Bölüm 53 • Ev Yandı Çoktan
🩸
"Beni öldür, bana bunu yapma."
Fısıltısı tüm çığlıklardan daha gürültülüydü. Öldüremezdim. Bir tek o yaşasın diye tüm dünyaya karşı durmuştum.
Geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sadece Pars. Bir tek o.
Yıllar sonra yeniden Pars uğruna bir oyun kuracaktım. Son bir oyun.
Son oyunun ipleri sıkı sıkı duruyordu ellerimin arasında. Sıkı sıkı tutuyordum, aklımın iplerini tuttuğum gibi.
Pars'ın geceyi delip geçen fısıltısı göğsüme sessiz bir çığlığın ağırlığını bıraktı.
Ne kalacaktı bizden geriye diye çok düşünmüştüm. Biz kalacak mıydık zamanın hafızasında? Silinip gidecek miydik yoksa Akdeniz kıyılarından?
Kum taneleri yavaşladı, her saniye bir öncekinden daha geç karıştı geçmişin sayfasına.
Kelimeler yok oldu. Ne söylenecek bir söz kaldı geriye ne de yapılacak tek bir hamle.
Sarılmak istemiştim sadece. Bir kez ve görünen o ki son kez. Sarılamazdım. Bunca sözden sonra olmazdı. Kokusu nefesime karışırsa işte o zaman gerçekten devrilirdi gök üzerime.
"Pars..." dedim içimdeki kıyametin sesime yansımasına engel olmak için tüm gücümü kullanarak. "Git artık."
Şimdi son oyunu kabul etmeli ve gitmeliydi.
Geriye çok da fazla bir şey kalmamıştı. Bir serin yaz akşamlarının anısı kalmıştı bir de güzel sabahların neşeli tadı. Biz onunla birkaç oyun çalmıştık hayattan. Birkaç oyun boyunca çok eğlenmiştik... Geriye bu kalmıştı işte. Bu kadardı.
Şimdi gitmeliydi, gitmezse daha çok acıtacaktı. Gitmezse ikimizden geriye güzel anıların benzersiz tadı dahi kalmayacaktı.
"Atlas..." dedi, direterek.
Teslim olmamak için direnen yanı ağır basıyordu, görüyordum. Söylediklerime kapılıp gitmek istemiyordu. Direnmek, karşı çıkmak istiyordu.
Beni almadan gitmemek için her şeyi yapardı biliyordum. Değil bu evi gerekirse bu şehri yakardı. Deliliğin sınırını çoktan aşmış gözlerindeki koyu kırmızı parıltılar bunun ispatıydı. Ne çakmağa ihtiyacı vardı ne de benzine. Pars burayı taşı taşa çarpa çarpa yakardı.
"Gel benimle."
Gelemem oyun arkadaşım, bizim yollarımız çoktan kapandı.
Onu buradan almaları gerekiyordu. Ben yapabilsem yapardım. Onu buradan çıkarır ve çok uzaklara götürür, orada saklardım. İnansaydım hiç bulunmayacak bir yer olduğuna, inansaydım saklandım sanılırken saklanıldığına, inansaydım tek biletlik kaçış planımız olduğuna onu sonsuza dek saklardım. Yoktu. Biz tüm gidiş biletlerini yakmış, tüm özgürlük haklarını kaybetmiştik.
Biz yenilmiştik ama ben o yenilmesin diye son bir oyun var etmiştim, sil baştan.
İki kişilik değildi bu yenilgi. Son oyunda yalnızdım.
Pars'ın bir şey daha söylemesine gerek yoktu. Bir kere daha tutuşturmuştu elime hayali silahı. Bir kez daha silahın ucu Pars'ı gösteriyordu ve bir kez daha ateşleyeyim istiyordu.
Ateşlemiştim. Görkem'in önüme sürdüğü anlaşmayı kabul ederken ateşlemiştim ben o silahı, Pars vurulduğunu yeni anlıyordu o kadar. Çok sıcaktı, çok taze... Birkaç dakika sonra hissedecekti acıyı, birkaç dakika sonra anlayacaktı benim onu çoktan vurduğumu.
Pars bir şey daha mı söyleyecekti, kolumdan tutup beni buradan çekip çıkaracak mıydı yoksa ortalığı birbirine mi katacaktı bilmiyordum. Sadece bekliyordum. O da bekliyordu. Belki de bir şey söylemesi gerekenin ben olduğumu düşünüyordu. Teslim olan oydu. Ben ise teslim olamazdım.
Öne doğru bir adım daha attığında dudaklarım gitmesini söylemek için aralandı. Gitmeliydi artık.
Mahzenin merdivenlerinde Görkem'i gördüğümde kelimeler dudaklarımda asılı kaldı. Derin bir nefes aldım ve nefesin göğsümdeki sıkışmaya iyi gelmesini umdum.
Bu iyi bitmeyecekti. Görkem buraya gelmemeliydi.
"Hoş geldin Ali," dedi Görkem, Pars herhangi bir davetliymiş gibi sıradan bir sesle. "Geleceğini bildirmeyince davetiyen kayboldu sanmıştım."
Pars'ın öfkesinin üzerine örttüğü sakinlik perdesini kaldıran da bu oldu. Görkem'in merdivenlerden inip Pars'ın tam karşısına, benim yanıma geçmesi...
"Yalnız çok kalamayacaksın gibi... Yukarıda polis memurları var, bir de şu başsavcı adı neydi? Selçuk Selçuk... Doğru. Bende aradıkları bir şey yok, sana bakıyor olabilirler mi?"
Pars birkaç saniye gözlerini kısıp Görkem'e baktı. Bu bakışı biliyordum. Yılları devirmiş bir şarap mahzeninde değildik artık. Sekiz köşeli bir ringin ortasındaydık.
Önüne geçebilmek için ilk hareketini kestirmeye çalışıyordum ama Pars usta bir dövüşçüydü ve rakibine yapacağı hamleyi asla belli etmezdi.
Öyle de olmuştu. Pars'ın Görkem'i yakasından tutup mahzenin duvarına çarpması saniyeler içinde gerçeklemişti. Dudaklarım aralanmış ama Görkem'in yüzüne inen ilk yumruğa mani olabilecek kadar hızla hareket edememişti.
"Pars!"
Sesim olabildiğince yüksek çıkmıştı ama Pars'ın duyduğundan emin değildim.
Görkem çenesini tutup esnetirken bakışları Pars'ın üzerindeydi.
"İletişim yöntemlerinin ne kadar ilkel olduğunu unutmuşum."
Bakışlarım Görkem'e döndü. Bana bakmıyordu ama hissediyor olmalıydı. Devam etmemeliydi, Pars'ı daha fazla kışkırtmamalıydı.
"Seni öldürürüm lan!"
Pars, Görkem'in çenesini ve boynunu sıkarak onu duvara yapıştırdığında öne doğru atıldım. Onu durdurmam gerekiyordu.
"Pars dur!"
Tüm gücümle bağırdığımda da etki etmemişti. Beni duymuyordu. Öfkesinin sesinden başka bir şey duyduğunu da düşünmüyordum.
"Pars!"
Pars, Görkem'in ya çenesini ya boynunu ya da ikisini birden kıracaktı.
Pars'ı Görkem'in üzerinden çekmeliydim. Onu uzanıp tutmam ve geriye çekmem gerekiyordu. Biraz daha şiddetle sıkarsa ya Görkem'in çenesini kıracaktı ya da boynunu.
Pars'ı geri çekmek için öne atılmak istedim ama yapamadım. Pars'a dokunmanın yasak kabul edildiği zihnime bunu nasıl anlatacaktım. Nasıl uzanacaktım ona? Nasıl dokunacaktım.
Görkem'e bir kez daha vurduğunda panikle koluna doğru uzandım. Tutmak için atılmıştım ama yapamamıştım.
"Pars," dedim bir kere daha güçlükle bağırarak. "Çekil, lütfen."
Merdivenlerden gelen adım sesleri birilerinin geldiğinin habercisiydi. Kimin geldiğini göremiyordum ama kim olursa olsun birinin Pars'ı geri çekmesi gerekiyordu.
Bakışlarımı yardım umuduyla merdivenlere çevirdim. Birkaç saniye içinde mahzenin içi Edip Seğmen ve polislerle doldu. Hemen ardından gelenler ise Selçuk Saygun ve Onat'tı.
Onat'ın bakışlarının odağında ben vardım, diğer herkes ise Pars'ı Görkem'in üzerinden çekmeye çalışıyordu ama bu çok zordu.
Pars vahşi bir hayvan gibi avını bırakmamak için büyük bir savaş veriyordu. Biraz geri çekebildikleri sırada, Görkem kendini bu karmaşadan kurtaracak sandım ama hayır, Pars bir kere daha Görkem'i savurup mahzenin taş duvarına çarptı.
"Sakın," diye bağırdı Pars. "Sakın..."
Pars, Görkem'i her ne konuda uyarıyorsa bunu bakışlarıyla yapmıştı. Daha fazla konuşmasına gerek kalmamıştı.
Edip Seğmen, Pars'ı çekip Görkem'in üzerinden çekip aldı.
"Ali, oğlum dur, tamam!"
Pars zapt edilmesi zor bir yırtıcı gibiydi, Edip Seğmen her ne kadar sıkıca tutuyor olsa da elinden sıyrılması tek hareketine bakardı.
"Dayı bırak!"
Öyle güçlü bağırmıştı ki Edip Seğmen bir an bırakacak sanmıştım. Pars bir kere daha Görkem'e doğru atılacakken önüne geçen üç polis geçmesine engel olmak için etrafını sardı.
Görkem, Pars'ın öfkeli bakışlarının odağında değilmişçesine sakince üzerini düzeltti ve doğrudan Edip Seğmen'e baktı.
"Her ne kadar bu tatsızlığa şahitlik etmiş olsanız da, şikâyetçi değilim." Görkem elini belime koydu ve sıradan bir andaymışız gibi tebessüm etti. "Bu mutlu güne gölge düşsün istemiyorum."
Gölge, derken özellikle bastırmış ve doğrudan Pars'a bakmıştı.
"Ali biraz stresli, haklı tabii işleri yoğun bu aralar. Başka bir zaman bekliyoruz ama tebriğe..."
Uyarı dolu bakışlarımı Görkem'e çevirdim. Durması gerekiyordu. Belimde duran eli vermek istediği mesajın altını yeterince güçlü çiziyordu. Pars'ı daha fazla kışkırtmamalıydı. Canı yeterince yanıyordu, bir de Görkem yakamazdı.
Görkem'in bakışları bana döndüğünde kısa bir an için duraksayıp yeniden Edip Seğmen'e baktı.
Pars, Görkem'in alaylı tavrı sebebiyle daha da deliye dönmüştü. Polisler bir yandan Edip Seğmen diğer yandan güçlükle sabit tutuyorlardı.
Bakışlarımın ona ulaşmasını ve onu sakinleştirmesini umuyordum, bir yandan da bu mümkün değildi çünkü tam şu an içimden geçenlerin gözlerimden yansıdığına emindim. Gözlerime bir filtre koyamayacak kadar yoğundu duygularım, dışarıdan bakan bir göz tam şu an olmak istediğim yerin asıl neresi olduğunu görürdü. Bu sebeple bakışlarımı yere indirdim ve bir an önce bu kargaşanın son bulmasını diledim.
"Kimsenin şahit olduğu yok," dedi Edip Seğmen tok sesiyle. "Tasalanma."
Pars'ı tekrar çekiştirdiğinde, Pars'ın "Dayı," dediğini duydum bir kez daha. "Bırak..."
"Şimdi değil," dedi Edip Seğmen. "Sabır evlat, sabır..."
Sabrın işe yaracağını sanmıyordum ama kendisi Pars üzerinde benden çok daha etkili görünüyordu, bu sebeple onun haklı çıkmasını beklemek daha mantıklıydı.
Pars, etrafını saran polisler eşliğinde merdivenlere doğru çekiştirilirken, sanki onu tutmaya çalışan insanlar yokmuşçasına doğrudan bana baktı. Bu öyle bir bakıştı ki dudaklarımın aralanmasına neden oldu.
Bir şey daha söylesem yetecekti aslında. Bir şey daha söylesem bitecekti.
Bir vedamız olsun isterdim sadece. Tercihen Akdeniz sahillerinin birinde... Kısacık da olsa bize ait bir veda... Yapabilseydim, hoşça kal, derdim ona. Hoşça kal oyun arkadaşım bak oyun bitti ve biz büyüdük.
Ve eklerdim...
Özür dilerim oyun arkadaşım, seninle gelemem artık uzak ülkelere ve içinde sen varsın diye ev kabul gören yerlere.
Pars'ı çekiştirerek yukarı çıkardıklarında tekrarlayıp durdum içimden.
Özür dilerim. Özür dilerim. Özür dilerim.
Bakışlarım yerde, öylece art arda mırıldanırken içimden, Onat'ın adımları tam karşımda durdu. Bakışlarımı kaldırıp ima ile bakan gözlerine çevirdim.
"Yaşıyorsun..." dedi, biraz mutlu biraz bu durumu yadırgayan bir ifadeyle. "Hayatta olmana sevindim."
Başımı salladım yavaşça.
"Böyle ani oldu biraz, bilseydik hediyeyle gelirdik."
Zorlukla gülümsedim. Onat'ın ilk kez böyle baktığını görüyordum. Pars'ı öldüreceğim diye gezdiğim zamanlarda neden ılımlı davrandığını şimdi daha net görebiliyordum, gerçekten de ona zarar veremeyeceğimi bildiğinden rahattı. Şimdi ise görüyordu. Pars'ın acısını henüz yeni hissettiği o yarayı tek bakışıyla görmüştü.
"Tebrikler..." dedi bakışlarını Görkem'e çevirdi ve elini uzattı. Görkem biraz önce bir kaostan çıkmamışçasına ona doğru uzanan eli sıktı.
Selçuk Saygun, Görkem'e kısa bir baş selamı vermiş ve "Mutluluklar," diyerek merdivene yönelmişti. Onat ise bana bir kez daha biraz önce en yakın arkadaşını öldürmeye teşebbüs etmişim gibi bakmıştı. Haksız sayılmazdı.
Büyük yıkımın ardından geriye sadece Görkem ve ben kaldığımızda, beklemeden hareket ettim. Biraz daha burada durursam mahzen üzerime çökecekti. Belki de çoktan çökmüştü, ben de yarayı geç hissediyordum, tıpkı Pars gibi.
Merdivenleri koşarak çıktığımda güneşin üzerime vurmasıyla durup soluklanmaya çalıştım.
Gözlerimi kapatıp bitmesini bekledim. Uzaklaşan seslerin dinmesini... Arabaların bahçenin sınırlarından çekildiğini anlayana, geriye tek bir ses kalmayana kadar bekledim.
"Atlas," dedi Görkem, "İyi misin?"
İyi değildim.
Bir daha hiç iyi olmayacaktım.
İyi olma ihtimalinden çoktan vazgeçmiştim. Tek istediğim Pars'ın iyi olmasıydı. Tek istediğim onun hayatta kalmasıydı.
Bir gün her şey bittiğinde, tüm bu kıyametin yankıları dindiğinde Pars iyi olursa belki o zaman nefes alırdım yeniden. Şimdi değildi, Pars'ı bir yıkıntı gibi götürmelerini izledikten sonra değildi.
Gözlerimi açmadım. Güneşin içeri sızma çabası çok enteresandı. Buradayım diyordu hayat inatla. Buradayım, bak devam ediyorum.
"Atlas..." dedi Göktuğ. "Abi? Neler oluyor?"
Kirpiklerimi araladım ve doğrudan Göktuğ'a baktım. Kısa bir an bana baktı ve sorusunun cevabını bakışlarımdan aldı.
Bir şey söyleyecek oldu ama o da söylenecek hiçbir şeyin biraz önce Pars'ı öldürmeye teşebbüs etmiş olmamı hafifletmeyeceğini biliyordu. Sustu ve abisine döndü. Onun gözleri üzerimden çekilince ben de yeniden ait olduğum yere, içinde çürüyüp duracağım girdaba çekildim.
"Sen iyi misin?"
Göktuğ'un odağında artık abisi vardı.
"Kontrol altına alındı," dedi Görkem, bir yangından bahseder gibi. "Sorun yok."
Başımı geriye doğru ittim, yüzümü gökyüzüne döndüm ama kirpiklerimi aralamadım. Aras ile göz göze gelemezdim. Şimdi olmazdı. Beni bu halde görmesin de isterdim ama işte ona engel olamamıştım.
Göktuğ bir şey daha dedi Görkem bir cevap daha verdi. Sesler birbirlerine karıştı. Kirpiklerim aralandı ve ikisine de bakmadan ilerlemek istedim. Sadece yürümek ve eve gitmek istedim.
Gidemezdim.
Ev gitmişti, ben artık eve gidemezdim.
Öne doğru atacağım o adım öylece kendini imha ederken Görkem bana döndü ve sen kal dercesine baktı. Beni gözleriyle uyardıktan sonra kardeşine yaklaşıp omzuna elini koydu.
"Atlas'ın yanında kal."
İkimizden birinin bir şey demesine fırsat vermeden bahçenin davetliler için ayrılan kısmını pas geçerek eve doğru ilerledi.
Benim aksime onun gidebileceği bir ev vardı.
Aklından ne geçiyordu bilmiyordum. Öfkeli miydi, saygısızlığa uğramış mı hissediyordu yoksa sadece eve gidip birkaç dakika kendi kendine kalmaya mı ihtiyacı vardı bilmiyordum. Onu okumak zordu, zaten şu an Görkem endişe listemin çok altındaydı.
"Birkaç dakika ortadan kayboldum ve kaos kapıyı bensiz çalmış."
Göktuğ kendi kendine mırıldandığında dönüp ona baktım ve sadece durdum. Bir şey daha söylemedi. Bunu dalga geçerek atlatamazdık, bu öyle üzerine konuşup geçiştirebileceğimiz bir şey değildi.
"Sarılmak ister misin?"
Omuz silktiğimde beni kendine çekti ve sıkıca çok sıkıca sarıldı.
Bir süre öylece durduk. Göktuğ bana ne kadar sıkı sarılırsa o kadar çabuk dağılacağına inanıyordu kara bulutların.
"Bana bak," dedi, yumuşacık bir sesle. Biraz gerileyip ona baktım. "İyi olacaksın."
Başımı belli belirsiz salladım.
Omuzlarımı iki yandan tutup beni hafifçe sarstı.
"Geçecek... Öyle bir zaman gelecek ki bu ana dönüp baktığında sadece geçtiğini hatırlayacaksın."
Geçecekti, doğru ama işte delip geçecekti.
Derin bir nefes alıp göğsümü kocaman bir hava bulutuyla doldurdum ve yürüdüm.
Yürürsem düşünmezdim. Aralıksız içersem düşünmezdim. Hiç durmadan alakasız konulardan konuşursam düşünmezdim.
Düşünürsem düşerdim, düşersem kaybolur...
Kaybolamazdım.
Kaybolursam oyunu kaybederdi.
Yürüdüm. Adımları adımların ardına sıralayarak, zihnimi susturarak yürüdüm.
Bahçenin yemek servisi için ayrılan kısına geldiğimizde duraksadım. Herkes çoktan yerlerine yerleşmiş ve biraz önce davetin ortasına bir motosiklet dalmamış gibi keyifle sohbet edip eğlenmeye başlamışlardı.
Onların baktığı yerden nasıl görünüyordu bilmiyordum ama benim baktığım yerden görünen kıyametti.
Kalabalığın içine karışmak, mahzenin sıkışık duvarlarının arasında nefes almaya çalışmaktan daha zordu.
Görkem ne kadar çabuk geri dönerse o kadar çabuk sıyrılırdım insanların arasından. Göktuğ'a döndüm. "Abin davete dönmezse ne olur?"
"Sıkılıp giderler."
Başımı yana eğip Göktuğ'a gerçek cevabı beklediğimi belli edercesine baktım.
"Konuşurlar," dedi teslim olurcasına. "Hiç durmadan, aralıksız..."
Bir süre bekledim. Görkem'in haklı olduğu bir konu vardı. Bu bir yangındı ama ortada kırılacak bir cam yoktu. Bir yangın butonu olsaydı ve tam şu an bassaydım kalabalık dağılır mıydı? Yangın gerçekti gerçek olmasına da işte kimse ne dumanı soluyordu ne de alevleri görüyordu.
Göremedikleri o yangını ben çıkarmıştım, çok değil biraz önce.
Evi, içinde Pars varken yakmıştım.
Kimse neden kırmızı butona basmıyordu? Kimse neden burada, yere uzanan ipek elbisemin içinde dururken üzerime bulaşan isi görmüyordu?
"Dönerse de konuşacaklar. Davete polis geldi, üstelik başsavcı ile birlikte." Göktuğ bana baktığında konuşmaya devam etti. "Annenin kardeşini de unutmayalım. Asıl büyük balık o."
"Abisi..."
Göktuğ omuz silkti. Biraz bile umurunda değildi. Edip Seğmen'in dayım olması dışında benim de pek ilgi alanımda olduğu söylenemezdi. Bu geceye kadar... Pars'ı buradan götürebilmek herkesin başarabileceği bir şey değildi. Üstelik öfkeden gözü dönmüş haldeyken.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu.
Kısa süreli odağı, konu benken oldukça genişliyordu.
"Düşünmemeyi."
"En iyisi, düşünmemek üzerine düşünmek... Buradan devam et."
Beni kalabalığın içine doğru çektiğinde adımlarımı adımlarına uydurdum. Görkem gelene kadar yapacağım bundan ibaretti. Taklit edecektim. Mış gibi yaparak bekleyecektim alevlerin harlanmasını. Geriye sadece küller kalana bekleyecektim.
"İnanç'ın yanına gidelim mi? Bahçedeki en zeki insan o."
Belli belirsiz onayladım. Davetlilerin arasına karıştığımızda gülüşen, konuşan, içen, eğlenen insanlara şöyle bir baktım.
Eve girmek ve sadece en üst kattaki odaya girip kapıyı üzerime kilitlemek istiyordum. Karartma perdelerinin ardına saklanır bir de bir çağ ağlarsam belki o zaman göğsüme çöken atılmamış çığlığın ağrısını dindirirdim.
Bir çığlık en çok bu ana yakışırdı. Tam şu an var gücümle bağırsam ne yaparlardı acaba? Delirdiğimi mi düşünürlerdi. Aklımın ipleri, parmağımın ucundaki kırmızı ipe bağlıydı. Hayır deliremezdim. Son oyunu Pars kazanmadan olmazdı.
"Göktuğ..." diye fısıldadım, İnanç'ın olduğu masaya ulaşmamıza birkaç adım kalmışken. "En sert ne bulabilirsin?"
Göktuğ sadece gülümsedi ve eve ilerledi. Birkaç adım daha atıp ya da yerden yüksekte savrulup İnanç'ın yanına ulaştım.
"Taşkıranlar'a tarzını yansıttın, ha?"
İronik sorusuna nefes vererek cevap verdim.
"Sıkıcı davetlerin Atlas Yarkın tonu..."
"Taşkıran," dedim, inanır mısın, dercesine. "Unuttun mu?"
"Unutmak ne mümkün?" dedi aynı ironiyle İnanç. "Görkem salondaki aile portrelerinin arasına asmak için resmini sipariş etmiştir bile."
Yüzümü buruşturdum.
"Sence de fazla ürkütücü değil mi o resimler."
İnanç bir sır verecekmiş gibi yaklaştı ve fısıldayarak "Aileye hoş geldin," dedi.
Derin bir nefes aldım ve boynumu esnettim. Birkaç saniye İnanç ile sessizce kalabalığı seyrettik. Düşünmemeyi düşünmeyi düşünürken Bade hiç de dostane olmayan bir bakışla yanıma yaklaştı.
"Yaşıyormuşsun..."
"Ya," dedim, sabrımın son kırıntılarıyla sakince. "Öyle görünüyor."
Bade öfkeyle nefes verdi. Neden öfkelenmişti? Pars'ın hemen yanında durup onu teselli etmek için biraz daha vakti mi olsun istiyordu? Hayır hayır... Bunu da düşünemezdim. Yarattığım onca yıkımdan sonra durup buna tepki veremezdim. Kendi içimde bile.
"Yoğundun herhalde," dedi, kinayeyle. "Bir haber veremediğine göre işlerin çoktu."
"Badeciğim," dedi İnanç, her zamanki gibi bir İstanbul Beyefendisi kibarlığında. "Biz seninle biraz masaları gezelim mi?"
"Benim davetim değil İnanç Abi," dedi Bade net bir tavırla. "Bu evin küçük kızı değilim artık. Lise biteli çok oldu."
İnanç böyle bir tepkiyle karşılamayı beklememiş olacak ki bir an için ne dese bilememişti.
Bade yeniden oklarını bana doğru çevirdi.
"Pars'a ne söyledin çok merak ediyorum."
Öğrenirsin, demek istedim. Buradan çıkınca koşa koşa gidersin yanına, bunca yıl okulda öğrendiklerini kullanarak yanında olur, ne bilmek istiyorsan hepsini öğrenirsin.
Birkaç saniye düşüncelerimden uzaklaşmaya çalıştım. Bu hissi kabul edemezdim. Doğru değildi. Haksızlık ediyordum. Suçlu olan Bade değildi. Öfkemi hak etmiyordu. Bade herhangi biriydi ve sadece Pars'ın yanında olmaya çalışıyordu.
"Üzgün olduğumu," dedim, samimi davranarak. "Başka ne söyleyebilirdim?"
Bade, bilmiyorum, dercesine dudağını kıvırdı.
"On sekiz aydır her gün, her saniye seni arayan birine sadece üzgün olduğunu söyledin yani?"
Ağzında keyifsiz bir tat kalmış gibi yüzünü buruşturdu.
"Seni ilk gördüğümde uyumsuz olduğunu düşünmüştüm. Abin hakkında çok şey duyduğumdan herhalde, aykırısın sanmıştım..."
Bu söyleyeceği çok komikmiş gibi güldü. "Sıradanmışsın."
Bayağı, demek istiyordu ama işte Bade de bazı görgü kuralları ile yetişmiş saygın bir ailenin kızıydı. Ne kadar öfkeli olursa olsun en fazla bu kadar iğneleyici olabiliyordu.
"Tanımadığın biri hakkında fazla beklentiye girmişsin."
Aras'ın cümlenin içindeki varlığını özellikle duymazdan gelmiştim çünkü bu hep yapılacaktı. Tek yaptığım üzerine kan sıçramış bir soyadını geride bırakmaktı, onların gördüğü ise ihanetti. Ölmüş abime ihanet ettiğime inanıyorlardı. Abimi tanısalar bilirlerdi adının ardında taşıdığından memnun olmadığını. Babamı tanısalardı ise şu an bir yerlerde keyifle bir sonraki hamlemi beklediğini tahmin ederlerdi.
Atlas Yarkın komisyon üyeleriyle dolu bir davette Taşkıran kostümü giyiyor.
Doğan Yarkın imkânları dâhilindeyse gökyüzünde şampanya patlatarak kutlardı bu haberi.
Babam son oyunu görüyordu. Sadece Aras, bir tek o her an bir gök gürültüsü kopartabilir ve bahçenin ortasına yıldırım düşürerek fikrini belirtebilirdi. Yapmasına gerek yoktu. Ne düşündüğünü biliyordum.
Kaç, diyordu. Canavarların dünyasında senin oyunların ölümcül sonuçlanır. Kaç!
Konuşsa böyle derdi. Dememişti.
Aras bir süredir konuşmuyor.
Hayır, yalan söyledim.
Artık ben konuşmuyorum.
Aras'la, süresiz günlerin birinde yerde kendime sarılıp yatarken şafağa doğru vedalaştım.
O beni terk etmeden, ben gitmesine izin verdim.
Söyleyecek bir şey yoktu, tüm söylenenler süresiz günler boyunca söylenmişti. Geri kalanlarda ise pis zeminin üzerinde yatıp aklımı yerinde tutmak için mırıldandığım şarkılardı.
Kaç gece kaç sabah geçmişti bilmiyordum. Penceresiz bir odada ne güneşin doğuşu hesaplanırdı ne de batışı.
Penceresiz bir odada gökyüzüyle konuşulmazdı.
Odanın tavanı ise benimle konuşmak için fazla yabancıydı. Ne ben onu biliyordum ne de o beni. Beni telkin edemezdi. Geçecek diyemezdi. Geçmemişti de.
Süresiz günler bittiğinde ise artık Aras'ı çağıramazdım. Gökyüzü hemen üzerimdeydi, bir bakış uzağımdaydı ama görünmeyecek kadar da uzaktaydı. Beni seyrettiği onca zamandan sonra ne ondan yardım isteyebilir ne de bana teselli vermesini bekleyebilirdim.
Göktuğ elinde bir şişe ve shot bardakları ile geri döndüğünde ona minnetle gülümsedim. Muhtemelen o içki için teşekkür ettiğimi düşünüyordu. İçki anlık bir teşekkür kaynağıydı, Göktuğ'un ben gökyüzünün uzağına düştüğüm ilk andan beri beni sıkı sıkı tutması ise ömürlük. Hiçbir zaman ona gerçekten teşekkür edemeyecektim, hiçbir zaman ona gerçekten teşekkür etmeme müsaade etmeyecekti. Böyle konuşmaları gereksiz bulurdu.
Bade, Göktuğ'un doldurduğu kadehlere de en az bana baktığı gibi yargılayıcı baktı.
"Kalmıyor musun?" diye sordu Göktuğ.
Ne bir kinaye vardı sesinde ne de ironi. Doğrudan, gerçek bir soruydu. Bade ise bu soruyu sorabilmesine bile şaşırmıştı. Liseden mezun olana kadar hep aynı okullarda, aynı sınıflarda okuduklarını bilmesem Göktuğ'un rahatlığını yadırgıyor derdim.
Bade, Göktuğ'a bir kez daha aynı ifadeyle baktı ve bulunduğumuz yerden ayrıldı. Kimseyle görüşmek istemiyor olacaktı ki böyle bir temennide de bulunmadan gitmişti. Benim için sorun değildi, İnanç çıkışına biraz şaşırmış olsa da muhtemelen o da üzerine pek düşünmeyecekti ama Göktuğ önem verdiği insanlara sonsuza dek önem verirdi. Bade de o insanlardan biriydi. Ona yalan söylemek zorunda kaldığı için şikâyet edip durmuştu.
"Benimle küsecek," dedi, dudak bükerek.
"Hakkı var," dedi İnanç, Göktuğ'un doldurduğu shot bardaklarından birini kafasına dikmeden önce. "İçin rahatlayacaksa sorumluluğun sende olmadığını söylersin."
Ben yorum yapmadım, zaten söyleyeceğim bir şey de yoktu. İki elime de birer shot bardağı alarak art arda içtim. Göktuğ da benim gibi yapmış ve boşalan bardakları tekrar doldurmuştu.
Şişenin yarısını tek başıma içmiştim, diğer yarısını ise Göktuğ ve İnanç bitirmişti.
"Açlıktan ölüyorum," dedi Göktuğ, hemen sonra ağzından çıkan ikinci kelime için yüzünü buruşturup mahcup bir ifadeyle bana baktı.
O kelimeyi yanımda özellikle kullanmıyordu. Evet, mübalağa yaptığı zamanlarda bile. Bu kendine kendinin koyduğu bir kuraldı. Ölümden bahsederse abimi veya babamı hatırlayacağımı düşünüyor olmalıydı. Ya da ölüme yaklaştığım anları... Her durumda beni bu düşünceden sakınıyordu.
Göktuğ ile anlaşmak bu yüzden kolaydı. Onun için hala anasınıfı kuralları geçerliydi. En yakın arkadaşına yalan söylersen seninle küser gibi ya da yeni en yakın arkadaşına ölümden bahsedersen kaybettiklerini hatırlar gibi. Belki de bu yüzden boşluklara dolması çabucak olmuştu. Çocuksu yanı beni saklanmak istediğim zamanlara götürüyordu.
Servis elemanlarından birinden bir kadeh beyaz şarap aldığımda "Bu insanlar gitmeyecek mi?" diye sordum.
"Görkem'i bekliyorlar."
Etrafa bakındım, kalabalık biraz bile azalmamıştı. Bu sadakat kesinlikle göz doldurucuydu ama ben kendimi karanlık bir odaya atmak için dakika sayıyordum. Dakikaları daha hızlı sayabilmek için ise alkolün kapısına dayanmıştım.
Üç yudumda bitirdiğim şaraba yüzünü buruşturarak baktı Göktuğ. Şarabı o da benim gibi gerekli anlarda içerdi. Etrafa tekrar bakındığımda yanından geçen kızlardan birinin elinden tepsiyi direkt alıp "Bu bizde kalsın," dedi.
Tepsiyi masaya bıraktı. İnanç bir şeyler söyledi ama o an odağım kaymıştı. Tepsiden bu kez blush almıştım. İki kadeh beyaz, bir kadeh viski ve bir tane de kokteyl kalmıştı tepside.
İnanç tepsiden kokteyli aldı ve durumun toplanması gerektiğini belli eden bir ifadeyle "Ben biraz insanlarla konuşayım, Göktuğ sen de Görkem'i çağır," dedi.
İnanç yanımızdan uzaklaştığında Göktuğ söylenme modunu açtı.
"Hep alafranga işler bana kalıyor."
Boşalan kadehi masaya bırakırken Göktuğ'a dönüp anlamayarak baktım. O da bana neyi anlamadığımı sorgulayarak bakıyordu. Hemen sonra bozulan sinirimin şiddetli bir yansıması olarak gülmeye başladım. Göktuğ da benimle gülüyordu ama neye güldüğünü bildiğini sanmıyordum.
Boğuluyormuşum gibi attığım kahkahanın arasında "Angarya," dedim. "Angarya işler."
Omzunu, her neyse, dercesine silkti ve abisini çağırmak üzere beni masada, tüm gözlerin biraz önceki gülüşüm nedeniyle tekrar üzerime çevrildiği ateş hattında bıraktı.
"Atlascığım," dedi yüksek topuklularının üzerinde salınarak yanıma yaklaşan Zerrin Çetiner.
Göktuğ iç sesimi duyamazdı. Bu yüzden keşke ölseydim derken buldum kendimi. Keşke ölseydim de Zerrin kurusu dişlerini bana geçirip duramasaydı.
Bu tanım için bir ara Göktuğ'a içki ısmarlayacaktım.
"Zerrin Hanım," dedim, yapaylık ödülü alacak bir gülümsemeyle.
"Görkem nereye kayboldu? Damat kaçtı mı yoksa?"
Öyle büyük bir kahkaha atmıştı ki kaşlarım havalandı.
Zerrin Hanım'ı bu kadar eğlendiren Görkem'i evlilikten kaçması olamazdı değil mi? Bu kadın beni giderek daha da şaşırtıyordu.
"İçeride," dedim, evi işaret ederek. "Gelir birazdan."
"Latife yapıyorum tatlım, kırılmıyorsun değil mi? Ben senin küçüklüğünü bilirim, anneciğin senin için ne elbiseler alırdı benden."
Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Annemi tanıyor muydu? Bunu sorabilir miydim? Soramazdım. Sorabilirdim belki de, ne vardı ki bu soruda? Belli mi olurdu onunla ilgili bir şey öğrenmek için heveslendiğim? Hevesimi Zerrin Çetiner'in bilmesi çizgiyi aşmak mı olurdu?
"Benim yaşım küçük tabii onlardan ama çok eski tanırım anneni," dedi, sanki içimden geçenleri duymuş gibi. "Çok erken gitti..."
Kaşlarım çatıldı. Gitmişti evet ama ülkeyi terk eden birinin ardından böyle denmezdi. Denir miydi? Belki de Zerrin Hanım'ın kendi dilinde bu artık görüşemediği insanlar için geçerliydi.
"Nesrinciğimle ne iyi arkadaşlardı."
Derin bir nefes aldım. Evet Zerrin Hanım, dünya bir toz bulutuydu...
"Ne çok talihsizlik yaşandı."
Talihsizlik? Babamla evlenmesi, evet, hayatındaki en büyük talihsizlik buydu.
"Neyse şimdi kapatalım bu konuları, tadımız kaçmasın. Evlilik kutlaması falan derken, eskileri yâd edesim geldi."
"Neden erken gitti dediniz?"
Zerrin Çetiner ne dediğini yeni fark etmiş gibi yaparak ama gerçekten yaparak sahte bir şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
"Terk etti bizi anlamında. Erken bırakıp gitti, onun kadar inatçı bir kadın durup savaşırdı. Bak sana, nasıl kendi çıkarlarını koruyorsun."
Gözlerimi kısıp bir süre bekledim. Susmayacaktı, biliyordum. Beklersem sessizliği örtmek için konuşmaya devam edecekti. Konuşursa duymak istediklerimi söyleyebilirdi.
"Ben hiç inanamadım ama öylece çekip gitmesine. Kaç yaşındaydın sen, küçüktün çok. Ne acı. Annen gitmeseydi abinin başına gelenler yaşanır mıydı hiç?"
Yaşanmaz mıydı? Kirpiklerimi kırpıştırdım ve kontrolü tamamen Zerrin Çetiner'e bıraktım. Kazdığı zemin bizi nereye götürecekti merak ediyordum. O canımı yakmak için konuşuyordu, onun gözünde Görkem'e layık değildim. Onun gözünde bir Taşkıran olmaya layık hiç değildim. Onun gözünde sonum ya abiminki ile eş olmalıydı ya da anneminkiyle.
Zerrin Hanım benimle bir soğuk savaş yürütüyordu ama bilmiyordu ben savaşları da süresiz günlerin birinde bırakmıştım.
"Yakın mıydınız?"
Kendime engel olamamıştım. Görkem yakınlarda olsaydı hamlemi açık etmemi onaylamazdı. Ben onun kadar iyi bir satranç oyuncusu değildim. Zaten satranç da sevmezdim.
"Çok," dedi abartıyla. Belli ki değillerdi. "Babanla da çok yakındık. Eskiden bizim yemek masalarımız sabahlara kadar toplanmazdı. Ne sohbetler ne sohbetler. Sonra herkes iş telaşına kapıldı, çocuk büyütmeye daldı. İhmal ettik birbirimizi."
Başımı hızla salladım. Devam etsin istiyordum. Anlıyorum Zerrin Hanım siz de gençken hayatın tadını dostlarınızda çıkartıyordunuz. Evet, sonra?
"Önce anneciğin gitti. Artık her nereye gittiyse... Ne iz bulundu ne ses seda geldi. Sonra işte sizler büyüdünüz. Toplandı gitti o sofralar."
Zerrin Çetiner bana sevecen olduğunu umduğu bir gülümsemeyle uzandı ve omzuma dokundu.
"Seni anlıyorum," dedi, gözlerimin içine bakarak. "Ben de bu kurtlar sofrasında bir başıma kalsaydım ben de yanıma Görkem'i seçerdim."
Ben seçmezdim. Kurtlar sofrasında da kalmazdım. Seçeneğim olsaydı yapmazdım. Oyun arkadaşımı da alır kaçardım.
"Onca kayıptan sonra sırtını yaslayacak biri olmalıydı, bu Görkem olduğu için çok şanslısın."
Yanaklarımı yukarı doğru çekip ona hak veriyormuş gibi gülümsedim.
"Ben seni daha fazla tutmayayım," dedi bu gecenin en mantıklı cümlesini kurarak. "Perşembe görüşeceğiz nasıl olsa?"
Perşembe?
Kaşlarım çatıldığında abartılı bir gülümsemeyle yanımdan ayrıldı.
Perşembe neden görüşecektik? Bugün pazartesiydi. Üç gün sonra görüşmemiz için nasıl bir neden olacaktı?
Dalgın gözlerim çimlerin üzerindeyken Görkem ve Göktuğ yanıma yaklaştı. "Yine ne diyor Zerrin kurusu?"
Göktuğ'u pas geçtim ve doğrudan Görkem'e baktım. Görkem bir aksilik olduğunu sezmiş gibi koluma uzandı. Kolumu tuttuğunda yavaşça üzerime doğru eğilerek gözlerimin içine baktı.
"Sorun ne?"
Bal rengi gözlerinin çevresindeki yeşil harelere odaklanmış öylece duruyordum. "Atlas," dedi endişelendiğini belli eden bir tonlamayla. "Ne söyledi sana?"
"Perşembe görüşürüz."
Görkem'in kaşları havalandı. Anlamıştı. O anlamıştı ama ben hala anlamamıştım.
"Perşembe Zerrin Çetiner ile mi görüşeceğim?"
"Toplantıdan bahsediyor," dedi basitçe.
Toplantı?
Perşembe?
Masa!
Pars'ın başında olduğu masa...
Pars'ın taç takıp kral olduğu masa...
Görüşüm dağıldı. Görkem artık eskisi kadar net değildi. Zemin kayıyordu. Yutkunmaya çalıştım. Kafamın içinde aynı cümleler birbirini tekrarladı.
Masa... Pars... Toplantı...
"Atlas?"
Pars... Taç... Masa...
"Atlas!"
Perşembe... Masa... Pars!
Bir yere tutunmaya çalıştım. Elim boşlukta sallandı. Tutunacak bir yer aradım. Yoktu.
Bir elim boğazıma uzandı. Nefes alamıyordum.
Boğazım tıkanmıştı. Öksürmeye çalıştım. Nefesim kesiliyordu.
"Atlas," dedi Görkem bir kez daha. "Göktuğ su getir!" Bir kere daha öksürmeye çalıştım. Boğuluyor muydum? "Göktuğ!"
Görkem beni tuttu ya da Göktuğ. İkisinden biri boşlukta sallanan elimi de tuttu.
Nefes... Nefes alamıyordum.
"Atlas!"
Göktuğ adımı seslendi ya da Görkem. Sesleri ayırt edemiyordum.
"Eve," dedi ikisinden biri. "İnanç doktoru ara."
Eve doğru yürüyor muydum, sürükleniyor muydum, beni tutup kaldırmışlar mıydı bilmiyordum. Gözlerim karardı. Bayılacak mıydım?
O sonbahardan önce olsa bayılmam derdim. Daha önce hiç bayılmamıştım. Süresiz günler bunu da katmıştı deneyimlerime.
Biri beni parçalara ayrılmamam için sımsıkı tutarak bir yere oturttu. Başka biri ise tam önümde eğilerek bana "Nefes al," diyordu. "Benim gibi, bak böyle, yavaş yavaş..."
Yapamıyordum. Onun nasıl yaptığına da odaklanmıyordum. Işıklar birbirinin içine karışıyordu, renkler karmakarışıktı ve biri, biri boğazımı sıkıyordu.
Boynumu saran elim kucağıma düştü. Görkem'in bağıran sesini duydum.
"İnanç doktor nerede?"
"Aradım. Geliyor."
İnanç'ın sesini ayırt edebilmiştim. Işık hala net değildi ama sesler az da olsa belirginleşti.
"Helikopter," dedi Göktuğ. "Helikopter ile hastaneye götürelim."
"Kriz geçiriyor," dedi Görkem. "Basınç daha kötü etkiler. Nefesi düzene girmeden olmaz."
"Bembeyaz oldu yüzü. Ellerine baksana buz gibi... Bir şey yap o zaman! Doktoru çabuk getirsinler."
"İnanç!"
"Hallediyorum."
"Atlas..." dedi Görkem. "Güvendesin. Evdesin. İçinden tekrarla. Güvendeyim, de."
Güvendeyim. Güvendeyim. Güvendeyim.
Görkem omuzlarıma bir ceket bıraktı. Muhtemelen takımının ceketiydi. Omuzlarımı iki yandan tuttu ve "Buradayım," dedi. "Korkma, ben buradayım."
Gözlerimi sıkıca kapattım. Nefesime odaklanmaya çalıştım. Yapabilirdim, sakince nefes alabilirdim.
"Odaklan," dedi Görkem sakince. "Sadece odaklan."
Görkem beni telkin ederken kirpiklerim aralandı. Göktuğ doğrudan bana bakıyordu. Göz hizama geldi ve ellerimi tuttu. Derin bir nefes aldı ve biraz tutup verdi. "Bunu yapabilir misin?" Tekrar nefes aldı, tuttu ve verdi. "Benimle dene hadi.
"Bade nerede?" diye sordu Görkem.
"Bilmiyorum," dedi Göktuğ. "Gitmiş olabilir."
"Burada mı hala bakacağım. Atlas'ın yanından ayrılma."
Görkem odadan çıktığında Göktuğ ellerimi bırakıp bir şey uğraştı ama o sırada gözlerim kayıp duran zemindeydi. Neden sabit durmuyordu?
Birkaç saniye sonra bir şarkı çalmaya başladı. Sesi duyuyordum ama anlamlandıramıyordum. Bir süre sonra notalar netleşti. Göktuğ'un uykuya dalmaya zorlandığı zamanlarda çaldığı bir klasik müzikti.
Göktuğ yeniden ellerimi tuttu ve küçük bir çocuğu telkin edercesine başını eğerek gözleriyle nefesine dikkat etmemi işaret etti. Yavaşça nefes alıp veriyor ve benim de aynısını yapmamı istiyordu.
Müziğe dikkatimi veremiyor olsam da biraz olsun nefesimin sakinleştiğini hissediyordum. Göktuğ'un nefes alıp verişini taklit ederken içeri birileri girdi.
Önce İnanç gelip Göktuğ'u karşımdan çekti hemen sonra doktor yanıma geldi. Bakışlarım Göktuğ'un bal rengi gözlerindeydi. "İyisin," dedi dudağını kıpırdatarak.
Doktor beni hızlıca kontrol etmiş, direktifleri ise Görkem'e vermişti. Stres yapmış olabilirdim, korkmuş olabilirdim, bastırdığım bir duyguyla yüzleşmiş olabilirdim. Doktor hızla nedenleri sıralarken Göktuğ telefonu aldı ve biten şarkıyı yeniden başlattı.
Doktorun yanında biri daha vardı. Kimdi bilmiyordum. Doktorun da kim olduğunu bilmiyordum. Daha önce görmemiştim. Doktorun yanındaki kadın yanıma yaklaştı. Belki o da doktordu, belki de hemşireydi.
İnanç "Geçecek," dedi. "Hep geçti. Nefes al sadece."
Zorlukla da olsa nefes aldım.
Kolumu tuttu biri, kendine doğru çekti. Bir süre dirseğimin içine dokunup uğraştılar. İğne ucunun battığını hissettim. Minicik bir sızı yayıldı koluma. Gözlerimi kapattım.
"Bitecek şimdi," dedi Göktuğ. "Bitti bile, tamam."
Biri hemen yanımda biraz daha bir şeylerle uğraştı. Gözlerim boşlukta savrulup sağ tarafıma döndü.
"Şimdi rahatlayacaksınız," dedi doktorun yanındaki kadın.
Doktor ile İnanç birlikte çıktıklarında Görkem yeniden yanıma yaklaştı.
"Normale dönüyor," dedi Göktuğ.
Dönüyor muydum?
"Atlas..."
Görüşüm netleştiğinde Görkem'e baktım.
"Ben gelmem," dedim, ayağa kalkmaya çalışarak. "Ben o toplantıya gelmem."
Görkem doktora baktığında ikisi birden dışarı çıkmıştı. İnanç giden kişilerin ardından odadan çıktı. Muhtemelen yapılması gereken herhangi bir şey daha var mı diye soracaktı.
"Ben," dedim zorlukla. "Ben o masaya oturmam."
"Masa mı? Ne masası? Abi?"
Görkem, Göktuğ'u sessiz olması için uyardı.
"Atlas..." dedi Görkem, sakince. "Gel... Biraz şöyle otur."
Başımı hızla iki yana salladım.
"Ben o masaya oturmam!"
"Tamam, oturmazsın. Abi oturmazsın desene!"
"Göktuğ bize izin verir misin?"
"Vermem," diye çıkıştı Göktuğ. "Bayılacaktı neredeyse, halini görmedin mi?"
"Göktuğ!"
"Hiç ses tellerini yorma abiciğim. Çıkmayacağım evden dışarı."
Görkem sakince bana döndü ve gözlerini gözlerime odaklayarak güvende olduğumu fısıldadı.
"Sadece bir formalite, bunu sen dinlendikten sonra konuşalım. Panikleyecek bir durum olmadığını göreceksin."
Ellerim titremeye başladı. Parmaklarımı kıvırıp ellerimi yumruk yaptım. Titremesinler istiyordum. Nefret ediyordum titremelerinden.
"Yapamam," diye fısıldadım. "Görkem benden bunu isteme."
"Yapabilirsin," dedi Görkem.
Yapmalısın değil, yapacaksın hiç değil. Yapabilirsin.
Yapamazdım.
Sandığı kadar güçlü değildim.
Başımı iki yana salladım. Ellerimi daha güçlü sıktım ve Göktuğ'a baktım. Beni buradan çıkarırdı. Daha önce defalarca yapmıştı. Yine yapardı. Göktuğ beni kendi kafamın içinden bile çıkarırdı.
"Göktuğ..."
Fısıldadığımda Görkem kaşlarını kaldırdı. Zayıflığımı gördüğünü ve bunu kabul etmediğini belirtiyordu. Bu gece değildi. Bu gece yeterince direnmiştim. Yarın yeniden güçlü olurdum ama bu gece karanlığın üzerime çökmesine çok az kalmıştı.
"Yatıp dinlenmesi gerekiyor. Ben ilgilenirim," dedi Göktuğ abisine, merak etmemesini söyleyen eden bir sesle.
Göktuğ kolunu omzuma sarıp beni asansöre yönlendirdi. Asansöre binip en üst kata çıktığımızda doğrudan katın en sonundaki yatak odasına ilerledi. Burası benim odamdı. Pek bana benzemiyordu. Yani, eski bana. Yeni bana benziyordu galiba, emin değildim. Göktuğ her şeyin trend olduğunu söyleye söyleye dizmişti.
Odaya girdiğimizde yatağın ortasına kıvrılıp dizlerimi kendime çektim.
"Işık," dedim. "Kapat."
Göktuğ odaya girdiğimiz an yaktığı ışığı kapattı ve işte oldu, karanlık üzerime çöktü.
Dudaklarımdan bir hıçkırık koptuğunda dişlerimi etime geçirdim. Yumruk yaptığım ellerimin avuçlarına tırnaklarım batıyordu. Nefesim hala düzensizdi. Hıçkırıklarım büyüdükçe daha da düzensizleşti. Göktuğ bir süre sadece yanımda oturdu ve sırtımı ovarak rahatça ağlamamı bekledi.
Bir süre sonra, hıçkırmaktan nefes alamadığım anda yerinden kalktı.
"Doktoru çağıracağım," dedi. "İşe yaramadı yaptığı iğne, gelsin sana bir sakinleştirici daha yapsın."
Hızla doğrulup bileğini tuttum. "Hayır," dedim zorlukla. "Bırak bitene kadar ağ-" Hıçkırığım konuşmamı böldüğünde yatağa yeniden kıvrıldım.
"Onu gördün diye oldu," dedi Göktuğ üzülerek. "Biliyordum böyle olacağını. Gelmeseydik keşke. Hep benim yüzümden."
Onun yüzünden değildi. Gelmek zorundaydık artık. Her şey kontrolden çıkmıştı, gelmeseydik asıl kıyamet şimdi kopacaktı. Pars çok yaklaşmıştı. Süresiz günlerin geçtiği yeri bulmuştu. Daha fazlasını bulmasına ise çok az kalmıştı. Bulduğunda savaş çıkaracaktı. Savaş çıkmasın diye bugün dönmüştük. 13'ünü ben seçmiştim çünkü Pars'tan bir düşman yaratırken tüm kozları kullanmalıydım. Değişen bir şey olmayacaktı. Ha bir gün sonra ha bir gün önce...
Islak toprak rengi gözler giderek bir yabancıya dönüşecekti. Önce bir yabancıya sonra bir düşmana... Bunu önleyebilecek gücüm yoktu.
Kimse yapmasın diye ben yaptım. Kimse öldürmesin diye ben öldürdüm. Dolu silahı ben ateşledim. Geri dönüşü olmayan o yola bizi ben soktum.
Nefesim kesilmiş çok mu? Ben oyun arkadaşımı kendi ellerimle oyundan attım. Asıl ihanet buydu. Kimse duymuyordu ama çığlık atıyordum. Kimse görmüyordu ama parçalara ayrılıyordum. Kimse bilmiyordu ama asıl kaybeden bendim.
"Benden nefret edecek," dedim, kelimeler hıçkırıklarıma karışırken. "Her şeyi unutacak, hepsini. Geçirdiğimiz yaz görünümlü sonbaharı unutacak. Şarkıları unutacak. Uzun yolları unutacak, uzak ülkelerin hayallerini..."
Boğulurcasına ağlamaya başladığımda kelimeleri yuttum.
"Beni unutacak."
"Sanmıyorum," dedi sessizce. "Unutacak birine benzemiyor. Daha çok..."
Burnumu çektiğimde bana dönüp baktı.
"Daha çok intikam alacak birine benziyor."
Burnumu bir kere daha çekerken başımı salladım.
"Sana inandıysa... Söz gelimi inandı diyelim, işte o zaman siyah kuşağını takıp gelir."
"Gelmesin... Almasın intikam falan da. Dursun işte orada, benden uza-"
Göktuğ kalkıp odanın penceresini açtı.
"Zar zor nefes alıyorsun, biraz hava girsin."
Elimin altındaki örtüyü avuçlayıp sıktım. Dişlerimi birbirine bastırıp ağlamamı bastırmaya çalışıyordum ama olmuyordu.
"Sıkma kendini, tıkanacaksın."
"Küçükken ondan nefret ediyordum," dedim, görüşümü yok eden gözyaşlarımı silmeye çalışırken. "Her hareketine sinir oluyordum."
"Etmiyordun Atlas," dedi o anları biliyormuş gibi. "Nefret ettiğini sanmak bağlanma korkuna iyi geliyordu, o kadar."
"Nefret ediyordum," dedim bastırarak. Özlediğim için öfkelendiğim anlarda bile bunu inanıyordum. "Sen bilmiyorsun, küçükken çok gıcıktı."
"Sen de dünya tatlısı değildin."
Yatakta zorlukla doğrulup ona döndüm. Duvara sırtını yaslamış kollarını göğsünde başlamış imayla bana bakıyordu.
"Sen nereden bileceksin?"
Başını iki yana salladı.
"Aşka inanmıyorum diye gördüğümü anlamıyor değilim."
"Ne gördün?"
"Abisinin arkadaşına hayran bir kız çocuğu."
"Arkadaş değillerdi ki?"
Ağlamam durmuştu, nefes alışlarım biraz öncesine göre düzelmişti. Doğrulup yatağın ortasına oturdum ve yüzümdeki gözyaşı izlerini sildim.
"Çocukken?"
Omuz silktim. "Aile dostlarının çocukları gibi düşün," dedim. "Mecburen bir aradalardı."
"Hiç sevmiyorlardı yani birbirlerini."
"Bilmem, belki biraz. Pars birkaç kez abime yardım etmişti. Aras da hep Pars'tan iğnelemeyle bahsederdi ama içten içe severdi herhalde. Eskiden arkadaşın olan birine değer vermek gibi sevmek."
"Niye anlaşamıyorlardı peki?"
"Bilmem..." dedim dudak bükerken. "İkisi de sivri karakterler ve ilgi alanları çok farklı."
"Ortak bir ilgi alanları varmış..."
Beni işaret ettiğinde omuz silktim.
"Ortak zamanlarda değildi," dedim. "Pars bana geldiğinde artık Aras yoktu."
"Sanmıyorum," dedi Göktuğ. "Bence baktığın yer örtülü. Kendini baskılıyorsun. Neyi görmek istemiyorsun?"
Bilmem, dercesine baktım ona. Bilmiyordum gerçekten.
"Birbirimize değer vermiyorduk demiyorum, özeldik hep..." Bir an için yeniden ağlayacağımı hissettim ama hemen sonra gülümseyerek gözyaşlarımı bastırdım. "Pars benim için o ihtimaldi, ben de onun için. Ama o kadar. Ben geri dönmeseydim o bana gelmezdi."
"Geri dönmene engel olan neydi?"
Yeniden bilmiyorum dedim bakışlarımla.
"Yapabileceğine inanıyor musun?"
"Görkem inanıyor," dedim. "Pars'ı hayatta tutmak için öldürme planına tüm ironisine rağmen inanıyor."
Yavaşça iç çektim. Gözyaşlarım durunca yorgun düşmüş olmalıydım ya da iğnenin etkisiydi. Omuzlarım ağırlaştı.
"Abim teknik düşünüyor," dedi Göktuğ, bir gerçeği ortaya serercesine. "Sadece bir kere karşı karşıya geldiniz ve konu sakinleştirici iğneye geldi. Dayanabilecek misin?"
"Dayanamayacaksam ne yapacaksın? Evin tepesine helikopter indirip beni kaçıracak mısın?"
"Kırmızı buton benim," dedi kendinden emin bir tavırla. "Gerekli anda bas ve gör olacakları."
"İmdat, de diyorsun?"
"İmdat imdat!" dedi Göktuğ, kasvetli havayı dağıtmaya çalışarak göz kıptığında.
Yaptığı muzipliğe gözlerimi devirdiğimde, gülmüştü. Yatak örtüsünü çekiştirerek yatağın içine girdim.
"Ben şimdi uyuyacağım," dedim Göktuğ'a. "Bu gece çizgilerden taştım ama halledeceğim. Yarın yeni bir gün yeni bir ben. After partin için üzgünüm."
Göktuğ odadan çıkmadan önce üzerimi örttü. Ayak sesleri giderek uzaklaştığında uykunun içine doğru yavaşça çekildim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro