Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 19: Opera Bouffe

O, how this spring of lo­ve res­semb­leth

The un­cer­ta­in glory of an Ap­ril day;

Which now shows all the bea­uty of the sun

And by, and by a clo­ud ta­kes all away!

SHA­KES­PEA­RE

Ka­fa­sı hep um­du­ğu bü­yük iş­le, ge­le­cek ile meş­gul olan Mat­hil­de, ara­sı çok geç­me­den, bir za­man­lar Ju­li­en'le, gün­de­lik ha­yat­tan uzak, ku­ru ko­nu­lar üze­ri­ne gi­riş­ti­ği tar­tış­ma­la­rı bi­le öz­le­me­ye baş­la­dı. Bu den­li yük­sek dü­şün­ce­ler­le yo­ru­lup onun ya­nın­da bul­muş ol­du­ğu bah­ti­yar­lık an­la­rı­nı da öz­lem­le an­dı­ğı olu­yor­du; ama bü­tün bu ha­tı­ra­lar büs­bü­tün de piş­man­lık uyan­dır­ma­dan geç­mi­yor, ba­zen omuz­la­rı­na bir yük gi­bi çök­tü­ğü de olu­yor­du.

İçin­den: Ama, gö­rev­le­ri­ni an­cak böy­le de­ğer­li bir adam için unut­mak be­nim gi­bi bir kı­za ya­kış­maz şey de­ğil­dir; be­nim onun gü­zel bı­yık­la­rı­na, ata bin­mek­te­ki za­ra­fe­ti­ne vu­rul­du­ğum söy­le­ne­mez ya! di­yor­du. Ben onun, Fran­sa'nın ge­le­ce­ği üze­ri­ne aç­tı­ğı de­rin tar­tış­ma­la­ra, bi­zim üze­ri­mi­ze çö­ke­cek hâ­di­se­le­rin 1688 İn­gi­liz ih­ti­lâ­li­ni an­dı­ra­ca­ğı hak­kın­da yü­rüt­tü­ğü fi­kir­le­re vu­rul­dum. Piş­man­lık his­le­ri­ni sus­tur­mak için: Doğ­ru, di­yor­du, ben ken­di­mi kap­tır­dım ama bir be­bek gi­bi ken­di­mi sa­de­ce gö­rü­nüş­te­ki me­zi­yet­le­re kap­tır­ma­dım ya!

Bir ih­ti­lâl çı­kar­sa Ju­li­en So­rel'in bir Ro­land, be­nim de bir Ma­da­me Ro­land ol­ma­ya­ca­ğım ne ma­lûm? Ben­ce o ka­dı­na ben­ze­mek, Ma­da­me de Sta­el'e ben­ze­mek­ten iyi­dir: Ah­lâ­ka iti­bar et­me­den ya­şa­mak, bu asır­da her işe en­gel ola­cak­tır. Ben ikin­ci bir zaa­fa dü­şer­sem el­bet­te be­ni ba­ğış­la­maz­lar; utan­cım­dan ölü­rüm.

Mat­hil­de'in dal­dı­ğı hül­ya­la­rın hep­si de, açık ko­nuş­mak ge­re­kir­se, bu söy­le­dik­le­ri­miz ka­dar ağır dü­şün­ce­ler üze­ri­ne de­ğil­di. Ju­li­en'e giz­li­ce ba­kı­yor, en kü­çük ha­re­ke­tin­de bi­le bir za­ra­fet bu­lu­yor­du. Onun, di­yor­du, hak hu­kuk üze­ri­ne en kü­çük bir fik­ri bi­le var­sa, hiç şüp­he­siz ben onu da mah­vet­me­yi ba­şar­dım.

Bu za­val­lı ço­cu­ğun se­kiz gün ön­ce ba­na ilâ­nı aşk eder­ken söy­le­di­ği o tat­lı söz­ler ve o ke­der­li, son de­re­ce ih­ti­ras­lı ha­li de bu­nu gös­ter­mi­yor muy­du? Doğ­ru­su bu ya, o den­li say­gı, sev­gi gös­te­ren bir sö­ze be­nim kı­zı­şım da pek tu­haf bir şey ol­du! Ben onun ka­rı­sı de­ğil mi­yim? O söz pek ta­bi­i, iti­raf et­me­li ki pek de şi­rin­di. Bi­tip tü­ken­mek bil­me­yen o ko­nuş­ma­lar­dan, ne ya­lan söy­le­ye­yim za­lim­lik edip onu es­ki aşk hi­kâ­ye­le­rim­le üz­dü­ğüm o ko­nuş­ma­lar­dan son­ra Ju­li­en be­ni yi­ne se­vi­yor. Be­nim o genç­ler için bes­le­di­ğim ge­çi­ci his­ler hep iç sı­kın­tı­sın­dan ge­li­yor­du; Ju­li­en on­la­rı kıs­ka­nı­yor. On­la­rın be­nim için, ken­di­si için ne ka­dar az teh­li­ke­li in­san­lar ol­du­ğu­nu bil­se! Onun ya­nın­da hep­si de ba­na sö­nük, bir­bi­ri­nin ör­ne­ği gi­bi gö­zü­kü­yor...

Mat­hil­de bü­tün bun­la­rı dü­şü­nür­ken elin­de­ki kur­şun­ka­lem­le, def­te­ri­nin bir say­fa­sı üze­ri­ne ge­li­şi­gü­zel çiz­gi­ler çi­zi­yor­du. Bi­tir­di­ği re­sim­ler­den bi­ri­ne ba­kıp şaş­tı, son de­re­ce mem­nun da ol­du: Gö­ze çar­pa­cak de­re­ce­de Ju­li­en'e ben­zi­yor­du. He­ye­can­la: Bu­nu Al­lah yap­tı­rı­yor! de­yip de­vam et­ti: İş­te aş­kın bir mu­ci­ze­si da­ha, far­kı­na bi­le var­mak­sı­zın onun res­mi­ni ya­pı­yo­rum.

Der­hal oda­sı­na çık­tı, ka­pı­yı ki­lit­le­di, bo­ya ku­tu­su­nu çı­ka­rıp Ju­li­en'in res­mi­ni yap­ma­ya ça­lış­tı ise de pek ba­şa­ra­ma­dı; o ge­li­şi­gü­zel çi­zil­miş pro­fil, yi­ne de en çok ben­ze­ye­ni idi; Mat­hil­de bu­nu bü­yük aş­kı­nın bü­yük bir bir de­li­li sa­ya­rak çok se­vin­di.

Re­sim def­te­ri­nin ba­şın­dan an­cak geç va­kit, Mar­qui­se onu İtal­yan Ope­ra­sı'na git­mek üze­re ça­ğırt­tı­ğı za­man ay­rı­la­bil­di. Bir tek dü­şün­ce­si var­dı, Ju­li­en'i bu­lup an­ne­si­ni onu da ken­di­le­riy­le da­ve­te gel­me­ye ra­zı et­mek.

Ju­li­en or­ta­da gö­zük­me­di, ba­yan­la­rın lo­ca­sı­na da o ak­sa­nı an­cak ba­ya­ğı kim­se­ler gel­di. Bi­rin­ci per­de ka­pa­nın­ca­ya ka­dar Mat­hil­de, en can­lı ih­ti­ras he­ye­can­la­rı ile yal­nız sev­di­ği ada­mı dü­şün­dü; fa­kat ikin­ci per­de­de, doğ­ru­su Ci­ma­ro­sa'ya layık bir ez­gi ile söy­len­miş, aşk üze­ri­ne de­rin bir söz Mat­hil­de'in yü­re­ği­ne iş­le­di. Ope­ra­da başro­lü oy­na­yan ka­dın: "Onun için bes­le­di­ğim bu faz­la, ta­par­ca­sı­na aşk yü­zün­den be­ni ce­za­lan­dır­ma­lı; ben onu aşı­rı de­re­ce­de se­vi­yo­rum!" di­yor­du.

Bu hü­zün­lü, hü­zün­lü ol­du­ğu de­re­ce­de de yü­ce ha­va­yı so­lur so­lu­maz dün­ya­da ne var­sa Mat­hil­de'in gö­zün­den si­lin­di git­ti. Ko­nuş­ma­la­ra ce­vap ver­mi­yor­du; an­ne­si azar­lı­yor, yi­ne al­dı­rış et­mek­si­zin an­cak şöy­le bir ba­kı­yor­du. Ken­din­den öy­le­si­ne geç­miş, öy­le bir ih­ti­ras coş­kun­lu­ğu için­de idi ki şim­di duy­du­ğu his­ler, bir­kaç gün­dür Ju­li­en'in onun için duy­duk­la­rı­na ben­ze­ti­le­bi­lir­di. Du­ru­mu­na pek uy­gun bul­du­ğu o güf­te­nin bes­te­si olan o gök­ten in­miş de­ne­cek de­re­ce­de lâ­tif, hü­zün­lü ha­va, doğ­ru­dan doğ­ru­ya Ju­li­en'i dü­şün­me­di­ği her anı kap­la­mış­tı.

Mu­si­ki­ye olan sev­gi­si sa­ye­sin­de o ak­şam Mat­hil­de, Ma­da­me de Re­nal'in Ju­li­en'i her dü­şün­dü­ğü za­man ol­du­ğu gi­biy­di. Plâ­to­nik aşk, hiç şüp­he­siz ger­çek aşk­tan da­ha çok ze­kâ gös­te­rir ama coş­kun­luk­la­rı da ge­çi­ci­dir; ken­di­ni ge­re­ğin­den faz­la bi­lir, tah­lil eder, ken­di hak­kın­da hü­küm­ler ve­rir; dü­şün­ce­ye yo­lu­nu şa­şırt­mak şöy­le dur­sun, tam ter­si­ne ken­di­si dü­şü­nü­le dü­şü­nü­le ku­rul­muş­tur.

Eve dön­dük­le­rin­de Mat­hil­de, Ma­da­me de La Mo­le'ün de­dik­le­ri­ne al­dır­ma­yıp ate­şi ol­du­ğu­nu id­di­a et­ti, ge­ce­nin bir kıs­mı­nı, pi­ya­no­da o hü­zün­lü ha­va­yı tek­rar ede ede ge­çir­di. Ken­di­si­ni bü­yü­le­yen ha­va­nın söz­le­ri­ni de söy­lü­yor­du:

De­vo pu­nir­mi, de­vo pu­nir­mi,

Se trop­po ama­i, vb.

Bu çıl­gın­lık ge­ce­si­nin so­nu­cu, Mat­hil­de'in aş­kı­nı yen­me­yi ba­şar­dı­ğı­nı san­ma­sı ol­du. (Bu say­fa­nın, za­val­lı ya­zı­cı­sı­na tür­lü yön­ler­den za­ra­rı ola­cak. Don­muş ruh­lu in­san­lar onu utan­maz­lık­la suç­la­ma­ya yel­te­ne­cek. Oy­sa ya­zar, Pa­ris sa­lon­la­rın­da par­la­yan kız­la­ra, iç­le­rin­den bi­ri­nin bi­le Mat­hil­de'in ya­ra­dı­lı­şı­nı ba­ya­ğı gös­te­ren bu de­li­lik ha­re­ket­le­ri­ne kal­kı­şa­bi­le­ce­ği­ni sa­na­rak ha­ka­ret et­me is­te­ğin­de de­ğil­dir. Mat­hil­de ta­ma­mıy­la ha­ya­lî bir ki­şi­dir.Da­ha­sı:Ya­zar ha­ya­lin­de onu ya­ra­tır­ken, 19. yüz­yıl me­de­ni­ye­ti­ne bü­tün asır­lar ara­sın­da seç­kin bir yer ve­re­cek olan ce­mi­yet âdet­le­ri­ni ha­tı­rı­na ge­tir­me­miş­tir.

Bu kış ya­pı­lan ba­lo­la­rın sü­sü, be­ze­ği olan kü­çük ba­yan­la­rı­mı­zın, ih­ti­yat­tan ya­na ek­sik­le­ri yok­tu. On­la­rı bü­yük, par­lak ser­ve­te, ata ara­ba­ya, ve­rim­li top­rak­la­ra, kı­sa­ca­sı ki­bar­lar âle­min­de in­sa­na hoş bir yer edin­di­re­cek şey­le­re hor bak­mak­la da suç­la­mak doğ­ru ol­maz. Bü­tün bu üs­tün­lük­le­ri can sı­kı­cı bul­mak şöy­le dur­sun, on­la­ra en de­vam­lı ar­zu­lar­la bağ­lı­dır­lar; kalp­le­rin­de ih­ti­ras de­ni­len şey var­sa, yal­nız bu gi­bi şey­ler için­dir.

Ju­li­en gi­bi az çok de­ğe­ri olan de­li­kan­lı­la­rı iler­le­ten, on­la­rı yü­ze çı­ka­ran da aşk de­ğil­dir; on­lar ken­di ara­la­rın­da bir ar­ka­daş­lık, bir­bi­ri­ni ko­ru­ma oca­ğı ku­rup bu­na sım­sı­kı bağ­la­nır, bu ocak bir yol tu­tu­na­bil­di mi, ar­tık top­lu­mun bü­tün ni­met­le­ri, lü­tuf­lar o de­li­kan­lı­la­rın ba­şı­na rah­met gi­bi dö­kü­lür. Böy­le bir oca­ğa gir­me­miş bi­lim se­ver ada­mın vay ha­li­ne! Ufak te­fek ba­şa­rı­la­rı bi­le çok gö­rü­lür; hak­kı­nı ye­mek yük­sek fa­zi­let er­ba­bı için bir şe­ref sa­yı­lır. A efen­dim, ro­man de­di­ğin uzun bir yol üze­rin­de do­laş­tı­rı­lan bir ay­na­dır. Bir ba­kar­sın, gök­le­rin ma­vi­li­ği­ni, bir ba­kar­sın yo­lun iri­li ufak­lı çu­kur­la­rın­da bi­rik­miş ça­mu­ru gö­rür­sün. Son­ra da kal­kıp hey­be­sin­de bu ay­na­yı ta­şı­yan ada­mı ahlak­sız­lık­la mı suç­la­ya­cak­sı­nız? Ay­na­sı ça­mu­ru gös­te­ri­yor di­ye ay­na­ya ka­ba­hat bul­mak olur mu? Böy­le ça­mur çu­ku­ru bu­lu­nan yo­la, da­ha doğ­ru­su su­yun ak­ma­sı­nı kok­ma­sı­nı, ça­mur çu­kur­la­rı oluş­ma­sı­nı ön­le­me­yen te­miz­lik mü­fet­ti­şi­ne ça­tın.

Bi­zim hem ted­bir­li ve hem de er­dem se­ver ça­ğı­mız­da Mat­hil­de'in ya­ra­tı­lı­şın­da bir kız bu­lun­ma­sı­na im­kân ol­ma­dı­ğı­nı söy­le­dim ya, ar­tık o se­vim­li kı­zın de­li­lik­le­ri­ni an­lat­mak­la kim­se­yi kız­dır­mak­tan kor­kum da pek kal­ma­dı!

Er­te­si gün ak­şa­ma de­ğin o çıl­gın­ca ih­ti­ra­sı­nı ye­ne­bil­di­ği­ni is­pat­la­ya­cak fır­sat­lar kol­la­yıp dur­du. Tek is­te­di­ği şey, her yap­tı­ğı­nın Ju­li­en'in fe­na­sı­na git­me­siy­di; fa­kat hiç­bir ha­re­ke­ti onun gö­zün­den kaç­ma­dı.

Pek üzün­tü­lü, pek de si­nir­li ol­du­ğun­dan Ju­li­en'in bu de­re­ce ka­rı­şık bir sev­da oyu­nu­nu fark et­me­si el­bet­te müm­kün de­ğil­di. Ar­tık bu oyu­nun ken­di işi­ne ya­rar bir şey ol­du­ğu­nu ne­re­den sez­sin? Ak­si­ne ona al­dan­dı; bed­baht­lık his­si bel­ki hiç­bir za­man bu ka­dar aşı­rı bir de­re­ce­ye var­ma­mış­tı. Ha­re­ket­le­ri ak­lı­nın ida­re­sin­den o ka­dar çık­mış­tı ki o sı­ra­da dün­ya­ya küs­kün bir fi­lo­zof çı­kıp da: "Bu­gün­ler­de kı­zın ru­hun­da si­ze doğ­ru bir eği­lim ola­cak, bun­dan ya­rar­lan­ma­ya ba­kın; Pa­ris'te gö­rü­len bu çe­şit plâ­to­nik aşk­lar­da bir ruh du­ru­mu­nun iki gün sür­me­si müm­kün de­ğil­dir." de­sey­di Ju­li­en onun sö­zün­den im­ka­nı yok, bir şey an­la­ya­maz­dı. Ama ne ka­dar coş­kun­luk için­de olur­sa ol­sun, yi­ne de onur­lu adam­dı. En bü­yük gö­re­vi Mat­hil­de ile ken­di ara­sın­da ge­çe­ni kim­se­ye sez­dir­me­mek­ti; bu­nu an­la­dı. Gi­dip akıl da­nış­mak, çek­ti­ği iş­ken­ce­yi rast­ge­le bir kim­se­ye an­lat­mak, ca­yır ca­yır ya­nan bir çöl­den ge­çer­ken bir dam­la­cık buz­lu su bu­lu­ver­miş bir za­val­lı­nın­ki­ne ben­zer bir bah­ti­yar­lık olur­du. Teh­li­ke­yi gör­dü. Bi­ri ha­li­ni so­ra­yım di­ye­cek ol­sa ken­di­ni tu­ta­ma­yıp iki gö­zü iki çeş­me ağ­la­yı­ver­me­si ol­ma­ya­cak iş de­ğil­di; bun­dan kor­kup oda­sı­na ka­pan­dı.

Mat­hil­de'in uzun uzun bah­çe­de do­laş­tı­ğı­nı gör­dü; kız içe­ri gir­dik­ten son­ra ken­di­si bah­çe­ye inip de­min onun bir gül ko­par­dı­ğı ağa­ca doğ­ru git­ti. Ge­ce zi­fi­ri ka­ran­lık­tı; Ju­li­en, gö­rül­mek kor­ku­su çek­me­den ken­di­ni ıs­tı­ra­bı­na bı­ra­ka­bil­di. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün, az ön­ce ne­şe­li ne­şe­li ko­nuş­tu­ğu o genç su­bay­lar­dan bi­ri­ni sev­di­ğin­den hiç şüp­he­si yok­tu. Ger­çi ken­di­si­ni de sev­miş ama ne ka­dar de­ğer­siz ol­du­ğu­nu da an­la­mış­tı.

Ju­li­en tam bir inanç­la: Doğ­ru­su, di­yor­du, ben­de de­ğer de­ni­len şey pek az! Şöy­le top­tan bir ba­kış­la ben ba­ya­ğı, aşa­ğı, baş­ka­la­rı için can sı­kı­cı, kat­la­nıl­maz bir ada­mım... Bü­tün me­zi­yet­le­rin­den, he­ye­can­la sev­di­ği her şey­den öle­si­ye iğ­re­ni­yor­du; böy­le ter­si­ne hül­ya­ya ka­pıl­mak di­ye­bi­le­ce­ği­miz bu ha­lin­de de kalk­mış, ha­ya­tı ha­ya­lin­de süs­lü­yor­du. Bu çe­şit yan­lı­şa düş­mek, üs­tün adam­la­rın işi­dir.

Bir­kaç yol ca­nı­na kıy­ma­yı da dü­şün­dü; bu­nu ha­yal et­mek ona pek lâ­tif ge­li­yor, son de­re­ce zevk­li bir ra­ha­ta ka­vuş­mak gi­bi gö­rü­nü­yor­du; ken­di­ni öl­dür­mek, çöl­de su­suz­luk­tan, ha­ra­ret­ten ölen bir za­val­lı­ya bir bar­dak buz­lu su sun­mak gi­bi ola­cak­tı.

Son­ra bir­den­bi­re: Ölür­sem o be­ni da­ha hor gö­rür! di­ye dü­şün­dü, kö­tü bir ha­tı­ra bı­ra­kı­rım!

Fe­lâ­ke­tin bu son uçu­ru­mu­na düş­müş bir adam için ce­sa­ret­ten baş­ka bir kur­tu­luş yo­lu var mı­dır? Doğ­ru­su Ju­li­en: Gö­zü­mü­zü kız­dır­ma­lı, di­ye­cek de­re­ce­de de­ha gös­te­re­me­di; lâ­kin Mat­hil­de'in oda­sı­nın pen­ce­re­si­ne ba­kın­ca, pan­cur­lar ara­sın­dan, onun ışı­ğı sön­dür­dü­ğü­nü gör­dü. Ha­ya­tın­da ne ya­zık ki bir ke­re­cik gö­re­bil­di­ği o oda­yı göz önü­ne ge­ti­ri­yor­du. Fa­kat ha­ya­li da­ha öte­ye var­mı­yor­du.

Sa­at bi­ri vur­du; Ju­li­en'in onu duy­ma­sı ile: Mer­di­ve­ni alıp çı­ka­yım, de­me­si de bir ol­du.

Bu dü­şün­ce de­ha­nın şim­şe­ği gi­bi çak­tı; öy­le bir işi hak­lı gös­te­re­cek se­bep­ler ar­tık akın akın ak­lı­na ge­li­yor­du. Da­ha da ka­ra baht­lı ola­mam ya! di­yor­du. Der­hal mer­di­ve­ne koş­tu; bah­çı­van onu bir zin­cir­le bağ­la­mış­tı. Ju­li­en ce­bin­de­ki ta­ban­ca­lar­dan bi­ri­nin ho­ro­zu­nu kı­rıp onun­la, mer­di­ve­ni tu­tan zin­ci­rin hal­ka­la­rın­dan bi­ri­ni bük­tü; o an­da in­san kuv­ve­tin­den üs­tün bir kuv­ve­ti var­dı; bir­kaç da­ki­ka­da hal­ka­yı ko­par­dı, mer­di­ve­ni Mat­hil­de'in pen­ce­re­si­ne da­ya­dı.

Ba­na kı­za­cak, ba­şı­ma ha­ka­ret­ler yağ­dı­ra­cak­mış, bun­dan ne çı­kar!.. Onu bir öper, son bir de­fa da­ha öper, son­ra oda­ma çı­kıp ken­di­mi vu­ru­rum... Öl­me­den du­dak­la­rım ya­na­ğı­na değ­miş olur ya!

Mer­di­ve­ni çı­kar­ken san­ki ka­nat­lan­mış da uçu­yor gi­biy­di. Pen­ce­re­ye vu­ru­yor, bir­kaç sa­ni­ye son­ra Mat­hil­de du­yup pan­ju­ru aç­ma­ya ge­li­yor ama mer­di­ven bı­rak­mı­yor. Ju­li­en, pan­ju­ru açık tut­ma­ya ya­ra­yan de­mir çu­bu­ğa ya­pı­şı­yor, dü­şüp pa­ram­par­ça ol­ma­yı da gö­ze alıp mer­di­ve­ni şid­det­le sar­sı­yor, onun ye­ri­ni bi­raz de­ğiş­ti­ri­yor, Mat­hil­de pan­ju­ru aça­bi­li­yor­du.

Ju­li­en di­ri­den çok ölü de­ne­cek bir hal­de oda­ya at­lı­yor.

Mat­hil­de:

– Sen mi? Sen mi gel­din? di­ye­rek kol­la­rı­na atı­lı­yor...

Ju­li­en'in mut­lu­lu­ğu son de­re­ce­ye var­dı, bu­nu kim an­la­ta­bi­lir? Mat­hil­de'nin se­vin­ci de on­dan aşa­ğı kal­mı­yor­du.

Ona ken­di­ni kö­tü­lü­yor, ken­di ken­din­den şi­kâ­yet edi­yor­du. Bo­ğa­cak gi­bi kol­la­rı ara­sın­da sı­ka­rak:

– Ba­na, za­lim­ce gu­ru­ru­mun ce­za­sı­nı ver, di­yor­du; sen be­nim efen­dim­sin, ben se­nin ca­ri­ye­nim; asi­li­ğe kal­kış­tı­ğım için diz­le­ri­ne ka­pa­nıp aman di­le­me­li­yim.

Ju­li­en'in kol­la­rın­dan kur­tu­lup aya­ğı­na ka­pa­nı­yor­du. Bah­ti­yar­lık­la, aşk­la ken­din­den ge­çip:

– Evet, evet, sen be­nim efen­dim­sin; ben ölün­ce­ye dek azat is­te­mem; asi­li­ğe kal­kar­sa ca­ri­ye­ni en ağır ce­za­la­ra çarp­tır.

Öy­le bir an ge­li­yor, onun kol­la­rın­dan sıy­rı­lıp mu­mu ya­kı­yor, saç­la­rı­nın bü­tün bir ya­nı­nı kes­mek is­ti­yor; Ju­li­en, güç be­lâ bu­nu ön­lü­yor.

Mat­hil­de:

– Ca­ri­yen ol­du­ğu­mu ha­tır­la­ta­cak bir şey bu­lun­sun, ben yi­ne de o kö­tü gu­ru­ra ka­pı­lıp yo­lu­mu şa­şı­rır­sam, sen ba­na bu saç­la­rı gös­ter: Aşk sö­zü et­mi­yo­rum der­sin, si­zin bu an­da du­ya­bi­le­ce­ği­niz he­ye­ca­na bak­mı­yo­rum, ba­na uy­ma­ya ant iç­ti­niz, şe­re­fi­niz var­sa ita­at eder­si­niz.

Lüt­fen bı­ra­kın, bah­ti­yar­lı­ğın bu de­re­ce­si­ni an­lat­mak­tan vaz­geç­mek da­ha akıl kâ­rı olur. Ju­li­en bah­ti­yar­lı­ğı ka­dar da fa­zi­let gös­ter­di; bah­çe­le­rin öte­sin­de, do­ğu ta­ra­fın­da, ta uzak­ta­ki ba­ca­la­rın üze­rin­den gü­nün ağar­dı­ğı­nı gö­rün­ce: Ben mer­di­ven­den inip gi­de­yim. Be­nim bu fe­da­kâr­lı­ğım si­ze layık­tır, ben bu­ra­da bir­kaç sa­at da­ha ka­lıp bir in­san ru­hu­nun ta­da­bi­le­ce­ği en ola­ğa­nüs­tü mut­lu­luk­tan ta­da­bi­li­rim.Ben bun­dan ken­di­mi mah­rum edi­yor­sam bu sırf si­ze söz gel­me­sin di­ye­dir. Kal­bi­mi an­la­dı­nız­sa nef­si­mi ne ka­dar zor­la­dı­ğı­mı da an­lar­sı­nız. Ba­na kar­şı his­le­ri­niz, tu­tu­mu­nuz aca­ba hep şim­di­ki gi­bi ka­la­cak mı? Ama her­hal­de şim­di şe­re­fim ba­na git­me­mi em­re­di­yor, onun em­ri ye­ter. An­cak si­ze şu­nu da söy­le­ye­yim ki bu­ra­da bu­luş­tu­ğu­muz ilk ak­şam­dan son­ra uya­nan şüp­he­ler, yal­nız ko­na­ğa hır­sız gir­di­ği şüp­he­le­ri de­ğil­dir. M. de La Mo­le bah­çe­ye bek­çi koy­dur­du. M. de Cro­ise­no­is'nın et­ra­fı­na ha­fi­ye­ler ko­nul­du. Her ge­ce ne yap­tı­ğı bi­li­ni­yor...

Mat­hil­de bun­la­ra kah­ka­ha­lar­la kar­şı­lık ver­di. An­ne­si ile bir hiz­met­çi uyan­dı. Bir­den­bi­re ka­pı ara­sın­dan ona ses­len­di­ler. Ju­li­en bir bak­tı; Mat­hil­de, ben­zi uçup hiz­met­çi­yi pay­la­dı, an­ne­si­ne söz söy­le­me­ğe te­nez­zül et­me­di.

Ju­li­en:

– Ya akıl­la­rı­na eser de pen­ce­re­yi açar­lar­sa, mer­di­ve­ni gö­rür­ler!

Mat­hil­de'i bir ke­re da­ha kol­la­rı ara­sın­da sık­tı, mer­di­ve­ne atıl­dı; in­di de­ne­mez, da­ha doğ­ru­su ken­di­ni bı­ra­kıp aşa­ğı­ya ka­dar kay­dı.

Ara­dan iki üç sa­ni­ye geç­me­di, mer­di­ven ıh­la­mur ağaç­la­rı al­tı­nı boy­la­dı. Mat­hil­de'in şe­re­fi kur­tul­du. Ju­li­en ar­tık ken­di­ne gel­miş­ti: Hem kan için­de, hem de âde­ta çı­rıl­çıp­lak ol­du­ğu­nu gör­dü. Ted­bir­siz­ce ka­yar­ken üs­tü ba­şı sıy­rıl­mış, her ta­ra­fı ka­na­mış­tı.

Son de­re­ce­ye va­ran bah­ti­yar­lı­ğı sa­ye­sin­de, ya­ra­tı­lı­şın­da­ki bü­tün kuv­vet yi­ne uyan­mış­tı: O an­da kar­şı­sı­na yir­mi ki­şi çık­sa tek ba­şı­na yir­mi­si­ne bir­den hü­cum et­mek onun için bir zevk olur­du. Çok şü­kür ki böy­le as­ker­ce me­zi­yet­le­ri­ni gös­ter­me­si­ne lü­zum ol­ma­dı. Mer­di­ve­ni her za­man­ki ye­ri­ne ya­tır­dı; onu tu­tan zin­ci­ri yi­ne bağ­la­dı; Mat­hil­de'in pen­ce­re­si al­tın­da, ya­ban­cı çi­çek­ler tar­hın­da mer­di­ve­nin bı­rak­tı­ğı ye­ri dü­zelt­me­yi de unut­ma­dı.

Ka­ran­lık­ta ye­rin ta­ma­mıy­la si­lin­di­ğin­den emin ol­mak için yu­mu­şak top­rak üs­tün­de eli­ni gez­di­rir­ken yu­kar­dan bir şey düş­tü­ğü­nü his­set­ti: Mat­hil­de, saç­la­rı­nın bü­tün bir ya­nı­nı ke­sip ona at­mış­tı. Ken­di­si de pen­ce­re­dey­di. Ol­duk­ça yük­sek ses­le:

– Sa­na bu­nu ca­ri­yen, ölün­ce­ye ka­dar ita­at ede­ce­ği­nin alâ­me­ti di­ye gön­de­ri­yor. Ben ar­tık ken­di ak­lım­la ha­re­ket­ten vaz­geç­tim, sen be­nim efen­dim­sin.

Ju­li­en, bu ha­re­ket kar­şı­sın­da ye­nil­miş, az kal­dı tek­rar gi­dip mer­di­ve­ni ge­ti­re­cek, kı­zın oda­sı­na çı­ka­cak­tı. Ama ak­lı ba­şı­na gel­di de o işe kal­kış­ma­dı.

Bah­çe­den ko­na­ğa git­mek pek de ko­lay iş de­ğil­di. Bod­rum ka­tı­na açı­lan ka­pı­lar­dan bi­ri­ni kır­ma­yı ba­şar­dı; eve gir­dik­ten son­ra da ken­di oda­sı­nın ka­pı­sı­nı, elin­den gel­di­ği ka­dar gü­rül­tü et­mek­si­zin kır­ma­ya mec­bur ol­du. De­min ay­rıl­dı­ğı kü­çük oda­da, ce­ke­ti­nin ce­bin­de­ki anah­ta­rı­nı al­ma­yı da te­lâş­la unut­muş­tu, için­den: Al­lah ve­re akıl et­se de on­la­rı kal­dır­sa, de­di, yok­sa ha­li­miz kö­tü­dür.

So­nun­da yor­gun­luk, bah­ti­yar­lı­ğa ga­lip gel­di. Gün do­ğar­ken de­rin bir uy­ku­ya dal­dı. Ye­mek zi­li onu güç­lük­le uyan­dır­dı; ye­mek sa­lo­nu­na git­ti. Bi­raz son­ra Mat­hil­de de içe­ri gir­di. Et­ra­fın­da her­kes­ten say­gı gö­ren o pek gü­zel kı­zın göz­le­rin­de par­la­yan aşk ışı­ğı Ju­li­en'in göğ­sü­nü ka­bar­ta­rak bir an bah­ti­yar et­ti; fa­kat bi­raz son­ra ih­ti­yat­lı­lık his­si ile ürk­tü.

Mat­hil­de, iyi­ce dü­zelt­mek için za­ma­nı ol­ma­dı­ğı se­be­biy­le saç­la­rı­nı, bir ge­ce ön­ce on­la­rı kes­mek­le et­ti­ği fe­da­kâr­lı­ğı Ju­li­en'in ilk ba­kış­ta gör­me­si­ni sağ­la­ya­cak bir şe­kil­de ta­ra­mış­tı. O ka­dar gü­zel bir yü­zün her­han­gi bir şey­le bo­zul­ma­sı­na im­kân ol­say­dı, Mat­hil­de bu­na er­miş de­ne­bi­lir­di; o gü­ze­lim ipek saç­la­rın bir ya­nı, et­ten ya­rım par­mak uzun­luk­ta ke­sil­miş­ti.

Mat­hil­de'in sof­ra­da­ki bü­tün ha­re­ke­ti de, ih­ti­yat­sız­lık­ta o saç kes­me­den aşa­ğı kal­mı­yor­du. Ju­li­en'i de­li­ce sev­di­ği­ni san­ki her­ke­se bil­dir­mek is­ti­yor­du. Çok şü­kür ki o gün M. de La Mo­le ile Mar­qui­se'in zih­ni­ni meş­gul eden baş­ka bir iş var­dı: Ya­kın­da da­ğı­tı­la­cak olan bi­rin­ci rüt­be ni­şan­lar lis­te­sin­de M. de Cha­ul­mes'un adı­nı gö­re­me­miş­ler­di. Ye­me­ğin so­nu­na doğ­ru Ju­li­en'le ko­nu­şur­ken Mat­hil­de bir­den­bi­re: Be­nim efen­dim de­yi­ver­di. Ju­li­en göz­le­ri­nin akı­na ka­dar kıp­kır­mı­zı ke­sil­di.

Bel­ki yal­nız te­sa­düf ese­ri ola­rak, bel­ki de mah­sus, Ma­da­me de La Mo­le o gün ak­şa­ma ka­dar kı­zı­nı bir an yal­nız bı­rak­ma­dı. Ama yi­ne de Mat­hil­de, ak­şam, ye­mek oda­sın­dan sa­lo­na ge­çi­lir­ken bir yo­lu­nu bu­lup Ju­li­en'e:

– Bü­tün ta­sa­rı­la­rım al­tüst ol­du. Sa­kın bu­nu be­nim bir kum­pa­sım san­ma­yın, an­nem hiz­met­çi­ler­den bi­ri­nin ge­ce be­nim dai­rem­de yat­ma­sı­na ka­rar ver­miş.

O gün çok ça­buk geç­ti. Ju­li­en bah­ti­yar­lı­ğın son de­re­ce­si­ne var­mış­tı. Er­te­si gün sa­ba­hın ye­di­sin­de ki­tap oda­sı­na gi­dip yer­leş­ti; Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün ora­da gö­zük­me­ye te­nez­zül ede­ce­ği­ni umu­yor­du; ona uzun, bit­mez tü­ken­mez bir mek­tup yaz­mış­tı.

Mat­hil­de'i an­cak bir­kaç sa­at son­ra, öğ­le ye­me­ğin­de gö­re­bil­di. Kız o gün saç­la­rı­nı son de­re­ce özen­le dü­zelt­miş, ke­sik saç­la­rın ye­ri­ni bü­yük bir be­ce­riy­le ka­pat­mış­tı. Ju­li­en'e bir iki ke­re ama ter­bi­ye­li, sa­kin göz­ler­le bak­tı; be­nim efen­dim fa­lan de­me­ye de kalk­ma­dı.

Ju­li­en hay­re­tin­den âde­ta ne­fes ala­mı­yor­du. Mat­hil­de onun için gö­ze al­dı­ğı he­men her şe­ye piş­man ol­muş­tu.

İle­ri­si­ni ge­ri­si­ni dü­şün­dük­ten son­ra Ju­li­en'in, büs­bü­tün ba­ya­ğı de­ğil­se de, uğ­run­da o ka­dar da de­li­li­ğe kalk­ma­ğa değ­me­ye­cek, pes­pa­ye­lik­ten pek uzak­laş­ma­yan bir adam ol­du­ğu­na ka­rar ver­miş­ti. Kı­sa­ca­sı aş­kı hiç de dü­şün­dü­ğü yok­tu; o gün sev­mek­ten yor­gun­du.

Ju­li­en'e ge­lin­ce onun his­le­ri, he­ye­can­la­rı on al­tı ya­şın­da bir ço­cu­ğun­kin­den pek de fark­lı de­ğil­di. Bir asır ka­dar uzun ge­len o öğ­le ye­me­ği sı­ra­sın­da kal­bi kat­la­nıl­maz bir şüp­he, umut­suz­luk, hay­ret his­le­riy­le kıv­ran­dı dur­du. Ayıp olur di­ye sof­ra­dan kal­ka­mı­yor­du, böy­le ayıp et­mek kor­ku­su kal­ma­yın­ca he­men tav­la­ya koş­tu. Da­ha doğ­ru­su koş­tu de­ğil, atıl­dı; atı­na eye­ri­ni ken­di eliy­le vu­rup onu dört na­la koş­tu­ra­rak çık­tı; bir za­af gös­te­rip onu­ru­nu kır­mak­tan kor­ku­yor­du. Meu­don ko­ru­sun­da at koş­tu­rur­ken: Ben vü­cu­du­mu yo­ra­rak kal­bi­mi öl­dür­me­li­yim, di­yor­du. Böy­le göz­den dü­şe­cek ka­dar ne yap­tım, aca­ba ne et­tim, ne de­dim?

Ko­na­ğa dö­nün­ce: Bu­gün bir şey yap­ma­ma­lı, söy­le­me­me­li­yim, di­ye dü­şün­dü; ru­hum na­sıl ölü ise vü­cu­du­mu de öy­le ölü gi­bi gös­ter­me­li, Ju­li­en ar­tık ya­şa­mı­yor, böy­le kı­mıl­da­dı­ğı gö­rü­len onun ka­dav­ra­sı­dır.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro