Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 20: Japon Saksısı

Ön­ce kal­bi fe­lâ­ke­ti­nin ne ka­dar aş­kın ol­du­ğu­nu kav­ra­mı­yor; üzün­tü­den çok şaş­kın­lık için­de. Lâ­kin ak­lı­nı to­par­la­dık­ça, uğ­ra­dı­ğı baht­sız­lı­ğın de­rin­li­ği­ni de se­zi­yor. Ar­tık onun için ha­yat­ta hiç­bir zevk, ne­şe kal­ma­dı, içi­ni par­ça­la­yan umut­suz­lu­ğun bı­çak gi­bi bat­ma­sın­dan baş­ka bir şey his­se­de­mi­yor. Vü­cut acı­sı sö­zü et­mek de ne­ye iyi? Yal­nız vü­cu­dun duy­du­ğu han­gi acı var­dır ki o acı­ya ben­ze­sin?

JE­AN­PA­UL

O sı­ra­da ak­şam ye­me­ği zi­li ça­lı­yor­du, Ju­li­en güç be­la kal­kıp gi­yin­di. Sa­lo­na gi­rin­ce Mat­hil­de'in ora­da, kar­de­şiy­le M. de Cro­ise­no­is'ya, o ak­şam Ma­re­şal de Fer­va­qu­es'ın ko­na­ğın­da­ki da­ve­te git­me­me­le­ri için yal­va­rır­ca­sı­na ıs­rar et­ti­ği­ni gör­dü.

Mat­hil­de ga­yet şi­rin, il­ti­fat­lar eden bir ta­vır­la ko­nu­şu­yor­du. Ye­mek­ten son­ra, bir­kaç dos­tu ile be­ra­ber M. de Luz, M. de Cay­lus de gel­di. San­ki Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'de kar­deş­çe dost­luk his­si ile be­ra­ber her­ke­se tam ye­ri­ne, so­yu­na so­pu­na gö­re dav­ran­mak his­si de yi­ne uyan­mış­tı; o iki his­se ge­ne ta­par­ca­sı­na bağ­lan­mış­tı. Ha­va çok gü­zel ol­du­ğu hal­de o ak­şam, bah­çe­ye çık­ma­mak­ta ıs­rar et­ti; Ma­da­me de La Mo­le'ün otur­du­ğu kol­tuk­tan uzak­laş­ma­sı­nı is­ti­yor­du. Ar­ka­daş­la­rı, kı­şın ol­du­ğu gi­bi, ma­vi ka­ne­pe­nin çev­re­sin­de top­lan­dı­lar.

Mat­hil­de'nin bah­çe­ye kar­şı âde­ta bir öf­ke­si var­dı, ora­yı ta­ma­mıy­la sı­kın­tı­lı bir yer sa­yı­yor­du: bah­çe­de Ju­li­en'i ha­tır­la­tan çok şey­ler var­dı da on­dan.

Fe­lâ­ket in­sa­nın ak­lı­nı da alır. Bi­zim de­li­kan­lı da toy­luk edip ha­sır san­dal­ye­nin ba­şın­da, bir za­man­lar pek par­lak ba­şa­rı­la­rı­na ta­nık olan o san­dal­ye­nin ba­şın­da di­kil­di kal­dı. O ak­şam ona dö­nüp bir söz söy­le­yen ol­ma­dı; san­ki ora­da ol­du­ğu­nun far­kı­na va­ran yok­tu. Hatta da­ha kö­tü bir mu­ame­le ile kar­şı­laş­tı. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün dost­la­rın­dan onun ya­nı­na, ka­ne­pe­nin ucu­na dü­şen­ler ona ar­ka­la­rı­nı dö­ner gi­bi bir ta­vır ta­kın­mış­lar­dı; bel­ki öy­le bir dü­şün­ce­le­ri yok­tu ama her­hal­de Ju­li­en'e öy­le gel­di.

İçin­den: Sa­ray­da göz­den düş­mek bu ol­sa ge­rek! Ken­di­si­ni ha­fif­se­me­le­riy­le ez­me­ye kal­kı­şan o adam­la­rı bir an tet­kik et­mek is­te­di. M. de Luz'ün am­ca­sı, kra­lın ya­nın­da bü­yük bir hiz­met­tey­di; bu­nun için o ya­kı­şık­lı su­bay, mec­li­se ye­ni bir kim­se gel­di mi, ne ya­par ya­par, am­ca­sı­nın sa­at ye­di­de Sa­int­Clo­ud sa­ra­yı­na git­ti­ği­ni, ge­ce­yi de ora­da ge­çir­mek ni­ye­ti ol­du­ğu­nu söz ara­sı­na ka­rış­tı­rır­dı. Ak­lın­ca il­gi­ye pek de­ğer bul­du­ğu bu işi ger­çi şöy­le ba­ba­can bir ta­vır­la an­la­tır­dı ama bir ke­re bi­le bu­nu aç­ma­ya bir fır­sat ha­zır­la­ma­dı­ğı ol­maz­dı.

Ju­li­en, M. de Cro­ise­no­is'yı fe­lâ­ke­tin ver­di­ği in­saf­sız­ca göz­den ge­çi­rin­ce gö­rüp an­la­dı: O na­zik, bön de­li­kan­lı, giz­li, gö­rün­mez se­bep­le­ri gö­zün­de pek bü­yü­tür­dü.. O ka­dar ki M. de Cro­ise­no­is, bi­raz önem­li bir hâ­di­se­nin ba­sit, pek de ta­bii bir se­bep­ten doğ­du­ğu söy­le­nin­ce, ke­der eder, âde­ta kı­zar­dı. Ju­li­en için­den: De­li­lik böy­le baş­lar, de­di. Prin­ce Ko­ra­sof'un ba­na an­lat­tı­ğı­na gö­re Çar Alek­sandr da böy­le imiş; M. de Cro­ise­no­is huy ba­kı­mın­dan onu pek an­dı­rı­yor. Pa­ris'te ge­çir­di­ği ilk yıl, ruh­ban oku­lun­dan da­ha ye­ni çı­kan Ju­li­en, ilk de­fa ola­rak o de­li­kan­lı­lar­da gör­dü­ğü za­ra­fet, ne­za­ket­le göz­le­ri ka­maş­mış, on­la­ra hay­ran ol­muş­tu. On­la­rın asıl ya­ra­tı­lış­la­rı­nı da­ha ye­ni ye­ni fark et­me­ye baş­lı­yor­du.

Bir­den­bi­re: Be­nim bu­ra­da­ki ha­lim, hay­si­yet kı­rı­cı bir hal, di­ye dü­şün­dü. Ama o ha­sır san­dal­ye­den, pek de sa­lak­lık sa­yıl­ma­ya­cak bir yol bu­lup kalk­mak lazım­dı. Büs­bü­tün baş­ka bir işe sap­lan­mış olan ha­ya­li­ni zor­la­yıp bir ça­re, ye­ni bir şey bul­ma­ya ça­lış­tı. Bu­nun için ha­fı­za­sı­nın yar­dı­mı­na ih­ti­yaç var­dı; hâlbuki Ju­li­en'in ha­fı­za­sı bu gi­bi iş­ler­de, doğ­ru­su ya, hay­li za­yıf­tı; za­val­lı ço­cuk ki­bar­lar âle­mi­nin âdet­le­ri­ni da­ha iyi­ce kav­ra­ya­ma­mış­tı. İş­te bu­nun için de sa­lon­dan çı­kıp gi­der­ken her­ke­sin dik­ka­ti­ne çar­pa­cak de­re­ce­de bir ace­mi­lik gös­ter­di. Çek­ti­ği üzün­tü bü­tün ha­lin­den, ta­vır­la­rın­dan bel­liy­di. Kırk beş da­ki­ka­dır ora­da, adam ye­ri­ne ko­nul­ma­mış, zah­met edi­lip ken­di­sin­den sak­la­nıl­ma­ya­rak aşa­ğı sı­nıf­tan bir can sı­kı­cı sa­yıl­mış­tı.

Ora­da­ki de­li­kan­lı­la­rı ten­kit gö­zün­den ge­çir­miş ol­ma­sı, fe­lâ­ke­ti­ni pek bü­yük bir fa­ci­a say­ma­sı­nın önü­ne geç­ti. İki gün ön­ce olup bi­ten şey­le­ri ha­tır­lı­yor da gu­ru­ru bi­raz ra­hat­lı­yor­du. Yal­nız ba­şı­na bah­çe­ye çı­kar­ken için­den, on­la­rın ba­na kar­şı bin bir üs­tün­lük­le­ri ola­bi­lir, di­yor­du ama Mat­hil­de te­nez­zül edip ba­na ha­ya­tım­da iki ke­re tat­tır­dı­ğı lüt­fü on­la­rın hiç­bi­ri­ne gös­ter­me­di. Bu akıl­lı, us­lu dü­şün­ce­le­ri da­ha öte­ye va­ra­ma­dı. Ka­de­rin bir cil­ve­si ola­rak şim­di bü­tün sa­ade­ti­ne mut­lak bir hâ­kim ke­sil­miş olan o ga­rip kı­zın ta­bi­atı­nı hiç de an­la­mı­yor­du.

Er­te­si gün atı­nı da, ken­di­ni de öl­dü­re­si­ye yor­du. Ak­şam Mat­hil­de ma­vi ka­ne­pe­den yi­ne ay­rıl­ma­dı; ama Ju­li­en de ya­nı­na git­mek is­te­me­di. Dik­kat et­ti, ev için­de kar­şı­laş­tık­la­rı va­kit Com­te Nor­bert ken­di­si­ne bak­ma­ğa bi­le te­nez­zül et­mi­yor­du. Bu adam ya­ra­tı­lı­şı ge­re­ği pek ter­bi­ye­li, na­zik­tir; ba­na böy­le mu­ame­le et­mek için kim bi­lir nef­si­ni ne ka­dar zor­lu­yor! di­ye dü­şün­dü.

Ju­li­en için uy­ku ne bü­yük bir bah­ti­yar­lık ola­cak­tı. Vü­cu­du­nu yor­ma­sı­na rağ­men, o ga­yet­le gö­nül çe­ki­ci hâ­tı­ra­lar bü­tün ru­hu­nu, ha­ya­li­ni kav­ra­ma­ya baş­lı­yor­du. Pa­ris ci­va­rın­da­ki ko­ru­lar­da at koş­tur­mak­la an­cak ken­di his­le­ri üze­rin­de bir te­si­ri olu­yor, Mat­hil­de'in gön­lü ile dü­şün­ce­le­ri üze­rin­de hiç­bir et­ki­si gö­rül­mü­yor­du, ya­ni bah­tı­nı ta­ma­mıy­la te­sa­dü­fün eli­ne bı­rak­mış­tı; bu­nu an­la­ya­cak ka­dar be­ce­rik­li­lik gös­te­re­me­di.

Mat­hil­de ile bir ko­nu­şa­bil­se bu­nun­la elem­le­ri­ne bir de­va bu­la­ca­ğı­nı sa­nı­yor­du. Ama ce­sa­ret edip ona ne söy­le­ye­bi­lir­di ki? İş­te bir sa­bah dal­mış, de­rin de­rin bun­la­rı dü­şü­nür­ken bir­den ka­pı açıl­dı, ki­tap oda­sı­na Mat­hil­de'in gir­di­ği­ni gör­dü.

– Bi­li­yo­rum ki, Mon­sie­ur, be­nim­le ko­nuş­mak is­ti­yor­su­nuz.

– Bu­nu ne­re­den duy­du­nuz? Sa­na kim söy­le­di?

– Bi­li­yo­rum; ne­re­den duy­du­ğum si­ze ne? Siz şe­ref­siz bir adam­sa­nız be­ni mah­ve­de­bi­lir, hiç ol­maz­sa böy­le bir şe­ye kal­kı­şa­bi­lir­si­niz; fa­kat böy­le bir teh­li­ke ol­du­ğu­nu san­mı­yo­rum, ol­sa bi­le yi­ne sa­mi­mî ol­mak­tan be­ni hiç şüp­he­siz alı­ko­ya­maz. Si­zi sev­mi­yo­rum, Mon­sie­ur, çıl­gın­ca ha­yal­le­re ka­pıl­mış, al­dan­mı­şım...

Bu şid­det­li dar­be al­tın­da aş­kın­dan, üzün­tü­sün­den şaş­kı­na dö­nen Ju­li­en ken­di­ni sa­vun­ma­ya kal­kış­tı. Bun­dan mâ­nâ­sız iş ol­maz. Ho­şa git­me­me­ye kar­şı ken­di­mi­zi mü­da­fa­a ne­ye ya­rar? Ama Ju­li­en'in ha­re­ket­le­ri üze­rin­de ar­tık ak­lın hiç­bir hük­mü yok­tu. Kör bir iç­gü­dü onu, bah­tı­nı bağ­la­ya­cak ka­ra­rı ge­cik­tir­me­ye gö­tü­rü­yor­du, öy­le sa­nı­yor­du ki söz söy­le­dik­çe, her şe­yin mah­vol­ma­sı­nın da önü­ne ge­çe­cek. Mat­hil­de onun söy­le­dik­le­ri­ni din­le­mi­yor, se­si­ne si­nir­le­ni­yor, sö­zü­nü Ju­li­en'in kes­me­ye ce­sa­ret et­me­si­ni bir tür­lü hav­sa­la­sı­na sığ­dı­ra­mı­yor­du.

Bir yan­dan gu­ru­run, öte yan­dan if­fet his­si­nin uyan­dır­dı­ğı vic­dan azap­la­rı o sa­bah Mat­hil­de'yi pek bed­baht edi­yor­du. Bir pa­paz par­ça­sı­na, bir köy­lü oğ­lu­na ken­di üze­rin­de bir­ta­kım hak­lar ver­di­ği, bu müt­hiş şey ak­lı­na gel­dik­çe ye­rin di­bi­ne ge­çi­yor­du. Fe­lâ­ke­ti­ni gö­zün­de bü­yüt­tü­ğü an­lar­dı: Ha uşak­lar­dan bi­ri­ne za­af gös­ter­mi­şim, ha ona! Ne far­kı var ki? di­yor­du.

Ya­ra­tı­lış­tan göz­le­ri pek, gu­rur­lu kim­se­ler ken­di ken­di­le­ri­ne kız­dı­lar mı, he­men baş­ka­la­rı­na da sal­dı­rır­lar; öy­le za­man­lar­da ga­zap­la he­ye­ca­na gel­mek on­lar için pek bü­yük bir zevk olur.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le, bir an için­de Ju­li­en'i, en ağır ha­fif­se­me, ha­ka­ret söz­le­ri al­tın­da ez­di, bı­rak­tı. Son de­re­ce ze­ki bir kız­dı; bu ze­kâ­sı, kar­şı­sın­da­ki­le­rin onu­ru­na do­kun­mak, on­la­rın yü­re­ğin­de da­ya­nıl­maz pa­ra­lar aç­mak hü­ne­rin­de pek ile­ri git­miş­ti.

Ju­li­en, ha­ya­tın­da ilk de­fa ola­rak, ken­di­si­ne kar­şı en şid­det­li so­yun­dan kin bes­le­yen üs­tün bir ze­kâ­nın et­ki­sin­de kal­mış­tı. O sı­ra­da ken­di­ni sa­vun­mak şöy­le dur­sun, o da ken­di ken­din­den nef­ret et­me­ye baş­la­dı. Mat­hil­de'in ağ­zın­dan çı­kan ha­ka­ret­ler son de­re­ce ağır­dı, hem dü­şü­nü­le ta­şı­nı­la, Ju­li­en'in nef­si­ne bir par­ça­cık iti­ba­rı var­sa onu da mah­vet­mek üze­re ha­zır­lan­mış­tı; fa­kat Ju­li­en bun­la­rı din­ler­ken kı­zı hak­lı bu­lu­yor, için­den: Bun­lar ba­na az bi­le! di­yor­du.

Mat­hil­de'e ge­lin­ce o, da­ha bir­kaç gün ön­ce duy­du­ğu ta­par­ca­sı­na sev­gi his­si için ken­di ken­di­si­ni de, onu da böy­le ce­za­lan­dır­mak­ta lez­zet­li bir gu­rur zev­ki bu­lu­yor­du.

Bu de­re­ce haz, bu de­re­ce mem­nu­ni­yet­le söy­le­di­ği söz­le­ri icat et­mek için zi­hin yor­ma­ya ih­ti­ya­cı yok­tu; bun­lar ak­lı­na da­ha ye­ni ge­len şey­ler de­ğil­di. Se­kiz gün­dür kal­bin­de, aş­ka ha­sım ta­ra­fın avu­kat­lı­ğı­nı eden ses­ten öğ­ren­dik­le­ri­ni tek­rar edip du­ru­yor­du.

Her söz, Ju­li­en'in o deh­şet­li ıs­tı­ra­bı­nı yüz kat ar­tı­rı­yor­du. Ka­çıp git­mek is­te­di, Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le âmir­ce bir ta­vır­la ko­lun­dan tut­tu.

Ju­li­en:

– Lüt­fen dik­kat bu­yu­run, pek yük­sek ses­le ko­nu­şu­yor­su­nuz, yan­da­ki oda­dan bir du­yan olur.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le gu­rur­la ce­vap ver­di:

– Ne çı­kar san­ki! Ba­na se­si­min du­yul­du­ğu­nu söy­le­mek ki­min had­di­ne? Siz, ken­di­ni be­ğen­miş adam, be­nim hak­kım­da kim bi­lir ne bi­çim şey­ler dü­şü­nü­yor­su­nuz, ben on­la­rı si­zin ka­fa­nız­dan sö­ke­ce­ğim.

Ju­li­en, ki­tap oda­sın­dan çı­ka­bil­di­ği za­man o ka­dar şaş­kın bir hal­de idi ki fe­lâ­ke­ti­ni bi­le iyi­ce kav­ra­ya­mı­yor­du. Ken­di ken­di­ne yük­sek ses­le, va­zi­ye­ti­ni an­lat­mak is­ter gi­bi, iş­te böy­le! Ar­tık be­ni sev­mi­yor­muş. Se­kiz, on gün ka­dar sev­miş, ben­se onu öm­rü­mün so­nu­na ka­dar se­ve­ce­ğim di­ye tek­rar edip du­ru­yor­du.

– Bu na­sıl da olu­yor? Da­ha bir­kaç gün ön­ce onun be­nim kal­bim­de hiç mi hiç ye­ri yok­tu!

Mat­hil­de'nin gön­lü, gu­rur­la do­lup ta­şı­yor­du; de­mek ki ar­tık bü­tün bü­tün mü­na­se­be­ti ke­se­bil­miş­ti. O ka­dar kuv­vet­li bir mey­li böy­le ta­ma­mıy­la yen­miş ol­mak ona son­suz bir bah­ti­yar­lık ve­ri­yor­du. Be­nim üze­rim­de hiç­bir nü­fu­zu ol­ma­dı­ğı, ola­ma­ya­ca­ğı ar­tık kü­çük be­yin­li ka­fa­sı­na dank et­miş­tir. O ka­dar bah­ti­yar­dı ki o an­da ger­çek­ten kal­bin­de aşk kal­ma­mış­tı.

Böy­le gad­dar­ca, böy­le kü­çük dü­şü­rü­cü söz­ler­den son­ra, Ju­li­en ka­dar ih­ti­ras­lı ol­ma­yan bir kim­se­nin, bir da­ha sev­me­si­ne im­kân kal­maz­dı. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün, ken­di hay­si­ye­ti­ni ko­ru­ma­ğı bir an bi­le unut­ma­dan ona söy­le­di­ği söz­ler o ka­dar ağır, o ka­dar he­sap­lı idi ki in­san on­la­rı en so­ğuk­kan­lı bir za­ma­nın­da ha­tır­la­sa, ge­ne doğ­ru bu­la­bi­lir.

Ju­li­en'in o pek hay­ret ve­ri­ci sah­ne­den ilk an­da çı­kar­dı­ğı so­nuç şu ol­du: Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün sı­nır­sız bir gu­ru­ru var­dı. Ju­li­en ara­la­rın­da ar­tık her şe­yin ta­ma­men bit­ti­ği­ne ka­ni idi; ama yi­ne de er­te­si gün, öğ­le ye­me­ğin­de, onun kar­şı­sın­da ace­mi ve sı­kıl­gan bir du­ru­şu var­dı. Şim­di­ye ka­dar on­da bu ku­sur hiç gö­rül­me­miş­ti. Bü­yük iş­ler­de ol­du­ğu gi­bi kü­çük iş­ler­de de ne yap­ma­sı lazım gel­di­ği­ni, ne yap­mak is­te­di­ği­ni iyi­ce bi­lir de onu ya­par­dı.

O gün öğ­le ye­me­ğin­den son­ra Ma­da­me de La Mo­le on­dan kon­so­lun üze­rin­de du­ran bir ki­ta­bı is­te­di; hü­kü­met aley­hin­de ya­zıl­mış, bu­na rağ­men zor ele ge­çi­ri­len bu kü­çük ki­ta­bı Mar­qui­se'e o sa­bah cu­re giz­li­ce ge­ti­rip ver­miş­ti; Ju­li­en onu kon­so­lun üze­rin­den alır­ken son de­re­ce çir­kin bir es­ki ma­vi por­se­len sak­sı­yı de­vir­di.

Ma­da­me de La Mo­le, ke­de­rin­den bir çığ­lık ko­par­dı, o pek sev­gi­li sak­sı­sı­nın par­ça­la­rı­na ge­lip ya­kın­dan bir bak­tı. Es­ki Ja­pon işi, di­yor­du, ba­na ba­ba­mın ha­la­sı Ab­bes­se de Chel­les'den kal­mış­tı; Fe­le­menk­li­ler, na­ip­li­ği za­ma­nın­da Dük d'Or­le­ans'a he­di­ye et­miş­ler, o da kı­zı­na ver­miş...Mat­hil­de, an­ne­si­nin üzün­tü­sü­nü gör­müş, pek çir­kin bul­du­ğu o ma­vi sak­sı­nın kı­rı­lıp par­ça­lan­ma­sı­na da çok se­vin­miş­ti. Ju­li­en hiç se­si­ni çı­kar­mı­yor­du; doğ­ru­su pek te­lâş et­ti­ği de yok­tu; bir­den Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ü ta ya­ni ba­şın­da gör­dü, ona:

– Bu sak­sı, ar­tık bir da­ha ya­pıl­ma­ma­ca­sı­na mah­vo­lup git­ti, bir za­man­lar gön­lü­me hâ­kim olan his de bu­nun gi­bi mah­vol­du; onun ba­na yap­tır­mış ol­du­ğu de­li­lik­le­ri ma­zur gör­me­ni­zi ri­ca ede­rim.

Ju­li­en bu söz­le­ri söy­le­yip çık­tık­tan son­ra Ma­da­me de La Mo­le:

– Bu M. So­rel yap­tı­ğı­na âde­ta se­vin­di, övü­nü­yor.

Bu söz Mat­hil­de'in yü­re­ği­ne ok gi­bi sap­lan­dı, için­den: Doğ­ru, de­di, an­nem iyi an­la­dı, ger­çek­ten se­vin­di, if­ti­har edi­yor. Bir gün ön­ce Ju­li­en'e ağır söz­ler söy­le­miş ol­mak­tan duy­du­ğu ne­şe iş­te an­cak o za­man sön­dü. Gö­rü­nüş­te ses­siz­li­ği­ni boz­ma­dan ken­di ken­di­ne, iş­te her şey bit­ti, de­di. Ba­na iyi bir ders ol­du; bu düş­tü­ğüm ha­ta çok çir­kin, in­sa­nın hay­si­ye­ti­ni kı­ran bir şey! Ne ya­pa­lım? Ar­tık öm­rü­mün so­nu­na ka­dar ku­la­ğı­ma kü­pe olur.

Ju­li­en de: Ah! Söy­le­di­ğim keş­ke doğ­ru ol­sa! di­ye dü­şü­nü­yor­du, o de­li kız için duy­du­ğum aşk ne­den hâ­lâ ya­ka­mı bı­rak­mı­yor ki?

Aş­kı, um­du­ğu gi­bi sön­mek şöy­le dur­sun, tam ter­si­ne ar­tıp gi­di­yor­du. Doğ­ru, o kız de­li ama de­li­dir di­ye se­vil­me­ye, ta­pıl­ma­ya da­ha mı az layık? Bir kı­zın on­dan da­ha gü­zel ol­ma­sı­na im­kân mı var? En za­rif me­de­ni­ye­tin ve­re­bi­le­ce­ği can­lı zevk­le­rin hep­si de san­ki inat gi­bi Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün şah­sın­da top­lan­ma­mış mıy­dı? Bu geç­miş bah­ti­yar­lık hâ­tı­ra­la­rı Ju­li­en'in ru­hu­nu kav­rı­yor, ak­lın bü­tün ya­pa­bil­di­ği­ni bir an­da mah­ve­di­yor­du.

Ak­lın bu çe­şit hâ­tı­ra­lar­la sa­vaş­ma­sı bo­şu­na­dır; onun ve­re­bi­le­ce­ği en ağır­baş­lı öğüt­ler bi­le o hâ­tı­ra­la­rın bü­yü­cü­lü­ğü­nü ar­tır­mak­tan baş­ka ne­ye ya­rar ki? Es­ki Ja­pon işi sak­sı­nın dev­ri­lip kı­rıl­ma­sın­dan yir­mi dört sa­at son­ra Ju­li­en dün­ya­nın en bed­baht in­san­la­rın­dan bi­riy­di.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro