Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 52 • Gök Devrildi Çoktan



13 Mart 2022, SORRENTO

Atlas uyan.

Dünya değil, gök kubbe taşıdığın!

Kirpiklerim aralandığında uçsuz bucaksız gökyüzüydü gördüğüm. Çimlerin ve ıslak toprağın tenimde bıraktığı rahatlama hissi yerini yakıcı güneşe bıraktı. Mavinin en canlı tonundaki gökyüzünün altında, boylu boyunca yatarken gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp ayılmaya çalıştım.

Bahçenin ortasında, güneşin ve işte uçsuz bucaksız mavi gökyüzünün altında uzanırken birkaç metre gerideki evin içindeki konuşmaları duyabiliyordum.

"Atlas uyan!"

Bakışlarım, gözlerimden daha canlı, daha parlak ve daha huzurlu görünen mavilerde takılı kalmıştı. Bulutsuz gökyüzü tüm parlaklığı ile üzerime örtülürken, ıslak çimlerden kalkmak istemiyordum.

"Krep mi, pankek mi?"

Aldığım nefes göğsümü şişirirken zorlukla yutkundum. Boğazım kurumuştu.

Su, diye düşündüm. İkisi de değil. Su.

"Atlas hadi! Sörfte seni mağlup etmemden korkuyorsan eğer..." Durdu ve tam beklediğim gibi sesini dublaj tonuna getirdi. "Kaçabilirsin ama saklanamazsın."

Yanılıyordu. Saklanabilirdim.

Saklanmıştım da her gece kâbuslarıma konuk olan birileri tarafından. Uzun sakallı, ekşi kokulu, korkunç adamlar tarafından.

Kokuyu duyuyordu. Burnumun ucundaydı hala. Sıcaklık tenimi yakıyordu. Giysilerin kumaşının yapış yapış hissi üzerimdeydi. Gözlerimi daha büyük açtım. Göğsümü şişirip güçlü bir nefes almaya çalıştım.

Aklımın odağını yitirmemek için gökyüzüne baktım. Bu başka bir gökyüzüydü. Akdeniz kıyısına ait bir gökyüzü... Orada değildim. Kurtulmuştum!

Yine de hala saklanıyordum. Tek farkla, bu kez örtüleri çeken bendim.

Hafızama dolan görüntülerin üzerimde yarattığı korkunç hisle irkildiğimde, Görkem'in uyarı dolu sesini duydum.

"Göktuğ!" diye bağırdı.

Bir nefes daha alıp avuçlarımı ıslak çimlere yasladım. Şortumun ve tişörtümün ıslaklığına bakılırsa uyuduğum zaman zarfında fıskiyeler çalışmış ve sadece çimleri değil, beni de ıslatmıştı.

Gözlerimi kapatıp kendime üç saniye verdim ve kendi kendime tekrarladım.

Güvendeyim. Güvendeyim. Güvendeyim.

İçimin kasvetine tezat şekilde yerden kalktığımda birkaç metre ötemde, havuzun hemen başına yerleştirilmiş kahvaltı masasında oturan ikiliye gülümsedim. Göktuğ, yarın kıtlık çıkacakmış gibi iştahla greyfurt ve yulaf ile doldurduğu yoğurdunu yerken, Görkem elindeki tabletten ucu paraya dokunan bir şeyler okuyordu.

"Pankek," diye cevapladım sorusunu masaya yaklaşırken.

Ben oturmadan hemen önce Göktuğ eve dönerek, içeri seslendi.

Görkem ve Göktuğ'un tam ortasında kalan, beyaz sandalyeye oturduğum sırada çalışanlardan biri elinde pankek dolu tabakla gelmiş, tabağı bana en yakın yere bırakmış ve anında önümdeki İngiliz porseleni demliğe uzanmıştı. Yüzümde beliren alaylı gülümseme tam aksini yapması gerektiğini fısıldasa da bundan hiç tereddüt etmeden aynı takımın fincanına çayı doldurmuştu.

Dudaklarımı aralamama gerek kalmadan Göktuğ kadına, kadının kendi dilinde, yani İtalyanca birkaç cümle kurmuş ve kadın anında önümdeki fincana uzanarak çayı benden uzaklaştırmıştı.

Çay sevmezdim. Muhtemelen Göktuğ'un kurduğu cümle bundan daha netti çünkü artık ne sevip ne sevmediğim benim için pek net değildi. Yarın sabah uyandığımda canım demliklerce çay içmek isteyebilirdi. Belki de hiç sevmediğim halde sabahları kahve içmeye başlardım. Görkem'in yaptığı gibi... Uykusundan "kahve" diyerek uyandığına şüphem yoktu.

Göktuğ pankek tabağını önüme itip üzerine şurup döktükten sonra masadaki tüm orman meyvelerini tabağıma aktardı.

"Ye de gidelim."

Bakışlarım ona çevrildiğinde bal rengi gözleri rekabetçi parıltılar barındırıyordu. Göktuğ için hayatın yüzde doksan sekizi skor tabelasından ibaretti. Dün gece Capri'deki kulüpte gözüne kestirdiği Macar futbolcuyla barın tuvaletinde sevişinceye kadar üç saat boyunca uğraşmış ve adamın üzerinde bütün flört taktiklerini denemişti. Görkem birkaç saat önce Göktuğ'un Sanremo sınırları içinde bulunan en tekinsiz barda seviştiğini bilse, muhtemelen onu kahvaltı masasına oturmadan önce en yakın tam teşekkürlü hastaneye götürüp kontrol ettirirdi. Neyse ki Göktuğ, hijyen konusunda olmasa da hastalık kapmama konusunda gerekli önlemleri alıyordu.

Kahvaltı masası gölgede kalıyor olmasına rağmen, güneş gözlerimi rahatsız ediyordu. Gözlerimi kısıp arkama yaslandığımda Göktuğ masadan kalkmadan öne doğru eğilerek Görkem'in masada duran gözlüğüne uzandı. Yerine oturmadan önce gözlüğü kulaklarımın üzerine geçirdiğinde ona yardımcı oldum ve hayatta en nefret ettiği bilmem kaç şey listesindeki bilmem kaçıncı maddeyi gerçekleştirerek, ona samimiyetsiz bir gülüş sundum.

"98."

Gözlüğü burnumun üzerine indirirken "Gün daha yeni başladı," dedim. "İlk puan ne zaman gitti?"

İkinciyi samimiyetsiz gülüşten kırmıştı ama ilki?

"Çimlerde yatarken."

Yüzümü buruşturdum. "Neden?"

Kaşığını yoğurda daldırıp "Bana cevap vermedin," dedi.

İşaret parmağımın ucuyla gözlüğü yeniden burnumun üstüne ittim ve abartı bir şekilde ofladım. Arkama yaslanıp kollarımı yere sarkıttığımda sandalyede kaymış ve yatar pozisyon almıştım.

Göktuğ yoğurdunu yemeğe devam ederken Instagram'da geziyor ve bunu her zamanki gibi kulaklıksız yapıyordu. Benim için sorun değildi ama Görkem'in sabrı üç story kadardı.

"Atlas," dedi Görkem.

Göktuğ abisinin ağzından çıkan ilk kelimenin benim adım olmasına şaşırdığından bir an duraksadı. Onun da umursama rekoru üç saniye olduğundan bir sonraki storye geçtiği sırada yüzü başka bir duyguyla çerçevelenmişti.

Yerimde doğrulmadan bakışlarımı Görkem'e çevirdim.

"Ajandandaki yapılacakların en azından üçünü halledebilir misin?"

"Sörfe gideceğiz," dedi Göktuğ benim konuşmama fırsat vermeden. "Yapamaz!"

Görkem kardeşini uyarmaya yeltenmemişti bile.

"En azından," dedi sabırla. "Kontrole git."

"Dört yüz kilometreye yakın yol mu gidecek hastane için?"

Görkem gözlerini Göktuğ'a çevirdi ve sadece baktı.

"Gidince baktırırız," dedim.

İstanbul'a döndüğümüzde hastaneye gidebilirdim. Acelesi yoktu. Yani, en azından benim için. Görkem elbette böyle düşünmüyor, her eylemin gerektiği tarihte yapılması konusunda ısrarcı oluyordu.

"Bence de," dedi Göktuğ. "Yarın Atlas da gelsin. Buradan Milano'ya gitmektense İstanbul'a gideriz."

"Hesaplama yeteneğin göz dolduruyor," dedi Görkem, kardeşine bakarken.

Göktuğ'a döndüm. "99?"

Göktuğ omzunu silkti. Abisi hep 100'dü. Ne yaparsa yapsın, ne derse desin onun gün içi puanı asla eksilmezdi.

Gün içi puanı, Göktuğ'un hayatının neredeyse tümünü kapsayan skor tabelasının bir dışavurumuydu. Puan sistemi ise fazla keyfiydi. Ne zaman neyden puan kıracağı asla belli olmuyordu ve olumlu anlar puanlamaya eklenmiyordu. Çok nadiren birkaç puan arttırdığım olmuştu. Dünü 43 ile bitirmiştim ve bir noktada Göktuğ benimle küsecek sanmıştım. Puan sistemini çözmek çok zordu bazen asla kızmayacağını ya da kırılmayacağını düşündüğüm eylemlerden bile puan kırıyordu. Neyse ki dün gece Macar futbolcu odağını benden çekmişti de günü bana küsmeden kapatabilmişti.

"100," dedi Göktuğ, itiraz kabul etmeyen bir sesle. "Abim hep 100."

Görkem'in yüzünde belli belirsiz bir gurur gülümsemesi belirdiğinde başımı iki yana salladım. Taşkıranlar ile uğraşılmazdı.

"Yarın gelemem," dedim, Görkem'e. "Yakında döneceğiz zaten. Ne acelesi var?"

Göktuğ bana gözlerini kısarak baktığında "Ne?" diye sordum.

"Hiç," dedi hemen sonra. "Dönmekten korktuğunu düşünüyorum sadece."

Göktuğ ile ilgili en kolay alıştığım özellik ise buydu. Aklından geçeni aklından geçtiği an söylüyordu. Cümleleri süslemekle, yumuşatmakla, karşı tarafın duygusal durumuna göre ayarlamakla uğraşmazdı. Düz ve yalın bir şekilde düşüncesini, tam anlamıyla pat diye söylerdi.

"Korkmuyorum," dedim.

Korktuğum dönmek değildi. Döndüğümde yaratacağım yıkımdı.

Göktuğ biraz bile ikna olmamış olsa da uzatmak yerine portakal suyu ile dolu bardağını başına dikmekle yetindi.

Boşalan bardağı masaya bıraktıktan sonra "Abi," dedi, yeniden tabletine dönen Görkem'e bakarak. "Ben iki günden uzun kalamam." Görkem tepki vermediğinde konuşmaya devam etti. "Atlas bensiz sıkılır."

Masanın altından ayağımı dürttüğünde arkama yaslandım ve bakışlarımı bal rengi gözlerine diktim. Bana ona destek olmamı haykırırcasına bakıyordu. Kollarımı göğsümde bağladığımda gözlerini kocaman açarak sessiz ısrarını kuvvetlendirdi.

"Çok sıkılır. Burada yapacak bir şeyi yok. Gerçi burada kimin yapacak bir şeyi var? İtalya'nın en ıssız kıyısındayız. Bahçeye bak limon ağacı dolu."

Göktuğ birkaç saniye durup ona destek olmamı bekledi. Beklentisi gerçekleşmediğinde konuşmaya devam etti.

"Atlas da söylemiyor ama benimle aynı fikirde. Geçen gün sıkıntıdan 3 saat deniz kabuğu aradı. Bu arayış bitsin diye yardım ettim, benim bulduklarımın hiçbirini beğenmedi. Yani abiciğim, her an sıkıntıdan balıklarla arkadaş olabilir."

Görkem gözlerini tabletten kaldırıp Göktuğ'a üç saniye kadar bakıp yeniden okuduğu sayfaya döndü. Göktuğ'un bakışları ise bana çevrildi ve bir kez daha destek istedi. Onun aksine ben bu durumdan memnundum. Sessizlik aklımı toplamama yardım ediyordu. Aklımdaki düşünceler etrafımı sarıp büyük bir kaosa dönüştüğünde ise Göktuğ beni kafamın içinden daha kalabalık bir partiye götürüyor ve orada her şeyi olmasa da düşünmeyi unutana kadar içebiliyordum. Sarhoş olma eşiğim hala fazlasıyla yüksekti ama işte her sınırın bir aşımı vardı. Ben bu sıralar o aşımı zorluyordum, kapıyı yıktım yıkacaktım.

Buradaki en büyük eğlencem ise Göktuğ'du. Aslına bakılırsa artık tek eğlencem Göktuğ'du. Gösterdiğinden daha zeki olmasına şaşırmamıştım, gösterdiğinden daha derin olması ise gerçekten şaşırtıcıydı. Sustuğum anları çözümlemekte iyiydi ve susmaya ihtiyacım olduğu anlarda benimle susmak konusunda. Tabii, bu onun gibi geveze biri için çok uzun süreli olmuyordu. En iyi olduğu konu ise kesinlikle şeytanlarımı kovmaktı. Göktuğ kuşatılan zihnimin kapısında nöbet tutuyor, ne içeri iblislerin sızmasına izin veriyordu ne de benim esir düşmeme. Garip bir şekilde bunu sadece o yapabiliyordu. Kendince yöntemleri vardı ki bu da şaşırtıcıydı, üzerimde işe yarıyordu.

"Aslında," dedim, Göktuğ'u biraz kıvrandırmak için. "Ben böyle iyiyim."

Göktuğ bana tek seferde 20 puan silmiş gibi baktığında gülmemek için dudağımın içini ısırmak zorunda kaldım.

"Gelmek istemediğine emin misin?" diye soru Görkem.

Erken olduğunu en az benim kadar iyi biliyordu, yine de kararı ben veriyormuşum gibi hissettirme fırsatını da kaçırmıyordu. Bana seçmeyeceğimden emin olduğu bir seçenek sunarsa özgürlüğümü ellerimde tutuyormuşum gibi hissedeceğimden emindi. Görkem iyi bir oyun kurucuydu ama işte bizim onunla oynadığımız oyunların türü çok farklıydı. Benim oyunlarımın sonu felaketle sonuçlansa da çıkış noktaları hep eğlenceliydi. Görkem'in oyunları ise çıkar odaklıydı ve hep mantık sınırları içinde var oluyordu.

Tenine değen kumaşlar gibi oyunları da nizamiydi. Kırışıklıklara, dağınıklıklara ve işte kuralsızlıklara karşıydı. Darmadağınık halimle, tüm çizgilerden taşan boyalarımla, kendi koyduklarım dâhil tüm kuralları itina ile yıkışımla yanında karmakarışık bir düğüm gibi duruyordum.

Başka bir hayatta ait olduğum kırmızı iplerle örülü kördüğüm gibi.

Bakışlarımı Görkem'e çevirdim, bal rengi gözlerini çevreleyen yeşil harelere odaklandım ve sızıntısız bir gülümsemeyle "Eminim" dedim.

Gülüşüm artık çatlaklarından sızmıyordu. O da kalbim gibi katı hale gelmiş, bakanın şüphe duymayacağı kadar güçlenmişti.

"On günden önce dönmem mümkün değil. "

Başımı hızlıca salladım. Bu lütfen iş hakkında konuşma, deme şeklimdi. Anlamış olacak ki "Göktuğ iki güne gelir," diye eklemekle yetindi.

Göktuğ abartılı bir nefes vererek zaferini kutladı. Ona gülmeyi pas geçerek bakışlarımı Görkem'in üzerinde tuttum.

"Kendime bir uğraş bulurum, beni merak etme."

Görkem beni başıyla onaylamış ve tabletini kapatarak masadan kalkmıştı. "Uçak 4'te hazır olacak," dedi, ikimize de bildirmek istercesine. "Hazırlığını yap, son dakika aksaklığı çıkarma."

Göktuğ asker selamı eşliğinde "Yes sir!" dediğinde Görkem yine belli belirsiz tebessüm etmiş ve bakışlarını bana çevirerek son bir kez bakıp yanımızdan ayrılmıştı.

Görkem uzaklaştığında Göktuğ gözlerini kısarak bana döndü. "Hain!"

Tabaktaki yaban mersini tanelerinden birini ağzıma attım ve onu duymamışım gibi yaparak arkama yaslandım. Bakışlarım limon ağaçlarının üzerinde geziniyordu.

"Arkadaşlarımı özledim demiyor muydun? Fırsatın varken gör işte," dedim.

İstanbul konusu uzamadan kapansın istiyordum ama yorum yapmazsam Göktuğ gerçekten ne hissettiğimi öğrenene kadar peşimi bırakmazdı.

"Özledim," dedi son heceyi olabildiğince uzatarak. "Bu seni burada tek bırakmaya gönlümün raz-"

Söylediğine gülmeye başladığımda susup bana öldürücü bakışlar atmaya başlamıştı. Masadan kalktı ve "67, Atlas Yarkın!" dedi.

"Yuh!" diye bağırdım arkasından. "Birden bu kadar çok puan eksiltemezsin. Göktuğ! Buraya gel!"

Göktuğ evin içine girip gözden kaybolduğunda yanaklarımı şişirip nefes verdim. Gönlünü almazsam bugün bana kesin küsecekti. Bana kırgın bir şekilde yola çıkmasını istemiyordum. Özellikle de İstanbul'a giderken. İki bin on dokuz, Haziran'dan beri orada sadece kötü şeyler oluyordu.

Göktuğ dönmek istemediğimi bildiğinden çoğu zaman İstanbul konusunu geçiştirirdi ama durum artık onun için de sıkıntılı bir hal almıştı. Kısa süreli gidiş dönüşler onun kadar özgür ruhlu birinin hareketlerini sınırlıyordu. Görkem ise sadece bana zaman tanıyordu. İstanbul hakkında hiçbir şey duymak istemediğimi biliyor ve buna çoğu zaman saygı duyuyordu. Gerekli anlarda ise beni bilgilendirmek zorunda olduğunu belirterek anlatıyordu. Tekrar tekrar söylediğine göre, beni elbette koruyabilirdi ama detayları bütünüyle bilirsem kendimi koruyabilirdim. Asıl hayati olan da buydu onun gözünde. Savunduğu gerekçe doğrultusunda üzerimde kötü etki bırakmayacak ölçüde bana işleyiş hakkında bilgi veriyor, hatta bana bu konuda öğretici oluyordu. Başka birçok konuda olduğu gibi... Görkem'in biraz çeşitli bir eğitim anlayışı vardı ve şanslıydı ki benim vaktim boldu.

Görkem geri döndüğümde yaşanacak her türlü psikolojik tahribata beni hazırlamaya çalışıyordu. Bunu gerçek bir özveriyle yapıyordu. Gören benden duygusal olarak bir savaşçı yaratmayı hedeflediğini düşünürdü. Ben düşünmüyordum, çoktan vazgeçmiştim savaşlardan.

Geriye ne kazanacağım bir savaş kalmıştı ne de kaybedeceğim.

Aynı savaşta iki kez kaybedemezsin.

Yine de Görkem'in programıma ekleyip durduğu maddeleri yerine getirmek günlerin geçmesini kolaylaştırıyordu. Deklanşöre basamadığıma göre, odağımı korumak için başka şeylerle ilgilenmeliydim. Aklımın iplerini tutmaktan başka çarem yoktu.

Görkem her şeyden önce gerçek bir satranç oyuncusuydu. Bir yerde sabit durup sessizce sembolleri oynatarak vakit geçirmek pek bana göre değildi. Yine de onunla sık sık satranç oynuyorduk. Satranç çok yönlü bakış açısı kazanmama neden oluyordu ve tabii aklımı karanlık düşüncelerden çekmek konusunda da iyiydi. Stratejik düşünmemi çeşitlendiriyordu. Eskiden olsa bunu gereksiz bulurdum. Savaşlardan vazgeçmiş birinin strateji bilmesine gerek olmadığını söylerdim ama işte öyle değildi. İçim çözülmeyi bekleyen kargaşalarla doluydu ve bazı noktaları çözmek aklımı sakinleştiriyordu.

Gözlerim eskisi gibi gerçeklere kapalı değildi. Yaşadığım onca şeyden sonra olamazdı. Bize zarar vermek isteyenler görünmez değildi, bize dokunamayacak kadar uzak bir yerde de değildi. Uzun zaman görmezden gelmiştim ama artık kabul ediyordum, bizi yok etmek isteyen birileri vardı ve en yakınımıza girmeyi başarmışlardı. Bunu kabullendikten sonra Görkem'in kendimi korumam için sunduğu tekliflerin hepsini kabul etmiş, olabildiğince kendimi vererek de eğitimlere dâhil olmuştum.

Görkem benimle şeffaf bir iletişim kuruyordu. Sadece bilmem gerekenleri değil, büyük resmi görebilmem için tüm detayları anlatıyordu. İşler hakkında, daha çok İstanbul hakkında bilmek istediklerim sınırlıydı. Yine de sorduğum soruların hepsine eksiksiz cevap verirdi, sormadığım takdirde ise bahsetmeden geçerdi. Öğrenmek istediğim ne varsa sansürsüz anlatmaktan geri durmazdı. Bu da Görkem ile ilgili en kolay alıştığım özellikti.

Yaşananlara, daha önce yaşanmış olanlara ve belki de yaşanacaklara farklı noktalardan bakmamı sağlıyordu. Bazı anlarda babamın neyi neden yaptığını çözdüğüm noktalar bile bulabiliyordum. Her ne kadar bunu kabullenmek zor olsa da eylemlerinin ardında yatan nedenleri artık daha net görebiliyordum. Anlamam imkânsız olsa da içinde bulunduğu koşulları okuyabiliyordum. Neden evin bahçesine bir mezar kazdığını, elleriyle öldürttüğü oğlunu neden yaşadığı evin bahçesine gömdüğünü artık biliyordum. Babam korkunç biriydi, acımaz bir yaratıktı evet ama onun da korumak zorunda oldukları vardı. Bunlardan biri oğlunun cansız bedeniydi. Görünmeyen düşmanların görüntüleri henüz net değildi ama etkileri somuttu. Babam sahip olduğu her şeyi, en başta soyadını korumak için bir mücadele vermiş ve bu uğurda ölmüştü. Daha onurlu bir yaşam seçmesini dilerdim. Küçük bir hayat ama leke sürülmemiş bir hayat. Belki o zaman kendisi de hayatta olurdu, belki o zaman çocukları yanında olurdu, belki o zaman çok aşık olduğu karısı onu bırakıp gitmemiş olurdu.

Babam hala tanıdığım en kalpsiz insanlardan biriydi, alt metinleri kavramak bunu değiştirmeye yetmemişti. Onu anlamak için en az onun kadar büyük bir zalime dönüşmem gerekirdi. Bir zalime dönüştüğüm doğruydu ama bir zalime dönüşmeme neden olan, babamın kızı olmak değildi. Ne soyadının hakkını vermek için ne de uğruna öldüğü saltanatını devam ettirmek için... Son bir oyun kalmıştı, ben son bir oyun oynamak için dönüşmüştüm zalime. Oyunu kazanmak için değil, kaybetmek için...

Son bir oyun kalmıştı geriye. Oynayacaktım ve bitecekti.

Aklımı odaklandığım yerden çekmeliydim. Karanlık düşüncelerden uzaklaşmak için derin derin nefes aldım ve sandalyede kayıp bir süre limon ağaçlarını izledim.

Göktuğ geri dönmeyince oturduğum yerden yavaşça kalktım ve arkasından evin içine girerek onu aramaya başladım. Etrafta en ufak bir iz yoktu.

"Göktuğ! Daha bunun öğleni var, akşamüzeri var, akşamı var, gecesi var... Var da var ya!"

Alt kattan ses çıkmayınca merdivenleri koşarak çıkmıştım. Pek de iyi bir fikir olmadığını tıkanan nefesimi gösteriyordu yine de Göktuğ'u aramaya devam ediyordum ki yüzüme çarpan su ile olduğum yerde irkilerek zıpladım.

"Hainlere ne yapılır bilirsin," dedi Göktuğ, elinde yeşil plastik bir su tabancası yokmuş da bir savaş aleti varmış gibi ciddiyetle. "Islatılır."

Göktuğ'un yüzündeki muzip ifadeye rağmen olduğum yerde donup kaldım. Birkaç saniye derin nefesler alarak aklımı bu anda tutmaya çalıştım. Göktuğ ise içimde kopan fırtınadan habersiz biraz sonra yapacağı hamleye hazırlanıyordu.

"Hmmm," dedi, yüzündeki ciddiyetin izlerini taşıyan bir mırıldanmayla. "Demek öyle... Demek beni sattın, seni küçük hain tırtıl."

Plastik tabancanın ucundan belli belirsiz sızan su henüz tenime çarpmamış olsa da birden çarpacak olması hareketlerimi sınırlandırdı. Birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım. Buradaydım. İtalya'da. Çöl kurağından kilometrelerce uzakta, Akdeniz'deydim. Güvendeydim.

İçimden geçen korkuları susturarak Göktuğ'a odaklandım. Aklımı onda tutarsam zihnimi kovalayan düşünceler beni yakalayamazdı. Hızlı koşmalı, koşmalı ve kaçmalıydım.

Yüzüme sahte ötesi bir ciddiyet yerleştirerek Göktuğ'a uyum sağladım. Kolay olan buydu, Göktuğ'a uyum sağlamak... Bunu yapabilirdim. Yapacaktım.

"Bütün kalbimle yemin ederim ki?"

"Evet," dedi Göktuğ başını ağır ağır sallarken. "Bütün kalbinle yemin edersin ki..."

Gülmek üzere olan ifadesine ortak oldum. "Sen gördüğüm en şapşal şeysin."

Su tabancasını yüzüme doğrulttuğunda ellerimi havaya kaldırdım. Sadece plastik bir tabancaydı. Yüzüme çarpan bir miktar su beni boğamazdı. Refleks olarak güçlü bir nefes doldurdum ciğerlerime ve yüzüme çarpan suyu bekledim kendimi sakinleştirerek.

Hiçbir şey olmadığında gözlerimi araladım. Hiçbir şey olmamıştı çünkü Görkem'in Göktuğ'un elinden plastik tabancayı almıştı.

"Ne?" dedi Göktuğ. "Su tabancasına da karşı olacak kadar barış yanlısı mısın?"

"Göktuğ..." dedi, sadece uyarı dolu sesinden düşüncesinin anlaşılmasını bekleyerek.

Göktuğ ne anlamıştı bilmiyordum ama omuz silkmekle yetinmişti. Yukarı yönelmeden önce bana baktı ve "Sörfte kaybedeceksin," dedi.

"Ben kaybetmem," dedim en az onun kadar oyuncu bir ciddiyetle. "Gerekirse oyunu yok ederim, yine de yenilmem."

Hatırlıyordum, diğer her şey gibi bunu da hatırlıyordum. Hatırlamanın bir lanet olduğunu bilecek kadar berraktı hafızam.

Bir kere yenilmiştim. Bütün oyunlardan atılmama yetecek kadar gösterişliydi o yenilgi. Ne demişti, ihtişamlı zaferleri sollayacak kadar fiyakalı... İşte öyle kaybetmiştim.

Ben dünyanın en benzersiz oyununda, en güzel oyun arkadaşına yenilmiştim.

Ne başka bir oyun vardı ne de başka oyun arkadaşı.

Bana özeldi, eşsizdi ve bir zamanlar çok güzeldi.

"Mümkün değil," diye mırıldandım. "Bir daha kimseye yenilmem."

"Kaybedeceksin," dedi Göktuğ merdivenlerden çıkarken. "Bugün rüzgâr bana doğru esiyor."

Göktuğ üst kata çıkıp gözden kaybolduğunda Görkem'in anlayışla çerçevelenen bakışlarının odağındaydım.

"Nasıl hissediyorsun?"

İki seçenek vardı. Ya Göktuğ'un sulu şakası iblislerimin kapımı zorlamasına neden olmamış gibi yapacaktım ya da kabullenecektim. İlkini seçtim.

"İyi," dedim, sıradan bir anda gibi rahat bir tavırla. "Sen bugün nasıl hissediyorsun?"

"Kaygılı," dedi beklemeden. "Aklıma takılan bazı tatsızlıklar var. Üstesinden gelemeyeceğim konular değil."

Başımı anlayışla salladım.

"İstanbul'dan istediğin bir şey var mı?"

Vardı. İstanbul'dan tek bir alacağım vardı onu da almam mümkün değildi.

"Yok... Teşekkür ederim."

Elini uzattı ve bahçedeyken dağılan saçlarımı düzeltip yüzümden çekti. Bir süre daha gözlerimin içine baktı. "Kötü hissettiğin ilk an beni arayacağını güvenebilir miyim?"

Bunu gerçek bir samimiyetle söylediğini biliyordum. Önemli bir iş toplantısının ortasında onu ararsam gecikmeden olduğum yere geleceğini de biliyordum. Güvenmek değildi bu gözlemlemekti. Görkem duygularını yüzüne yansıtan biri değildi. Yine de bazı anlarda onu okumama izin veriyordu. Mesela tam şu an kaygılı olduğunu gerçekten hissedebilmiştim.

Başımı tekrar salladım. Arayabileceğim pek kimse yoktu. Rehberim artık yaşayamayanlar ve başka bir hayatta kalanlarla doluydu. Aramak isteyip arayamayacağım tek numara içinse rehbere ihtiyacım yoktu, zaten ezbere biliyordum.

"Göktuğ etrafta yokken biraz kafanı dinle," dedi Görkem, Göktuğ'un merdivenin başında göründüğünü fark ettiğinden.

Göktuğ'a sataşmak hoşuna gidiyordu. Bunu çoğu zaman ifadesiz bir yüzle yaptığından tanımayan biri çıkıştığını düşünürdü ama hayır sataşıyordu.

"Duyuyorum abiciğim," dedi Göktuğ merdivenlerden inerken. "Teessüf ederim."

Göktuğ üzerini değiştirmiş ve sörf için hazırlanmıştı. Bana da hala hazır olmadığımdan çocuksu bir sinirle bakmıştı.

"Hiç bakma öyle çantam hazır."

Anında yüzü aydınlandığında başımı iki yana salladım. Görkem yanımızdan ayrılmadan önce bana göz kırpmış ve Göktuğ'a kısa bir an bakıp üst kata yönelmişti.

"Dikkatli olun."

Göktuğ başını sallayıp yanıma yaklaştı.

"Hadi Atlas... Dalga kaçacak."

Derin bir nefes aldım ve gülümsedim.

"Çık sen, geliyorum."

Göktuğ evden çıktığında gözlerimi kapattım ve içimden üç kere tekrarladım.

Yapabilirim. Yapabilirim. Yapabilirim.

Yapabilirdim. Merdivenleri inebilir, bahçeye çıkabilir, üzerinde sarı ve pembe desenler olan sörf tahtasını alabilir ve Göktuğ ile yarışabilirdim.

Sağ elimi, sol elimin işaret parmağına sardım ve parmağımın ucundaki kırmızı ipi tüm gücümle tuttum.

Oyunu kaybetmiştim, oyun arkadaşım benden kilometrelerce uzaktaydı ve emin olduğum tek şey beni her yerde arıyor oluşuydu. Bulunamazdım çünkü oyunu kaybetmekten daha kötü bir şey varsa o da oyun arkadaşımı kaybetmekti.

Oyun arkadaşımı kaybedemezdim.

🩸

13 Haziran 2022, İSTANBUL

Ben geldim...

Senden kaçıp dururken dönüp dolaşıp yine senin şehrine geldim. Yine ve yeniden karşı karşıya kaldık... İki eski tanıdık, iki yeni yabancı. Yine ve yeniden bizi sonun başlangıcına götüren o andayız. Bu kez ben senden bir düşman yaratacağım. Bu kez sen tutacaktın dolu silahı bana doğru.

Son oyuna hoş geldin oyun arkadaşım. Son bir şarkı çalacak, son bir kez daha oynayacağız birbirimizi sınayarak ve birimiz hayatta kalacak.

O sen olacaksın.

Üst katın balkonunda, iki yandan uzanan merdivenlerden başlayarak havuzun etrafını ve büyük bahçenin geri kalanını saran telaşa diktim bakışlarımı.

Son dokunuşlar yapılmış, hazırlık tamamlanmış, konuklar bahçeye alınmış ve servis başlamıştı. Geriye bir tek bahçeye inmem ve ortaya çıkmam kalmıştı.

Küçücük bir esinti için kıvranan tenimi huzura kavuşturma umuduyla, tek bir teli savruk durmasın diye sıcak havaya inat ısıya maruz bırakılan saçlarımı belime doğru attım ve alnıma dökülen tutamlara dokunarak kâkülümü düzettim.

Boynumu dikleştirdiğimde umduğum gökyüzüne daha da yaklaşmaktı. Güneş gökyüzünü terk etmiş, yerine ayı bırakmadan önce dingin bir karanlığa bürünmüştü.

Vakit gelmişti.

Ülkenin önde gelen isimlerinin doldurduğu bahçeye inmeli ve şaşkınlıklarını nezaket perdesinin ardına gizlemelerini izlemeliydim. Önceki hayatımda olsa şaşkınlığın kaynağı olmayı müthiş bir keyifle karşılar, bunu bir çeşit oyuna çevirerek konukların tepkilerini sınardım. Ama değildim. Saçımın telinin bile düzeni bozamayacağı bir hayatta, kuralları yıkamazdım.

Sınırlardan taşmadan, ipek kumaşta bir milim kırışıklık bırakmadan, ince topukların üzerinde sendelemeden pürüzsüz gülümsememle durmalı ve kalabalığı nezaketle selamlamalıydım.

Yere kadar uzanan, sırt ve göğüs dekoltesi ile serinliğin tenime dokunma oranını arttıran ince askılı beyaz elbisemin eteklerini toplayıp yüksek topuklu ayakkabılarımın topuklarını kim bilir kaç kuşağa ev sahipliği yapmış malikânenin zeminine vurarak alt kata ulaştım.

Üst katın sessizliğinin aksine alt kat kutlama neşesindeydi. Yanımdan geçip giden kalabalığın her bir ferdi, kısa anlığına durup bana selam vermiş ve yollarına öyle devam etmişti.

Arka bahçeye açılan kapının önünde, iki yana uzanan merdivenlerin ortasında durduğumda ise bahçeyi bir kez daha şöyle bir süzdüm. Derin bir nefes aldım ve başımı geriye iterek gökyüzüne baktım.

Şehre dönmenin tek bir iyi yanı vardı. Burası Aras'a yakındı. Gökyüzü her yerde gökyüzüydü ama buradayken Aras'ın sesimi duyduğuna daha kolay inanıyordum.

Sol merdivenin basamaklarını adımlarken yüzüme bir tebessüm yerleştirdim. Boynumu yukarı kaldırdım, omuzlarımı dikleştirdim ve bahçeyi dolduran kalabalığa çok değerlilermiş, aynı zamanda davetin asıl sahipleri olarak hepsinden üstünmüşüz gibi baktım. Mış kumaşı da üzerime tam oturuyordu, onun da kırışık tutmaması için var gücümle çabalıyordum.

Kalabalığın içine attığım ilk adımda tüm gözler üzerime döndü.

Evet, buradaydım.

Şaşkınlıkları öyle barizdi ki nezaket perdesinin ardına gizlemeleri biraz zaman alacaktı. Havuzun kenarına yayılmış kalabalığın arasından ilerleyerek herkesi gören ve bahçeye hakimiyet kuran uç noktadaki masaya yaklaştım. Tüm bakışlar üzerimdeyken durdum ve yüzümü kalabalığa, sırtımı uzanıp giden bahçeye döndüm.

Bahçe dolusu kalabalığın bakışlarının her biri üzerimdeyken saklanamazdım. Neyse ki buradaki yabancılar gerçek gülüşümü bilmiyordu. Gülümsediğimde kalabalığı başımla selamladım. Bakışlarım, sol çaprazımda kalan Zerrin Çetiner ile buluştuğunda gözlerindeki zehir tenimi yakmıştı. Böyle bakmakta haklıydı, en azından artık somut bir nedeni vardı.

Görkem yanıma ulaştığında elini belime yaslamış ve gözleriyle fotoğrafımızı çeken kalabalığa şık bir poz vermişti. Bakışlarımı ona çevirdiğimde bana güç vermek istercesine gülümsedi. Bakışları üzerimde yeterince durduktan sonra kalabalığa döndü, yüzündeki gülümseme ise mesafeli bir tebessüme dönüştü.

 "Hepinize geldiğiniz için teşekkür ederim. Bildiğiniz üzere bu özel bir davet," dedi kalabalığı etkisi altına alan bir sesle.

Görkem bakışlarını bana çevirdi ve göreni hayran bırakacak bir sevgiyle baktı. Bu konuda kesinlikle benden başarılıydı. 

"Bu gece her birinizi buraya ne kadar şanslı bir adam olduğumu duyurmak için davet ettim. Varlığıyla beni şereflendiren bu olağanüstü kadın kısa bir süre önce benimle nikah masasına oturdu."

Davetlilerden beğeni dolu nidalar yükselirken bir yandan da alkış kopmuştu. Göktuğ'un durduğu yerden ise yüksek perdeden bir ıslık duyuldu.

"Bugün her birinizin burada bizimle olması, mutluluğumuzu içtenlikle paylaşması çok kıymetli. Her biriniz tekrar hoş geldiniz..." 

Görkem yanına yaklaşan görevliden bir kadeh şampanya almış ve kalabalığa doğru kaldırmıştı. Herkes bu anı bekliyormuşçasına kadehlerine uzanmış ve hep birlikte kadeh kaldırmışlardı.

Kalkan kadehlerden birkaç yudum alındıktan sonra Görkem tekrar kalabalığa döndü.

"Basının içeri girmemesi için geniş önlemler aldık, davetlilerimizi ise en yakınlarımız ile sınırlı tuttuk."

Bu, burada bulunan herkesin kendini çok özel hissetmesini sağlayacak o büyülü cümleydi. Sizi en önemli günde buraya evime çağırdım çünkü sizler seçilmiş kişilersiniz diyordu. Üzerinde konaklayan hayran bakışlar ise çoktan sözlerinin büyüsüne kapılmıştı.

"Sizden ricam, bu davetin evimizin sınırları içinde kalması... Sadece anın tadını çıkaralım ve bu güzel yaz akşamına hak ettiği değeri gösterelim."

Bu da elinizdeki telefonlarla magazin muhabiri gibi fotoğraf çekip çok milyonlu hesaplara atmayın demekti. Elbette bunun tam aksi yaşanacaktı. Görkem'in asıl hedeflediği ise tam olarak buydu.

Uyarmasaydı ve her şeyi doğal akışına bıraksaydı insanlar en fazla kendi hesaplarında paylaşırdı ki zaten çoğu özel hayatı ile iş hayatını ayrı tutmak istediğinden kilitli profiller kullanıyordu. Kendi hesaplarındaki birkaç story Görkem'in yaratmak istediği gösterişli geri dönüşe uymuyordu. Görkem yanı başında ben dururken ve yüzünde göreni şaşkınlığa uğratacak bir gülümseme konaklarken borsa hesaplarından magazin sayfalarına taşınmak istiyordu. Normal şartlar altında bu oldukça sakil bulduğu bir durum olurdu ama işte biz uzun süredir normal şartlar altında değildik.

Görkem değil tüm şehre, tüm ülkeye Atlas Yarkın geri döndü demek istiyordu. Geri döndü ve benim yanımda. Şimdi elinizdeki zarları tüm gücünüzle sallayın ve savurun yeryüzünün kurak topraklarına. Savurun ki yeniden çizilsin savaş sınırları.

Görkem kendi kurduğu düzende, kendi çizdiği sınırlar içinde, kendi yarattığı dünyada yeri doldurulamaz bir oyun kurucuydu. Buraya gelene kadar yürüdüğü tüm yolları, daha yürümeyi öğrenmeden öğrenmişti. Biz onunla bir anlaşma yapmıştık. O zaman gözüme ruhunu şeytana satmak gibi görünmüştü ama sonra anlamıştım. Görkem sahiden de bana bir iş anlaşması sunuyordu. Başı ve sonu olan, sınırları belirgin ve kuralları yazılı bir anlaşmaydı bu. Ve Görkem'i biraz tanıyan herkes bilirdi ki o kurallara sadık biriydi.

Kurallar değil de sonuçlardı yıkıcı olan. Burada durmak, özel ışıklarla aydınlatılan bu bahçenin ortasında, üzerimde bu elbiseyle kalabalığa gülümsemekti zor olan. Kilometrelerce uzakta bir sahil kasabasında saklanmak kolaydı. Göktuğ'un kuralsız hayatına uymak kolaydı. Görkem ile bir gün dönmek üzerine var olan olasılıklar hakkında konuşmak kolaydı. Burada durmak ve bana bakın, ben buradayım demek zordu.

Ne kaçabileceğim bir koru vardı artık ne de tırmanıp saklanabileceğim bir ağaç.

Buradaydım işte. Onur konuklarını bu bahçeye toplayan davetin odak noktası olarak duruyordum bahçenin ortasında.

Kaç çift göz vardı üzerimde? Kaçı imrenerek bakıyordu bana? Kaçı anlam veremiyordu durduğum noktaya? Kaçı bana baktığında babamı görüyordu? Kaçı tanıyordu Aras'ı? Kaçı utanırdı benden tüm yaşananları bilse? Kaçı anlardı verdiğim kararı? Kaçı ağlardı benimle kapalı kapılar ardında?

Kaçı tanıyordu beni? Adımı değil, soyadımı hiç değil, beni.

Kaçı görmüştü annemle yan yana dururken beni?

Hiçbiri!

Annemle beni yan yana gören tek bir kişi kalmıştı geriye. Onu da başka bir hayatta bırakmak zorundaydım.

"Atlas... İyi misin? Ağrın mı var?"

Göktuğ yanıma yaklaşıp fısıldadığında artık bulanık görmeye başladığım kalabalıktan gözlerimi çekmeden başımı salladım. Hareketlendi.

"Çantan nerede?"

Bilmiyordum. Bahçeye inerken yanıma almak aklıma gelmemişti. Telefonum içindeydi. Telefonumu yanıma almak da aklıma gelmemişti. Yeni numaram aramasını istediğim kimsede yoktu. Göktuğ yakınlardayken telefonu yanımda taşımasam da oluyordu.

Göktuğ servis elemanlarından birini tuttu ve sessizce konuştu. Muhtemelen çantamı getirmelerini istedi ve bir de su.

Zerrin Çetiner bize doğru yaklaştı ve üzerimdeki elbiseyi sadece benim görebileceğim şekilde yüzünde minicik bir beğeni kırıntısı olmadan süzdü. Haksızlık ediyordu, elbise güzeldi ama içinde cansız bir ruh olduğundan ışıltılı kumaşı yeterinde göz alıcı değildi.

"Atlascığım," dedi üç kat sürdüğü bronz rujlu dudaklarını abartılı bir sevecenlikle açarak. "Ne hoş olmuşsun. Ne tatlı..."

Tatlı... Kendince yaptığı iğneleme fazla eski modaydı. Zerrin Hanım ona harcayacak enerjim olmadığı için çok şanslıydı.

"İtalya'da evlendiniz demek... Duyunca şaşkına uğradık. Ne ani bir karar. Bir nedeni mi var yoksa diye düşünmeden edemedik. Ben dedim gerçi Atlas hiç de öyle çocuk yapıp evinde oturacak bir kadın değil. Çok akıllı, başarılı biri... Sandığınız gibi değildir dedim."

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve elmacık kemiklerimi yukarı kaldırarak yanaklarımın gerilmesini sağladım. Ve işte oldu. Gülümsüyordum.

"Seni görünce anladık zaten böyle bir şeyin olanaksız olduğunu. Kilo almak şöyle dursun, olağanüstü kilo vermişsin. Özel bir diyet mi uyguladın?"

Çok özel bir diyetti. Tamamen kişiye özel ve ölümcül...

Kirpiklerimi birkaç kez kırpıştırırken gülümsemeye devam ettim. Zerrin Hanım'ın bir noktada üçüncü sınıf magazin muhabiri gibi ağzımdan laf almayı bırakmasını diliyordum. Göz ucuyla omzumun kenarından Göktuğ'a baktım. Yakınlarda değildi.

"Pek özel bir şey sayılmaz," dedim. "Aç kaldım."

Kaşlarını kibirli bir alayla kaldırmış ve beni yok etmek istemiyormuş gibi gülümsemişti. Gülüşü duygusunu gizlese de gözleri içinden geçenleri ele veriyordu.

"Ah, çok hoşsun. Ben de biraz dikkat etmek istiyorum da işte o dediğin zor."

Fazlasıyla fitti ama belli ki bu konuda övgü istiyordu. Hiç ihtiyacı olmadığını söylemem ve biraz hakkında konuşmam için can atıyordu. Gülümsememi korumak için yeterince çaba sarf ediyordum. Bir de onu inanmadığım gerekçelerle övemezdim. Zaten canım yanıyordu.

Zerrin Hanım'ın omzunun üzerinden kalabalığa baktım. Bakışlarım birkaç saniye içinde aradığını bulmuştu. Görkem ile kesişen gözlerimden birer yardım çağrısı yansıyordu. Birkaç saniye içinde yanımıza ulaşmış ve benimkinden çok daha başarılı bir tebessüm takınmıştı.

"Zerrin..."

Zerin Çetiner bana sunduğunun aksine gerçek bir gülümsemeyle Görkem'e dönmüştü.

"Görkem... Nerelerdesin sen? Biz de Atlascığım ile konuşuyorduk, bana ani evlilik kararınızdan bahsediyordu."

Hayır, bahsetmiyordum. Görkem kısa bir an bana baktı ve sorun yok ifadesi takındı.

"Ne çok mutlu oldum bilemezsin. Keşke babacığın da burada olsaydı. Hala alışamadım aramızda olmayışına. Görüşe gitmek istiyorum ama biliyorsun adım yok listede. Lütfen ziyarete gittiğinde selamımı ilet."

Görkem ardı ardına sıralanan kelimeleri büyük bir sabırla dinlerken biri bileğimi tuttu ve mayın hattından çekildim.

"Gel..."

Göktuğ elindeki çantamı bana uzattı ve gizli bir iş yapıyormuşuz gibi etrafı kolaçan etti. Çantayı açıp içinden ilaç kutusunu çıkarttım. Elime iki talep alıp kutuyu çantaya attım.

Tam vaktindeydi. Ağrının dayanılmaz boyuta ulaşmasına çok kalmamıştı. Bu geceyi atlatmak için iki değil üç tablete ihtiyacım vardı ama önce ilk ikisinin etkisini göstermesini bekleyecektim.

Su, diyeceğim sırada Göktuğ bardağı uzattı. İlacı içtikten sonra da bardağı elimden alıp yanımızdan geçen servis elemanın tepsisine bıraktı.

"Neden daha önce içmedin?"

"Ağrımıyordu."

Aslında hep ağrıyordu. Aralıksız. Sadece sürekli ağrı çektiğimi bilmesini istemiyordum.

"Abim görmesin şimdi kontrolleri ihmal ediyorsunuz diye kırk saat konuşur."

Sessiz kaldığımda beni bizim için hazırlanan masaya doğru çekti. Elindeki çantamı masaya bıraktı ve konuşmaya devam eden Zerrin Çetiner ile Görkem'e baktı.

"Ne diyor Zerrin kurusu?"

"Çok ayıp," dedim, yapay bir kızgınlıkla.

"Asıl onun her an abimi yalayacakmış gibi bakması ayıp."

Yüzümü buruşturduğumda ifademi süzüp kaşlarını çattı.

"Sakın hayal etme."

Yüzümü biraz daha buruşturdum. Göktuğ halime gülerken karnına vurdum. "Sus!"

"Geçti mi ağrın?"

Başımı salladım. Tam geçmemişti ama geçtiğini söyleyene kadar sormayı bırakmayacaktı. Sonuca kısa yoldan ulaşmak en uğraşsız olandı. Nasıl olsa birazdan ağrı kesici etki edecekti.

Göktuğ içki tepsilerinden birine uzanıp iki kadeh aldı. Birini masaya bıraktı ve diğerini içti. Boşalan bardağı masaya bırakıp dolu olanı aldı. Bu döngü başladı demekti. Göktuğ gece bitene kadar eline geçen tüm içkileri içecek ve bu sıkıcı kalabalığın dağılacağı anı iple çekecekti. Sonrasında Görkem'in tüm itirazlarına rağmen kendi kutlama anlayışını devreye sokacaktı. Bundan henüz Görkem'in haberi yoktu ama Göktuğ bu geceyi partisiz kapatmazdı.

"Zerrin ne dedi söylesene artık?"

"Hamile misin dedi. Üstü kapalı falan da değil, dümdüz."

"Yok artık!"

Göktuğ'un abartılı tepkisi kalabalığın uğultusu içinde kaybolsa da Görkem'in bakışlarının birkaç saniye üzerine dönmesine neden olmuştu. Göktuğ bana doğru yaklaşıp eğildi.

"Söylediklerinden yola çıkarsak görünmeyen bir topluluk ani evliliğimizi sorguluyormuş."

Göktuğ bu bilgiden istediği ölçüde verim almamıştı.

"Zerrin and others, diyorsun yani."

Omuz silktim. İlgilenmiyordum. Zerrin Çetiner umurumda olan son insan bile değildi. Elbette masada payı olan ve bizi öldürmek için sıraya giren üyelerden biri değilse.

"Hamileyim deseydin keşke yarın tüm haber sitelerinde görürdük sizi."

Bu kadarı benim için bile fazla acımasız olurdu.

"Tabii," dedim alayla.

Göktuğ'un odak süresi aşıldığından biraz uzaklaşmış ve masalardan birinde duruna genç bir kadınla konuşmaya başlamıştı. Kim olduğunu görecek kadar bakmamıştım. Muhtemelen tanımıyordum, konukların yüzde doksanını tanımadığım gibi.

Göktuğ'un ardında bıraktığı içki kadehlerinden birine uzandım ve birkaç yudum aldım. Bardağı elimden bırakıp masaya yaslandım. Göğsümü birkaç derin nefesle doldurdum. Dakikalar geçtikçe gerginliğim artıyordu. Bu anı düşünmediğim tek bir gün geçmemişti. Ne kadar ertelenebilirse o kadar ertelemiş ne kadar kaçılabilirse o kadar kaçmıştım. Ama işte buradaydık.

Karşı karşıya kalacaktık birazdan, iki eski oyun arkadaşı iki yeni düşman.

Masaya sıkıca tutundum. Yapabilirdim. Hazırdım. Hayır, hiç hazır değildim. Yapmak zorundaydım. Onu hayatta tutmak zorundaydım. Sadece Pars kalmıştı geriye. Bir tek o kalmıştı varlığımın şahidi olarak. Oyun arkadaşımı kaybedemezdim, onu benden almalarına izin veremezdim.

Davete odaklanmaya çalıştım. Kalabalığı süzdüm hızla. Görkem tek tek tüm davetlileri geziyor, hepsiyle kısa süreli de olsa konuşuyordu. Göktuğ gözden kaybolmuştu. Boşalan üçüncü kadehi de masanın üzerine bırakıp dikleştim. Boynum ağrımıştı. Kısa bir süre sonra yanıma önce Görkem, ardından Göktuğ döndü.

"Bade seni soruyor," dedi Göktuğ, tedirgin bir sesle. "Sana bahsetmiştim. Tanışıyorlar, zaten biliyorsun."

Bakışlarımı masadan kaldırmadan Göktuğ'u dinlemeye devam ettim. Biliyordum. Tanışıyorlardı. Derin bir nefes aldım. Öfkemin muhatabı Bade değildi, kendimdim.

"Tepkisi gereksiz abartılıydı. Seni gördüğünde şaşırması normal de ne bileyim suçlayıcıydı."

Göktuğ'un her şey bizim istediğimiz gibi olur ve bunda şaşılacak bir şey yoktur zihninde bu tepkinin yer edinmesi zordu.

Bade'nin tepkisi ise son derece normaldi. On sekiz aydır izine rastlanmayan biri bir anda gösterişli bir davetin ortasında beliriyordu. Üstelik daha önce en fazla iki kere yan yana göründüğü biri evlendiklerini duyuruyordu. Bade yine sakin karşılaşmıştı.

"Sorular sorup durdu. Evliliği herkes gibi burada öğrendiği için kızgın sandım ama garipti."

Göktuğ'un garip sandığı değerdi. Kirpiklerimi kırpıştırıp buğulanan görüntünün dağılmasını sağladım. Bunu düşünmeyecektim. Bir kıyametin orasındaydık, hiç tanımadığım birinin ezbere bildiğim birine değer vermesi gündem listesinin en alt sıralarında olmalıydı. Buna üzülemezdim.

Göktuğ aylar boyunca bana Bade aracılığıyla haber taşımıştı. Bade onun en yakın arkadaşıydı ve yaşadıklarını arkadaşıyla paylaşması oldukça normaldi. Göktuğ bunu Bade'den laf almak için yapmıyor gerçekten onun gündemlerini takip ediyordu ama işte bu gündemler Pars'a çıkıyordu. Ve benim için hiç sırası olmayan bir his beliriyordu.

Göktuğ birkaç kez arkasına baktı ve bana döndü.

"Atlas..."

Bakışlarımı ona çevirdim. Gözlerinde şüphe vardı.

"Bade ona senden bahsetmediğim için benimle küser mi?"

Dudağımın kenarı bir gülümsemeyle kıvrıldı. Kıyametin ortasında olabildiğinde gerçek bir gülümsemeyle...

"Sır benim değildi, Atlas istemedi dersin."

"Suçu bana at diyorsun..."

Göktuğ'un muzip tavrı geri döndüğünde başımı salladım.

Görkem'in bakışları bana döndü ve doğrudan gözlerimin içine baktı. Tüm gözler üzerimizde olduğundan ve kuralları kendi koyduğundan gözlerime en değerli varlığı benmişim gibi bakıyordu.

"Birkaç kişiyle daha konuşmam lazım sonra yemeğe geçeriz."

Yemek için bahçenin diğer kısmı hazırlanmıştı. Kokteylin ardından oraya geçilmesi planlanmıştı. Görkem bir konuşma daha yapacaktı ve ardından canlı klasik müzik eşliğinde herkes yemeklerini yiyecekti. Bu kadardı. Sonra bitecekti. Ya da yeni başlayacaktı. Artık emin değildim, olasılıkları kestirmek için çok karmaşıktı zihnim.

Bir süredir masanın ardında sessizce durmama rağmen gözler üzerimden bir an bile çekilmemişti.

Dakikalar dakikaları takip ettiği sırada küçük bir esinti kadar olan hareketlilik büyük bir rüzgara döndü. Etrafımıza dağılmış güvenlik görevlilerinden birkaçı kalabalığı ürkütmemeye özen göstererek bahçenin girişine yöneldi.

Birkaç dakika sonra esintinin kaynağı da rüzgarın öznesi de anlaşıldı. Nefesimi tuttuğum an da tam o ana denk geliyordu. Kalbim atmayı bırakmış da olabilirdi. Bırakmadıysa da birkaç dakika sonra, milyar yılı devirmiş bu yaşlı dünyada bana ait kalan son kalbi söküp attıktan sonra duracaktı.

Kalabalık silikleşti, sesler uğultulara dönüştü, yer ayaklarımın altında sarsıldı ve kalbim göğsüme şiddetle çarparken zaman yavaşladı.

Geldi, dedim çok derine sakladığım o küçük kıza. Geldi, bak burada.

Kaç yıl geçerse geçsin bu hep olacaktı. O bana baktığında ben annesinin elini tutan o kıza dönecektim. Kaç yıl geçerse geçsin Pars beni hep tek bakışta bulacaktı. Saklandığım örtülerden sıyıracak bana sadece bana bakacaktı.

İşte yine buradayız oyun arkadaşım. İşte yine karşı karşıyayız. On sekiz ay ve birkaç kıyamet sonra yine sen ve ben... Yine sadece ikimiz.

Böyle yazılmamalıydı bize ait olan son. Bir Akdeniz şehrinde vedalaşmalı ve ayrı yollara gitmeliydik.

Burada değil, böyle değil... Bize yakışan veda bu değil.

Hiç bitmeyecek gibi çalan bir şarkının içine hapsolmalı, notaları denize atmalıydık.

Yapamadık. Biz kendi kurduğumuz oyunda yenildik de kurallarını başkalarının koyduğu oyunun boyumuzu aşamayacağını göremedik.

Minik fısıltıların yarattığı uğultuyu bölen gürültü, bahçeye izinsiz giren motosikletin eseriydi. Şaşkın gözler üzerimden hızla çekilerek, yeni kaynağın yarattığı karmaşaya selam durdular.

Gözlerim gözlerine ulaşmak için sabırsız bir telaş içindeyken onu yeniden bu kadar yakından görebiliyor olmanın heyecanı bedenimi sardı.

Her şey birkaç saniye içinde oldu. Dünya ayaklarımın altından çekilirken zaman durmaya meyledercesine yavaşladı.

Uğultu büyüdü büyüdü büyüdü nidalara dönüştü.

Bir çift ıslak toprak rengi beni bir çırpıda buldu. Göğsüm kaburgama batan nefeslerle doldu. Ellerim boşluğa uzanmamak için iki yanımda sımsıkı durdu. Yüzümdeki gülümseme kayıp düşmeden önce etrafa savruldu.

Gözleri gözlerime kaybedip de bulmuşçasına bir mucizeyi kutsayarak baktı.

Mucize sandığı kıyametti.

Çok değil, birkaç dakikaya koptu kopacaktı.

Motoru olduğu yerde, yarattığı karmaşanın ortasında bıraktı ve adımları aramızdaki uçurumu aşarcasına bana ulaştı. Eli elime uzandı ve sıkıca tuttu. Beni, düşman kıyısından çekmiş olmanın verdiği netlikle yarattığı karmaşanın ortasına doğru yeniden adımladı.

Adımlarım ona eşlik ederken kimsenin müdahale etmesini istemediğimden boştaki elimi havaya kaldırıp beklemelerini işaret ettim.

Motora uzanacağı sırada adımlarımı hızlandırıp öne geçtim. Adımları adımlarımı takip etti.

Aklındaki soruları duyamazsam da çarkların sesini hissedebiliyordum. Cevaplar kayıptı, arayıp bulmayacağı bir yerden denize bırakmıştım cevapları. Dilerse ona hazırladığım yeni sorular vardı ellerimde, ellerine bırakabilirdim.

Mahzene inen merdivenlerin önüne geldiğimizde elimi tutup durmam için çekti.

"Atlas!"

Adım göğsünden taşmış, sırtıma çarpmış ve aramızdaki boşluğa dağılmıştı. Sesinden geçen duyguları sayamamıştım. Özlem mi titretmişti sesini yoksa o korkunç geceden sonra beni karşısında sapasağlam görebiliyor olmanın şaşkınlığı mı emin değildim.

Durmadım, beklemedim, soluklanmadım. Sadece yürüdüm.

Mahzene inen merdivenleri tamamladığımda bir kez daha, bu kez sorgularcasına "Atlas," dedi.

Sesindeki acı ile duraksadım, göğsümü güçlü bir nefesle doldurdum ve ona döndüm.

Gözleri gözlerime sancıyla, üzerimize devrilen dünyanın altında kaldığımızı haykırırcasına bakıyordu. Özlem de vardı o bakışlarda, şaşkınlık da...

Aradığını bulmuş, bulduğuna sevinmiş ama yine de kaybettiğine lanet ediyormuş gibi bakan gözleri gözlerimden çekildiğinde korkuyla üzerimde gezinmişti. Aklından çıkanı şimdi hatırlamıştı. Tek parça olduğumdan emin olduğunda "Gidelim," dedi. "Hadi! Durmayalım burada, gidelim, evde konuşuruz."

Ev... Eski bir şarkıdan kalma, unutulmuş bir yer.

Yanıma yaklaştı, ellerini yüzüme uzattı ve yakalarımı avuçlarına aldı. "Atlas..." dedi, sanki adım dışında ne dese yetersiz kalacakmış gibi. "Buradasın," dedi, titreyen sesiyle. "Buldum seni."

Bulamamıştı. Öyle iyi saklanmıştım ki beni asla bulamamıştı. Ta ki ben ortaya çıkana kadar...

Beni bulmuş gibi, daha kötüsü bir daha asla bırakmayacak gibi sarıldığında kollarımı beline dolamadan öylece durdum kollarının arasında. O bana beni kollarından bir daha asla alamazlarmış gibi sarıldığında nefesimi tuttum.

Ben de sarılsam olur muydu? Söz hemen bırakırdım. Kaburgam göğsüme batıyordu belki ona sarılınca dinerdi sancısı.

Yüzünü boynuma yasladı ve kokumu içine çekercesine nefes aldığında gözlerimi daha sıkı yumdum. Kalbi göğsümde atıyordu. Öyle hızlı atıyordu ki on sekiz ay sonra ilk kez yaşıyordum. Kendi kalbim değildi beni hayatta tutan, onun kalbinin atışıydı.

"Hadi gidelim," dedi bir kez daha. Biraz uzaklaşmış ama ellerini yeniden yüzüme uzatmıştı. "Hadi gel..."

Gözlerine birkaç saniye daha baktım. Bana son kez böyle bakıyordu. Beni son kez böyle görüyordu. Hafızama kazımak istedim bu anı.

Dudaklarım aralandı, kelimeler zihnimde etrafa saçıldı, hiçbiri dilimin ucuna ulaşamadı.

"Gidelim," dedi bir kez daha. "Ne oldu, buraya nasıl geldin, neredeydin... Hepsini konuşacağız ama önce şu lanet yerden bir çıkalım."

Elimi tutup beni mahzenin çıkışına doğru çektiğinde olduğum yerde kıpırdamadan durdum.

"Pars..."

"Söyle," dedi bana yaklaştığında. "Söyle bir tanem."

Dudaklarım aralandı ve kesik bir nefesle tekrar kapandı. Yine de bunu hemen söyleyip gözlerindeki özleme nefret sıçratmak istemedim. Birkaç saniye daha dilendim evrenden, belki birkaç dakika daha...

"Seninle gelemem."

Duraksadı. Önce anlamaya çalıştı, sonra anladığını reddetti, hemen sonra gözleri telaşla kısıldı.

"Atlas ne oluyor?"

Göğsümü bir kez daha güçlü bir nefesle doldurdum.

"Böyle öğrenmeni istemezdim. Bugün değil en azından. Doğum gün-"

"Atlas!"

Sol elimi kaldırdım ve yüzük parmağımdaki büyük parıltıyı görmesi için bekledim.

Gözleri ilk başta öylece elimde durmuş hemen sonra kısılmıştı.

"Pars ben evlendim."

Bir çağın bitişi kadar uzun gelen, bir göz kırpışı kadar kısa bir sürede bana bin duyguda baktı. Kelimelerin anlamını çözmeye çalışan zihninden taşan kasırga gözlerine yansıdı. Bir adım geriye gitti. Gözleri önce duyduklarını reddedercesine kısıldı, hemen sonra ise kaşları farkındalıkla havalandı.

"Ne yaptım dedin?"

Sakin sesi zihnindeki kasırganın rüzgârını üzerime savurdu. Ürperdim.

Bana doğru bir adım attığında başını hafifçe eğdi ve gözlerimin içine baktı.

"Atlas?" dedi sorarcasına. "Ne yaptın?"

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Gülümsemek istedim ama o bana böyle bakarken nefesimi tutmanın ötesine geçemiyordum.

"Evlendim," dedim. "İki hafta önce... İtalya'da. Görkem'le."

Durdu. Kıpırtısız öylece durdu.

Zihnindeki kasırganın bir öfke patlamasına sebep olacağına o kadar emindim ki, ayaklarımı zemine daha güçlü basıyordum ama o öylece baktı ve işte sadece durdu.

Kısacık bir an sonra "Gidelim," dedi tekrar. "Evde konuşuruz."

Ev yıkıldı oyun arkadaşım, bak biz kaldık altında.

"Pars..." dedim, sesimi sabit tutmaya çalışarak. "Anlamsız geldiğinin farkındayım. Biliyorum, çok fazla sorun var ama..."

"Atlas," dedi, sabrının son sınırındaymış gibi bastırarak. Uzandı ve bileğimi tuttu. "Gidelim. Evde konuşacağız."

Derin bir nefes aldım. Ellerinin arasından bileğimi çektim. Güçlükle yutkundum. Yüzlerce kez prova etmiştim bu anı, her seferinde farklı bir şey söylüyordu ve ben her seferinde başka bir gerekçe sunuyordum. Hepsi uçup gitmişti. Elleri ellerime uzandıktan sonrası bulanıktı. Sanki gök ve yer birbirine karışmıştı.

Oyunun bana düşen kısmı buydu. Oyun arkadaşımda unutup silemeyeceği bir hasar bırakacak, kalbini söküp alacaktım.

Açtığım yaranın iyileşmeyeceğinden emin oldum.

"Pars ben zaten evdeyim."

Bana yeri ayaklarının altından çekmişim gibi baktı, çekmediğimi söyleyemezdim. Gözlerinden geçip duran duygular nefesimi tutmama neden oldu.

"Anladım," dedi kasırgayı gizleyen bir sakinlikte. "İlk söylediğinde de anlamıştım. Bunu nasıl çözeceğimizi yarın konuşuruz. Şimdi gidelim."

"Seninle gelmeyec-"

"Atlas tamam, anladım. Her neyi kabul ettiysen sorun değil. Neye inandırdı seni, neyle tehdit ediyor bilmiyorum ama önemli değil. Hepsini konuşacağız. Önce şu milattan önceden kalma yerden çıkalım."

"Tehdit edilmiyorum Pars. Baskı altında da değilim. İnanması güç farkındayım ama Görkem ile evlendim, bu kadar."

"Şu siktiğimin herifinin adını söyleyip durma!"

Bağırdığında irkildim. Birkaç saniye nefesime odaklandım. Göğsüm inip kalkarken gözlerini kısıp tepkimi izledi. Olabildiğince hızlı toparlanıp "Üzgünüm," dedim. "Keşke böyle öğrenmeseydin ama bunun kolay bir yolu yoktu."

"Bırak ezberlediğin lafları sıralamayı. Çıkıyoruz buradan, yürü."

Bileğimden tuttu ve beni çekiştirerek birkaç adım ilerletti. Kolumu çekmiştim ama gücüm yetmemişti.

"Pars."

Beni duymadı. Biraz önce indiğimiz merdivenlerin yanına kadar çekiştirdi.

"Pars..."

Merdivenlere yöneldiğinde "Ali!" diye bağırdım.

Olduğu yerde durduğunda göğsü öfkeyle inip kalktı. Bakışlarım gerilen sırtındayken kolumu gevşeyen parmaklarının arasından yavaşça çektim.

"Üzgünüm..." dedim tekrar, belki de sadece bunu tekrarlayıp dursam daha kolay inanırdı beni. "Özür dilerim."

"Neden?" Yüzünü bana döndüğünde gözleri bir adım gerilememe neden oldu. "Niye özür diliyorsun?"

"İyi olduğumu haber vermeliydim. En azından bunu bilmeliydin."

Birkaç saniye gözlerini kısarak bana baktı. Her ne düşünüyorsa işin içinden çıkamıyor gibiydi.

"Beni mi suçluyorsun?"

Bunu beklemiyordum. Çalıştığım sorulardan biri değildi bu. Yüzlerce ihtilalin birinde bile bunu sormamıştı.

Belki de onu ikna edecek olan buydu.

"Evet," dedim, titrememesi için tüm gücümü harcadığım bir sesle. "Herkes kadar, kendim kadar, babam kadar sen de suçlusun."

Bu gerçeği kabullenen bir pes edişle salladı başını.

"Üzerine çok da söylenecek bir şey yok. Doğan Yarkın'ın kehaneti gerçekleşti, o kadar. Kadere karşı geldiği için lanetlenen ruhlardan biriyim gibi düşünebilirsin. Biriyiz gibi ya da. Sen de oradaydın, belki sen de yaralanabilirdin."

"Yaralandım."

Donup kaldığımda birkaç saniye öylece anlamaya çalıştım. Yaralanmış mıydı? Nasıl? İyi miydi?

Nereden yaralanmıştı?

Gözlerim iyi olup olmadığını kontrol etmek için hızla üzerinde gezindi. Yorgun görünüyordu evet. Yorgundan çok yılgındı aslında. Gözlerinin altı çökmüştü, hep parlayan halinden uzaktı. Yüzü soluk görünüyordu. Dışarıya taşırmayacak kadar güçlü dursa da gözleri ele veriyordu. En az benim kadar yerle bir olmuştu. Onu tutup kaldıracağım günü bekliyordu, biliyordum. Yapamazdım. Ben çekildiği dipten onu çıkaracak kurtarıcı değildim. Olamazdım.

Sessizliğim dağılmış ifadesini daha da bulandırdı. Konuşmadan önce birkaç kez nefes aldım. "İyi misin şimdi?"

Bana doğru bir adım yaklaştı ve eğilerek gözlerimizi aynı hizaya getirdi.

"Ne yapıyorsun?"

"Bilmiyordum," dedim. "Benim haberim yoktu. Olsaydı..."

Olsaydı ne olurdu bilmiyordum. Ne yapabilirdim ki? Hiçbir şey. Ne kadar sürede iyileşmişti? Üzerinde etkisi kalmış mıydı?

"Atlas... Seni korkutan ne?"

"Sensin."

Yüzü allak bullak olurken kaşları önce havalandı hemen sonra çatıldı.

"Benden mi korkuyorsun?"

Senden korkmuyorum, senin için korkuyorum.

Kaşları çatıldığında duruşumu dikleştirdim. Kasırga üzerime sürükleniyordu. Hasarsız çıkmak gibi bir seçenek yoktu. Elimden geldiğince sızıntısız çıkmayı deneyecektim.

"Atlas..." dedi sancılı bir sesle. "Ne yapıyorsun?"

"Söyledim işte. Evlendik Görkem'le, bu kadar. Bir süredir birlikteydik. Bana iyi geliyor. Anlayışlı bi-"

"Atlas! Kes şu zırvalığı artık!"

Öfkeli sesi dudaklarımı birbirine bastırmama neden oldu.

"Ben seni en son nerede bıraktım, biz şimdi neredeyiz? Sen benimle dalga mı geçiyorsun?"

Öylece durup beklediğimden bir kez daha elime uzandı.

"Yürü hadi," dedi, elimi sıkıca tutup çektiğinde. "Şuradan bir çıkalım da önce. Anlatırsın..."

"Anlatacak bir şey yok," dedim, olduğum yerden kıpırdamadan.

Pars bana döndüğünde boynumu biraz daha dikleştirdim. Gözlerinin içine bakmak ne zordu. Yine de yapmadım, kaçırmadım gözlerimi.

Zaman beni haklı çıkarmıştı. İlk adımı hangimiz atmıştık bilmiyordum ama ev üzerimize yıkılmıştı.

"Pars bak, şaşkın olduğunun farkındayım ama durum göründüğü kadar basit."

Elimi bırakmadan bana biraz daha yaklaştı ve üzerime eğildi. "Atlas," dedi, beni sarıp sarmalayan bir sesle. "Bir tanem. Ben seni bir patlamanın ortasında bıraktım, yedi cihanı birbirine kattım, iki dünyaya hükmettim de arayıp bulamadım. Sence şu an benim baktığım yerden basit görünen herhangi bir şey olması mümkün mü?"

Gözlerimi kapattım, kesik bir nefes aldım ve kirpiklerimi araladım.

"Üzgünüm," dedim, son gücümle.

"Anlamadım?" dedi, gerçekten de anlamamış gibi sorgulayan bir sesle.

"Üzgünüm," dedim bir kez daha. "İstanbul'a davetten önce dönme şansım olmadı, olsaydı gelip seninle konuşurdum."

Gözleri gözlerime kitlendi ve kendine birkaç saniye verdi. Kendiyle savaşıyordu. İçindeki savaşın yansımasını gözlerinden izleyebiliyorum.

Birkaç dakikanın ardından bir kez daha "Gidelim hadi," dedi.

"Sen git, benim davete dönmem gerekiyor."

Sabrının sınırını çoktan geçmiş olacağım ki birden yüksek perdeden bir kahkaha attı. Kahkahasının içinde acı bir inkâr olmasaydı belki gülüşünü ne kadar özlediğimi düşünebilirdim.

Avuç içlerim buz kesmişti, içimden bir şey çekiliyordu, belki de ruhumdu.

Artık gitmesi gerekiyordu. Ne kadar kalırsa o kadar yakacaktım canını. Ne kadar kalırsa o kadar derin bırakacaktım hiç geçmeyeceğini bildiğim o izi.

"Şu lanet yerden çıkalım artık."

Beni mahzenin çıkışına doğru çekiştirdiğinde "Pars anlasana!" diye bağırdım. "Neyi göremiyorsun, her şey ortada işte! Evlendim diyorum sana. Görkem'le birlikteyim. Bahçe dolusu insan evliliğimizi kutlamak için geldiler bugün buraya. Sen inkâr ettikçe gerçek değişmeyecek."

Güçlü bir nefes verdi ve bana bir çıkış yol bulma umuduyla baktı. Yoktu. Olsa ben bulurdum.

"Yürü artık."

"Ne duymak istiyorsun, ne duyarsan anlayacaksın?"

"Gerçeği."

"Gerçek bu. Görkem ile evlendim."

"Git kır boynunu diyorsun. Olur!"

Mahzenin girişine yöneldiğinde kolunu tutup geri çektim.

"Pars yeter! Bir hesabın varsa benimle gör, sonra da git."

Bana döndüğünde alev taşan gözleri öfkesinin tonunun yeterince kırmızı olduğunu gösteriyordu.

Elimde tek bir kart vardı ve işte bu kez ölüm kartı bana çıkmıştı. Kaçışı yoktu. Pars bu evden ben kalbini sökmeden gitmeyecekti. Tırnaklarım yeterince sivri, ezberim yeterince güçlüydü. Kalbim ise mahzene girdiğimiz ilk an beni terk ederek Akdeniz kıyılarından birine saklanmıştı.

"Ne sandın?" Sesimdeki umursamaz ton kalbimi saklandığı yerden çıkarmaya yetmiş olmalıydı, göğsümdeki sıkışma bunu kanıtlıyordu. "Sonsuza kadar sürecek mi sandın? Bir gün bitecekti zaten. Sen de biliyorsun."

"Öldün sandım," dedi, beni duymuyordu, farkındaydım.

Aklındakilerin izini takip ediyordu, haklıydı, ben olsam ben de onun gibi yapardım.

"Liman patladı Atlas. Öldün sandım."

"Ölmedim," dedim, maalesef dercesine. Kalbini söküp almaktansa ölmüş olmayı dilerdim.

Pars ise bu gerçekle nefes alabiliyormuş gibi derin bir iç çekti.

"Birkaç gün sonra öğrendim hayatta olduğunu."

Ben o günlerde kendimde değildim. Kendimde olsaydım ve Pars'ın artık olmadığını düşünseydim birkaç güne dayanabilir miydim bilmiyordum? O nasıl dayanmıştı en ufak fikrim yoktu ama gözleri dayanamamış gibi bakıyordu.

Geriye hiçbir şey kalmamıştı. Geriye ben bile kalmamıştım. Bir tek Pars vardı ve değil birkaç gün birkaç saniye dahi olmadığını düşünerek nefes alamazdım.

Başımı yavaşça salladım.

"Bak işte bu bile gerçeğin ne olduğunu anlaman için yeterli. Bizim bir arada olmamız hep bir felaketle sonuçlanıyor Pars. Ayrılmamıza bile patlama sebep oldu."

Kıyametin ortasında değilmişiz gibi güldüğümde gözlerini kısarak baktı.

"Ayrılmamıza? Daha saçmalayacak mısın?"

Derin bir nefes aldım ve yeniden ciddileştim.

"Söyleyecek pek de bir şey yok. Konunun özünü anladıysan bahçeye dönüyorum."

"Anladım," dedi ve yanıma yaklaşarak yüzümü tekrar elleri arasına aldığında. "Anladım, merak etme."

Belli ki hiç anlamamıştı.

Gözlerimi yılgınlıkla kapattığımda "Atlas," dedi, beni ikna etmeye çalışırcasına.

"Bana söyle. Bir sorun, bir zorunluluk, bir durum varsa bana söyle. Seni ne ile tehdit ediyor? Neye zorlanıyorsun? Her ne ise ben çözerim, ben hallederim. Halledemiyor muyum, birlikte katlanırız sonuçlarına ama bana söyle."

"Bir sorun yok," dedim kirpiklerim aralandığında.

Üzerime eğildi. Yüzümü ellerinin arasına aldı ve gözlerini gözlerime kilitledi. Çok yakın duruyordu ve bu mesafeden gözleri gözlerimi ele geçiriyordu. Yapabilseydim kirpiklerimi bir kere daha örterdim ama bunu gözlerinin içine bakarken söylemezsem kabullenmezdi.

"Pars, güzel birkaç ay geçirdik, eğlendik, çok eğlendik ama bitti. Sen de biliyorsun... Bizimki hayattan an çalmaktı. Evet, tatsız bir şekilde bitti ama işte bitti."

Kahkahası mahzenin duvarlarında yankılanırken cümlelerin dilimde bıraktığı korkunç tadı yok etme umuduyla yutkundum. Öyle büyük bir kahkaha atmıştı ki ellerini yüzümden çekip alması ve bir adım gerilemesi gerekmişti. Gülüşünün son bulmasını beklemeden devam ettim.

"Atlas sen ne anlatıyorsun?"

Tekrar bana yaklaşarak bir adım attığında olduğum yerde kıpırtısız ve işte duygusuz durmak için üstün bir çaba harcadım.

"On sekiz ay! On sekiz aydır seni aramadığım tek bir yer kalmadı. Peşine düşmediğim iz kalmadı. Bir haber geliyor gidiyorum Yunanistan'da bir adaya bakıyorum. Bir haber geliyor, binip uçağa Fransa'da bir kasabaya iniyorum. Her güne seni bulacağım diye uyandım. Her sabahı senden bir haber alma umuduyla karşıladım. Dünyanın her köşesinde, kimsenin adını dahi bilmediği yerlerde seni aradım. Tek bir haber için çalmadığım kapı kalmadı. En ufak iz bulamadım."

Kesik bir soluk alarak duraksadı, her ne söyleyecekse belli ki çok zordu.

"Atlas ben sen yokken ölülerin kapısına dayandım! Aras biliyordur diye tek tek defterlerini okudum, mezarında sabahladım. İdil'i gide gele usandırdım. Elimden gelse babanı mezardan çıkarır ona da sorardım. Geçmiş karşıma Görkem'le evlendim diyorsun ve buna inanmamı bekliyorsun."

Kelimeleri saklandıkları yerden çıkaramazdım, gücüm yetmezdi. Gücüm tam şu an kendimi bırakmamaya ve ayakta durmaya yetiyordu.

"Eğer bunu benim için yapıyorsan," dedi, kısık bir sesle. "Temelinde beni kurtarmak gibi bir gerekçe varsa... Sakın!"

Sesindeki yıkıntı nefesimi tutmama neden oldu. İşte oluyordu. Pars görmediği oyunun davetini kabul ediyordu. Yine yapıyordu ama tek farkla bu kez oyun ikimizi de yerle bir edecekti.

Nefesimi tuttuğumda bana biraz daha yaklaştı. "Seni benimle mi tehdit ediyorlar? Bak bana." Çenemi tuttu ve gözlerimizi birleştirdi. "Seni burada tutan ne?"

"Mantık," dedim. "Belki de hayatımda ilk kez gerçekleri bu kadar net görebiliyordum. Tüm hayatım boyunca savrulup durdum. Saçma sapan düşüncelerin peşinden gittim. Şimdi şimdi anlıyorum ne çok vakit kaybettiğimi. Babam haklıymış biliyor musun? Keşke onu daha önce dinleseydim."

Gözleri kısılırken birkaç saniye duraksadı. Çok az kalmıştı. İnandı inanacaktı. Göğsümü sıkıştıran da tam olarak buydu. Çok değil birkaç dakika sonra bir düşmana dönüşecekti.

"Bıraktığın gibi değil hiçbir şey," dedi.

Sesindeki baskın ton öyle kolay teslim olmayacağının altını çiziyordu.

"O şerefsiz sana ne anlattı bilmiyorum ama Atlas seni de kendimi de korurum. Her ne geçiriyorsan aklından, her neyse seni bu saçmalığın içine çeken ben çözerim."

Elime uzandığında geriye doğru bir adım attım. Yüzüme alayla örülü bir gülüş yerleştirdim.

"Çözersin?" diye sordum, gülmemek için kendimi zor tutuyormuş gibi yaparken. "Korursun öyle mi? Daha önce koruduğun gibi mi? Limanda koruduğun gibi mi?"

Birkaç saniye duraksadı. Gözlerinden anlayabiliyordum, çok az kalmıştı.

"Tut elimi çıkalım buradan," dedi, acıyla.

"Gidecek bir yer yok," dedim fısıltıyla. "Bitti Pars, adına her ne diyorsan işte o bitti."

Gözlerimin içine benim oyun arkadaşım olduğunu haykırırcasına çocuksu bir masumiyetle baktı. "Atlas yapma."

"Gidince konuşuruz, anlatırsın ne olduğunu, neyse sorun bir çözüm buluruz. Birlikte."

"Hadi artık." Elini uzattı ve tutmam için bekledi. "Gidelim şuradan yoksa ben o şerefsizi öldüreceğim."

Düşen omuzlarım sihirli kelimeyle yeniden dikleşti. Böyle olmayacaktı.

"Anla artık," dedim, yorgun bir sesle.

Bakışlarına örtülü bir şüphe yerleşti.

"Yapma," dedi, acı çekercesine. "Bu yaptığın neyse devam etme."

Bu yaptığım acımasızlıktı, biliyordum. Yine de yapmalıydım. Başka şansım yoktu.

"Biz seninle sözsüz bir anlaşma yaptık. Bir oyun kurduk, onu oynadık. En iyi yaptığımızı yaptık, oyun oynadık. İki oyun arkadaşı... Eğlenceliydi, çok keyifliydi, her anı zamanın hafızasına kazındı. Şimdi bir yerlerde, belki paralel evrenlerin birinde, seninle ben başka bir oyun oynuyoruz. Sil baştan... Bu evrende ise oyun çoktan bitti Pars. Artık büyüme vakti."

"Uçabilen çocuklara inanmayı bıraktığın için mi korsanların tarafına geçtin?"

Acıyla gülümsedim. İşte oluyordu. Öfkesi saklandığı yerden çıkıyordu. Ne kadar öfkelenirse kendini o kadar çabuk inandırırdı ihanetime.

Ve o kadar çabuk dönüşürdü bir zalime.

"Masallara inanmayı bırakalı çok oldu... Ben beni hayatta tutacak bir şey istiyorum. Güçlü bir şey... Oyundan daha heyecanlı, bitmeyen gecelerden daha canlı ve güzel sabahlardan daha parlak bir şey... Biz seninle bir macera yaşadık, bitti. Bir sabah uyandık ve artık büyümemiz gerekti. Kabullen. Ben artık ağaç tepelerinde saklanan, kendini aramak için uzak ülkelerde şehir şehir gezen, abisinin küçük kardeşi olan o kız değilim."

Bana kaybetmiş gibi baktı, oysa kazansın diye kabul etmiştim ruhumun esaretini.

"Beni şimdi öldür," dedi, çaresiz bir fısıltıyla. "Onlara bırakma, sen öldür."

Yüzünde acılı bir gülüş belirdi. Birkaç saniye durdu ve gözlerime bir vedayı karşılarcasına baktı.

"Dünyayı yok edebilirsin Atlas. Dünyayı savurup sırtından atabilirsin. Her şeyi başlatıp her şeyi bitirebilirsin. Yok etmek de var etmek de senin ellerinde. Şimdi burada beni öldürebilirsin. Şimdi burada buna son verebilirsin. Öldür beni. Sonra git. Bir daha da dönme."

Nefesimi tuttuğumda bir adım atarak yanıma yaklaştı ve gözlerimin içine bu söylediğinde en ufak tereddüt etmediğini gösterircesine baktı.

"Atlas, lütfen öldür beni!"

Sıradan bir anda olsak buna önce kahkahalarla güler sonra delicesine ağlardım. Sıradan bir anda değildik. Bir kıyametin ortasındaydık.

"Tekrar eden durumlarda benden bir katil yaratma çaban takdir edilesi ama hayır, senin için yapmıyorum. Bunun seninle bir ilgisi yok Pars. Kabullen."

"Beni öldür, bana bunu yapma."

Fısıltısı tüm çığlıklardan daha gürültülüydü. Öldüremezdim. Bir tek o yaşasın diye tüm dünyaya karşı durmuştum.

Geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sadece Pars. Bir tek o. 

Yıllar sonra yeniden Pars uğruna bir oyun kuracaktım. Son bir oyun.


Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro