Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 2: Kibarlar Âlemine Giriş

Bir in­sa­nın on se­kiz ya­şın­da, ko­ru­ya­cak kim­se­si ol­ma­dan, tek ba­şı­na gir­di­ği ilk sa­lon, ne gü­lünç, ne do­ku­nak­lı bir hâ­tı­ra­dır! Bir ka­dı­nın ba­kı­ver­me­si, be­ni kor­kut­ma­ya ye­ter­di. Ho­şa git­me­ye ça­lış­tık­ça da­ha da ace­mi­le­şi­yor­dum. Her şey hak­kın­da ya­lan yan­lış fi­kir­ler edin­miş­tim. Hiç­bir se­bep yok­ken gön­lü­mü açı­ve­rir ve­ya ba­na sert sert bak­tı di­ye bir ada­mı ken­di­me düş­man sa­nır­dım. Ama ür­kek­li­ği­min, çe­kin­gen­li­ği­min ya­rat­tı­ğı bu da­ya­nıl­maz üzün­tü­ler ara­sın­da bir gü­zel gün, ne gü­zel bir şey­di!

KANT

Ju­li­en, av­lu­nun or­ta­sın­da, ağ­zı açık öy­le­ce ka­la­kal­mış­tı; Ab­be Pi­rard:

– Ak­lı­nı­zı ba­şı­nı­za top­la­yın. Bir ba­kı­yor­sun, ak­lı­nı­za kor­kunç kor­kunç fi­kir­ler ge­li­yor, bir ba­kı­yor­sun, ço­cuk­la­şı­ve­ri­yor­su­nuz. Ho­ra­ti­us'un nil mi­ra­ri'si ner­de kal­dı! (Coş­kun­luk is­te­mez). Bir dü­şü­nün, bü­tün bu uşak mil­le­ti, bu­ra­ya yer­leş­ti­ği­ni­zi gö­rün­ce, si­zi ala­ya al­ma­ya kal­ka­cak; si­ze, hak­sız ye­re ken­di­le­rin­den üs­tün tu­tul­muş di­ye ba­ka­cak­lar. Ba­ba­can­lı­ğa vu­rup si­ze öğüt­ler ver­mek, yol yor­dam öğ­ret­mek is­te­dik­le­ri­ni san­dı­ra­cak, si­zi ka­ba­ca bir mü­na­se­bet­siz­li­ğe dü­şür­me­ye uğ­ra­şa­cak­lar.

Her şey­den kuş­ku­lan­ma his­si yi­ne uya­nı­ve­ren Ju­li­en, du­da­ğı­nı ısı­ra­rak ko­nuş­tu:

– Öy­le bir şe­ye he­le bir kal­kış­sın­lar da gö­re­yim on­la­rı!

Bu bay­la­rın, Mar­qu­is'in ya­zı oda­sı­na va­rın­ca­ya ka­dar bi­rin­ci kat­ta, bi­rin­den bi­ri­ne geç­tik­le­ri sa­lon­la­rı bir gör­sey­di­niz, ey be­nim oku­yu­cum! Pek tan­ta­na­lı, tan­ta­na­lı ol­du­ğu öl­çü­de de hü­zün­lü bu­lur­du­nuz. On­la­rı si­ze ol­du­ğu gi­bi ba­ğış­la­sın­lar, bel­ki gi­rip otur­mak is­te­mez­si­niz. O sa­lon­lar es­ne­me ile kas­vet­li dü­şün­ce­ler di­ya­rı­dır. Ju­li­en'in hay­ran­lı­ğı­nı, bu sa­lon­lar bir kat da­ha ar­tır­dı, in­san bu den­li ih­ti­şam için­de hiç mut­lu ol­maz mı? di­ye dü­şü­nü­yor­du.

So­nun­da Ab­be Pi­rard'la Ju­li­en, bu gör­kem­li ko­na­ğın en çir­kin oda­sı­na var­dı­lar: Ay­dın­lık der­sen, eh iş­te göz gö­zü gö­re­cek ka­dar­dı! İçe­ri­de par­lak göz­lü, sa­rı pe­ru­ka­lı, za­yıf bir adam otu­ru­yor­du. Ab­be, Ju­li­ne'a dö­nüp tak­dim et­ti. Bu adam, Mar­qu­is de La Mo­le'du. Ju­li­en, onu o ka­dar ter­bi­ye­li, o ka­dar na­zik bul­du ki âde­ta ta­nı­ma­ya­cak­tı. Bray­le­Ha­ut ma­nas­tı­rın­da gör­dü­ğü o aza­met­li, ça­lım­lı asil­za­de­ye hiç ben­ze­mi­yor­du. Ju­li­en, pe­ru­ka­yı doğ­ru­su çok saç­lı bul­du. Bu iz­le­nim onu, çe­kin­gen­lik­ten kur­tar­dı. Üçün­cü Hen­ri'nin dos­tu­nun to­ru­nu­nu Ju­li­en, ilk ön­ce mıy­mın­tı­nın bi­ri ola­rak gör­dü. Çok cı­lız­dı, üs­te­lik ye­rin­de de du­ra­mı­yor­du. Ama ara­sı çok geç­me­di, Ju­li­en Mar­qu­is'nin gös­ter­di­ği ne­za­ke­tin, ter­bi­ye­nin Be­san­çon pis­ko­po­su­nun­kin­den de üs­tün ol­du­ğu­nu, kar­şı­sın­da­ki ada­mı Be­san­çon pis­ko­po­sun­dan da faz­la hay­ran ede­ce­ği­ni an­la­dı. Ko­nuş­ma­la­rı üç da­ki­ka bi­le sür­me­di. Çı­kar­ken Ab­be:

– Mar­qu­is'ye san­ki, bir tab­lo­ya ba­kar gi­bi bak­tı­nız. Bu adam­la­rın ter­bi­ye, ne­za­ket de­dik­le­ri şe­yi ben öy­le pek iyi bil­mem, siz ya­kın­da bu iş­le­ri ben­den bin kat iyi an­lar­sı­nız; ama ba­na öy­le ge­li­yor ki si­zin ba­kış­la­rı­nız­da­ki cü­ret­li­lik, pek ter­bi­ye­li­ce bir şey de­ğil­di.

Ara­ba­ya tek­rar bin­miş­ler­di; bü­yük cad­de­le­re çık­ma­dan dur­du­lar; Ab­be Ju­li­en'i iç içe bü­yük sa­lon­lar­dan ya­pıl­mış bir da­ire­ye sok­tu. Ju­li­en bu yer­de mo­bil­ya ol­ma­dı­ğı­na dik­kat et­ti. Ken­di­si ba­kı­mın­dan hay­li ha­yâ­sız bir hey­kel­le süs­len­miş yal­dız­lı, ko­ca bir saa­te dur­muş ba­kı­yor­du; tam o sı­ra­da içe­ri­ye gü­le­rek ga­yet şık bir bay gir­di. Ju­li­en onu ha­fif­çe selam­la­dı.

Adam gü­lüm­se­ye­rek eli­ni om­zu­na ko­yun­ca Ju­li­en ir­kil­di, öf­ke­den kı­zar­mış­tı. Ab­be Pi­rard, bü­tün o ağır ba­kım­lı­lı­ğı­na al­dır­ma­ya­rak, göz­le­rin­den yaş ge­le­si­ye gül­mek­ten ken­di­ni ala­ma­dı. Me­ğer ter­ziy­miş. İş­le­ri­ni bi­ti­rip çı­kar­lar­ken Ab­be:

– Şim­di, de­di, iki gün ser­best­si­niz, si­zi an­cak iki gün son­ra Ma­da­me de La Mo­le'a tak­dim ede­bi­li­riz. Ye­rim­de baş­ka bi­ri ol­say­dı si­zi, bu se­fa­het şeh­rin­de ge­çi­re­ce­ği­niz ilk gün­ler­de yal­nız bı­rak­maz, bir kız gi­bi göz hap­si­ne alır­dı. Baş­tan çı­ka­ca­ğı­nız var­sa he­men olup bi­ter, ben de si­zi dü­şün­mek der­din­den kur­tul­muş olu­rum. Er­te­si sa­bah si­ze bu ter­zi­den iki si­yah el­bi­se ge­le­cek, pro­va ede­cek ço­cu­ğa beş frank ve­rir­si­niz. Hem siz bu Pa­ris­li­le­re se­si­ni­zi pek du­yur­ma­yın. Bir tek ke­li­me söy­le­yin, si­zin­le ala­yın yo­lu­nu bu­lur­lar. En önem­li iş­le­ri bu sa­nır­sı­nız. Öbür gün öğ­le­yin ba­na ge­lin... Ha­di şim­di gi­dip ne ya­pa­cak­sa­nız ya­pın... Ha, unu­tu­yor­dum: Si­ze bir­kaç ad­res ve­re­ce­ğim, gi­dip ayak­ka­bı, göm­lek ve bir de şap­ka ıs­mar­la­yı­nız.

Ju­li­en, Ab­be'nin ver­di­ği kâ­ğıt­ta­ki ya­zı­ya ba­kı­yor­du; Ab­be:

– Mar­qu­is'nin ya­zı­sı. O her şe­yi dü­şün­dü­ğü gi­bi, son de­re­ce ça­lış­kan bir adam­dır da; iş bu­yur­mak­tan­sa yap­ma­yı se­ver. Si­zi, böy­le zah­met­le­ri üze­rin­den ata­bil­mek için ya­nı­na alı­yor. O ateş gi­bi ada­mın si­ze bir işa­ret­le gös­te­re­ce­ği iş­le­ri ba­şa­ra­cak ka­dar ba­ka­lım be­ce­rik­li­li­ği­niz var mı yok mu? Bu­nu da gö­rür an­la­rız; ken­di­ni­zi kol­la­yın!

Ju­li­en hiç­bir şey söy­le­me­den, ad­res­le­ri­ni al­dı­ğı dük­kân­la­ra git­ti; say­gı ile kar­şı­lan­dı, hatta kun­du­ra­cı def­te­ri­ne onun adı­nı, bir de asil­lik işa­re­ti ka­ta­rak M. Ju­li­en de So­rel di­ye yaz­dı.

Pe­re Lac­hai­se me­zar­lı­ğın­da pek mü­rüv­vet­li, söz­le­ri­ne ba­kı­lır­sa bir hay­li hür­ri­yet­çi bir ki­şi, Ju­li­en'i, ma­re­şal Ney'in me­za­rı ba­şı­na ka­dar gö­tür­mek in­ce­li­ği­ni gös­ter­di. Ma­re­şa­lin me­za­rı, po­li­ti­ka­cı­la­rın iş­gü­zar­lı­ğı ile ya­zı­sız kal­mış­tı. Ken­di­si­ni göz­le­ri ya­şa­ra­rak ku­cak­la­ma­ya kal­kan bu hür­ri­yet­çi­den ay­rıl­dık­tan son­ra Ju­li­en, sa­ati­nin aşı­rıl­mış ol­du­ğu­nu fark et­ti. Bu iş, ku­la­ğı­na kü­pe ol­du. İki gün son­ra öğ­le­yin Ab­be Pi­rard'a git­ti; Ab­be onu bir hay­li süz­dük­ten son­ra sert bir ta­vır­la ko­nuş­tu:

– Kor­ka­rım ki siz ken­di­ni be­ğen­miş züp­pe­nin bi­ri ola­cak­sı­nız!

Ju­li­en'de, yas tu­tan genç bir adam ha­li var­dı; doğ­ru­su hiç de züp­pe­li­ği yok­tu fakat taş­ra­da hem şık­lık, hem önem­li­lik tas­la­yan­lar gi­bi o da omuz­la­rı­nı sal­la­ya­rak yü­rü­yor­du; bu hal ken­di­si de bir taş­ra­lı olan Ab­be'nin gö­zün­den kaç­ma­mış­tı. Ju­li­en'i gör­dü­ğü za­man onun o ha­li üze­ri­ne Mar­qu­is'nin ver­di­ği hü­küm, Ab­be'nin­ki­ne hiç de ben­ze­me­di; o ka­dar ki Ab­be'ye sor­du:

– M. So­rel'in dans der­si al­ma­sı­na aca­ba izin ve­rir mi­si­niz?

Ab­be taş ke­sil­miş­ti; an­cak ne­den son­ra:

– Ju­li­en ra­hip de­ğil­dir, öğ­ren­sin.. di­ye­bil­di.

Mar­qu­is, giz­li, kü­çük bir mer­di­ve­nin ba­sa­mak­la­rı­nı iki­şer iki­şer at­la­ya­rak Ju­li­en'i, en üst kat­ta gü­zel, ça­tı­sı eğ­ri bir oda­ya gö­tür­dü. Ju­li­en'e ve­ri­len bu oda, ko­na­ğın bü­yük bah­çe­si­ne ba­kı­yor­du. Mar­qu­is Ju­li­en'e, ça­ma­şır­cı­dan kaç göm­lek al­dı­ğı­nı sor­du. Öy­le bü­yük bir ada­mın böy­le kü­çük iş­le­re de ka­rış­tı­ğı­nı gö­rüp şa­şan Ju­li­en uta­na sı­kı­la:

– İki göm­lek al­dım.

Mar­cu­is pek cid­dî bir ta­vır­la:

– Pek âlâ; yir­mi iki ta­ne da­ha alır­sı­nız. Si­ze ilk üç ay­lı­ğı­nı­zı da ve­ri­rim.

Mar­qu­is'nin bun­la­rı söy­ler­ken se­sin­de­ki o bu­yu­ru­cu gi­bi eda, Ju­li­en'i hay­li dü­şün­dür­dü. Mar­qu­is, Ju­li­en'in oda­sın­dan çı­kar­ken, yaş­lı­ca bir adam ça­ğı­rıp:

– Ar­se­ne, M. So­rel'in iş­le­ri­ne bun­dan son­ra siz ba­ka­cak­sı­nız.

Bir­kaç da­ki­ka son­ra Ju­li­en gör­kem­li bir ki­tap oda­sın­da ya­pa­yal­nız kal­dı. Se­vinç, haz için­de idi. İçe­ri bir gi­ren olur da ken­di­si­ni böy­le he­ye­can için­de gö­rür di­ye gi­dip kuy­tu bir kö­şe­ye sak­lan­dı. Ora­dan ki­tap­la­rın sırt­la­rı­nı sey­ret­tik­çe âde­ta ken­din­den ge­çi­yor­du: Ben bü­tün bun­la­rı oku­ya­bi­le­ce­ğim! Bu­ra­dan na­sıl hoş­lan­mam? Mar­qu­is de La Mo­le'ün be­nim için yap­tık­la­rı­nın yüz­de bi­ri­ni yap­sa, M. de Re­nal hay­si­ye­ti bir pa­ra­lık olu­ver­di sa­nır­dı... He­le şim­di­lik ya­zı­la­cak kâ­ğıt­la­ra da bir ba­ka­lım.

O iş bit­tik­ten son­ra Ju­li­en, ken­di­sin­de ki­tap­la­ra yak­laş­ma ce­sa­re­ti bul­du: Vol­tai­re'in hep­si de ay­nı şe­kil­de ba­sıl­mış bü­tün eser­le­ri­ni gö­rün­ce se­vinç­ten çıl­dı­ra­cak gi­bi ol­du. İçe­ri­ye bir gi­ren olur­sa gö­re­bil­sin di­ye gi­dip oda­nın ka­pı­sı­nı aç­tı. Son­ra da o sek­sen cil­di ay­rı ay­rı şevk­le açıp ka­pa­dı. Bu ki­tap­la­rın cilt­le­ri, Lon­dra'nın en ün­lü us­ta­sı­nın elin­den çık­mış­tı. Gü­zel­lik­te eş­siz bi­rer sa­nat ese­ri idi. Bu du­rum­da Ju­li­en'in hay­ran­lı­ğı son de­re­ce­ye var­maz da ne olur­du?

Bir sa­at geç­tik­ten son­ra Mar­qu­is ge­lip ya­zı­lan kâ­ğıt­la­ra bak­tı; Ju­li­en'in ce­la ke­li­me­si­ni cel­la şek­lin­de yaz­dı­ğı­nı gö­rün­ce şaş­tı kal­dı. İçin­den: Sa­kın, de­di, Ab­be'nin bu gen­cin bil­gi­si için an­lat­tı­ğı bir ma­sal ol­ma­sın! Ju­li­en'i um­du­ğu gi­bi bu­la­ma­dı­ğı­na ca­nı sı­kıl­mış­tı; ona dö­nüp tat­lı­lık­la:

– Ke­li­me­le­rin ya­zı­mın­dan emin de­ğil­si­niz ga­li­ba.

Ju­li­en:

– Öy­le­dir, efen­dim.

Bu sö­zün, ken­di­si­ne do­ku­na­bi­le­ce­ği­ni hiç dü­şün­mü­yor­du; Mar­qu­is'den gör­dü­ğü iyi mu­ame­le M. de Re­nal'in o ki­bir­li, den­siz ta­vır­la­rı­nı ha­tır­lat­mış, içi­ne bir tu­haf­lık ver­miş­ti.

Mar­qu­is için­den:

Bu Franc­he Com­le'li Ab­be'yi de­ne­ye­lim di­ye bo­şu­na va­kit ge­çi­re­ce­ğiz! Ne ya­pa­lım, be­nim de gü­ve­ni­lir bir ada­ma pek ih­ti­ya­cım var­dı. Son­ra Ju­li­en'e dö­nüp:

– Ce­la bir l ile ya­zı­lır. Her gün mek­tup­la­rı bi­tir­dik­ten son­ra söz­lü­ğü açar, na­sıl ya­zıl­dı­ğı­na iyi­ce emin ol­ma­dı­ğı­nız ke­li­me­le­re ba­kar­sı­nız. Stend­hal de, sa­vun­ma ba­kan­lı­ğı­na sek­re­ter ola­rak gir­di­ği ilk gün, o ke­li­me­yi böy­le yan­lış yaz­mış.

– Ben bir ha­ta et­mi­şim, si­ze her gün sa­at beş bu­çuk­ta gi­yin­me­niz ge­rek­ti­ği­ni söy­le­me­ği unut­mu­şum.

Za­val­lı Ju­li­en, bu­nun ne de­mek ol­du­ğu­nu an­la­ma­mış­tı, ga­rip ga­rip ba­kı­yor­du. Mar­qu­is:

– Ya­ni uzun konç­lu ço­rap ile is­kar­pin giy­me­niz lazım. Ar­se­ne si­ze ha­tır­la­tır, bu­gün­lük si­zin na­mı­nı­za özür di­le­rim.

M. de La Mo­le bu­nu söy­le­dik­ten son­ra Ju­li­en'i, her ya­nı yal­dız­la pa­rıl­da­yan bir sa­lo­na gö­tür­dü; ken­di­si ar­ka­da ka­lıp onu öne ge­çir­mek is­te­miş­ti. M. de Re­nal ise böy­le za­man­lar­da ka­pı­dan en ön­de gir­mek için adım­la­rı­nı hız­lan­dı­rır­dı. Es­ki efen­di­si­nin böy­le ken­di­si­ni be­ğen­me­si­ni ha­tır­la­mak yü­zün­den Ju­li­en, Mar­qu­is'nin aya­ğı­na bas­tı; za­ten gut ağ­rı­la­rı çe­ken adam­ca­ğı­zın hay­li ca­nı acı­dı. İçin­den: Üs­te­lik han­tal­lı­ğı da var! di­ye dü­şün­dü. Onu uzun boy­lu, ça­lım­lı bir ha­nı­ma tak­dim et­ti. Bu ka­dın, Mar­qui­se de La Mo­le'du. Ju­li­en Mar­qui­se'de, Ver­rie­res kay­ma­ka­mı­nın ka­rı­sı Ma­da­me de Ma­ugi­ron'un­ki­ni an­dı­ran küs­tah­lık bul­du.

Sa­lo­nun son de­re­ce­de­ki sü­sü, gör­ke­mi ile şa­şır­mış olan Ju­li­en, M. de la Mo­le'un ne de­di­ği­ni duy­ma­dı bi­le. Mar­qui­se de ona bak­tı, bak­ma­dı... Sa­lon­da bir­kaç da er­kek var­dı; Ju­li­en bun­la­rın ara­sın­da, bir­kaç ay ön­ce Bray­le­Ha­ut'da­ki tö­ren­de ken­di­siy­le ko­nuş­mak lüt­fun­da bu­lu­nan Ag­de pis­ko­po­su­nun da bu­lun­du­ğu­nu gö­rün­ce an­la­tıl­maz bir se­vinç duy­du; ya­dır­ga­dı­ğı, bak­ma­ya çe­kin­di­ği bu yüz­ler ara­sın­da bir ta­nı­dık gö­rün­ce göz­le­ri­ne bir şef­kat, bir tat­lı­lık gel­miş­ti. Genç pis­ko­pos bu ba­kım­lar­dan kork­muş ola­cak ki o taş­ra­lı­yı ta­nı­yıp ko­nuş­ma­ya ya­naş­ma­dı. Ju­li­en'e, sa­lon­da top­la­nan adam­la­rın hü­zün­lü, sı­kın­tı­lı hal­le­ri var gi­bi gel­di; Pa­ris'te âdet ya­vaş ko­nu­şu­lur, kü­çük şey­ler pek bü­yü­tü­le­mez.

Sa­at al­tı bu­çu­ğa doğ­ru içe­ri sol­gun yüz­lü, fi­dan boy­lu, bı­yık­lı, ya­kı­şık­lı bir de­li­kan­lı gir­di; ba­şı ga­yet kü­çük­tü. Mar­qui­se, eli­ni öp­tü­rür­ken:

– Siz, ne­den­se hep böy­le geç ge­lir­si­niz...

Ju­li­en, bu de­li­kan­lı­nın Com­te de La Mo­le ol­du­ğu­nu an­la­dı. Da­ha ilk gö­rüş­te onu pek ca­na ya­kın bul­du. Ken­di ken­di­ne: Ha­ka­ret­le­ri, alay­la­rı ile be­ni bu ev­den ka­çı­ra­ca­ğı söy­le­nen adam böy­le mi olur? de­di.

Ju­li­en, Com­te Nor­bert'i in­ce­den in­ce­ye sü­ze sü­ze, aya­ğın­da çiz­me ile mah­muz bu­lun­du­ğu­nu gör­dü... Ben is­kar­pin gi­ye­ce­ğim, şüp­he­siz onun gi­bi bir ki­bar ol­ma­dı­ğım için. Sof­ra­ya otu­rul­du. Ju­li­en, Mar­qui­se'in se­si­ni bi­raz yük­sel­te­rek bir şey söy­le­di­ği­ni duy­du. Ge­ne o sı­ra­da kar­şı­sı­na ga­yet sa­rı­şın, bo­yu po­su ye­rin­de olan bir genç ba­ya­nın otur­du­ğu­nu fark et­ti. Bu ba­yan hiç ho­şu­na git­me­di; fa­kat ona dik­kat­le ba­kın­ca ha­ya­tın­da bu de­re­ce gü­zel göz­ler bel­ki hiç gör­me­di­ği­ni an­la­dı. Yal­nız şu var ki o göz­ler bir il­gi­siz­lik, bir so­ğuk ruh­lu­luk gös­te­ri­yor­du. Son­ra­la­rı Ju­li­en o ba­kış­lar­da gör­dü­ğü ha­lin, her şe­yi in­ce­le­yen fakat ağır, ça­lım­lı ol­mak bor­cu­nu da ha­tır­la­yan bir can sı­kın­tı­sı ol­du­ğu­nu an­la­dı. İçin­den: Ma­da­me de Re­nal'in de göz­le­ri çok gü­zel­dir, di­yor­du, her­kes ona göz­le­ri­nin gü­zel­li­ği­ni öven söz­ler söy­ler; ama onun göz­le­ri ner­de, bu göz­ler ner­de! Ma­de­mo­isel­le Mat­hil­de den­di­ği­ni duy­du­ğu bu kı­zın böy­le ara sı­ra göz­le­ri­nin par­la­ma­sı, ak­lı­na ge­li­ve­ren bir nük­te­nin, bir ala­yın ate­şin­den­di; fa­kat Ju­li­en'in he­nüz bu­nu an­la­ya­cak ka­dar tec­rü­be­si yok­tu.

Ye­me­ğin so­nu­na doğ­ru, Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'un göz­le­ri­nin gü­zel­li­ği­ni ifa­de ede­bi­le­cek bir ke­li­me bul­du: Bu göz­ler ışıl­dı­yor. Za­ten Ma­de­mo­isel­le Mat­hil­de an­ne­si­ni za­lim­ce an­dı­rı­yor­du; an­ne­si ise Ju­li­en'in bo­yu­na zıd­dı­na gi­di­yor­du, ar­tık kı­zı­na da bak­ma­dı. Com­te Nor­bert'i ise her yön­den hay­ran­lı­ğa layık bir adam ola­rak gö­rü­yor­du. Jü­li­en onun, o ka­dar hay­ra­nı ol­muş­tu ki ken­di­sin­den da­ha zen­gin­dir, da­ha asil­dir di­ye kıs­kan­mak, kin bağ­la­mak ak­lı­nın ucun­dan bi­le geç­me­di.

Ju­li­en Mar­qu­is'yi ca­nı sı­kı­lı­yor gi­bi gör­dü.

İkin­ci ye­mek için ta­bak­lar de­ğiş­ti­ri­lir­ken Mar­qu­is oğ­lu­na:

– Nor­bert, M. Jü­li­en So­rel'e ya­kın­lık gös­ter­me­ni ri­ca ede­rim; bu­gün­den iti­ba­ren be­nim ge­nel kur­ma­yı­ma gir­miş­tir, ken­di­si­ni ol­gun bir adam ede­ce­ğim, pek tabii cel­la (bu) el­den ge­lir­se.

Son­ra ya­nın­da­ki­ne dö­nüp:

– M. So­rel be­nim sek­re­te­rim, lâ­kin ce­la'yı iki l ile ya­zı­yor.

Her­kes dö­nüp Ju­li­en'e bak­tı; Jü­li­en, Nor­bert'i selam­lar­ken ba­şı­nı faz­la­ca eğ­di ama ba­kı­şı, şöy­le top­tan söy­le­mek lazım ge­lir­se, her­kes­çe be­ğe­nil­miş­ti.

Mar­qu­is Ju­li­en'in o za­ma­na de­ğin ne­ler öğ­ren­di­ği­ni her hal­de an­lat­mış ola­cak ki sof­ra­da bu­lu­nan­lar­dan bi­ri onu, Ho­ra­ti­us üze­ri­ne bir­ta­kım so­ru­lar­la aç­ma­za dü­şür­mek is­te­di. Jü­li­en için­den: Be­san­çon pis­ko­po­su­nun gö­zü­ne de Ho­ra­ti­us'tan bah­se­de­rek gir­dik. Ga­li­ba bu adam­lar on­dan baş­ka şa­ir bil­mi­yor. O an­dan iti­ba­ren he­ye­ca­nı da, şaş­kın­lı­ğı da geç­ti. Za­ten Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'u hiç­bir za­man bir ka­dın say­ma­ma­ya ka­rar ver­miş ol­du­ğu için ken­di­ne gel­me­si zor bir şey de­ğil­di. Ta ruh­ban oku­lun­dan be­ri er­kek­ler­le boy öl­çüş­me­si­ni bi­lir, on­la­ra ko­lay ko­lay ye­nil­mez­di. He­le ye­mek oda­sı o ka­dar gör­kem­li ol­ma­say­dı, Jü­li­en büs­bü­tün sü­kûn bu­la­bi­le­cek­ti. Ger­çek­te ona hâ­lâ ken­din­de bir kü­çük­lük his­set­ti­ren şey Ho­ra­ti­us'tan bah­se­der­ken ba­kıp için­de ko­nuş­tu­ğu ada­mı gör­dü­ğü, her bi­ri se­ki­zer ayak yük­sek­li­ğin­de iki ay­na idi.

Cüm­le­le­ri, bir taş­ra­lı ol­du­ğu dü­şü­nü­lür­se, doğ­ru­su pek uzun de­ğil­di. Gü­zel göz­le­ri­ne, o ba­zen ür­kek, iyi bir ce­vap ver­di­ği za­man­lar da se­vinç­le ka­rı­şan çe­kin­gen­li­ği bir kat da­ha par­lak­lık ve­ri­yor­du. Onu hoş bir de­li­kan­lı di­ye kar­şı­la­dı­lar. Bu sı­nav, her­ke­sin ağır­baş­lı ol­ma­ya ça­lış­tı­ğı bu sof­ra­da bi­raz can­lı­lık, bi­raz il­gi uyan­dır­mış­tı. Mar­qu­is, Ju­li­en'la ko­nu­şan ada­ma bir göz işa­re­ti edip so­ru­la­rı­nı da­ha ile­ri gö­tür­me­ye da­vet et­ti; için­den: Yok­sa bu de­li­kan­lı ger­çek­ten bir şey­ler bi­li­yor mu? di­yor­du.

Jü­li­en ise ile­ri sür­dü­ğü fi­kir­le­ri ken­di icat ede­rek ce­vap ve­ri­yor­du; çe­kin­gen­li­ği hay­li azal­dı, o ka­dar ki za­rif, nük­te­li söz­ler söy­le­ye­me­diy­se de Pa­ris'te kul­la­nı­lan di­li bil­me­ye­nin elin­den öy­le şey ge­lir mi hiç? Ye­ni ye­ni fi­kir­ler bu­lup çı­kar­dı; ger­çi bun­la­rı öy­le hoş cüm­le­ler­le süs­le­ye­mi­yor, bir mü­na­se­bet dü­şür­me­ye bak­ma­dan ulu­or­ta söy­le­yi­ve­ri­yor­du. Fa­kat bu fi­kir­ler, sof­ra­da­ki­le­rin hep­si için ye­ni idi; Ju­li­en'in Lâ­tin­ce'yi ku­sur­suz ola­rak bil­di­ği de gö­rü­lü­yor­du.

Ju­li­en'i öy­le im­ti­ha­na çe­ken adam Ki­ta­be­ler Aka­de­mi­si üye­le­rin­den­di, hem de o ku­rum­da böy­le­si pek bu­lun­maz ama Lâ­tin­ce bi­lir­di. Ju­li­en'in Lâ­tin ede­bi­ya­tın­dan iyi­ce an­lar bir adam ol­du­ğu­nu gör­dü, onu utan­dı­ra­cak so­ru­lar­dan da ka­çın­ma­yıp ger­çek­ten aç­ma­za dü­şür­me­ye ça­lış­tı. Bu çe­kiş­me­nin ver­di­ği ateş­le Jü­li­en, ye­mek sa­lo­nu­nun o tan­ta­na­lı eş­ya­sı­nı unu­ta­bil­di de Lâ­tin şa­ir­le­ri üze­ri­ne, kar­şı­sın­da­ki­nin hiç­bir ki­tap­ta gö­rüp oku­ma­dı­ğı fi­kir­ler yü­rüt­tü. Aka­de­mi üye­si ci­van­mert­lik gös­te­rip bu­nu söy­le­di, kâ­ti­bi bir da­ha teb­rik et­ti. Çok şü­kür ki Ho­ra­ti­us'un zen­gin mi, yok­sa fa­kir mi ol­du­ğu me­se­le­si de açıl­dı. Mo­lie­re ile La Fon­tai­ne'in dos­tu Cha­pel­le gi­bi gö­nül eğ­len­dir­mek için şi­ir söy­le­yen hoş­soh­bet, ne­şe­li, kay­gı bil­mez bir adam mı? Yok­sa Byron'u suç­la­yan So­ut­hey gi­bi sa­ray hal­kı ile do­la­şan, kra­lın do­ğum gün­le­ri için ka­si­de­ler söy­le­yen yok­sul bir dev­let şa­i­ri mi?

Top­lu­mun, Au­gus­tus'un, IV. Ge­or­ge'un za­man­la­rın­da­ki ha­lin­den söz edil­di. Her iki çağ da asil­za­de­le­rin hü­küm yü­rüt­tü­ğü za­man­lar­dı; fa­kat Ro­ma'da avam­dan ol­ma­mak­la be­ra­ber asil­za­de de sa­yıl­ma­yan Ma­ece­na o sı­nı­fın elin­den hük­mü ko­pa­rıp al­mış; İn­gil­te­re'de ise o sı­nıf IV. Ge­or­ge'u he­men he­men bir Ve­ne­dik du­ka­sı de­re­ce­si­ne in­dir­miş­ti. Bu tar­tış­ma Mar­qu­is'nin, ye­me­ğin ba­şın­dan be­ri iç sı­kın­tı­sı yü­zün­den düş­tü­ğü uyu­şuk­luk ha­li­ni gi­de­rir gi­bi ol­du.

Ju­li­en, So­ut­hey, Lord Byron, IV. Ge­or­ge gi­bi da­ha ilk de­fa işit­ti­ği ad­lar­dan bir şey an­la­mı­yor­du. Fa­kat Ro­ma'da geç­miş, ne ol­duk­la­rı Ho­ra­ti­us'un, Mar­ti­al'ın, Ta­ci­tus'un eser­le­rin­den an­la­şı­la­bi­le­cek olay­la­rın sö­zü edil­di mi, su kal­dır­maz bir üs­tün­lü­ğü ol­du­ğu kim­se­nin gö­zün­den kaç­ma­mış­tı. Ju­li­en, Be­san­çon pis­ko­po­su ile o meş­hur tar­tış­ma­da öğ­ren­di­ği bir­çok fi­kir­le­ri de ken­di­ne mal et­miş­ti; doğ­ru­su ya bun­lar da hay­li zevk­le din­le­nil­di.

Şa­ir­ler ko­nu­su her­ke­si yo­rup ka­pan­dık­tan son­ra, ko­ca­sı­nı eğ­len­di­ren her şe­yi be­ğen­me­yi ken­di­ne bir ka­nun edin­miş olan Mar­qui­se Ju­li­en'e bak­mak lütfunda bu­lun­du. Mar­qui­se'e, ya­nın­da otu­ran aka­de­mi üye­si: Bu genç Ab­be'nin ha­lin­de, tav­rın­da bir ace­mi­lik var ama bil­gi­li bir ada­ma ben­zi­yor de­di; Ju­li­en de bu­nu işit­ti. Böy­le pe­şin hü­küm­ler, ev ha­nı­mı­nın ka­fa­sı­na hay­li uy­gun ge­lir­di. Ju­li­en hak­kın­da aka­de­mi üye­si­nin söy­le­di­ği­ni ken­di­ne mal edip o za­tı ye­me­ye alı­koy­mak­la pek isa­bet et­miş ol­du­ğu­na ka­rar ver­di: M. de La Mo­le'u eğ­len­di­ri­yor, di­ye dü­şün­dü.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro