Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 12: Bir Yolculuk

Pa­ris'te za­rif kim­se­ler bu­lu­nur,

taş­ra­da karakter sa­hi­bi kim­se­ler ola­bi­lir.

SIE­YES

Er­te­si sa­bah sa­at he­nüz beş­te, Ma­da­me de Re­nal gö­zük­me­den ön­ce Ju­li­en, M. de Re­nal'den üç gün­lük izin ko­par­mış­tı. Hiç böy­le bir şey bek­le­me­di­ği hal­de için­de onu, Ma­da­me de Re­nal'i gör­mek is­te­ği­ni duy­du; onun o pek gü­zel eli­ni ha­tır­la­mış­tı. Bah­çe­ye in­di, Ma­da­me de Re­nal onu bir hay­li bek­let­ti. Ju­li­en onu sev­sey­di, bi­rin­ci ka­tın ya­rı ka­pa­lı pan­jur­la­rı ar­ka­sın­da, al­nı­nı ca­ma da­ya­mış hâl­de bak­mak­ta ol­du­ğu­nu gö­rür­dü. So­nun­da ka­dın, ge­ce­ki ant­la­rı­na bak­ma­ya­rak bah­çe­ye çık­ma­ya ka­rar ver­di. Ben­zin­de­ki her za­man­ki uçuk­luk kay­bol­muş, yü­zü­ne bir can­lı­lık, bir pem­be­lik gel­miş­ti. Bu saf ka­dın­ca­ğız hiç şüp­he yok ki bir yü­rek çar­pın­tı­sı, bir te­lâş için­dey­di. Ken­di­ni zor­la­ma­sı, ken­di ken­di­ne kar­şı duy­du­ğu öf­ke, me­lek gi­bi yü­zü­ne bir gö­nül çe­ki­ci­lik ve­ren ve ha­ya­tın bü­tün pes­pa­ye dü­şün­ce­le­ri­nin ye­ti­şe­me­ye­ce­ği bir yük­sek­lik­te ol­du­ğu zan­nı­nı ve­ren o de­rin sü­kûn ha­li­ni boz­muş­tu.

Ju­li­en, der­hal onun ya­nı­na koş­tu; omuz­lar üs­tü­ne ace­ley­le atı­lı­ver­miş at­kı­nın ara­sın­dan gö­rü­len o gü­zel kol­la­ra hay­ran kal­dı.. Ge­ce çe­ki­len ıs­tı­rap yü­zün­den şim­di her ye­ni his­le renk­ten ren­ge gi­ren ben­zin par­lak­lı­ğı, sa­bah ha­va­sı­nın se­rin­li­ğiy­le, san­ki bir kat da­ha art­mış bu­lu­nu­yor­du. Bu ça­lım­sız, do­ku­nak­lı, lakin yi­ne de birtakım fi­kir­ler­le, aşa­ğı sı­nıf in­san­la­rın­da bu­lun­ma­yan fi­kir­ler­le do­lu olan gü­zel­lik Ju­li­en'e, ru­hun­da o hiç um­ma­dı­ğı bir ka­bi­li­ye­tin var­lı­ğı­nı sez­di­rir gi­biy­di. Göz­le­ri­ni şa­şır­tan bu gü­zel­lik­le­re bir tür­lü do­ya­ma­yan, hay­ran hay­ran dal­mış bu­lu­nan Ju­li­en, dost­ça kar­şı­lan­mak bek­le­di­ği­ni hiç de dü­şün­mü­yor­du. Ken­di­si­ne buz gi­bi so­ğuk bir ta­vır ta­kı­nıl­ma­sı­na bu­nun için çok hay­ret et­ti da­ha­sı: bu hâ­lin had­di­ni bil­dir­mek için ta­kı­nıl­dı­ğı­nı zan­net­ti.

Du­dak­la­rın­da­ki gü­lüm­se­me­si bir­den sö­nü­ver­di. Ki­bar mu­hit­te, he­le soy­lu, zen­gin bir ka­dı­nın gö­zün­de ye­ri­nin ne ol­du­ğu­nu ha­tır­la­dı.. Bir an için­de yü­zün­de ki­bir ve ken­di ken­di­ne öf­ke­den baş­ka bir şey kal­ma­dı. De­mek ki yo­la çık­ma­sı­nı böy­le bir sa­at­ten faz­la uzat­ma­sı, böy­le onu­ru­nu kı­ra­cak bir ta­vır gör­mek için­miş. Bu­nu dü­şün­dük­çe öf­ke­sin­den çıl­dı­ra­cak gi­bi olu­yor­du.

Bir in­san baş­ka­la­rı­na kız­mak için bu­da­la ol­ma­lı­dır, di­yor­du. Taş el­bet­te dü­şer, çün­kü ağır­lı­ğı var­dır. Ben hep böy­le ço­cuk­luk mu ede­ce­ğim? Bu adam­la­ra ru­hum­dan an­cak ver­dik­le­ri pa­ra de­ğe­rin­de bir par­ça kok­lat­mak hu­yu­nu, o iyi hu­yu ne va­kit edi­ne­ce­ğim? Hem on­la­rın, hem de ken­di ken­di­min sev­gi­si­ni ka­zan­mak is­ti­yor­sam on­la­ra be­nim an­cak yok­sul­lu­ğum on­la­rın zen­gin­li­ğiy­le bir ti­ca­re­te gi­riş­miş­tir; yok­sa be­nim gön­lü­mün on­la­rın küs­tah­lı­ğın­dan bin fer­sah uzak­ta bu­lun­du­ğu­nu, on­la­rın il­ti­fat­la­rı­nın da, hor gör­me­le­ri­nin de eri­şe­me­ye­ce­ği de­re­ce­de yük­sek bir âlem­de ol­du­ğu­nu on­la­ra an­lat­ma­lı­yım.

Kal­bi­ne bu duy­gu­lar üşü­şen genç eği­ti­ci­nin si­nir­den tir tir tit­re­yen yü­zün­de, acı du­yan bir gu­rur ve bir gad­dar­lık ifa­de­si oku­nu­yor­du. Ma­da­me de Re­nal bu­nu gö­rün­ce, zih­ni al­tüst ol­du. Onu kar­şı­lar­ken ta­kın­mak is­te­di­ği fa­zi­let gös­te­ren so­ğuk­luk şim­di kay­bol­muş, onun ye­ri­ne yü­zü­ne büs­bü­tün baş­ka bir hal, bir me­rak ifa­de­si gel­miş­ti. Ju­li­en'in bir­den­bi­re de­ğiş­ti­ği­ni gör­mek onun bu me­ra­kı­nı büs­bü­tün ar­tı­rı­yor­du. Sa­bah­le­yin sağ­lık ve gü­nün gü­zel­li­ği üze­ri­ne söy­len­mek âdet olan boş söz­ler, iki­si­nin de du­dak­la­rın­da ku­ru­yup kal­dı. Hiç bir tür­lü sev­gi­ye ka­pı­lıp dü­şün­me gü­cü­nü kay­bet­me­miş olan Ju­li­en, Ma­da­me de Re­nal ile ara­sın­da dost­luk mü­na­se­be­ti bu­lun­ma­sı­na hiç mi hiç ih­ti­mal ver­me­di­ği­ni ona an­lat­ma­nın yo­lu­nu he­men bul­du. Kü­çük bir yo­la çı­ka­ca­ğın­dan hiç söz et­me­di bi­le.

Ma­da­me de Re­nal, he­nüz bir gün ön­ce pek na­zik­çe ba­kan o göz­ler­de bu ke­der­li ki­bir ha­li­ni gör­mek­le şa­şı­rıp in­cin­miş, ba­ka­kal­mış­tı. Tam da o sı­ra­da en bü­yük oğ­lu bah­çe­nin ta bir ucun­dan ko­şup gel­di ve an­ne­si­nin boy­nu­na atı­lıp:

– Ta­ti­li­miz var, an­ne, M. Ju­li­en bu gün yo­la çı­kı­yor, de­di..

Bu­nu du­yan Ma­da­me de Re­nal'in vü­cu­du­nu bir ölüm so­ğuk­lu­ğu kap­la­dı; na­mu­su yü­zün­den baht­sız, zaa­fı yü­zün­den bir kat da­ha baht­sız­dı.

Bu ye­ni olay, onun bü­tün dü­şün­ce­si­ni kav­ra­dı; ge­çir­di­ği o müt­hiş ge­ce ver­di­ği akıl­lı­ca, us­lu­ca ka­rar­la­rın hep­si­ni ama hep­si­ni unu­tu­ver­di. Şim­di­den son­ra o se­vim­li âşı­ğa kar­şı ko­ya­bil­mek de­ğil, onu bü­tün bü­tün el­den ka­çır­mış ol­mak me­se­le­si var­dı.

Ye­me­ğe git­mek lazım gel­di. Bü­tün çek­tik­le­ri yet­mi­yor­muş gi­bi M. de Re­nal'in de, Ma­da­me Der­vil­le'in de ağ­zın­dan yal­nız Ju­li­en'in yol­cu­lu­ğu üze­ri­ne söz­ler işit­ti. Ver­rie­res be­le­di­ye baş­ka­nı, Ju­li­en'in izin is­te­mek için ta­kın­dı­ğı inat­çı ta­vır­da, ken­di­ni iş­kil­len­di­ren bir şey­ler sez­miş­ti.

– Bu köy­lü par­ça­sı­na hiç şüp­he­siz bi­ri bir tek­lif­te bu­lun­muş ola­cak. Fa­kat o, M. Va­le­nod bi­le ol­sa, be­nim yıl­da 600 frank ver­di­ği­mi du­yun­ca yel­ken­le­ri su­ya in­dir­miş­tir, sa­nı­rım. Dün Ju­li­en, Ver­rie­res'de o ada­mı gö­rüp dü­şün­mek için üç gün müh­let is­te­miş ola­cak. Bu sa­bah da, ba­na bir ce­vap ver­me­ye mec­bur ol­ma­mak için kal­kıp da­ğa gi­di­yor. Küs­tah­lı­ğa kal­kı­şan al­çak bir iş­çi ile işe gi­riş­mek, onun elin­de oyun­cak ol­mak; ba­kın ne hal­le­re düş­tük!

Ma­da­me de Re­nal için­den: "Ju­li­en'i ne ka­dar in­cit­ti­ği­ni bil­me­di­ği hal­de ko­cam bi­le onun bu­ra­dan ay­rı­la­ca­ğı­nı söy­ler­se ar­tık ben ne di­ye­bi­li­rim ki? Ok ya­yın­dan fır­la­dı!" di­yor­du. Ser­best ka­lıp is­te­di­ği ka­dar ağ­la­ya­bil­mek ve Ma­da­me Der­vil­le'in so­ru­la­rı­na ce­vap ver­mek mec­bu­ri­ye­tin­den kur­tul­mak için ba­şı­nın şid­det­le ağ­rı­dı­ğı­nı söy­le­yip ya­ta­ğı­na yat­tı.

M. de Re­nal yi­ne her za­man­ki sö­zü­nü: "Ka­dın mil­le­ti iş­te böy­le­dir, bu ka­rı­şık ma­ki­ne­le­rin her za­man bir arı­za­sı olur!" sö­zü­nü tek­rar et­ti ve ya­rı gü­lüm­se­ye­rek, ya­rı ho­mur­da­na­rak çı­kıp git­ti.

Ma­da­me de Re­nal, te­sa­dü­fün bir cil­ve­si ola­rak ka­pıl­dı­ğı ih­ti­ra­sın en za­lim acı­la­rıy­la kıv­ra­nır­ken Ju­li­en, dağ­lık yer­ler­de bu­lu­na­bi­le­cek en gü­zel man­za­ra­lar ara­sın­da se­vinç­le yo­lu­na de­vam edi­yor­du. Sı­ra­dağ­la­rı, Vergy'nin ku­ze­yin­den ge­çe­cek­ti. Yü­rü­dü­ğü ke­çi yo­lu, bü­yük ak gür­gen ko­ru­la­rı ara­sın­dan ya­vaş ya­vaş yük­se­lir ve ku­ze­ye doğ­ru Do­ubs va­di­si­nin sı­nı­rı olan yük­sek da­ğın ya­ma­cın­da bit­mez tü­ken­mez zik­zak­lar oluş­tu­rur.. Bi­raz da­ha çı­kın­ca yol­cu­nun göz­le­ri, Do­ubs'un akı­şı­nı gü­ne­ye doğ­ru sü­rük­le­yen te­pe­cik­le­rin üze­rin­den, Bo­ur­gog­ne ve Be­au­jo­la­is ova­la­rı­nı, o da­ha ve­rim­li ova­la­rı gö­rür. Ger­çi hep bü­yük­lük­ler ar­dın­da olan bu de­li­kan­lı gü­zel­li­ğin böy­le­si­ne pek düş­kün de­ğil­di fakat o bi­le ara sı­ra du­rup bu ge­niş ve hey­bet­li man­za­ra­yı sey­ret­mek­ten ken­di­ni ala­mı­yor­du.

So­nun­da bü­yük da­ğın te­pe­si­ne var­dı; dos­tu genç odun­cu Fo­uqu­e'nin otur­du­ğu ıs­sız va­di­ye git­mek için o te­pe­nin ya­nın­da­ki yol­dan ge­çe­cek­ti. Ju­li­en'in onu gör­mek için ace­le et­ti­ği yok­tu; za­ten o an­da kim­se­yi gör­mek de is­te­mi­yor­du. Da­ğın te­pe­si­ne san­ki bir taç ören yal­çın ka­ya­la­rın ara­sı­na yır­tı­cı bir kuş gi­bi sak­lan­mış, ken­di­si­ne yak­la­şa­cak herhan­gi bir kim­se­yi ta uzak­tan gö­re­bi­lir­di. Ka­ya­lar­dan bi­ri­nin he­men he­men şa­ku­lî de­ne­cek ya­ma­cın­da kü­çük bir ma­ğa­ra gör­dü. Der­hal koş­ma­ya baş­la­dı. Bi­raz son­ra da ora­ya sı­ğın­dı. Göz­le­ri se­vinç­ten par­lı­yor­du. İçin­den: "Bu­ra­da ba­na in­san­lar bir kö­tü­lük ede­mez" de­di. Dü­şün­ce­le­ri­ni yaz­mak zev­ki­ne, baş­ka yer­de pek teh­li­ke­li olan bu zev­ke ken­di­ni bı­rak­mak ar­zu­su­nu duy­du. Dört kö­şe bir taş bu­lup onu ken­di­ne ma­sa yap­tı. Ka­le­mi san­ki uçu­yor­du: Çev­re­sin­de ne ol­du­ğu­nu gör­mü­yor­du bi­le. So­nun­da. gü­ne­şin ta öte­de, Be­au­jo­la­is dağ­la­rı­nın ar­dın­da bat­tı­ğı­nı gör­dü.

"Ge­ce­yi bu­ra­da ge­çir­sem na­sıl olur?" de­di; "ek­me­ğim var, üs­te­lik bu­ra­da hü­rüm!" Bu bü­yük sö­zü, hür sö­zü­nü du­yun­ca gön­lü coş­tu; ya­la­ka­lı­ğı yü­zün­den Fo­uqu­e'nin ya­nın­da bi­le hür de­ğil­di. Ba­şı­nı iki eli­nin ara­sı­na alan Ju­li­en, o ma­ğa­ra­da, ha­ya­tın­da bil­me­di­ği bir bah­ti­yar­lık duy­du. Hül­ya­la­rı ve hür­lük se­vin­ci ona tat­lı tat­lı he­ye­can­lar ve­ri­yor­du. Ala­ca ka­ran­lı­ğın bü­tün ışık­la­rı­nın bi­rer bi­rer sön­dü­ğü­nü gör­dü ama dü­şün­ce­si bir an bi­le bu­na ta­kıl­ma­dı. Bu uç­suz bu­cak­sız ka­ran­lık için­de ru­hu, bir gün Pa­ris'te kar­şı­la­şa­ca­ğı­nı ha­yal et­ti­ği şey­le­ri şim­di­den gö­zün­de can­lan­dır­mak, on­la­ra hay­ran hay­ran bak­mak zev­ki­ne dal­mış­tı. Ora­da, Pa­ris'te, taş­ra­da gö­re­bil­di­ği ka­dın­la­rın hep­sin­den gü­zel­lik­çe de, akıl­ca da pek üs­tün bir ka­dın bu­la­cak. Çıl­gın­ca se­vip çıl­gın­ca se­vi­le­cek. Bir an için o ka­dın ay­rı­lır­sa an­cak şan şe­ref ka­zan­mak, onun ta­ra­fın­dan bir kat da­ha se­vil­me­yi hak et­mek için ay­rı­la­cak. Pa­ris çev­re­si­nin kas­vet­li ha­ki­kat­le­ri ara­sın­da bü­yü­müş bir genç, Ju­li­en'in­ki ka­dar ge­niş bir ha­yal gü­cü bu­lun­du­ğu­nu var say­sak bi­le, ta­sar­la­dı­ğı ro­ma­nın bu nok­ta­sı­na ge­lin­ce yi­ne ken­di­ne gü­ler­di. İs­te­di­ği­ne eriş­mek umu­du be­li­rin­ce bü­yük iş­ler yap­mak he­ve­si sö­ner ve ye­ri­ne "Sev­gi­li­si­ni ya­nın­dan ay­ran gün­de iki-üç de­fa al­da­tıl­ma­yı gö­ze al­ma­lı­dır" sö­zü­nün an­lat­tı­ğı ha­ki­kat ge­lir­di. Bu köy ço­cu­ğu ise bü­yük iş­ler gör­mek için fır­sat­tan baş­ka bir ek­si­ği ol­ma­dı­ğı­nı sa­nı­yor­du.

Lâ­kin ışık ar­tık büs­bü­tün kay­bol­muş, or­ta­lı­ğı de­rin bir ka­ran­lık sar­mış­tı. Fo­uqu­e'nin otur­du­ğu kö­ye in­mek için da­ha iki fer­sah­lık yo­lu var­dı, ma­ğa­ra­yı bı­ra­kıp çık­ma­dan ateş yak­tı.. Bü­tün yaz­dık­la­rı­nı bu ate­şe atıp son par­ça­sı­na dek kül et­ti.

Sa­ba­hın sa­at bi­rin­de ka­pı­sı­nın açıl­dı­ğı­nı ve içe­ri­ye dos­tu Ju­li­en'in gir­di­ği­ni gö­ren Fo­uqu­e, doğ­ru­su çok şa­şır­dı. Otur­muş, he­sap­la­rı­nı ya­pı­yor­du. Fo­uqu­e uzun boy­lu, ol­duk­ça bi­çim­siz, ka­ba su­rat­lı, ko­ca bu­run­lu bir genç­ti; fa­kat in­sa­nın ba­şı­nı çe­vir­ten bu gö­rü­nü­şün al­tın­da hay­li de ba­ba­can­lık var­dı.

– Sen o M. de Re­nal'in­le bo­zuş­tun mu ki böy­le dam­dan dü­şer gi­bi bu­ra­ya ge­li­yor­sun?

Ju­li­en, bir gün ön­ce olan­la­rı, ar­zu et­ti­ği şek­le so­ka­rak an­lat­tı.

Fo­uqu­e:

– Be­nim ya­nım­da kal, de­di; gö­rü­yo­rum ki M. de Re­nal'i de, M. Va­le­nod'yu, kay­ma­kam Ma­ugi­ron'u, pa­paz Che­lan'i da iyi ta­nı­yor­sun; o adam­la­rın huy­la­rı­nı in­ce­den in­ce­ye an­la­mış­sın, alım sa­tım pa­zar­lık­la­rı­na gi­re­bi­le­cek ha­le gel­miş­sin. Se­nin he­sa­bın be­nim­kin­den kuv­vet­li­dir, def­ter­le­ri sen tu­tar­sın. Ben bu iş­ten çok pa­ra ka­za­nı­yo­rum. Her şe­yi tek ba­şı­ma yap­ma­ma im­kân yok, bir or­tak alır­sam onun da üç kâ­ğıt­çı çık­ma­sın­dan kor­ka­rım. Bu­nun için de bir­çok gü­ze­lim iş­le­ri ka­çı­rı­yo­rum. Da­ha bir ay ol­du ol­ma­dı, Mic­ha­ud de Sa­in­tA­mand'a al­tı bin frank ka­zan­dır­dım, on al­tı yıl­dır gör­me­miş­tim. Pon­tar­li­er'de­ki sa­tış­ta önü­me çık­tı.. O al­tı bin fran­gı sa­na ka­zan­dı­rır­dım; da­ha doğ­ru­su sen be­nim­le be­ra­ber ol­say­dın o ko­ru­nun ke­sil­me­si işi­ne ben de gi­ri­şir, pa­ra­yı ar­tı­rır­dım. İş üze­rim­de ka­lır; ya­rı­sı­nı, üç bin fran­gı sen alır­dın. Gel, be­nim­le or­tak ol.

Her ne­den­se bu tek­lif Ju­li­en'i kız­dır­dı; ka­fa­sın­da­ki de­li­lik­le­re hiç uy­gun de­ğil­di. Fo­uqu­e hep bir ba­şı­na otur­du­ğun­dan iki ar­ka­daş yi­ye­cek­le­ri­ni, Ho­me­ros des­tan­la­rı­nın kah­ra­man­la­rı gi­bi, ken­di ken­di­le­ri­ne ha­zır­la­dı­lar; sof­ra­ya otu­run­ca Fo­uqu­e, Ju­li­en'e he­sap­la­rı­nı gös­ter­di ve bu odun ti­ca­re­ti­nin ne ka­dar ka­zanç­lı ol­du­ğu­nu ona da an­lat­tı. Fo­uqu­e, Ju­li­en'in bil­gi­si­ne de, hu­yu­na da pek ina­nır­dı...

Ju­li­en, çam tah­ta­sın­dan ya­pıl­mış oda­sın­da yal­nız ka­lın­ca için­den "Doğ­ru, de­di; ben bu­ra­da bir­kaç bin frank ka­za­na­bi­li­rim; son­ra da, Fran­sa'da han­gi­si­nin pa­ra et­ti­ği­ni gö­rür­sem ona gö­re pa­paz ve­ya as­ker ol­mam da­ha ko­lay­la­şır. Elim­de bu­lu­na­cak pa­ra, ufak te­fek güç­lük­le­rin önü­ne ge­çer. O sa­lon adam­la­rı­nın zi­hin­le­ri­ni dol­du­ran bir yı­ğın şey­ler var ki ben hiç bil­mi­yo­rum; bu ıs­sız dağ­da bir, iki yıl ge­çi­rir­sem, ki­tap­lar oku­yup bu kö­tü ca­hil­lik­ten de kur­tu­lu­rum. Fa­kat Fo­uqu­e bir tür­lü ev­len­mek is­te­mi­yor, yal­nız­lık­tan pek sı­kıl­dı­ğı­nı da söy­le­yip du­ru­yor. İşi­ne pa­ra koy­ma­ya­cak bir or­tak al­ma­sı hiç şüp­he­siz ki onu ken­di­ne, hiç ay­rıl­ma­ya­cak bir yol­daş et­mek için­dir."

Öf­key­le ba­ğır­dı: "Dos­tu­mu al­da­ta­cak mı­yım?" Ken­di­ni her iş­ten iki­yüz­lü­lü­ğüy­le ve kim­se­yi sev­me­me­siy­le kur­tar­mak is­te­yen bu de­li­kan­lı bu se­fer, ken­di­ni se­ven bir ada­ma kar­şı en kü­çük bir ha­in­li­ği ak­lın­dan ge­çir­me­ğe bi­le kat­la­na­maz­dı. Fa­kat Ju­li­en bir­den­bi­re se­vin­di; Fo­uqu­e'nin tek­li­fi­ni red­det­mek için bir se­bep bul­muş­tu. "Na­sıl olur! Ha­ya­tı­mın ye­di se­kiz yı­lı­nı al­çak­ça kay­be­de­yim! Yir­mi se­kiz ya­şı­ma de­ğin bir şey yap­ma­ya­yım! Bo­na­par­te, o yaş­ta en bü­yük iş­le­ri­ni gör­müş­tü! Odun sa­tış­la­rı­na ka­rış­mak, adı­mı bi­le du­yur­ma­dan, bi­raz pa­ra ka­zan­dı­ğı­mı ve uşak ta­kı­mın­dan bir­kaç hi­le­ba­zın gö­zü­ne gir­di­ği­mi var­say­sak bi­le, o za­man ben­de bu ateş, ün ka­zan­mak için lazım olan bu kut­si ateş ya ka­lır, ya kal­maz!"

Er­te­si sa­bah Ju­li­en, bu or­tak­lık işi­ne ol­muş bit­miş di­ye ba­kan Fo­uqu­e'ye, hiç is­ti­fi­ni boz­ma­dan, gön­lün­de pa­paz­lık için duy­du­ğu Tan­rı çağ­rı­sı­nın bu gi­bi şey­le­re gi­riş­me­si­ne izin ver­me­di­ği­ni söy­le­di. Fo­uqu­e şa­şa­kal­dı. Ona:

– He­le bir dü­şün, di­ye tek­rar­la­dı, ben se­ni işi­me or­tak edi­yo­rum da­ha doğ­ru­su sa­na yıl­da dört bin frank ve­re­ce­ğim di­yo­rum, sen de yi­ne o M. de Re­nal'in evi­ne dön­mek is­ti­yor­sun.. M. de Re­nal, ayak­ka­bı­la­rın­da­ki ça­mu­ru na­sıl hor gö­rür­se se­ni de öy­le hor gö­rür! Sen he­le iki yüz li­ra­yı bir ele ge­çir, son­ra se­ni pa­paz oku­lu­na git­mek­ten kim alı­ko­ya­bi­lir? Da­ha­sı: Ben sa­na mem­le­ke­tin en iyi pa­paz­lı­ğı­nı da el­de et­me­yi üze­ri­me ala­ca­ğım.

Son­ra se­si­ni bi­raz al­çal­ta­rak ek­le­di:

– Çün­kü M. le ... de, M. le ... de, M. ... de odun­la­rı­nı ben­den alır­lar; ben on­la­ra ba­ya­ğı odun fi­ya­tı­na ha­lis me­şe ve­ri­rim. Fa­kat kork­ma, o pa­ra fa­izi­ni ge­ti­rir.

Ju­li­en'in gön­lün­de duy­du­ğu Tan­rı çağ­rı­sı­nı yen­mek müm­kün ol­ma­dı. En so­nun­da Fo­uqu­e ona bi­raz çat­lat­mış di­ye bak­ma­ğa baş­la­dı. Üçün­cü gün sa­bah­le­yin er­ken­den Ju­li­en, dos­tu­nun evin­den çı­kıp gü­nü­nü, bü­yük da­ğın ka­ya­la­rı ara­sın­da ge­çir­me­ğe git­ti. Kü­çük ma­ğa­ra­yı bul­du fa­kat gön­lün­de ge­çen gün­kü sü­kûn yok­tu, dos­tu­nun tek­lif­le­ri zih­ni­ni al­tüst et­miş­ti. Kö­tü­lük­le iyi­lik­ten bi­ri­ni seç­me­ğe da­vet edi­len He­rak­les gi­bi Ju­li­en de ya or­ta hâl­li ka­la­rak re­fa­ha er­mek yo­lu­nu ya da genç­lik ha­yal­le­ri­nin gös­ter­di­ği yo­lu seç­me­ğe da­vet edil­miş­ti, için­den şöy­le ge­çir­di:

"De­mek ki, be­nim ger­çek­ten kuv­vet­li bir ki­şi­li­ğim yok.."

İçi­ni en çok ya­kan şüp­he bu idi iş­te.

"Be­nim ma­yam, bü­yük adam­lar ma­ya­sı de­ğil, zi­ra ben se­kiz yı­lı­mı ek­mek pa­ra­sı ka­zan­ma­ya har­car­sam gö­rül­me­miş iş­ler için ge­re­ken az­mi, o yü­ce az­mi yi­tir­mek­ten kor­ku­yo­rum."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro