Bölüm 62 • Cılız Melodi Umudu
🩸
Onat telefonu kapattıktan sonra verandada oturmuş ve düşünmüştüm. Kendime bir yol haritası çıkarmıştım. İstanbul'a döndükten sonra ipleri elime alacaktım. Önce babamdan kalan işlerin başına bizzat geçecek sonra da masadaki hakimiyetimi arttıracaktım.
Hakan Pars haklıydı. Ben bir serseri mayındım ve tam kucaklarında patlayacaktım.
Böyle bitmeyecekti, burada bitmeyecekti. Oyun kaybetmiştim ama sonuç değişebilirdi. Oyun arkadaşımı kurtarırken bizi de kurtarabilirdim. Pes etmeyecektim ve onu geri alacaktım. Bana ihtiyacı vardı. Onu kabuslarından uyandıracaktım.
Kollarımı bacaklarıma sarıp başımı dizime yasladığım sırada evin kapısı gıcırdayarak açıldı ve ardından oyun arkadaşım bana kaçırdığımız güzel sabahların anısı kadar berrak baktı.
"Günaydın," diye mırıldandım.
Başını hafifçe sallamış ve benden tek kelimelik sabah selamlaşmasını sakınmıştı. Kızgındı, biliyordum. Yorgundu, biliyordum. Hepsinden önemlisi kırgındı, biliyordum ama işte o bana böyle aşılmaz yamaçlar gibi uzak durduğunda benim gücüm tükeniyordu. Onun gücü tükenmesin diye gözlerimi üzerinden çekmedim ve her hareketini takip ettim. Verandanın ucuna yaklaştı, elini siyah keten pantolonunun cebine attı ve sigara paketini çıkardı. Sigarayı dudağına yasladıktan sonra çakmak aramaya başladı. Dudağımın kenarındaki tebessüm kendini belli ederken saklamak için acele etmedim.
Sigaranın ucunu yaktığında derin bir nefes çekti. Çakmağı parmaklarının arasında çevirirken gözlerini de benden sakınıyordu. Benim gözlerim ise onunla küçük bir meydan okuma oyunu oynarcasına inatla üzerinde geziniyordu.
"Gemi limana ulaşmış mı?" diye sordu, kupkuru bir sesle.
Ulaşmamış olsaydı Erdinç beni dün geceden itibaren yüzlerce kez arardı, aramamıştı. Ulaştığına dair mesaj atmış olabilirdi ama mesajlara bakmamıştım. Aksini düşündürecek bir şey olmadığından "Evet," dedim.
"Sence uyuşturucu geçişine neden yasak koydum?"
Gözleri bir süre yanan sigaranın ucunda oyalandı. Gözlerimi üzerinden ayırmadan konuşmaya devam etmesini bekliyordum. Sessizlik uzun sürdüğünde "Etik ve ahlaki sebepler."
"Belki," dedi, cevap hem buymuş hem de bu değilmiş gibi.
"Başka bir sebebi mi var?"
"Ticareti kontrol altında tutmazsan rekabet artar, rekabet artarsa da masada çok seslilik doğar."
"Sen o insanların birbirleriyle aynı fikirde olduklarına mı inanıyorsun?"
"Hayır," dedi, beklemeden ve bakışlarını bana çevirdi. "Benim sözümden çıkmayacak kadar kurallara sadık olduklarına inanıyorum."
Kahverenginin olabildiğince koyu bir tonunda bakarken gözleri nefesimi tuttum çünkü bundan sonra gelecek cümle doğrudan benimle ilgili olacaktı.
"Senin aksine," dedi, tam da tahmin ettiğim gibi keskin bir tonla.
"Otoriteni mi sarsıyorum?"
Dudaklarında beliren gülüş hayali bir rüzgar estirdiğinde kollarımı etrafıma sardım.
"Neden gemiyi almaya geldin?"
Omzumu hafifçe silkerek önemsiz bir detaydan bahsediyormuşçasına "Erdinç'in içinden alacakları varmış," dedim.
"Doğru," dedi, imalı bir onayla. "Erdinç Kurtuluş, Taşkıranlara çalışıyor."
Pars'la tartışmayacaktım. Dün geceden sonra bunu yapmayacaktım. Kabusları savuşturup geceyi güne çevirecek, ona huzurlu uykuları geri getirecektim.
"Ne yaptığını biliyor musun?"
Bunu o kadar sakin sormuştu ki bir süre altında bir ima çıkacak mı diye yüzündeki ifadeyi izlemiştim.
"Ateşkes yaptık diye mi?"
Gözleri kısıldığında belli belirsiz gülümsedim. "Ateşkes yaptık diye mi sakince soruyorsun?"
"Anlamaya çalışıyorum Atlas," derken biten sigarayı söndürüp izmariti atacak bir yer bulamadığından sigara paketinin içine attı ve yeni bir dal çıkardı. Kaşlarım çatıldığında muhtemelen söylediğine takıldığımı düşünüyordu ama ben onun henüz söndürdüğü sigaranın ardından bir tane daha yakışına takılmıştım.
Oturduğum yerden kalktığımda sigaranın ucunu yakmıştı.
"Biliyorum," dedim, karşısında durduğumda.
Başını usulca salladı. "Güzel," dedi. "Perşembe günü toplantıda Timur kendisinin ülkeye uyuşturucu sokmasına izin vermediğim halde senin nasıl bunu yapabildiğini sorduğunda ona sen anlatırsın."
Dudaklarımı birbirine bastırıp susma kararımı sürdürdüm.
"Seni ayrıcalıklı tuttuğumu düşündükleri an, çok zekice sandığın o planın patlayacak. Bunu da perşembeye kadar uzun uzun uzun düşün."
Kirpiklerim şaşkınlıkla kırpıştığında alaylı bir sinirle gülmüştü.
"Atlas," dedi, odadaki fili işaret edercesine bıkkın bir tonla. "Etrafta rol yapmanı gerektiren kimse yok, burada gözlerindeki perdenin ardını görebiliyorum çünkü senin bile gücün yetmez bu evde benden saklanmaya."
Kirpiklerim örtüldüğünde ben de yapmıştım, bakışlarımı ondan sakınmıştım ama bu beklediğimden de kısa sürmüştü ama gözlerim ona kavuşmak için fazla ısrarcıydı.
"Ayrıcalıklı değilim," dedim, omzumu hafifçe yukarı kaldırdığımda. "Olmadığımı biliyorlar çünkü sen bunu Timur yapsaydı ne yapacaksan yine aynısını yapacaksın."
Kaşları çatıldığında köşeye sıkışmış bir tonla "Atlas," dedi. "Anlamıyorsun. Hiç anlamadın."
"Anlat," dedim, bir kez daha omzumu yukarı kaldırıp indirdiğimde. "Anlamak istiyorum, anlat."
"Masa sandığında büyük," dedi. Bunun yeterli olmasını mı bekliyordu emin değildim ama işte değildi.
"Masa senden büyük mü?"
Bu kez örtülen onun kirpikleriydi. Göğsünü zorlayan bir nefes aldı ve çok geçmeden beni ıslak toprak rengi gözleriyle buluşturdu.
"Bunu evinde yaşadığın o insanlara neden sormuyorsun?"
"Görkem kurallara önem verir," dedim, hızlıca. Bu konuyu çabuk geçmek istiyordum. "Onun için düzen önemlidir. Sen kurallara uyulmasını sağlar ve düzenin dışına çıkmazsan onun için masa güvende demektir."
"Masa tehlikedeyse ne olur Atlas?"
"Seni devirmeye çalışırlar," dedim, sorarcasına. "Tahtta kim oturuyorsa sorumlu o tutulur, öyle değil mi?"
Kaşları havalandığında "Kralı düşürmeye mi çalışırlar?" diye sordu.
Aramızda geçen o çok eski konuşmayı hatırlarken hüzünle gülümsedim.
"O kart bana çıkalı çok oldu Atlas," dedi dudaklarında asılı kalan haylaz gülümsemesiyle. "Ölüm kartı cebimde kaldı."
"Peki bu kez, kralın düşüşü dönüşümü mü doğuracak yoksa kral tahtı ateşe mi verecek?"
Ne yüzünden o çocuksu gülüşünü sildi ne de bir cevap verdi.
Tahtı ateşe vermek mümkün müydü? Bunun cevabını ikimiz de bilmiyorduk. Belki o biliyordu ama henüz bana söylemeye hazır değildi, belki de tahmin ettiğim gibi bilmiyordu ve bizi sona götüren adımları yürürken yolda öğrenecektik. Öyle ya da böyle bildiğim bir şey vardı bu andan sonra ne yaparsam yapayım onu o tahttan kurtarmak için yapacaktım.
Bu evde geçirdiğim son yaza dönsem, o kızın karşısına oturup sorsam her saltanat bir gün yıkılır derdi. Nice imparatorluklar yıkılıp gitti, masa mı devrilmeyecek derdi ama o kız içine doğduğu dünya hakkında pek bir şey bilmiyordu. O kızın babası bazı durumlarda sınırları esnetebilen, hırslarının peşinden giderken çirkinleşmekten çekinmeyen bir adamdı. Ama o kadardı işte. O kız masayı bilmiyordu, o kızın komisyon üyelerinden haberi yoktu, o kız babasının üç arkadaşını tanıyordu ve birinin evinde kalıyordu zaten.
O kız oyun arkadaşını alıp yaz bitmeden kaçırsa peşine düşülmeyeceğine inanırdı ama ben biliyordum, o yaz ya da bir başka yaz, nereye kaçarsak kaçalım peşimizden geleceklerdi. Kralın düşmesi yetmezdi, kralın düşmeden önce tahtı ateşe vermesi gerekiyordu.
"Yapabilir misin?" diye sordum mırıltıyla. Yapar mısın diye sormuyordum çünkü yapardı, hala ilk günkü kadar deliydi ama işte yapabilir miydi?
Bir şey demedi, bana bir kez daha baktı ve evin içine döndü.
Adını seslenmek istedim ardından. Parmaklarında yazanı değil, annesinin çocukken seslendiğini. Adını seslenmek, onu geri getirmek ve sonra kaçalım demek istedim. Bu evde geçirdiğim son yazdaki kız kadar her şeyden habersiz ve kaygısız olmak istedim. O kız Pars'ı alıp kaçmayı aptalca bulurdu bu kız ise Pars'ı alıp kaçmamamın en büyük aptallık olduğunu biliyordu.
"Tahtı ateşe verebilir misin Pars," diye mırıldandım kendi kendime. "Eğer sen yapabilirsen ben de yapacağım, sana geri gelebilmek için engelleri yakacağım."
Hepsini, hepsini bir bir yakacağım.
Peşinden evin içine girdiğimde telefonla konuşuyordu. Ne dediğini anlamıyordum çünkü Rusça konuşuyordu. Etrafa dağılan eşyalarımı topladım. Önce ayakkabılarımı giydim, sonra banyoya giderek yüzümü yıkadım. Rimelim yerli yerinde duruyordu ve suyla çıkaramazdım. Peçeteyle yüzümü kurulayıp banyodan çıktım. Salona döndüğümde Pars'ın hararetli konuşması terasa taşmıştı, kapıyı açık bıraktığından sesini duyuyordum. Ceketimi üzerime geçirip telefonu elime aldım.
Arama kaydından son aranan numarayı sildim ve Göktuğ'dan gelen onlarca mesaj bildiriminden birine tıklayarak mesaj sayfasını açtım.
Üste yazdığı duygu durumu sürekli değişen mesajları pas geçerek en son yazdığını okudum.
>>Abim döndü.<<
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım ve sakince verdim.
<<Geliyorum.>>
Mesajı gönderir göndermez adının yanında "yazıyor..." bilgisi belirdi.
>>Teknedeyim. Beraber dönelim.<<
Ona onaylayan birkaç emoji atıp ekranı kapattım. Telefonu çantama sıkıştırıp terasa çıktım. Pars'ın konuşması da tam o sırada bitmişti. Pars'a gideceğimi söyleyeceğim sırada bahçe kapısından içeri genç bir çocuk geldi. Çocuk bize önce Yunanca bir şeyler söylemiş sonra da elindekileri bırakıp "Suzana gönderdi," demişti.
Pars çocuğa teşekkür edip bahşiş verirken ben getirdiği poşetlere bakıyordum.
"Burada olduğumuzu nereden biliyor?"
Pars bunu sorduğuma şaşırmış gibi kaşlarını kaldırdı. "Suzana basit bir restoran işletmecisi değil Atlas."
"Farkındayım," dedim, poşetleri karıştırmaya devam ederken. "Limanların kontrolü de ondaymış."
"Sadece limanların değil," dedi. "Sen havalimanına ayak basmadan önce haberi olmuştur onun geleceğinden."
Kaşlarım havalandığında tabakların jelatinini sökmeyi bitirmiş ve ağzıma bir tane zeytin atmıştım.
"Sana afiyet olsun, ben gidiyorum artık."
Bir şey demesini beklemedim çünkü sakince vedalaşıp ayrılacak kadar medeni olmamıştık hiçbir zaman. Verandadan ineceğim sırada bileğimi tutmuş ve beni hafifçe kendine çekmişti. İnce topuklular hakkında pek bir bilgisi olmadığından dengemi kaybetmeme ve ona doğru fazladan birkaç adım atmama sebep olmuştu. Pars belimi tutarken ben omzuna tutunmuştum ve son anda üzerine kapaklanmaktan kurtulmuştum ama dengede durduğum ilk saniye kendimi aksini isterken bulmuştum.
Bazen düşmek o kadar kötü bir fikir olmayabilirdi, sonuçta Pars beni ben yere çakılmadan önce tutardı ki bu koşullar altında yapabileceğim tek şey üzerine düşmek olurdu ve bu gözüme hiç de fena bir fikir değilmiş gibi görünmüştü.
"Bir şeyler ye önce, öyle gidersin."
Dudaklarımı birbirine bastırdım çünkü her ne kadar birlikte yere kapaklanmamış olsak da eli hala belimdeydi ve beni göğsüne çok yakın tutuyordu. Parfümünün kokusu burnuma dolduğunda ona biraz daha yaklaşmak, hatta burnumu boynuna yaslamak istedim ama yapamazdım. Yapamazdım değil mi?
Suzana büyücü olabilir miydi? Belki de uzonun içinde bir şey vardı. Dün gece kaybettiğim kontrolü bir türlü geri kazanamıyordum. Pars çok yakınımda diye miydi?
"Konuşmak istediklerim var," diye ekledi. Tepkisizliğimi kararsızlığıma bağlamış olmalıydı ama ben sadece zihnimi susturmaya ve göğsümü delip geçmeye hevesli kalbimi dizginlemeye çalışıyordum.
Bu bir gün geçecek miydi? Tamam, geçmesinden vazgeçtim, bu bir gün hafifleyecek miydi? Hayatla ne zamandır tanışıyorsam onunla da o kadar uzun tanışıyordum ama hala kokusu zihnimi bulandırıyor, gözleri dengemi bozuyordu.
Ve sonra bir şey oldu. Güneşli bir sabaha birlikte uyandığımızdan mıydı yoksa Pars beni bu kadar yakınında tuttuğundan mı bilmiyordum ama bir melodi duydum. Cılız, belli belirsiz bir melodiydi bu. Yine de yetmişti içimdeki umudu uyandırmaya.
Çok uzun zaman sonra ilk kez bir sabaha gerçekten uyanmış gibi hissediyordum. Çok uzun zaman sonra ilk kez bir sabah Pars'a günaydın diyebilmiştim ve belki de bu yüzden duyabilmiştim o cılız melodiyi. Şimdilik birkaç notadan ibaretti melodi, güçlenmesini, şarkı olmasını bekleyecektim. O melodiyi şarkıya dönüştürecektim.
Bu hiç geçmese olur muydu? Her şeye rağmen hepsine rağmen benimle kalsa olur muydu? Beni bu kadar yakınında tutarken dünya ayaklarımın altından devrilebilirdi çünkü Pars düşmeme izin vermezdi. Ben de izin vermeyecektim.
Beni kendine doğru biraz daha çektiğinde "Aramız kötü olmasa olur mu?" diye sordum. "Hem ateşkes yaptık, ateşkes bu demek zaten değil mi?"
Başını hafifçe salladığında gülümsedim. Bir an için kirpikleri şaşkınlıkla kırpıştı. İlk başta aklından geçeni anlamadım ama sonra bakışlarındaki yoğunluk ona uzun zaman sonra ilk kez bu kadar yakınındayken güldüğüm için olduğunu düşündürdü.
Her ne kadar aksini istesem de biraz daha bu halde kalırsak ağzımdan çıkan her cümle önemini yitireceğinden bir adım geriledim. Pars da dağılan havayla kolunu belimden çekerek kendini toplamıştı.
Poşetleri alıp içeri döndüğünde ben de peşinden ilerledim. Mutfağın bahçeye açılan kapısının iki tarafını da açmış, içeriye ışığın ve havanın dolmasını sağlamıştı. Suzana'nın gönderdikleriyle kahvaltıyı hazırladığımız da Pars kahve makinesinde hızlıca yaptığı kahveleri masaya bıraktı.
"Çay yok ama idare edeceksin."
"Sorun değil," diye mırıldandı masaya otururken.
Çaprazındaki sandalyeye oturup yan döndüm, böyle onu daha net görebiliyordum. Bir bacağımı diğerinin üzerine attığımda bacağıma saplanan ağrıyla yüzümü buruşturdum.
"Çektiğin ağrı suni olabilir," dedi, sakince. "O ilaçlara sığınmak yerine bir doktora git. Serezlerin hastanelerinden birine gidersen Bade'den ilgilenmesini rica ederim."
Kaşlarım havalandığında dudağımın kenarını ısırdım. Ülkedeki tek hastane Ekrem Serez'in ailesine ait değildi, değil mi? Tamam, oldukça kapsamlıydı ama İstanbul'da gidebileceğim başka birçok hastane vardı.
"Gerek yok," dedim, içimden taşanın aksine kuru bir sesle. "Ben hallederim. Konuşacaklarım var dedin, ne söyleyeceksen söyle sonra gideceğim, Göktuğ bekliyor."
"O çocuğa niye güvendiğini anlamıyorum."
Nefes verircesine gülerken oturuşumu dikleştirdim.
"Güveniyorum çünkü bugün burada oturup bana bu soruyu sorabiliyorsan Göktuğ sayesinde."
Kaşları çatıldığında söyleyeceklerimden hoşlanmayacağını biliyordum ama anlaması gerekiyordu. Göktuğ düşmanı değildi, önce bunu kavramalıydı çünkü beni anlarsa ancak o zaman güçlenip ipleri kendi elime alabilirdim.
"Atlas..." dedi sıkıntıyla ama hayır bu kez odadaki fili görmeyen ben değildim, oydu.
"Taşkıranların hepsini düşman görüyorsun farkındaydım. İnanç ve Görkem'le iş yaptığın için onlarla ilgili düşüncelerini değiştiremem ama Göktuğ farklı Pars. Baktığın yerden bunu kabul etmez zor farkındayım, anlıyorum da."
"Anlamıyorsun," dedi sıkıntıyla. "Anlasaydın karşımda otururken gitmen gereken yerin orası olduğunu söylemezdin. Anlasaydın biz bu konuşmayı yapmazdık Atlas, haklısın. Sen benim yanımda olurdun, ben de hepsinin karşısında durur ve-"
"Ve?" diye sordum. "Ve ne olurdu Pars? İspanya'da bir balonun içinde yaşıyorduk, sen de biliyorsun. Çok güzeldi, çok özeldi ama her an patlayacaktı, farkındaydık. Hayattan zaman çalıyorduk sadece. Yorulmadın mı koşup durmaktan, yorulmadın mı yetişmeye çalışmaktan? Ben yoruldum."
"Yoruldun ve Taşkıranlarda mı soluklanmaya karar verdin?"
Konuşmak için kalmak kötü bir fikirdi çünkü Pars o eve geri döneceğim sürece dediğim hiçbir şeyi objektif değerlendirmeyecekti. Şimdi bırakamazdım ucunu, artık daha sıkı tutmam gerekiyordu. Göktuğ benim tarafımdaydı, biliyordum. Pars'a, diğerlerinin de benim tarafımda olduğunu anlatmak imkansızdı ama Göktuğ farklıydı, bunu anlayabilirdi.
"Pars," dedim, "Göktuğ beni hayatta tuttu derken manevi bir şeyden bahsetmiyorum. Anlarsın anlamazsın sana kalmış ama buna saygı duymak zorundasın."
"Yeryüzündeki her yerde seni ararken bana haber vermeyen kimseye saygı duymak zorunda değilim."
Dudaklarımı birbirine bastırıp yutkundum. Bu onu ikna edebileceğim bir konu değildi belki de.
Sıkıntıyla nefes alıp "Atlas..." dedi, "Orada güvende değilsin, benim yanımda olmadığın sürece de güvende olmayacaksın. Bunu ne zaman kabul edeceksin?"
Ben yanında olursam da o güvende olmayacaktı ama işte bu da kabul edebileceği bir konu değildi.
"Ben kendimi korurum," dedim, tebessümle. "Sen de kendini koru ve bekleyelim bakalım kralın başına neler gelecek."
Alayla güldüğünde "Sen kalede esir kaldığın sürece olduğu yerde debelenip duracak," dedi.
Kaşlarım çatıldı. Bu ne demekti?
"Gücümü kesiyorsun Atlas," diye açıkladı. "Sen o adamın yanında olduğun sürece de ben karşı atağa geçmekte zorlanacağım. Güvenli bölge gördüğün yerin tek bir anda cehennemine dönüşmeyeceğinden asla emin olamayacağım. Döndün ama ben hala seni arıyorum. Burasın ama bana gelmedin. Sen zaten hiç bana gelmedin."
Oturduğum yerden kalktığımda kaçış yolu aradığımı bildiğinden acıyla güldü. Gözlerini ovuştururken sıkıntıyla nefes verdi.
"Kim olduğu hakkında en ufak fikrinin dahi olmadığı birine güvendin. Sana mail attı, intikam planına seni dahil etti diye geri gelmeyi düşünmediğin şehre dön-"
"Oraya girme istersen," diyerek sözünü kestim. "Oradan suçsuz çıkamazsın."
"Masumiyet kovalamıyorum," dedi. "Ben, Hades'in araladığı kapıdan içeri girdim Atlas, artık hiçbir yerden suçsuz çıkamam."
Kollarımı göğsüme bağlayıp mermer tezgâha yaslandığımda yavaşça ayağa kalktı ve karşımdaki duvara yaslandı. Birkaç adımlık mesafemiz yine nasıl da açılmıştı. Ne çok seviyorduk aramızdaki boşluktan uçurum doğurmayı.
"Seninle bu konuşmayı daha önce de yaptım, beni duymadın. Aklından geçeni az çok anlıyorum ve yürüdüğün o yol ikimizi de çıkmaza götürüyor. Görmüyor musun görmek mi istemiyorsun bilmiyorum. Bir kez olsun bana güven Atlas, bir kez olsun bana gel."
Benim de istediğim buydu ama önce güçlenmeliydim. Ayağa kalkmadan ona koşamazdım.
"Gizli bir kimlikle mail atmasaydım, çağırsaydım, geleceğini söylemiştin. Çağırıyorum Atlas, bana gel. Birlikte dönelim İstanbul'a."
"Pars," dedim zorlukla. "Kendine acı çektiriyorsun sadece, durman gerekiyor."
"Seni aslanlarla dolu bir arenada savunmasız bırakmamı istiyorsun benden," dedi acıyla.
"Pars bu bir dövüş değil, kimse beni aslanlarla dolu bir arenaya atmayacak."
"Görkem Taşkıran atacak."
Zorlukla nefes aldım ve ona doğru bir adım atarak gözlerinin içine baktım.
"Benimle savaşan sadece sensin," dedim. "Görkem benimle savaşmıyor."
Başını iki yana sallarken "Savaşıyor, sadece bunu kanla yapmadığından anlamıyorsun. Görkem Taşkıran çok uzun zamandır kendi yarattığı savaşı yürütüyor Atlas. Şahit olmadığından yok sayıyorsun."
"Öyle olsun," dedim, daha fazla üzerine gitmek istemiyordum. "O kendi savaşın yürütsün, sen kendi imparatorluğunun tepesinde otur, beni de bırakın kendi yolumda ilerleyeyim."
"Bağımsız olmalısın," dedi. "Dün gece söz verdin bana-"
"Söz," dedim. "İpleri elime alacağım ama artık gitmeliyim."
Gözleri mutfağın taş zeminini bulduğunda mutfaktan çıkmaya yeltenmiştim ama son anda adımı mırıldandığından durdum.
"Atlas..." dedi bu kez daha güçlü bir şekilde. "Kendi yolunda ilerlerken kendini de bul olur mu? Kaybettiğin Atlas'ı bul."
"Bu evde kalan izleri topladım, onlar da benim cebimde," dediğimde belli belirsiz gülümseyerek başını salladı.
Kapıdan çıkacakken dönüp ona baktım. Onu bu evde bırakıp gitmek çok zordu ama mecburdum. "Hoşça kal oyun arkadaşım," dedim. Hiç vedalaşmıyoruz diye yapamıyorduk belki de bu kapanışları biz. "Perşembe görüşürüz."
Başını hafifçe salladığında önce mutfaktan sonra da evden çıktım. Bu evde geçirdiğim son yazdan kalma o kızı cebimde sıkıca tutarak uzaklaştım.
🩸
Pars'ın çekim alanından uzaklaştıkça bulanıklaşan zihnim yavaş yavaş berraklaşmıştı. Uçak İstanbul'a iner inmez arabayı alıp marinaya gelmiştim. Göktuğ'u alıp eve dönmem gerekiyordu.
Göktuğ göründüğünde arabayı çalıştırdım.
"Neden bu kadar uzun sürdü gelmen?"
"Anlatacağım, kemerini bağla."
Göktuğ elindeki spor çantasını arkaya fırlattı ve gözlerini kısarak bana baktı. "İyi görünüyorsun," dedi kuşkuyla. "Eski sevgilinle özlem mi giderdiniz?"
"Saçma saçma konuşma da kemerini tak."
Arabayı marinadan çıkardığım sırada dediğimi yapmış ve kemerini takmıştı.
"Yani teknik olarak abimi aldatmış sayılmazsın, o sebeple takılma böyle şeylere, seviştiyseniz seviştik de."
Ona ters bir bakış atıp arabayı ana yola çıkardım. "Ayrıca evden çıkmadan yaptığın şovu duydum. Araba kaçırmalar falan... Gururlu bir eğitmenim şu an."
Müzik çalara uzandığım sırada "Tamam, susuyorum, anlat," dedi ve çalan şarkıyı kapattı.
"Çok bir şey yok aslında gemiyi limana gönderdim, uçak kalkış izni alamadığından da orada kaldım ve sabah da döndüm."
"2 saat geç döndün Atlas," dedi, kül yutmam edasıyla. "Çözül."
"Konuştuk biraz," dediğimde gözlerini kısarak bana bakmaya devam ettiğinden "Gerçekten," diye devam etmek zorunda kalmıştım. "Bu kadar."
"İyi bakalım..." dedi Göktuğ, hoşnutsuz bir ifadeyle. "Öyle olsun. Ben de sana Selin'in dün gece teknede olduğunu anlatmam."
Bakışlarımı şokla ona çevirdiğimde kaşlarını havaya kaldırıp başını aynen öyle dercesine sallamıştı.
"Göktuğ sen delirdin mi? Bu kızın kocası bize silah çekti farkındasın değil mi? Hani bu olay yüzünden ceza aldın ya sen, hatırlıyor musun?"
"Arabalarımı kaybetmemin bir karşılığı olması gerekiyordu ama korkma o da kocasını aldatmadı çünkü teknik olarak aldatamaz."
"Boşanmışlar mı?" diye sordum hiç ihtimal vermesem de çünkü olayın üzerinden de o kadar zaman geçmemişti. Gerçi belki de anlaşmalı boşanmışlardı ve kolayca bitmişti, olabilirdi.
"Ölmüş."
"Ne?"
"Atlas ama böyle her şeye şaşıramazsın."
"Sen de biraz şaşırsan iyi olur," dedim, uyarırcasına. "Adam ölmüş diyorsun Göktuğ, sence bu normal mi?"
Uzanıp direksiyonu tuttu ve "Gözünü yoldan ayırma," dedi. "Bunda şaşıracak ne var? Tekinsiz işler yapıyordu zaten, ölmüştür yani insanlar doğar, büyür ve ölür. Doğanın kanunu b-"
"Göktuğ!"
Sözünü kestiğimde kaşları havalandı. "Zamanlamayı düşünürsen parçaları birleştireceksin."
"Eski sevgilin mi öldürdü sence, korktuğun bu mu?"
Tereddütle baktığımda "Abim iş olanaklarını elinden alıp ülkeden gitmek zorunda bırakırdı," dedi omuz silkerken. "Pars ne yapar böyle bir durumda?"
Bilmiyordum ama Pars, Yavuz'u kontrol altına alırdı. Yani, sanırım. Göz hapsinde tutar ve bir daha yolumuza çıkmasına müsaade etmezdi. Şimdiki koşullarda yapabileceklerini düşündüm. Hayır, hiçbir koşulda Pars birini yoluna çıktı diye öldürmezdi. Pars canavarların masasını yönetiyor diye bir canavara dönüşecek değildi. Görkem de yapmış olamazdı. Yavuz'un ölümü oldukça şüpheliydi, bunu araştıracaktım.
Sessizliğim uzadığında Göktuğ dikkatini telefonuna yönlendirmişti, böylece yol boyunca konuşmadan ilerledik. Aklımın iplerini birbirine bağlamaya çalışmak çok zordu ama bir yerden başlamalıydım. Bugünden itibaren her şeyin kontrolünü elime alacaktım.
Büyük kapıdan içeri girdiğimde karnım kasılmıştı. Görkem ile yapacağım konuşma için zihnen fazla yorgundum. Odaya çıkıp uzanmak ve nereden başlayacağımı düşünmek istiyordum.
"Hazır mısın?" diye sordu Göktuğ, arabayı durdurduğum sırada.
Kemerimi çözüp Göktuğ'a gülümsedim. "Merak etme," dedim kapıyı açtığımda.
Göktuğ arabadan inmiş ve hemen yanımda durup kolunu omzuma atmıştı. "İstersen Selin'in teknede olduğunu söyleyeyim ama bence zaten öğrenmiştir."
Başımı iki yana salladım ve merdivenlerin bitiminde derin bir nefes aldım. Nefesi verdiğim sırada evin beyaz kapısı açıldı.
"Görkem Bey sizi bekliyor," dedi Selma kapının ardından çekilirken. İçeri doğru attığımız üçüncü adımda "Salonda," diye özellikle belirtmişti.
Göktuğ birkaç saatlik bir gezintiden dönmüşüz gibi neşeyle salondan içeri girerken "Abicim," diye seslendi. "Hoş geldin. Seni özledim."
Göktuğ abisine sarıldığı sırada salondan içeri girdim ve Görkem'in gözleri anında üzerime odaklandı.
"Bana neler getirdin?" diye sordu Göktuğ bir adım uzaklaşırken. "Siparişlerimi aldın mı?"
"Hepsi odanda," dedi Görkem, "Kendin açarsın, yerleştirmemelerini söyledim."
"Şahanesin," dedi Göktuğ keyifle. "Ben çıkıyorum o zaman. Ha bu arada, abiciğim sahil güvenlikten herhangi bir şikâyet aldıysan..."
"Fikret Bey halletti, sorun yok."
Göktuğ sahte bir reverans eşliğinde geriye doğru adımlamış, yanımdan geçerken "Uysal davran," demişti.
Salonda yalnız kaldığımızda Görkem içki tepsisine ilerleyip kristal şişenin kapağını açtı ve kendini bir kadeh viski doldurdu. Pekala, bu konuşma sert geçecekti. Henüz öğlen saatlerindeydik ve Görkem ekstrem durumlar dışında gündüz içmezdi.
"Yunanistan nasıldı?"
Birkaç adım attım ve ortadaki üçlü koltuğun kolçağına oturdum. "Sıcak," dedim bakışları bana döndüğünde.
Başını ağır ağır sallarken koltuğa oturmuş ve yanına gelmemi işaret etmişti.
Kolçaktan kalktım ve yanına ilerleyip oturdum. Bir kolunu sırtıma doğru uzatıp koltuğun arkasına yasladı. Viskisinden bir yudum aldıktan sonra bardağı bırakmadı ve diğer elini de kolçağa yasladı.
"Bana haber vermedin."
"Ani gelişti," dedim. "Sen dönmeden gelirim, geldiğinde konuşuruz diye düşündüm ama bazı aksaklıklar yaşandı."
"Ali'nin gelmesi aksaklık kısmına dahil mi?"
Sesindeki baskın ton rahatsızca kırıpdanmama sebep oldu. Ellerimi bir şeyle oyalamak için saçlarımı düzeltirken "Hayır," dedim. "O beklenmedikti, evet ama dönüşümün gecikmesiyle ilgisi yok-. Suzana ile anlaşmıştım, dönecektim ama işte uçuşla ilgili sorunlar çıktı."
"Pilotla konuştum," dedi.
Elbette konuşmuştu.
"Bir duş alsam iyi olacak," dedim. "Üstümdekiler iki günlük."
"Atlas," dedi, keskin bir sesle. "Bana karşı yeterince dürüst müsün?"
"Olmadığımı mı düşünüyorsun?"
Elini koltuğun arkasından çekti ve sırtıma yasladı. Bana doğru yavaşça döndüğünde "Olmadığını düşünmek istemem," dedi.
Görkem sınırları hakkında hassas biriydi ve çizgide gezindiğimi düşünüyor olmalıydı. Kelimelerinin altındaki uyarı tonu üste çıkmam gerektiğini hissettiriyordu. Aklındaki düşünceleri silmeliydim.
"Otelde kalmadık," dedim. "Eğer öğrenmek istediğin buysa, evet, geceyi Pars ile geçirdim ama aklından herhangi bir şey geçiyorsa..."
"Geçmiyor."
Bal rengi gözleri koyulaştığında Göktuğ'un önerisini pas geçmek zorunda kaldım.
"Geçmesin," dedim. "Pars ile olacak olsaydım teklifini kabul etmezdim Görkem. Bizim aramızdaki engel sen değilsin, hiçbir zaman olmadın."
Bakışlarındaki ifade giderek koyulaşıyordu. Bir eli çenesini kavradığında başparmağıyla kemiğine baskı uyguladı.
"Sana en başta güvenmemiş, hatta yanında kalmak istememiştim," dedim, bir yıl öncesine dönerek. "Beni sen kurtardın, doğru, ama seni ben seçtim Görkem. Sen bana bir seçim hakkı sunduğunda ben seninle kalmayı seçtim."
"Doğru," derken bakışlarında en ufak yumuşama yoktu.
"Kaçtım, saklandım, uzak durdum ama günün sonunda kendimi patlayan limanın ortasında buldum. Her yolu denedim, hepsinde yenildim ama sen en başından beri kartlarını açık oynadın. Benden hiçbir şeyi saklamadın, ben de senden hiçbir şeyi saklamıyorum."
Gözleri kısıldığında doğru noktada olduğumu hissettiğimden devam ettim. "Şimdi bana güvenmiyorsan belki de aramızdaki bağ yeterince güçlü değildir."
"Gitmek mi istiyorsun?"
Yeşil hareler kısıldığında bir an için bunun canını yaktığını düşünmüştüm ama saçmalıktı. Görkem Taşkıran böyle güçsüz duygular barındırmazdı.
"Hayır," dediğimde bakışları gevşedi. "Belki de bana bir şans vermelisin. Kendimi göstermem için."
"Hazır olduğuna emin misin?"
"Eminim," dedim. "İşlerle ilgilenmek istiyorum, Mikonos'a da bu yüzden gittim. Suzana ile tanıştım, limanın benim olduğunu söyledim, onunla anlaştım. Yarın da şirkete gideceğim, babamdan kalan işlerle ilgileneceğim, yönetimi devralacağım."
Görkem'in kaşları havalanmış ama gözlerindeki koyuluk tam anlamlıyla dağılmamıştı. "Güzel," dedi, başını ağır ağır sallarken. "Toparlandığını düşünüyorsun, olur."
"Düşünüyorum, hem sen varsın, herhangi bir sorun olursa kime gelmem gerektiğini biliyorum."
Tam anlamıyla çözülmemişti ama az da olsa ikna olmuşa benziyordu.
"Bir evi de kontrol edeceğim. Babamdan kalan her şeyle güvendiği çalışanlar ilgileniyor ama nereye kadar böyle devam edecek? Bir yerden başlamalı ve işleri devralmalıyım."
"Öyle diyorsan... Dilersen sana bir asistan ayarlarız, programını düzenler."
"Şimdilik ben hallederim, sonra bakarız. Bunun dışında bir şey yoksa gerçekten duş almalıyım."
"Aslında var," dedi ayağa kalkarken. Elindeki bardağı sehpaya bıraktıktan sonra ellerini gri pantolonun ceplerine sıkıştırdı ve gözlerini gözlerime dikti. "Taşkıran Balo'sunu bu sene senin organize etmeni istiyorum. Madem işleri devralacaksın, bağlantılarını güçlendirmende faydalı olacaktır."
"Olur," dedim. "Ne zaman?"
"On üç gün sonra," dedi Görkem. "İnanç seninle listeyi paylaşır."
"23 Temmuz," dedim kendi kendime tekrarlarken. "Tamam, oldu bil."
"Güzel," dedi, "Sana güveniyorum, altından kalkarsın."
Altından kalkılamayacak bir şey yoktu. Yemek ve organizasyon şirketiyle anlaşacaktım. Listedeki konuklara davetiye gönderecektim ve işte bir protestocuları balodan uzak tutacaktım. Ya da tutmayacaktım ve bu sene de balo "çöp" olacaktı.
Salondan çıktım ve asansörü pas geçerek merdivenlere yöneltim. Bir an önce odama çıkıp duş almak istiyordum.
🩸
Yanılıyordum. Altından kalkılamayacak bir şey vardı. Taşkıran Balo'su görünenden çok daha farklıydı çünkü aslında görünen gerçek balo değildi. Gerçek olan balonun görünmeyen tarafında kalan karanlık yüzüydü. Elimde tuttuğum listedeki konuklar ise gerçek balonun davetlileriydi. Komisyon üyelerini ve işte Suzana'yı çıkarttığımda geriye kalan isimler nutkumun tutulmasına neden olmuştu.
Hades'in araladığı kapıdan içeri sızan yalnızca Pars değildi çünkü konuk listem Tartarus'tan firar eden mahkumlarla doluydu.
Görkem Taşkıran aklını kaçırmış olmalıydı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro