Bölüm 58 • Fotoğrafta Saklı Yüzün
Pars!
Birkaç adımın ardından arabanın farları Pars'ın sırtını aydınlattığında yüzü netleşti. Yavuz indirdiği silahı sessiz bir talimat almışçasına usulca pantolonun beline sıkıştırdı. Dikleştirdiği omuzlarını indirmemişti ama birkaç dakika önceki gibi kabarmıyordu da.
Yavuz yırtıcı bir hayvan mıydı bilinmez ama ormanda kendine yer edinen türlerdendi. Kendi türünden daha güçlü bir yırtıcı geldiğinde pençeleri içine kaçmıştı. Boynunu eğmiyor, kontrollü bir şekilde bekliyordu karşı atağı.
Pars'ın gözleri gözlerimi bulduğunda kaşları çatıldı. Temkinle yüzümde gezindi bakışları. Kontrol ediyordu. İyi miydim? Hayır. Görünürde iyi miydim? Evet. Birkaç saniyenin ardından ellerini siyah pantolonun ceplerine sıkıştırıp yüzünü Yavuz'a döndü.
Pars'ın gözleri üzerimden çekildiğinde derin bir nefes alıp gergin omuzlarımın düşmesine izin verdim.
Yavuz bu anı bekliyormuşçasına rahat bir rastlaşmanın ortasındalarmış gibi elini uzattı.
"Bu ne şeref?"
Pars ellerini ceplerinden çıkarmadan başını yavaşça eğdi ve kaşları havalandığında Yavuz'un ona doğru uzattığı eline baktı. Kaşları indiğinde gözleri kısılmıştı ve hep birlikte adım adım Pars'ın jest ve mimiklerini takip ediyorduk.
Dudaklarına alaycı bir gülüş kondurduğunda gözleri yavaşça Yavuz'un yüzüne çıktı. Yavuz'un rahat ifadesi dağılmamış olsa da, gerginlik giderek arttı.
"Hayırdır Yavuz... Boyundan büyük işlere mi heveslendin?"
Pars alayla gülse de Yavuz'un temkinli ifadesi yerli yerindeydi. Ormanın asıl sahibiyle karşı karşıya kaldığından düşünüyordu. Şimdi ne yapacaktı? Benim ilgilendiğim bu değildi. Yavuz dilediğini yapabilirdi. Pars. O ne yapacaktı?
"Mevzu başka," dedi Yavuz. "Bu yavşağın ne yaptığını bilmiyorsun."
Pars, Yavuz'u dikkate almıyordu. Bahsettiği durumu burada bilmeyen, etrafımızdaki güvenlikten sorumlu oldukları iddia edilen bodyguard görünümlü tekinsiz adamlar dışında bir tek o vardı. Adamları bilmiyordum ama Pars'ın merak etmediği kesindi.
Pars'ın eli çenesine uzandığında usulca kaşıdı sakallarını.
"Senin başına böyle bir durum gel-"
Yavuz duraksadı ve bana baktı. Ne diyecekti? Susmasına neden olan neydi? Pars'ın bunun çok daha büyük bir versiyonunu yaşadığını düşünmesi mi? Ne biliyordu Yavuz? Ne biliyordu Yavuz gibi onlarca tanımadığım insan?
Pars sinirle soluduğunda Yavuz mahcup bir ifadeyle baktı. Gerginlik giderek artıyordu. Bu Yavuz'un arabasına attığı kaçamak bakışlardan anlaşılıyordu. Pars ile yaptığı sohbeti kısa kesmek istiyordu ama işte Pars buradaydı ve onun dışında burada bulunanlar neden burada olduğunu merak ediyordu.
Burada durmaya devam ettiği sürece de bu merak artacaktı.
Pars gergin havadan besleniyormuşçasına etrafa bakındı, yarış pistinin alıcıymış gibi dikkatle inceledi. Bakışları çevremizi saran adamlarda durdu. Gözlerini kısıp bir süre adamlarla ilgili bir konuyu merak ediyormuşçasına bekledi. Gerginlik uzadıkça uzadı. Bir süre sonra. Karnıma yayılan korkunun yarattığı algı bulanıklığı dağıldığında ne yaptığını anladım.
Pars avıyla oynuyordu. Onu tek seferde yok etmek istemiyordu, pençesinin derisine geçeceği anı bekledikçe bedenine yayılacak korkuyla giderek daha güçsüz kalmasını istiyordu.
"Sana o silahın ehliyeti verilirken kime çekilir kime çekilmez öğretmediler mi Yavuz?"
Pars bunu öylesine sakin bir sesle sormuştu ki ürpermiştim. Bağırsaydı, sesi öfkeli ve sert çıksaydı bu kadar tedirgin hissettirmezdi. Yavuz ne cevap vereceğini mi düşünüyordu yoksa bir an önce buradan nasıl kaçabileceğini mi bilmiyordum ama Pars'ın dudaklarında beliren gülümseme kaç diyordu.
Yavuz, kaç!
Kaçmaya fırsatı olmadı. Pars aniden uzanıp elinden silahı aldığında ve biraz önce silah tutan elini kavrayıp büktüğünde kimse hareket edemedi. Yavuz'un afallayan ifadesi önce acıya dönüştü hemen sonra hissettiği acıyı belli etmemeye çalışırken yüzü kasıldı. Bağırmamak için çenesini sıktığında yüzüm buruştu.
"Eski dövüşçü olduğuna ikna oldum."
Göktuğ konuştuğunda uzanıp koluna tutundum. Gözlerimi Pars'tan ayırmadan bekledim. İçime yayılan endişe giderek büyüyordu.
Kemiğin kırılırken çıkardığı sesi ayırt edebiliyor olmak istemezdim. Yavuz'un tam şu an çektiği acıyı tanıyor olmak istemeyeceğim gibi. Hayatın öğretileri çeşitliydi. Üstelik ne tarafa yönelirsek oraya uygun içerikler de sunmuyordu. Acımasız olduğu konusunda söylenen tüm sözler doğruydu.
Gözlerim Pars'ın tereddüt etmeyen bakışlarında sabitlendiğinde aklımdan bunlar geçiyordu. Hayatın öğretileri. Yavuz'un aklında ne geçiyordu bilmiyordum. Ona bakmıyordum. Sadece acı inlemesini duyuyordum ki onu da duymamak mümkün değildi.
Pars elini bırakmadan önce yine o ayırt edilebilir ses duyuldu ve Yavuz'un acı inlemesi sancılı bir haykırışa dönüştü.
Pars adamın elini bıraktığında sağlam eliyle parmakları kırılan elini sarmış ve iki büklüm olmuştu. Acının eşitleyici bir yanı vardı. Biraz önce Pars'ın karşısında kendi bölgesini savunan bir tür vahşi dünya yerlisi gibi dururken şu an her an anne diye ağlayacak bir çocuk gibi görünüyordu.
Yavuz umurumda değildi. Kapana kısılmış bir hayvan gibi haykırıyor oluşu da öyle. İki şey umurumdaydı. Bir, Pars'ın gözünü kırpmadan Yavuz'un parmaklarını kırışı... İki, Pars'ın duygusuz hali...
"Bi' şey yok," diye fısıldadı Göktuğ. "Senin dövüşçüler kralı minik bir şov yaptı, o kadar."
Göktuğ haklıydı. Bir şey yoktu. Benim karnımı gerginlikten iki büklüm eden eylem ona dokunmamıştı. Yüzünde en ufak bir mimik, duygu belirtisi yoktu.
Yavuz acıyla elini tutarken Pars'a baktı. Ne yapıyordu? Gitmek için Pars'tan izin mi alıyordu? Gözlerim hayretle açıldığında Pars başıyla gitmesini işaret etti.
Göktuğ, geri geri adımlayarak arabasına yönelen Yavuz'a el sallıyordu. Yavuz arabaya yaklaştığında varlıklarını unutacak kadar tepkisiz kalan adamları hareketlendi. Biri kapıyı açtı ve sürücü koltuğuna yerleşti, diğeri Yavuz'un arka kapıdan geçip oturmasına yardım etti. Araba hareket ettiğinde diğer adamların bazıları da gözden kaybolmuştu.
Gidenler Yavuz'un emrinde çalışanlar ama yine de Pars'ın karşısında onun yanında duramayanlar olmalıydı. Geriye kalan diğer tekinsiz adamlar ise Pars ile gelmişti demek ki.
"Oldu o zaman..." dedi Göktuğ. "Güzel gösteriydi ama bizim akşam yemeğine yetişmemiz lazım, abim bekler." Arabaya yöneldi. "Gidelim Atlas."
Pars yavaşça bize döndüğünde atmaya yeltendiğim adım hükmünü yitirdi. Gözlerini gözlerimden çekmeden itiraz kabul etmeyen bir sesle "Arabaya bin," dedi.
Pars'ın bakışları doğrudan benim üzerimdeydi. Gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmıyordu. Sessiz kelimelerini benim duyabileceğimi biliyordu.
"Arabaya bin Atlas."
"Yalnız emir kipi kullanmıyoruz. Hoş değil."
Pars başını sonunda Göktuğ'a çevirdi ve gözlerini kısarak baktı. Hemen arkasında duran adamlardan biri Ferrari'ye yöneldiğinde Göktuğ "Hop hop, orada dur bakalım," diyerek arabaya ilerledi.
Adam emirleri Göktuğ'dan değil Pars'tan aldığından sürücü koltuğuna yerleşmişti bile. Pars'a buna bir son vermesini söylemek için döndüğümde bunun sonuçsuz bir çaba olduğunu anladım.
Peki, bunu benim halletmem gerekecekti.
Arabasını çalıştıran adamı indirmeye çalışan Göktuğ'un yanına ilerleyip kolunu tutarak kapıdan uzaklaşmasını sağladım. Ellerim bileklerini kavradığında gözlerinin içine baktım.
"Bana güveniyor musun?"
"Aptalca sorular sormamalısın Atlas."
"Güzel..." dedim. "Öyleyse o adamın arabanı sürmesine ve Pars'ın arabasını takip etmesine izin verir misin?"
"O arabaya binmene izin veremem," dedi Göktuğ. "Güvenli değil. Herhangi bir şe-"
"Sorumluluk bende."
"Atlas..."
"Göktuğ."
Göktuğ normal şartlar altında birinin ona direktif vermesini kabul etmezdi. En azından Görkem dışında birinin... Başını hafifçe sallayarak beni onayladığında abisinden sonra ilk kez birine izin vermişti. Bana.
"İyi olacak mısın?"
Bu kez ben başımı sallamıştım. Kendi kendine "Bebeğimi başkasının sürmesine izin verdiğime inanamıyorum," diye söylenerek Ferrari'ye ilerleyip yan tarafa geçti.
Bakışlarım Pars'a yöneldiğinde omuzlarımı dikleştirdim. Yapabilirdim. Onunla aynı arabanın içinde durabilir, yan yana oturabilir, gerektiği kadar konuşabilirdim.
Sağ bacağımı sıktığımda güç toplamak için bekledim. Derin bir nefes aldım ve Pars'ın birkaç metre ilerde bıraktığı arabaya doğru yürüyüşünü izledim. Kapıyı açtı ve ön tarafa bindi.
Bakışlarımı arabadan çekip çantamdan telefonu çıkardım ve Görkem'le son mesajlaşmamızı açtım.
>> Küçük bir sorun çıktı. Hallediyorum. Herhangi bir şey duyarsan merak etme. <<
Arabanın arkasında durup cevap gelmesini bekledim. Parmaklarımı telefonun kenarına vurup dururken Pars motoru çalıştırmıştı. Birkaç dakikanın sonunda ekrana Görkem'in mesajı düştü.
<< Sana güveniyorum. >>
En azından birimiz güveniyordu. Güzel.
Derin bir nefes aldım ve ince topuklularımın üzerinde adımlayarak arabaya ilerledim. Kapıyı açıp içeri girdiğimde burnuma dolan koku ne kadar yanlış bir karar verdiğimi anlamam için yeterince keskin bir uyarıcıydı. Ben ise iflah olmaz bir aptaldım.
Koltuğa oturup kapıyı kapattığım an "Kemerini tak," dedi. Uzanıp kemerin kayışını çektim ve ucunu yuvasına taktım. Sakince beklemiş, kemeri taktığım an hareket etmişti. Arabalar konusunda çeşitli zevki olduğunu biliyordum ama ilk kez bir Maserati kullandığını görüyordum. Üstelik lacivert. Pek Pars'ın tarzı değildi. Belki o da değişmişti.
Gaza yüklendiğinde Ferrari'yi arkada bırakarak pistin diğer ucuna doğru ilerledi araba. Aynadan bizi takip eden kırmızı arabayı görebiliyordum ve görebildiğim sürece her şey kontrolüm altındaydı. Gözümü arabanın üzerinde tutarken aklımdan onlarca şey geçiyordu.
Lütfen beni eve götürsün.
Lütfen beni eve götürsün.
Lütfen konuşmasın.
Lütfen konuşsun.
Lütfen gözlerimin içine o toprak rengi gözlerle bakmasın.
Lütfen kare kare fotoğrafladığım o eşsiz kentlerden daha güzel olan elleriyle ellerimi tutmasın.
Pistin dışına ulaştığımızda yola çıktı ve hızını kesmeden sürmeye devam etti.
"Araba yarışlarına mı merak sardın?"
Dümdüz tuttuğu sesinde öfkenin kırıntısı yoktu.
"Hayır," dedim en az onun kadar düz tutmaya çalışarak sesimi.
Hızlı sürüyordu ama kontrollü bir hızlı bu. Tüm ipleri elinde tutuyordu. Alcazar Saray'ından güzel olan ellerinde ve ben her saniye daha da yabancılaşıyordum ellerine.
Sakin değildi, biliyordum. Birkaç dakika önce bir insanın parmaklarını kıran birinin sakin olabileceğine ihtimal vermiyordum. Soğukkanlıydı. Öfkesinin etrafı sarılıydı. Uzaktan bakan biri uzansam dokunabileceğimi düşünüyordu ama hayır, Pars cam bir duvarın ardında duruyordu.
"Aklını kaçırdın öyleyse?"
Keşke öfkeli olsaydı, o zaman bilirdim nasıl davranmam gerektiğini. O zaman tanırdım karşımdaki adamı. Şimdi anlayamıyordum, tanıyamıyordum.
Ne yapıyordu? Umursamazlık maskesi miydi taktığı? Yoksa biraz önce yaptığı gibi avıyla mı oynuyordu? Bu kez ben miydim av? Yavuz'un parmaklarını kıran ellerine özenen kelimeleriyle kıracak mıydı kalbimi?
"Son baktığımda yerli yerinde duruyordu."
Ne yazık ki.
Keşke kaçırsaydım aklımı. Kalbim yerine aklımdan vazgeçmeyi tercih ederdim.
Başını belli belirsiz salladı ve giderek hızlandı. Sağ tarafımdaki aynaya diktim gözlerimi. Hala görüş alanımdaydı kırmızı araba.
"Eve gidebilir miyim?"
Çok garip bir şey söylemişimin gibi durup yüzüme baktı.
Eve dönmek istiyordum, konuşmak istemiyordum. Öfkeli olduğunu düşündüğüm için binmiştim arabaya ama kuşandığı zırh sızıntı vermiyordu. Görünmeyen bir öfkeyi dindirmek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Zaten bu kadar yakınında olmam doğru değildi. Biri görebilirdi. Birinin haberi olabilirdi. Yan yana olmamalıydık.
"Ev neresi Atlas?"
Ait olmadığım her yer. Ait olduklarımda değil uyumak, nefes almak dahi mümkün değil.
"Tarif edebilir misin?"
Sokaklarına yabancı olduğum bir şehirde dilini bilmediğim bir taksiciye eve nasıl döneceğimi anlatabilirdim ama Pars'a evin nerede olduğunu tarif edemezdim. Onun da gerçek bir cevap beklemediğini umdum ve sessizliğin kollarına sığındım.
"Kaçıyor musun kök salmaktan hala?"
Yüzümü ona çevirdiğimde donup kalmış ifademe bakarak göz kırptı.
"Parmağında duruyor cevap," dedi, bakışlarını yola çevirdiğinde. "Kaybettiğinde oraya bakarsın."
Hangi parmağımda duranı söylüyordu?
İşaret parmağımın ucuna kendi elleriyle kazıdığı kırmızı ip dövmesi miydi bahsettiği yoksa yüzük parmağımda duran parıltı mı?
Aynaya bakarak arkadan gelen arabayı kontrol ettim. İki araba arasındaki mesafe giderek açılmış olsa da Göktuğ hala görüş alanımdaydı.
"Yüklediğim anlamlar değişti," diye cevapladım beni ikilemli bir cevaba yönlendirdiği sorusunu. "Kalmak da gitmek de önemli değil artık. Asıl önemli olan kimle bir arada olduğun."
Yanakları büyük bir gülüşle yukarı çekildiğinde "Evini buldun yani?" diye sordu.
"Buldum."
27 yıl önce.
"Hangi şarkıya benziyor?"
Gözlerim kısıldığında bir an için sorusuyla afalladım. Ev mi hangi şarkıya benziyor, yoksa evimi bulmuş olmak mı?
"Görkem," diye sordu. "Hangi şarkı?"
Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken bir an için afallamış ve ifademi toplamakta geç kalmıştım. Cevabını hazırladığım sorular arasında bu yoktu. Pars, çok derinlerde bir yerde dolaştırdığı eliyle en doğru kartı çekmiş ve karşıma çıkarmıştı.
Sessiz kaldığımda dudağının kenarında yazdan kalma bir gülümseme belirdi. İçimi ısıtan gülümsemesi giderek oyunbaz bir gülüşe döndüğünde gaza daha güçlü bastı. Arabanın hızı katlanırken elimi öne doğru uzatıp tutunmaya çalıştım.
"Pars. Yavaşla."
Yavaşlamadı.
"Hangi şarkı?"
Daha da hızlandı.
"Pars!"
Bağırdığımda iyice arkaya yasladım. Sırtım koltuğa yapışırken gözümü aynaya diktim. Göktuğ'un bugünkü moduna birebir uyan kan kırmızı arabası görünürde yoktu. Pars hızlandıkça mesafe açılmıştı.
Panikle Pars'a baktım. "Yavaşla."
"Söyle."
Ne söyleyecektim?
"Pars ne yapıyorsun?"
Kahkahası kırmızının en koyu tonuna bürünürken camın ardında gizlenen öfkesi açığa çıktı.
"Benim de öğrenmek istediğim bu! Ne yapıyorsun?"
"Arabanın kontrolü bende değil," dedim, gerçeğe en uygun cevabı vermeye çalışarak. "Ben sürmüyorum."
"Yanlış cevap!"
İçindeki bulunduğumuz araba her an bir yere çarpacak gibi son sürat ilerlerken "Bitsin mi Atlas?" diye sordu.
Ne bitsin mi?
"Söyle! İkna et beni. Ya beni ikna et ya da şimdi karşımıza çıkan ilk yere çarpayım arabayı."
Ne? Ne söyleyecektim?
"Şarkı yok," dedim bağırarak. "Şarkı falan yok Pars. Yavaşla artık."
"Tamam..." dedi, benim aksime oldukça sakince. "Şarkı yoksa ne var?"
"Nasıl ne var?"
Gözlerimi yoldan ayırıp ona baktım. "Pars sen manyak mısın? Ne duymak istiyorsun? Çek ayağını şu gaz pedalından artık!"
"Aşık olmak zorunda değilsin." Arabanın hız göstergesi giderek artmıyormuş gibi rahatça konuşuyordu. "Ama biriyle aynı yerde yaşıyorsan tek bir tane de olsa bir şey vardır. Ne o?"
Ciğerlerimi dolduran bir nefes aldığımda öne doğru kayarak olabildiğinde Pars'a döndüm.
"İstediğin ispat mı? İkna olmazsan ne yapacaksın? İkimizi birden öldürecek misin?"
"Onu sen yapıyorsun ya zaten," dedi alayla gülerken. "Ben sadece somutlaştırıyorum."
Karşıdan gelen bir arabanın uzun korna sesi kulaklarıma dolarken irkilerek sırtımı tekrar koltuğa yasladım. Yanımızdan geçip giden arabanın ardından Pars hızını kesmeden sürmeye devam etti.
"Hadi Atlas? Söyle artık. Sen söylemeden durmayacağım!"
Derin bir nefes aldım ve sırtımı koltuğa iyice yaslayarak tam karşıya baktım. Bitsin mi istiyordu? Peki öyleyse bitecekti.
Karşımızda uzanan yol ikiye ayrılıyordu, sağ taraftaki yol bir noktada kalabalık caddelere bağlanacaktı. Sol tarafa doğru uzanan ıssız yola çevirdiğinde direksiyonu hızını azaltmadan devam etti. Bir süre sonra iki tarafında da orman olan toprak bir yola girmişti.
"Şimdi?" dedi ışıklar neredeyse yok olduğunda. "Son kez soruyorum! Ya cevap ver ya da-"
Direksiyonu çevirdiğinde araba toprak yoldan çıktı ve ağaçlara doğru ilerledi. Engebeli yolda sarsılarak ilerlediğimizde gözümü ilerde sıklaşan ağaçlara diktim.
Ne olurdu çarparsak? Anında biter miydi her şey? Son bulur muydu tüm bunlar? Ben ölürdüm evet ama Pars? Onu kaybetmeyecektim. İkimiz aynı anda silinip gidecektik dünyadan. Bitecek miydi o zaman?
"Atlas?"
Sesindeki baskı silikleşti.
"Düşünüyor musun?"
İstediği bu değil miydi?
"Sür!"
Pars'a döndüm. Son gördüğüm o olsun istiyordum. Kemeri çıkarttığımda duraksadı ve kontrollü ifadesi dağıldı.
"Çarp."
Yavaşladı.
"Hayır hayır," dedim. "Hızlan. Gövdesi en kalın ağaçlardan birine çarp bitsin."
Tekerin toprağa sürtünürken çıkardığı ses ıssız gecede yankılandı. Frene öyle sert basmıştı ki öne doğru eğilmiştim.
"Ne bitsin?" Yüzünü tamamen bana dönmüştü. "Atlas, ne bitsin?"
Duruşumu düzelttim ve ben de ona döndüm.
"Hayat..." dedim, dudağımı öylesine bir şeymiş gibi bükerken. "Zaman. Acı. Hepsi bitsin."
Sorguluyordu. Kaşları havalandığında ne umursamazdı artık ne de meydan okuyordu. Sadece şüpheliydi.
"Acı?"
Kemerini çözdü ve bana yaklaştı. Geriye çekilmem onu durdurmadı, üzerime doğru eğildi.
"Acı nerede Atlas?"
"Bacağımda," dedim, usulca. "Karnımda. Kalbimde."
"Neden?"
Çünkü sen yoksun.
Çünkü sen varsın.
"İyiydin, mutluydun, güçlüydün hani?"
Gülümsediğimde bir an sersemleşti. Yanaklarımda asılı duran gerçek bir gülümseme olsa gerekti. Gerçekmiş gibi baktı. Gerçekmiş gibi hissettirdi.
Bakışlarımı arabanın önüne çevirdim. Kaput sapasağlam duruyordu. Ne yamulmuştu, ne de dumanlar çıkıyordu üzerinden. Demek ki çarpmamıştık. Öyleyse maske takma sırası bana geçmişti. Gözlerinden yansıyan gerçek gülümsemem yerine Taşkıran maskemi taktığımda gözlerimi üzerimde olan gözlerine çevirdim.
"İyiyim," dedim. "Mutluyum. Takılıp kaldığın gibi güçlüyüm de. Öyle güçlüyüm ki sana boyun eğmiyorum. Tek hareketinle susmuyor, sana hesap vermiyorum. Senin beni tehdit etmene izin de vermiyorum."
Sinirle güldüğünde "Çalıştır motoru," dedim. "Yüklen gaza, çarp şimdi karşıdaki ağaca."
"Bu yani? Biraz önce düşündüğün de buydu. Acıyı dindirmek değil, bana meydan okumak istedin?"
"Sana meydan okumuyorum. Hafızan seni yanlış çıkarımlara yönlendiriyor. Evet, sana meydan okuduğum zamanlar oldu ama eskide kaldı Pars. Öyle uzak geliyor ki şimdi o günler, inan hatırlamakta zorlanıyorum."
Gözlerinde alaylı bir inkâr belirdiğinde sinirle güldü.
"Sen de unut, saplanıp kalma eskiye diyorum ama dinlemiyorsun. Ne ikna edecek seni inan bilmiyorum. Çarp diyorum, böyle olsun istiyorsan böyle olsun ama inan bana ne bir oyun bu ne de bir savaş."
Tereddütsüz bir gülümsemeyle ona yaklaştım.
"Benim seninle savaşım da bitti, oynadığım oyunlar da."
Ona üzülüyormuşum gibi, bu hali içler acısıymış gibi elimi yanağına uzattım ve dışarından görsem kendimden nefret edeceğim bir gülümsemeyle yanağını okşadım.
"Bu gece burada son kez eski iki tanıdık olarak duralım, gün doğduğunda bitsin."
Yanağımdaki elini göğsüne indirdim ve siyah gömleğin üzerinden kaburgasının üzerine bastırdım avucumu. "Kendini serbest bırak Pars. Sök at prangalarını. Bak buradayım. Ölmedim. Hayattayım. Kendimi kendim çıkardım o patlamadan. Hani soruyordun ya kimdi diye. Bendim. Ben kalktım ayağa tek başıma. Ben oturdum çirkin adamların masasına. Ben yıktım kurallarını sil baştan yazabilmek için... Ve ben gururlandırdım babamı."
Gözlerini kıstığında bana bu gece ilk kez perdesiz bir duyguyla baktı. Hayal kırıklığıyla. Daha kaç kere yapacaktık bunu? Daha kaç kere yıkacaktım aklının en derinlerine kazıdığı o küçük kıza yüklediği anlamları?
"Babanı gururlandırırken utandırdığın biri var," dedi, cevabı benim bulmamı beklercesine. "Kim o?"
Abim.
"Aras öldü Pars. Terk edilmiş bir evin arka bahçesinde yatıyor şimdi."
Kirpiğim bile kıpırdamadan söylediğim cümle onun gözlerinin titremesine neden olduğunda bu kez gerçekten uzanıp dokunmak istedim yüzüne.
Ona uzanamayan ellerimi yumruk yapıp sıktım.
"Ben ölmedim," dedim, tırnaklarım avuç içlerimi keserken. "Bir tek ben ölmedim Pars."
Benim varmak istediğim yer ile bakışlarındaki anlam örtüşmüyordu. Pars'ın bakışlarında rahatlama vardı, hayatta olmam her şeye rağmen onun için mutluluk sebebiydi. Buradaydım ve bu ona yetiyordu. Bir kıyametin ortasında duruyor olsak da; oyun arkadaşı oyunu da onu da terk etmiş olsa da buradaydım ve bu her şeye yeniden başlamak için yeterliydi.
Pars'ın gözlerinden okuduklarım ile benim içimden geçenler örtüşüyordu ama işte dilimden dökülenler hislerimden uzaktı.
"Neden düşündün? Neden biraz önce tam aksini düşündün?"
"Düşünmedim," dedim inkâr ederek. "Sana istediğin cevabı verdim. Seninle savaşmıyorum, seninle oynamıyorum da. Bittiğini kabullenmeni bekliyorum yalnızca."
Kapıyı açtım ve dışarı çıktım.
"Çok istiyorsan sür şimdi arabayı, git vur bir ağaca."
Arabadan indiğinde karanlığın ortasında birkaç adım atmıştım henüz. Yoldan uzaktaydık. Yola ulaşmam ne kadar sürerdi bilmiyordum ama adımlarım durmadı.
Yaklaşan adımlarının sesini duyduğumda adımlarım hızlandı.
"Aras ve baban hakkında söylediklerin doğru," diye bağırdı ardımdan yürümeye devam ederken. "Geriye bir tek sen kaldın, bak bu da doğru. Yanıldığın nokta ne biliyor musun?"
Adımları neredeyse yetişmişti adımlarıma.
"Savaşmadığın. Savaşıyorsun. Canavarlar diye bahsettiğin insanların sofrasına oturdun sen Atlas. Gözlerini diktin üstlerine, haklısın yıktın kurallarını ve yine haklısın baştan yazdın. Bunu yaparken savaştın onlarla, onların safında kararlar aldığında dahi onlara karşı savaşıyordun."
Birden durduğumda birkaç adım ardından o da tam arkamda durdu.
"Savaştın benimle. Masada tam karşıma oturdun ve koyduğum ilk kuralı yıktın."
Göğsü neredeyse sırtıma değecek kadar yaklaştığında nefesimi tuttum.
"Oyundan da savaştan da çekilmedin sen Atlas. Bak burada işte, duruyor aramızda."
Kolu aramızdaki yok sayılan mesafeyi, var kabul ettirmeyi umduğum sınırları aşarak belime sarıldığında gözlerimi kapattım. Karnıma baskı yapan eli beni kendine çekti. Sırtım göğsüne değdiğinde korktuğum oldu. Pars beni eve ulaştırdı.
Diğer kolunu da belimden karnıma doğru sardığında beni göğsüne sıkıca bastırdı. Sessizce iç çektiğimde dudakları saçlarıma değiyordu.
"İster savaş, ister oyna. Hepsine varım. Yalanlar dışında her şeye varım Atlas. Güçse istediğin diz çöktürürüm dünyayı önünde. Yeter ki doğruyu söyle."
Ellerini tuttum ve karnımdan söküp aldım. Kollarının arasında döndüm ve ona baktım. Yüzümdeki alaylı gülümseme ona dokunmadan benim canımı yakarken kaşlarım havalandı.
"Konuşursak anlarsın sandım. Daha önce de denedim ama hayır, anlamayacaksın." Bir adım gerilerken kollarımı iki yana açtım. "Ne görüyorsan o Pars. Gördüğün kadar her şey, inan yok daha fazlası."
"Atlas..."
"Sen bitmesine izin vermedikçe o bağ kopmayacak sanıyorsun ama işte öyle değil. O bağ koptu çoktan. Oyunmuş, savaşmış... Çocukluk hepsi. Büyü artık."
"Uçabilen çocuklara inanmayı bıraktın mı sahiden?"
Uçabilen çocuklar masallarda saklı oyun arkadaşım, gerçek dünyada sadece Kaptan Kancalar var.
"Masaldı, düştü, oyundu, şarkıydı, ipti, bağdı..." Alayla güldüğümde ona doğru bir adım attım ve gözlerinin içine baktım. "Bunlar hep bizim uydurduğumuz saçmalıklar Pars. Çocuktuk. Büyümeyi reddeden şımarık çocuklardık. Geçti artık, bitti. Kabullen."
"Yapma," dedi, "Küçültme anlamlarını, önemsizleştirme. Kandırma kendini."
Sinirle güldüğümde öfkenin sesimi sarmasına izin vererek konuştum.
"Tek bakışınla çektiği silahı indirdi adamın biri bu akşam. Söz almadan konuşamıyor koca adamlar karşında. Başında oturduğun o masada dışına çıkılması mümkün olmayan kararlar alınıyor. Sözün kanun sayılıyor onların gözünde. Böyle bir dünyada, sana özel dikilmiş takım elbiselerinin içinde dururken, geçmiş karşıma masallardan bahsediyorsun. Burada kendini kandıran biri varsa o da sensin Pars. Ben gerçeklerle barışalı çok oldu."
Başını usulca salladı.
"Cevabını duymak için arabayı son sürat sürdüğün soruya gelince de..."
Gözleri gözlerime yapma dercesine baksa da devam ettim.
"Şarkı falan yok Pars. İpmiş düğümmüş oyunmuş... Hiçbiri yok. Görkem gerçek biri... Gerçek dünyada insanlar birlikte olmak istediklerinde oluyorlar. Bir arada olmalarına engeller varmışçasına anlamlar yükleyerek süslemiyorlar mesafeleri."
"Gerçek..." diye tekrarladı kinayeyle.
"Bizi kimse ayırmadı Pars. Hatta bir araya getirmeye çalıştılar. Nasıl istiyorsak öyle devam ettik hayatlarımıza. İkimiz de bozmadık rahatımızı. Kök salmak diyorsun ya. İstanbul'un ortasında devasa bir evde yaşıyorum ben. Sen söyle, kim yaptırabilir bana bunu?"
"Var aklımda birkaç cevap."
Başımı iki yana sallayarak gülümsediğimde kaşlarını kaldırarak baktı bana.
"Şimdi sen söyle Pars, bitsin mi?"
"Henüz güneş doğmadı," dedi. "Benimle bir yere gel önce. Söz sonra nereye istiyorsan oraya bırakırım seni."
"Eve dönmeliyim," dedim, itirazla.
"Çok sürmez."
"Sonra bitecek mi? Tekrar tekrar aynı şeyleri konuşmaktan çok sıkıldım. Sonra kabullenecek misin kararlarımı?"
"Kararlarını," dedi alayla. "Tabii, elbette."
Kaşlarım sorgularcasına havalandığında "Söz Atlas," dedi. "Söz gitmek istediğinde seni istediğin yere bırakacağım ve ne yapacaksan yapmana izin vereceğim."
"Sonra bitecek Pars. Herkes kendi yoluna gidecek."
Arkasını dönüp arabaya doğru yürürken "Nasıl istiyorsan öyle olacak," dedi.
Adımlarını takip ettim ve arabaya bindim. Arabayı çalıştırdığında "Göktuğ benimle birlikte dönmeli eve," dedim.
Bir şey söylemediğinde çantadan telefonu çıkarıp Göktuğ'a mesaj atmaya hazırlandım.
"Murat benden haber bekliyor," dedi.
"Arar mısın?"
Şüpheli yaklaşımım hoşuna gitmemiş görünüyordu.
"Sözüme güvenmiyor musun?"
"Parayla yanınızda tuttuğunuz o adamlara güvenmiyorum."
"Murat herhangi bir adam değil. Yıllardır benimle çalışıyor. NOX'tan hatırlarsın."
Hatırlamıyordum.
"Kim olduğunun bir önemi yok, söz konusu Göktuğ ise kimseye güvenemem."
"Sikicem Göktuğ'unu."
Ağzının içinde geveleyerek konuştuğunda "Nereye gittiler bilmek istiyorum," diye bastırdım. Arabanının kenarında duran telefonu aldı ve Murat'ı aradı. Telefon ilk çalışta açıldı.
"Neredesin?"
"Sarıyer."
"Yanındakine söyle Atlas'a canlı konum göndersin."
"Tamam."
Bir süre kimse konuşmadı. Telefon ekranımda Göktuğ'dan mesaj belirdiğinde Murat'ın sesi tekrar duyuldu.
"Göndermiş."
Pars konuşmayı sonlandırdı. Saptığı saçma sapan yerden dönerek tekrar yola çıktığında bakışlarım telefondaydı.
"Ne yapıyorsun?"
Konuma tıklamıştım ve yüklenmesini bekliyordum.
"Konuma bakıyorum," dedim sakince. "Nerede olduğunu bilmem gerek."
Bir şey söylemedi. Göktuğ'un konumunun hareketini inceledim dikkatle. Nerede olduğunu anladığımda derin bir nefes alıp bakışlarımı ekrandan kaldırdım.
"Sakin olmaya çalışıyorum," dedi.
Çalışıyordu. Bu sesinin tonunu sabit tutmaya çalışmasından anlaşılıyordu.
"Beni zorluyorsun. Beni çok zorluyorsun. Olup biteni anlamaya çalışıyorum. Bu halini, tavrını... Saçma paniğini. O çocuğa zarar vereceğimi düşünmeni."
"Yavuz'un parmaklarını kırdın."
"Yavuz'un adını bile bilememen gerekiyordu Atlas."
"Kemik kırılırken çıkardığı sesi ayırt edebiliyorsun değil mi? Dövüşürken çok kemiğin kırıldı mı?"
Gözlerini kıstığında dudağımı büktüm. Normal davranmaya çalışıyordum, o kadar.
"Burnun kırılmıştı. Doğru mu hatırlıyorum?"
"Üç kez," dedi, pes edercesine.
"Çok canın yandı mı?"
"Yanmadı."
Benim yanmıştı.
Bakışlarımı sadece farın aydınlattığı karanlık yola çevirdim. Bir süre ikimiz de konuşmadık. Araba ana caddeye çıktığında bugün olup biteni açıklamak istedim. Pars ile uzlaşmak ve uzaklaşmak istiyordum. İkincinin olması için önce ilkini denemeliydim.
"Göktuğ yarışmak istedi. Ben de onu tek bırakmak istemedim. Yavuz'un eşiyle arasında bir şeyler var. Onun dikkatini çekmek için yaptı. Eğlenceli bitmesi gereken sıradan bir gündü. Öyle olmadı."
"Yavuz kim Atlas?"
"Adanalı, ailesi aşiret olan ve illegal yarışlar yaptıran bir adam."
Sakin kalmaya çalışırken derin bir nefes aldı.
"İyi bari biliyorsun kim olduğunu."
"Tartışmayacaktık."
Uyarım işe yaradığında susmuştu. Bakışlarımı yan tarafa çevirdim. İçimi saran endişeye rağmen Pars'ın yanında biraz daha durabildiğim için içten içe huzurluydum. Çok garipti. Hem herhangi bir şeyin ters gitme ihtimalinden delice korkuyordum hem de varlığı ile huzur buluyordum.
Dakikalar sonra araba durduğunda bakışlarımı dışarı çevirmeden önce ona döndüm. Onun bakışları da bana dönmüştü.
"Geldik."
Gözlerimi gözlerinden çekip nereye geldiğimizi görmek için başımı dışarıya çevirdim.
Beni kendi evine getirmişti. İki yıl önce şehre döndüğümde oturduğu ve ben gelene kadar koltuk dahi almadığı taş eve değil. Şehirden gitmeden önce zamanın hafızasına kazındığımız lofta değil. Taşındığını duyduğum o devasa eve de değil. Beni çocukluğunun geçtiği eve getirmişti. Ailesinin evine.
"Pars..." dedim itiraz edercesine. "Niye buraya geldik?"
"Annem seni görmek istiyor."
"Pars..."
"Hadi."
Kapıyı açıp dışarı çıktığında kıpırdamadan bekledim. Neden anlamıyordu?
"Pars ben senin anneni göremem."
Kendi kendime fısıldadığımda yanımdaki kapı açıldı. "Hadi," dedi bir kez daha.
"Gelmek istemiyorum."
"Annem seni görsün, gidersin."
Göremezdi. Nesrin Pars'ı kandırmak Pars'ı kandırmaktan daha zordu. Üstelik anne kavramına en yakın kişi oydu ve ona yalan söylemek istemiyordum. Sanki ona yalan söylersem, anneme de yalan söylemiş olacaktım.
"Lütfen," dedim. "Taksi çağır. Birine söyle. Eve gitmek istiyorum."
Pars bileğimi tuttu ve beni yavaşça dışarı çıkardı. Tam karşısında durduğumda ellerini omuzlarıma yasladı ve başını eğerek gözlerime tebessümle baktı.
"Üşümüşsün."
Üşümemiştim. Haziran sonundaydık ve havanın beklenilenden daha serin olduğu doğruydu ama üşümemiştim. Avuç içlerim yanıyordu. Midem huzursuz hisle burkuluyordu ve içim çekiliyordu. Tam şu an Pars'ı atlatıp bahçe boyunca koşsam gökyüzüne doğru uzanan giriş kapısına ne kadar sürede ulaşabilirim onu hesaplıyordum ve her seferinde Pars beni üçüncü adımda yakalıyordu.
Göktuğ'a mesaj atabilirdim. Onun Murat'ı atlatması benim Pars'ı atlatmamdan kolaydı. Gelip beni alırdı ve eve giderdik.
Pars arka koltuğun kapısını açtı ve aldığı ince hırkayı omuzlarıma bıraktı.
"Araba Onat'ın," dedi açıklarcasına. "Senin başını küçük belalara sokmaya başladığın haberi geldiğinde bir toplantıdaydık. Aceleyle çıkınca onun arabasını aldım." Hırkayı omuzlarıma sardı. "Bu da muhtemelen İklim'indir."
"Pars..."
Bana doğru yaklaştı ve hırkanın altında kalan saçlarımı çıkarıp düzeltti. Beni eve yöneltmeye çalıştığında onu durdurdum.
"Anneni göremem."
"Neden?"
"Canımı acıtmak için mi yapıyorsun? Yani bir çeşit intikamsa bu başarılı olduğunu kabul etmeliyim ama bitir artık, yeter."
"Tabii, eğer sen de bitireceksen şu dakika seni istediğin yere bırakırım."
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.
"Yapmaya çalıştığın şeyi anlıyorum. Bu ev, bu bahçe, ailen... Yaşanan korkunç gerçeklere rağmen benim için her zaman tanıdık oldu. Annem gittiğinde, babam bizimle ne yapacağını bilemediğinde Nesrin Teyze gerçek bir kurtarıcıydı. Burada tam karşısında durursam kim olduğumu hatırlarım sanıyorsun ya yanılıyorsun. Çözümü yanlış yerde arıyorsun."
"Haberi anneme de verirsin." Sol elimi tuttuğunda parmağımdaki yüzüğü kavramıştı. "Ona da kaldırıp gösterirsin elini. Çok sevinir. Kendin diyorsun işte annen gittiğinde seninle ilgilenen oydu, hep yanında oldu. Bu haberi almak hakkı değil mi?"
"Özür dilerim."
"Ne için?"
Kırılan kemik sesi kadar tanıdık bir gerçek daha vardı. Acının yarattığı uyuşukluk. Pars'ın canı o kadar yanıyordu ki, canının acısıyla uyuşmuştu. Bu durgunlaştıran bir uyuşma değildi, aklı bulandıranlardandı. Yüksek doz uyuşturucu vurulmuş yırtıcı bir hayvan gibiydi, ayıldığı an en yakınındakine pençesini geçirecekti. Şimdi ise sadece hedefi belirlemeye çalışıyordu.
"Canını böyle yaktığım için."
Bileğimi kavradığında hızlı adımlarla yürümeye başladı. O kadar hızlı yürüyordu ki adımlarına direnmem mümkün değildi. Omuzlarımdaki hırkayı tutmaya çalışırken Pars beni evin içine yönlendirmiş ve yukarı çıkan merdivenleri pas geçerek aşağı kata ilerlemişti.
Aras'ın odası gibi Pars'ın odası da evin en alt katındaydı. Bu konuda hep birbirlerini etkilediklerini düşünürdüm. En alt katın bütünüyle kendilerine ait olmaları fikrini ilk kim kime vermişti emin değildim. Pars'ın odası Aras'ınkine kıyasla çok daha eğlence odaklıydı. Son gördüğümde öyleydi. Buraya gelmeyeli o kadar çok zaman geçmişti ki hiçbir şeyin yerli yerinde durduğunu sanmıyordum.
Duruyordu.
Merdivenlerin bitiminde asılı duran Route 66 posterinden, kazandığı ilk altın kemere kadar her şey yerli yerinde duruyordu.
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandığında adımlarım kendiliğinden ilerlemeye başladı. Pars bileğimi bırakmıştı. Önce postere yaklaştım. Kaç yıllıktı bu poster, yirmi mi? Son basamağı da inip merdiveni ardımda bırakarak odanın içine doğru ilerlediğimde Pars adımlarımı takip ediyordu.
Altın kemer duvara asılıydı. Hemen önünde koyu kahverengi deriden oluşan bir oturma alanı vardı. Çapraz duvarda ise ahşap kitaplık. Birkaç adımla kitaplığın önünde durduğum gözüme ilk takılan Howl oldu. Pars, Allen Ginsberg mi okumuştu?
Uzanıp kitabı almak istemiş ama son anda kendimi durdurmuştum. Omuzlarımdaki hırkayı sıkıca tutarak kollarımı kendime sardım.
"Niye buradayız?"
Pars odanın diğer ucunda, kendi başına bir yatak odası boyutundaki alana geçmişti. Yatağın yanındaki komodinin altından siyah deri bir kutu çıkardı ve yatağa oturdu. Yavaş adımlarla yanına ilerlediğimde kutunun kapağını açtı.
Kutunun içi fotoğraflarla doluydu. Öylesine fotoğraflar değildi bunlar. Benim çektiğim fotoğraflardı.
Siyah beyaz bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafa ikimiz vardık. Dışarıdaydık. Bir yolda. Pars'ın yüzü bana dönüktü, ben yüzüm ise ona. Bu fotoğrafı ben çekmemiştim tüm kameranın tam önünde duruyordum. Aras mı çekmişti? Kaç yaşındaydık burada? O yirmi üç olmalıydı, ben on dokuz.
Bir başka fotoğraf çıkardı kutudan hemen sonra. Diğerinde olduğu gibi bir süre baktı ve yatağın üzerine bırakarak benim de görmemi sağladı. Bu kez benim çektiğim bir taneydi. Pars doğrudan bana bakıyordu ve kamerayı çok yakınında tutmuştum. Hemen sonra başka bir kare eklendi. Aras.
Yatağa tutunup yavaşça oturdum ve Aras'ın fotoğrafını aldım. Çalmaya çalıştığı ama bir türlü başarılı olmadığı gitarı vardı kucağında ve odasında pencerenin önünde yerde oturuyordu. Boynunda pena kolyesi asılıydı ve logosunu göremediğim beyaz bir tişört giyiyordu. Fotoğrafı çektiğim anı hatırlıyordum, güneşin yüzüne vuruşunu ve o yaz ne kadar sıcak olduğunu. Hepsini hatırlıyordum, bir tek bu fotoğrafın nasıl Pars'ın odasındaki bir kutuya girdiğini hatırlamıyordum.
"Bu neden sende?"
Parmaklarımın arasındaki fotoğrafa baktı.
"Sen getirmiştin, diğerleriyle birlikte. Anneme gösteriyordun ama asıl istediğin benim görmemdi."
"Hayır, değildi."
"Birkaç yıl önce çektiğin bir fotoğrafta açıyı doğru ayarlamadığını söylediğim için bana öfkeliydin. Aklınca iyi fotoğraf çekebildiğini bana ispatlamaya çalışıyordun."
Yüzümü buruşturdum.
"Sen açıdan ne anlarsın."
Dudağının kenarı keyifli bir gülümseme ile kıvrıldığında "İşte o zaman da tam böyle söylemiştin," dedi.
Omuz silktiğimde "Ne yapıyoruz Pars?" diye sordum. "Fotoğraflar, Aras, annen... Ne bu, geçmişin hatıralarıyla özlem gideriyoruz köşemiz mi?"
Kutuyu ters çevirip ikimizin arasındaki boşluğa fotoğrafları döktüğünde yatağa yayılan onlarca kareye baktım.
"İnkâr ettiğin, önemsizleştirdiğinde, yok saydığın bağ bu."
Fotoğraf yığınından bir tane çekip kaldırdım. Pars'ın havuzda olduğu bir taneydi. Başında ona ait olmadığı belli olan saçma bir şapka vardı ve havuzda olmasına rağmen dudaklarının arasından sigara sarkıyordu. Saçma derece sevimli görünüyordu.
"Yok saymıyorum," dedim gözlerimi fotoğraftan çekmeden. "Bittiğini kabul ediyorum, senin aksine."
"Bitmesi için bir sonu olmalıydı Atlas. Bir anda ortadan kaybolup 18 ay sonra bitti diyerek geri döndüğünde bitmiş olmuyor."
"Başı var mıydı ki sonu olsun?"
İçten tepkim onu gülümsetmişti. Burada, büyüdüğü odada otururken bana böyle gülümseyemezdi. Ellerimin arasında tüm hayatımın ve Pars'ın inatla anlatmaya çalıştığı o kırmızı iplerle örülü bağımızın kanıtları dururken hiç gülümseyemezdi.
Burada aklımı ve odağımı yerinde tutmaya çalışıyordum.
Bileğimin altını kavrayıp parmaklarını etrafına sardığında beni hafifçe kendine doğru çekip burun buruna gelmemizi sağladı.
Elindeki bir kareyi kaldırıp göz hizama getirdi.
Kirpiklerim şaşkınlıkla kırpışıp dururken fotoğrafa baktım. Şaşkınlığım yerini başka bir duyguya bıraktı. Özlem.
"Pars..."
Fotoğrafa uzanıp elinden aldım ve kucağıma çektim.
"Annem."
Fotoğrafta annemle ben vardık ve ben böyle bir fotoğrafın varlığından habersizdim. Dört, dört buçuk yaşlarında olmalıydım. Bahçede duruyorduk, bir ağacın önünde. Ağacı hatırlıyordum.
"Pars bu ağaç..."
Hiçbir şey söylemedi. Annemin kucağında duran beni, annemin içinde durduğu fotoğrafı ve büyüdüğü odanın yatağında oturan beni alıp bahçeye çıkardı.
Arka bahçeye doğru ilerleyerek ağaca ilerledi. Ağacın önünde yan yana durduğumuzda elimdeki fotoğrafı aynı açıyla tutarak kaldırdım.
Buradaydık. Annem ve ben buradaydık.
Ben dolu gözlerle bir elimdeki fotoğrafa bir ağaca bakarken Pars birkaç adım ilerleyerek ağaca yaklaştı ve en alttaki kalın dalını tutarak bakışlarını bana çevirdi.
"Buradan düşmüştün."
Annem gittikten sonra uzak ne demek öğrenmeye çalışırken düştüğüm ve Pars'ın dizlerimi üflediği ağacın önünde annemle fotoğrafımız vardı.
"Neden daha önce vermedin?"
"Sen gittiğinde buldum." Ağacın yanından ayrılmış, benim yanıma gelmişti. "Annemin sakladığı fotoğrafların arasında..."
Başımı usulca salladım.
"Seni alıp götüren uzak nerede diye ararken buldum," dedi.
Keşke ben de bulsaydım. Uzak neredeydi? Annem nerede?
"Bizim başka fotoğrafımız yok biliyor musun?"
"Biliyorum," dedi sessizce.
"Teşekkür ederim."
Gözlerimden yaşlar akmaya başladığında beni tutup kendine çekti. Kolları etrafımı sıkıca sarıldığında fotoğrafı sıkı sıkıya tutan ellerimi göğsüme bastırdım.
Beni göğsüne iyice bastırırken "Seni tam burada saklarım Atlas," dedi. "Söz veriyorum seni korurum."
Kendini? Kendini de korur musun Pars.
Aras koruyamamıştı. Babam koruyamamıştı. Annem koruyabilmiş miydi? Gitmişti ama korumuş muydu?
Belki o da koruyamamıştı.
Pars'ın kollarının arasından kaçarcasına çekildiğinde "Atlas..." dedi. Hızlı adımlarla yürümeye başladım. Kaçmalıydım. Burada olmamalıydım.
Pars hayatta kalacaktı. Bir gün bana bir fotoğraf karesinden bakmayacaktı. Geriye sadece fotoğraflar kalmayacaktı. Pars'ı ben koruyacaktım.
Aras'ı koruyamamıştım. Pars'ı koruyacaktım.
Evin etrafını dolanarak ön bahçeye çıktığımda arkamdan seslendi.
"Atlas bekle."
"Gelme!"
Göğsüme bastırdığım fotoğrafı milim kıpırdatmadan evin girişinde duran arabayı aşarak yürümeye devam ettim. Pars arabanın önce kilidini sonra kapısını açtı. Çalışan motorun sesini duyduğumda hızlandım.
Araba hemen yanımdan ilerlemeye başladığında "Atlas tamam, gideceğiz, bin arabaya."
Başımı iki yana salladım ve hızla yürümeye devam ettim.
"Söz verdim sana, tutuyorum işte sözümü, bin arabaya."
Araba beni geçip bir ileride durduğunda yürüdüğüm kısmı kapatmıştı. Çimlere basmaktan çekinmezdim. O kapıya her türlü ulaşacaktım.
"Kabul."
Pars'ın sesini duyduğumda çimlerden çekildim.
"Sen kazandın. Kabul."
Bakışlarım ona döndüğünde samimi görünüyordu. Kaşlarım havalandı.
"Bitti," dedi. "Madem istemiyorsun, bitti tamam."
İstemiyordum. Başımı hızla salladım ve arabaya yürüyüp kapıyı açtım. Koltuğa oturduğumda kemerimi takmamı beklemişti.
Ailesinin evinden çıktık ve yol boyunca ilerledik. Ara yollardan geçip ana yola ulaştık. Bir süre kalabalığın içinde ilerledik. Konuşmadık. Ben biraz ağladım o kadar. Pars ağlıyor oluşumu sorgulamadı. Kucağıma bıraktığım ve gözlerimi ayırmadığım fotoğraf yeterince geçerli bir nedendi.
"Bu sondu," diye fısıldadı araba durduğunda. Gelmiş miydik? "Bitti Atlas."
Biliyordum. Bitmişti. Başımı salladım. Vedalaşacak mıydık? O ağacın önünde bana sarıldığında vedalaşmıştık. Orada başlayan orada bitmişti.
"Kazandın derken ciddiydim," dedi. "Sen haklıydın, bu gece son kez iki tanıdık olarak durduk. Bundan sonra karşında bambaşka bir Pars göreceksin."
Bakışlarım ona döndü. Tebessümle "Ali Pars," diye mırıldandım.
Karşımda ne göreceğimi biliyordum. Bir düşman.
"Beni bir yansıma olarak düşün. Senden ne görürsem onu yansıtacağım. Adına ister düello de, ister savaş, ister oyun. Eğer bu arabadan inersen sen de bunu kabullenmiş olacaksın."
Uzanıp kapıyı açtım ve son bir kez Pars'a baktım. Benim tanıdığım Pars'a.
"Fotoğraf için teşekkürler."
O da bana baktı. Umduğu tanıdığı Atlas'ı görmek miydi bilmiyordum ama göremeyecekti.
Birkaç kez ölmüştü o Atlas. İlki İspanya'daydı, çalan telefonu açışının ardından. Sonuncusu Fas'ta, oyun arkadaşını kaybettiğini sandığında.
Pars ile süresiz günlerin sonunda vedalaşmıştım.
"Hoşça kal Ali."
Ona bir kez daha bakmadan arabadan indim. Kapıyı kapattığımda onu tamamen geride bırakmayı kabullenerek eve yürüdüm.
Birine hayatınız boyunca aşık olacağınızı ama bunun günün sonunda sizi öldüreceğini anladığınızda geriye kendiniz ve o kişi arasında tercih yapmaktan başka çare kalmıyordu. Kendini seçmeyen herkesin ölümü ise yalnız olurdu, tek başına.
Ölümüm yalnız olacaktı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro