en göz­le­ri do­lu do­lu, ço­cu­ğu ku­cak­la­dı. Onu di­zi­ne alıp bu ma­na­da kul­la­nı­lın­ca al­dan­mak sö­zü­nün an­cak uşak­la­ra ya­kış­tı­ğı­nı an­la­tır­ken Ma­da­me de Re­nal ger­çek­ten ağ­lı­yor­du. Ju­li­en, ha­re­ke­ti­nin Ma­da­me de Re­nal'i pek mem­nun et­ti­ği­ni gö­rün­ce ço­cuk­la­rı da eğ­len­di­ren tu­haf tu­haf ör­nek­ler bu­la­rak, al­dan­ma­nın ne de­mek ol­du­ğu­nu an­la­tı­yor­du. Sta­ni­las:

– An­la­dım, ha­ni kar­ga bu­da­la­lık edip ağ­zın­dan pey­ni­ri­ni dü­şür­müş, ona dil dö­ken til­ki de ka­pı­ver­miş, de­di, iş­te o za­man kar­ga al­dan­mış.

Ma­da­me de Re­nal, se­vin­cin­den de­li gi­bi ol­muş, ço­cuk­la­rı­nı öpüp du­ru­yor fakat on­la­ra doğ­ru eği­lir­ken de bi­raz ol­sun Ju­li­en'e yas­lan­ma­ğa mec­bur ka­lı­yor­du.

Ka­pı bir­den­bi­re açı­lıp içe­ri M. de Re­nal gir­di. Mem­nu­ni­yet­siz­lik gös­te­ren so­murt­kan yü­zü, gel­me­sin­den ötü­rü da­ğı­lı­ver­miş ne­şe ile ga­rip bir te­zat oluş­tu­ru­yor­du. Ma­da­me de Re­nal sap­sa­rı ke­sil­di. Ju­li­en he­men söz açıp M. de Re­nal'e, Sta­nis­las'ın ku­pa­sı­nı sat­ma­ğa kalk­ma­sı­nı yük­sek ses­le an­lat­ma­ğa baş­la­dı. Bu­nu söy­le­me­nin fe­na bir et­ki bı­ra­ka­ca­ğın­dan emin­di, ön­ce M. de Re­nal ol­dum ola­sı alı­şık ol­du­ğu için, gü­müş sö­zü­nü du­yun­ca kaş­la­rı­nı çat­tı. Onun söy­le­di­ği­ne ba­kı­lır­sa gü­müş sö­zü açıl­ma­sı, ak­la bu ma­den­den sik­ke ke­sil­di­ği­ni ge­ti­rir ve en so­nun­da da ucu onun ke­se­si­ne do­ku­nur­du.

Oy­sa bu se­fer iş yal­nız­ca pa­ra­ya do­kun­mak­la kal­mı­yor, şüp­he­le­ri de ar­tı­rı­yor­du. Ken­di yan­la­rın­da bu­lun­ma­dı­ğı za­man ço­lu­ğu­nun ço­cu­ğu­nun se­vi­nip ne­şe­len­me­si, gu­ru­ru ha­va­dan nem ka­pan bir ada­mın zih­ni­ne sü­kûn ve­re­cek şey­ler­den de­ğil­di. Bir de ka­rı­sı, ço­cuk­la­ra ye­ni fi­kir­ler aşı­la­mak nok­ta­sın­da Ju­li­en'in in­ce­lik ve an­la­yış­lı­lık gös­ter­me­si­ni öve öve an­lat­ma­ğa baş­la­yın­ca M. de Re­nal da­ya­na­ma­dı:

– Evet, evet, bi­li­yo­rum; ço­cuk­la­rı­mı ben­den so­ğut­ma­ğa ça­lı­şı­yor; onun ço­cuk­la­ra, be­nim gös­te­re­bil­di­ğim­den yüz kat da­ha faz­la gü­ler yüz gös­ter­me­si zor bir şey mi? Evin efen­di­si ben­mi­şim, ne çı­kar? Bu­gün­kü gün­de her­ke­sin işi, ya­sal gü­cü so­ğuk gös­ter­me­ğe ça­lış­mak. Za­val­lı Fran­sa!

Ma­da­me de Re­nal, ko­ca­sı­nın dav­ra­nı­şı­nı in­ce ele­yip sık do­ku­ma­ğa kalk­ma­dı. Ju­li­en ile on iki sa­at ge­çir­me­nin müm­kün ol­ma­dı­ğı­nı fark et­miş­ti. Şe­hir­de alı­na­cak pek çok şey var­dı. Ak­şam ye­me­ği­ni de ka­ba­re­de ye­me­yi ka­rar­laş­tır­dı­ğı­nı söy­le­di. Ko­ca­sı ne de­di ve ne yap­tı ise bir ya­ra­rı ol­ma­dı. Ma­da­me de Re­nal Nuh de­di pey­gam­ber de­me­di. Za­ma­nı­mız ahlak sof­ta­la­rı­nın pek zevk­le söy­le­dik­le­ri bu ka­ba­re sö­zü­nü du­yun­ca ço­cuk­la­rın ağ­zı ku­lak­la­rı­na var­mış­tı.

M. de Re­nal, ilk gir­dik­le­ri tu­ha­fi­ye dük­kâ­nın­da ka­rı­sın­dan ay­rı­lıp bir­kaç ah­ba­bı zi­ya­re­te git­ti. Ak­şam dön­dü­ğün­de kaş­la­rı sa­bah­kin­den da­ha ça­tık­tı. Bü­tün şeh­rin bir ken­di­si, bir de Ju­li­en ile uğ­raş­tı­ğın­dan emin­di. Doğ­ru­su da­ha kim­se ona, hal­kın söy­le­dik­le­ri­nin ağır ta­ra­fı­nı aç­ma­mış­tı. Be­le­di­ye baş­ka­nı­na bü­tün an­la­tı­lan­lar Ju­li­en'in yıl­da al­tı yüz frank­la onun evin­de mi ka­la­ca­ğı, yok­sa M. Va­le­nod'nun tek­lif et­ti­ği se­kiz yüz fran­gı mı ka­bul ede­ce­ği hak­kın­da­ki söz­ler­di.

M. de Re­nal'e ah­bap­lar evin­de rast ge­len bay mü­dür, ona so­ğuk dav­ran­dı. Bu ha­re­ke­ti doğ­ru­su bu ya, epey­ce us­ta­lık­lı idi; taş­ra­da ih­ti­yat­sız­lık gös­ter­mek pek ola­ğan iş­ler­den de­ğil­di. Ora­lar­da her­kes­te he­ye­can uyan­dı­ra­cak olay­lar pek sey­rek gö­rül­dü­ğün­den bun­lar iyi­ce uza­tı­lır.

M. Va­le­nod, taş­ra­da gi­yi­mi ku­şa­mı ye­rin­de de­ni­len adam­lar­dan­dı; böy­le­le­ri hem küs­tah ya­ra­tı­lış­lı ve hem de ka­ba olur. 1815'ten be­ri pa­ra üs­tü­ne pa­ra ka­zan­ma­sı onu büs­bü­tün şı­mart­mış­tı. Ver­rie­res de M. de Re­nal'in ma­iye­tin­de hü­küm sü­rü­yor­du; fa­kat on­dan çok da­ha fa­al idi; hiç­bir şey­den utan­maz, her şe­ye bur­nu­nu so­kar, her ye­re gi­rip çı­kar, ya­zar, çi­zer, söy­ler, en bü­yük ha­ka­ret­le­ri de unu­tur, hiç­bir şah­sî id­di­a güt­mez bir adam ol­du­ğu için ara­sı çok geç­me­den, pa­paz­lar ara­sın­da, efen­di­si­nin­ki­ni sar­sa­cak ka­dar say­gın­lık ka­zan­mış­tı.

M. Va­le­nod, san­ki mem­le­ke­tin bak­kal­la­rı­na gi­dip: "Ba­na içi­niz­den en ap­tal iki ki­şi­yi ve­rin" de­miş, avu­kat­lar­dan en ka­ra ca­hil iki ki­şi is­te­miş, dok­tor­la­ra da iç­le­rin­den en şar­la­tan iki ta­ne­si­ni seç­tir­miş­ti. Böy­le her mes­le­ğin en utan­maz sı­kıl­maz adam­la­rı­nı bir ara­ya top­la­dık­tan son­ra da on­la­ra: "Hay­di, be­ra­ber hü­küm sü­re­lim" de­miş­ti. Bu adam­la­rın ta­vır­la­rı, ha­re­ket­le­ri M. de Re­nal'e ağır ge­li­yor­du. Va­le­nod ad­lı ka­ba he­rif ise hiç­bir şey­den, o kü­çük Ab­be Mas­lon'un her­ke­sin ya­nın­da ya­lan­la­rı­nı çı­kar­ma­sı­na pek al­dır­maz­dı.

İş­le­ri­nin böy­le tı­kı­rın­da git­ti­ği za­man­lar­da da M. Va­le­nod, her­ke­sin pek hak­lı ola­rak ba­zı ha­ki­kat­le­ri yü­zü­ne çarp­ma­sı­nın önü­ne geç­mek için, ikin­ci de­re­ce­de iş­ler­de ter­bi­ye­siz­lik et­mek ih­ti­ya­cı­nı du­yu­yor­du. M. Ap­pert'in gel­me­si gö­zü­nü epey­ce kor­kut­tu­ğu için o va­kit­ten be­ri fa­ali­ye­ti art­mış­tı. Üç de­fa Be­san­çon'a gi­dip gel­di; her pos­ta gü­nü­ne bir­kaç mek­tup ye­tiş­ti­ri­yor, ak­şam üze­ri evi­ne uğ­ra­yı­ve­ren kim ol­du­ğu bi­lin­mez adam­lar­la da bir­ta­kım mek­tup­lar yol­lu­yor­du. Yaş­lı pa­paz Che­la­rı'ı işin­den çı­kart­tır­ma­sı bel­ki pek iyi ol­ma­mış­tı; çün­kü bu su­ret­le öç al­ma­ğa kal­kış­tı­ğı gün­den be­ri şeh­rin ki­bar ai­le­le­rin­den bir­kaç so­fu ba­yan onu kö­tü ki­şi ola­rak bel­le­miş­ler­di. Za­ten Fri­la­ir pis­ko­pos ve­ki­li, bu iyi­li­ği­ne kar­şı­lık M Va­le­nod'yu ade­ta em­ri al­tın­da say­ma­ğa, ona ga­rip iş­ler gör­dür­me­ğe baş­la­mış­tı. M. Va­le­nod, ar­zu­su­na da­ya­na­ma­yıp bir im­za­sız mek­tup yaz­dı­ğı za­man iş­le­ri bu du­rum­day­dı. Bü­tün dert­le­ri az ge­li­yor­muş gi­bi bir de ka­rı­sı ye­ni bir ça­lı­ma kalk­mış, Ju­li­en'in eği­ti­ci ola­rak tu­tul­ma­sı­nı is­ti­yor­du.

Bu du­rum­da M. Va­le­nod, es­ki müt­te­fi­ki M. de Re­nal ile ken­di ara­sın­da bir kav­ga pat­la­ya­ca­ğı­nı ve bu­nun cid­dî so­nuç­lar ve­re­ce­ği­ni se­zi­yor­du. M. de Re­nal, ona ağır söz­ler söy­lü­yor­du; bu, umu­run­da de­ğil­di ama ya be­le­di­ye baş­ka­nı bu işi Be­san­çon'a, hatta Pa­ris'e ya­zı­ve­rir­se? Her­han­gi bir ba­ka­nın uzak, ya­kın ak­ra­ba­sın­dan bi­ri­nin Ver­rie­res'e ge­lip di­len­ci­ler ba­kı­me­vi­ne mü­dür atan­ma­sı ol­maz bir şey de­ğil­di. M. Va­le­nod, li­be­ral­ler­le uz­laş­ma­ğı dü­şün­dü; Ju­li­en'in İn­cil oku­du­ğu zi­ya­fet­te bir kaç li­be­ra­lin de bu­lun­ma­sı iş­te bu yüz­den­di. On­lar­la uz­la­şın­ca be­le­di­ye baş­ka­nı­na kar­şı kuv­vet­li bir da­ya­nak bul­muş ola­cak­tı. Lâ­kin be­le­di­ye se­çim­le­ri­nin ye­ni­len­me­si­ne im­kân var­dı. Di­len­ci­ler ba­kı­me­vi mü­dü­rü­nün de kal­kıp li­be­ral­le­re, hü­kü­me­te kar­şı oy ver­me­si de pek ola­cak şey­ler­den de­ğil­di. Ma­da­me de Re­nal, onun uy­gu­la­dı­ğı bu po­li­ti­ka­yı çok iyi kav­ra­mış­tı. Bir dük­kân­dan öte­ki­ne gi­der­ken bun­la­rı Ju­li­en'e de an­la­tı­yor­du; bu ko­nu on­la­rı ya­vaş ya­vaş SA­DIK­LAR ME­Sİ­RE­Sİ'ne dek sü­rük­le­di. Ora­da he­men he­men Vergy'de­ki ka­dar ra­hat bir­kaç sa­at ge­çir­di­ler. Bu es­na­da M. Va­le­nod da, küs­tah­ça bir ta­vır ta­kı­na­rak, es­ki efen­di­siy­le kop­ma­sı ka­çı­nıl­maz o bü­yük kav­ga­yı ge­cik­tir­me­ğe ça­lı­şı­yor­du. O gün bu tu­tum işe ya­ra­dı ama be­le­di­ye baş­ka­nı­nın da öf­ke­si­ni ar­tır­dı.

Pa­ra hır­sı­nın, bu aşa­ğı­lık hır­sın en aç­göz­lü, en adi yan­la­rı­nı or­ta­ya koy­du­ğu za­man in­sa­nı ne kö­tü bir ha­le dü­şü­re­ce­ği­ni göz önü­ne ge­ti­re­bi­lir­si­niz; M. de Re­nal, o ak­şam "ka­ba­re"ye gi­der­ken iş­te o hal­de idi. Ço­cuk­la­rı ise her za­man­kin­den da­ha ke­yif­li, da­ha da ne­şe­li idi. Ken­di ha­liy­le on­la­rın­ki ara­sın­da gör­dü­ğü bu te­zat, M. de Re­nal'i büs­bü­tün kız­dır­dı. Ağır­baş­lı san­dı­ğı bir ta­vır­la:

– Gö­rü­yo­rum ki, de­di, ben ara­nız­da faz­la­yım!

Ka­rı­sı bu sö­ze hiç al­dır­ma­dı; kal­kıp onu bir ke­na­ra çek­ti ve Ju­li­en'in uzak­laş­tı­rıl­ma­sı­nın ge­re­ğin­den söz et­ti. Ge­çir­di­ği saa­det sa­at­le­ri, on beş gün­dür kur­du­ğu ha­re­ket plâ­nı­nı ta­kip ede­bil­me­si için za­ru­rî olan da­ya­nık­lı­lı­ğı, so­ğuk­kan­lı­lı­ğı ver­miş­ti. Za­val­lı Ver­rie­res be­le­di­ye baş­ka­nı­nı asıl çi­le­den çı­ka­ran şey ak­çe­ye gös­ter­di­ği bağ­lı­lı­ğın şe­hir­de bir alay ko­nu­su ol­du­ğu­nu bil­me­siy­di. M. Va­le­nod'un eli açık­tı; M. de Re­nal ise son za­man­lar­da Sa­int­Jo­seph ta­ri­ka­tı, Mer­yem Ana pa­paz­la­rı, Sa­int­Sac­re­ment ta­ri­ka­tı, da­ha bil­mem ne ta­ri­ka­tı için açı­lan beş al­tı yar­dım def­te­ri­ne ya­zı­lır­ken cö­mert­lik­ten çok ih­ti­yat gös­ter­miş­ti.

Ba­ğış top­la­yan ra­hip­ler def­ter­le­ri­ne, Ver­rie­res ve çev­re­si kü­çük soy­lu­la­rı­nın ad­la­rı­nı, ver­dik­le­ri pa­ra­nın çok­lu­ğu­na gö­re ya­zar­lar­dı; M. de Re­nal'in adı ço­ğu va­kit ta son sa­tır­da yer alı­yor­du. Ger­çi o ka­zan­cı ol­ma­dı­ğı­nı söy­lü­yor­du ama ru­ha­ni­ler mec­li­si­nin bu iş­te şa­ka­sı yok­tur.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro