Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 33 • Kırmızı İp Bağı

Holaaa, 

Umarım herkes iyi ve sağlıklıdır.

Bölümü tekrar okuyacak fırsatım olmadı. Tam şu an siz okurken ben de üzerinden geçeceğim. Eksik, hatalı bir yer görürseniz lütfen ciddiye almadan devam ediniz. 

Keyifli okumalar... 

İrem Pelin xx


🩸

Silah sesinin çınlaması kulağımdayken sıkıca yumduğum gözlerimi açtım. Başımdaki keskin ağrıya eklenen ses gözlerimi delip geçercesine şiddetliydi. İnsanın vurulduğu an sıcağı sıcağına bunu hissetmeyeceği bilgisi, zihnimin bulanık olmayan kıyılarından algıma ulaşmıştı. Acı hissetmiyordum. Başımdaki dayanılmaz ağrı, gözlerimdeki yoğun ağırlık, halsizlik ve içimdeki tüm suyun çekildiğine emin olmamı sağlayan ağız kuruluğunu saymazsak, acı hissetmiyordum.

Serdar'ın üzerimdeki bakışları kısa bir an için afallamış, hemen sonra tek dizinin üzerine, yere düşmüştü.

"At silahını..."

Serdar'ın arkasından gelen sese başımı kaldırmak ve bakmak istiyordum. Başımın ağrılığı boynuma fazla geliyordu. Gözlerimi açık tutmam bile imkansızdı. Serdar'ın silahı yere düşmüştü. Komuta uyarak o mu atmıştı yoksa elinden mi düşmüştü bilmiyordum. Bize yaklaşan adım seslerini duyuyor ama sahibini göremiyordum. Gözlerim kapandı.

"Kaldır ellerini."

Sesler zihnime bir balonun içinde ulaşıyordu. Ölecekmişim gibi hissediyordum. Vurulmadığımı anlamıştım, bunu anlamak ölecekmişim gibi hissetmemi biraz bile azaltmamıştı.

"İyi misin?" diye sordu aynı ses ve hemen ardından "Kıpırdama," diye bağırdı.

Kıpırdamıyorum ki zaten kıpırdayamıyordum.

"Savcı Bey..." dedi Serdar. Sesinde, bariz bir ton vardı, sanki konuşan adamı uyarıyor gibi bir ton. Emin olamıyordum, sesler çok bulanık, zihnim karanlıktı.

Birkaç küçük konuşma daha yaşandı ve hemen sonra tam karşımda, Serdar'ın oturduğu yerde ufak bir hareketlenme oldu. Serdar vurulmuştu, öyle değil mi? Savcı dediği adam onu vurmuştu, öyleyse polis gelmişti.

"Zafer Abi..."

"Kes lan sesini." Bir ses daha duydum. Serdar'a çarpan bir sesti bu. Adam, savcı, Zafer ona tekme mi atmıştı. Serdar'ın dudakların acı bir feryat duyuldu ve hemen sonra siren sesleri duydum. Birkaç saniye içinde dışarıdaki hareketlilik gürültüye dönüşmüştü.

"Ben yanarsam..." dedi Serdar.

Zihnimi tamamen karanlığa bırakmadan önce cümlesinin devamını duymayı umdum. Bekledim, bekledim, bekledim...

Bir el daha ateş edildi.

Bu kez çok daha yakından...

"Atlas!"

Karanlığa çekilmeden önce duyduğum son sesin sahibini tanıyordum. Pars.

Bir görüntü kazanmıştı zihnimde. Islak toprak tonu gözlerinde Akdeniz kasırgası barındırdığına emindim şimdi. Bana doğru yaklaştığını da biliyordum. Gözlerimi açabilsem ona bakardım. Dudaklarım aralanmak için çok kuru, boğazım bir ses çıkarmak için fazla susuzdu.

Küçük kareler doluyordu algıma. Bağımsız anlarda çekilen ve birbiri ardına eklenen fotoğraf kareleri gibi...

Bir el bileğime ulaştı. İpler çözüldü ve başım geriye doğru yavaşça itildi.

Sesler vardı, kelimeler, cümleler... Algım onlardan anlaşılır konuşmalar çıkarmak için fazlasıyla kapalıydı. Ayak bileklerim çözüldü sonra. Baş başka insanlar doldu içeriye, çoğalan seslerden anladım.

Konuşabilseydim su, derdim. Konuşamadım.

Bir el yanağıma yaslandı. Buz gibiydi. Pars'ın olduğunu hissediyordum ama Pars'ın elleri gibi hissettirmiyordu. Onun elleri hep sıcak olurdu.

"Ateşi var," dedi endişeyle.

Demek ki nedeni buydu. Onun elleri yine sıcaktı ama benim tenim hissedemeyecek kadar yanıyordu.

"Ambulans geliyor şimdi," dedi, tanıdık bir ses.

Onat olmalıydı.

"Atlas..." Kolunu boynumun altına yaslamış beni yere dizinin üzerine yatırmıştı. Eli yanağımda duruyordu. Üşüyordum. Ürperme hissiyle ona yaklaşmak, iyice sokulmak istedim ama yapamadım.

"Bak bana..." dedi, sesindeki tonu sevmemiştim. Acı içindeydi. Belki o da ölüyormuşum gibi hissettiğimi anlamıştı. Gözlerimi açabilseydim dediğini yapar, ona bakardım.

Ona bakmak istiyordum. Ona bakmak ve korkma ölmüyorum, demek istiyordum.

"Atlas..." dedi, yeniden, sancılı bir sesle. "Bak elini tutuyorum, elimi sık olur mu, duyuyorsun beni değil mi?"

Boynumu hafifçe yana eğerek ona yaklaşmaya çalıştım. Yapabilmiş miydim emin değildim. "Atlas... Canımın içi, elimi sık."

"Pars, çekil baksınlar."

Elimdeki elinin ağırlığı çekilmemiş ama uzaklaşmıştı. Bunu, ona ait olduğunu bildiğim, belli tonlarla anlatamayacağım ama hep Akdeniz kıyısındaymışım hissi veren kokusunun yoğunluğunun kaybolmasından anlamıştım.

Biri veya birileri beni çektiğinde Pars itiraz etmişti. Pars'ın itiraz eden sesine itiraz eden bir ses daha duymuştum. Onat onu biraz daha çekmiş ama elini elimden ayırmayacak kadar uzaklaştırabilmişti.

"Buradayım," dedi Pars. "Ben buradayım Atlas. Güvendesin."

Biliyordum.

Artık ölecekmiş gibi hissetmiyordum.

Pars buradaydı. Pars buradayken ölmeme izin vermezdi.

🩸

Gözlerimdeki ağırlık yoğunluğunu biraz olsun yitirmiş olsa da sızısı dinmemişti. Dudaklarımdaki kuruluk canımı yakıyordu. Sanki birisi ağzımın içini zımparalamış gibiydi. Gözkapaklarımı kaldıracak gücü bile bulamıyordum. Karanlık bir yerde olduğumu fark ettiğimde sol elimi uzatıp nerede olduğumu alamaya çalıştım. Bir yatakta olmalıydım. Sağ elimi ise kıpırdatmaya çalıştığımda kolumda bir ağırlık hissetmiştim.

"Pars..."

Doğrulmayı çalışmış ama kalkamamıştım.

"Dur dur..."

Eli bileğime sarıldığında tekrar yatmamı sağlamıştı. "Serum var kolunda."

Gözlerimi zorlukla araladığımda bana eğilmiş bakışlarıyla karşılaştı, eli sağ bileğimi sıkıca tutuyordu ve gözleri sesiyle aynı sancıyı paylaşıyordu. Gözlerimi yumduğumda diğer eli yanağıma yaslandı.

"Uyu hadi..."

"Uyudum, yeter."

"Atlas... Susuz kalmışsın. Hastanede bir serum taktılar, kontrollerini yaptılar."

Başımı sallayıp ona onu duyduğumu ispat etmek istemiştim ama hala korkunç bir ağrı şakaklarımdan baskı yapıyordu. Gözlerimin üzerinde de aynı ağrı vardı ve kıpırdamakta zorlanıyordum.

"Seni eve getirmem için izin vermeleri saatler aldı," dedi, sesindeki sancıyı yumuşak bir tonla bastırmayı deneyerek.

Kirpiklerimi tekrar araladığımda gülümsemişti. Gözlerinde bir şey vardı. Gülümsemesi ise farkıydı, Pars'ı ilk kez bu kadar bitik görüyordum.

Sol kolumu hafifçe kaldırıp elimi ona doğru uzattım. Parmaklarım dudağının kenarına değdiğinde gözlerini kapattı. Göğsü yükseldi ve aldığı nefesi yavaşça verdi.

"Kasırga mı var?"

Dudağının kenarı minicik, belli belirsiz kıvrıldı ve bana şehri sular altında kalmış gibi baktı.

Kasırga vardı.

"Pars, ne oldu?"

Gözlerim kolumdaki seruma takıldığında, yüzüme alaycı bir gülüş yerleştirmeye çalıştım. Sağ kolumu hafifçe hareket ettirerek "Yani, bunun dışında, ne oldu?" dedim.

"Hayatımın..." dedi. "En kötü iki günüydü Atlas."

Parmaklarım yanağını okşarken gülümsedim. "Sen gelene kadar çok korktum, sonra sesini duyunca oradan çıkacağıma emin oldum."

Elinin altındaki elimi dudaklarına götürdü ve bileğimi öptü. Dudakları elimin içine kaydığında, avucuma güçlü bir öpücük bırakmıştı.

"Bu korkmak değildi Atlas. Korkmayı biliyorum. Endişeyi, telaşı, çaresizliği... Hepsini biliyorum. Bu hiçbirine benzemiyordu. Nefessiz kaldım. Senin nefes aldığını görene kadar nefessiz kaldım."

Ona yaklaştım ve dudaklarımı dudağının kenarına bastırdım. Gözlerimi kapattığında bir süre nefes alışını dinlemiştim. Gözlerimi açtığımda gözlerim yüzünde gezindi.

"Yaralanmışsın?"

Parmaklarımı sol kaşına uzattım. Üzerine değmeden, kenarında, yara olmayan kısma hafifçe dokundum. Kaşının alt kısmında, kapanmak üzere gibi görünen bir yarık vardı.

Gözünün altına hafifçe dokunup önemsiz bir şey gibi omuz silkti. "Yerini bulmaya çalışırken birkaç küçük anlaşmazlık yaşandı."

"Anlaşmazlık?" dedim, sorarcasına.

Dudaklarını hafifçe bükerek başını sallamıştı. Bu, kapat konuyu, geçiştirmesiydi. Kızarıklık fazla belirgindi, acıyor olmalıydı. Baktırmış mıydı?

"Acımıyor," dedi, düşüncelerimi okuyormuş gibi gülümsediğinde. "Düşünme."

Parmaklarımı ellerinin arasına aldı ve üzerlerini öptü. Göz kırptığında havayı dağıtmaya çalışmış ama aklımdaki düşüncelerin önünü kesemediğinden pek başarılı olamamıştı.

"Öldü mü?" diye sordum. "Serdar?"

Dudaklarını elimin üzerinden çekmeden başını salladı.

"Sen gelmeden önce bir adam geldi. Serdar şey dedi... Savcıymış."

"Baban polislerle hareket etmiş, ben seni bulamayınca onu aramak zorunda kaldım. Savcı bizden önce ulaşmış sana. Biz içeri girdiğimizde Serdar ölmüştü."

Başımı salladığımda konuşmaya devam etti. "Üstleri ilgileneceğini söylemişlerdi bana, çok peşine düşeceklerini düşünmemiştim ama bulmuşlar."

"Bir şey dedi..." dedim, hatırlamaya çalışarak.

Zihnim çok bulanıktı. Başımın ağrısı algımı açık tutmama engel oluyordu. Muhtemelen uzun süre susuz kaldığım için bu kadar yoğun ve keskin bir ağrı hissediyordum.

"Ne dedi?" diye sorduğunda boynu dikleşmiş, dikkatle gözlerime bakmıştı.

Beyaz gömleğinin yakalarına uzandım. Neden gömlek giymişti? Bakışlarım onu süzdüğünde kaşlarım çatıldı. Sadece gömlek giymemişti, takım giymişti. Ceketi üzerinde henüz yoktu ama bu bir takımdı.

"Pars?" dedim, yeniden doğrulmaya çalışmıştım. Bu kez sırtımı dikleştirdiğimde uzanıp dengemi sağlamam için yardım etmiştim. "Ne oluyor?"

Çatılan kaşlarım yüzüne sahte bir umursamazlık eklenmesine neden olmuştu. Her ne söyleyecekse rol yapacaktı.

"Yok bir şey..." dedi, umursamaz bir tavırla.

"Neden takım giyiyorsun?"

"Niye," dedi, kendini beğenmiş bir gülümsemeyle. "Yakışmamış mı?"

"Pars..."

Kaşlarını oyuncu bir tavırla çattı ve gömleğinin yakalarını çekiştirirken bana göz kırptı. "Yakışıklı olmadığımı söyleyemezsin."

Ve o an zihnimdeki bulut dağıldı. Oturduğum yerde birden doğrulduğumda başım dönmüştü ama bunu umursamadan dizlerimin üzerinde yükseldim. "Pars..." dedim, korktuğum şeyin olmamasını umarak. "Yapmadım de."

Gülümsemesi büyüdüğünde oturduğu yerden kalktı ve karşı duvardaki boy aynasının önüne geçti. Manşetlerini düzeltirken aynadan bana bakmıştı.

"Hayır." Yerimden kalktım. "Hayır, hayır, hayır... Babana boyun mu eğdin?"

"Kalkma yerinden, dinlenmen lazım." Bana döndüğünde kaşlarıyla yatağı işaret etmişti. Serumun takılı olduğu askılığı çekerek öne ilerledim.

"Halledemeyeceğim bir şey değil."

Gözlerini gözlerime dikmiş ve beni küçük bir çocukmuşum gibi ikna etmeye çalışarak bakmıştı. İçimde büyüyen endişe bulutu karnımı sarmış ve sevimsiz bir his bırakmıştı. Bir elim askılığı tutarken öne doğru bir adım attım. Bakışları dizlerime kaymıştı, kaşları çatıldığında ben de onun yaptığını yaptım ve dizlerime baktım. Ayak bileklerimde morluklar vardı, kaşlarını neden çattığını şimdi anlamıştım. Bakışlarımı kollarıma çevirdim, el bileklerim de aynı durumdaydı. Halat izleri ve morluklar...

Bir önemi yoktu. Bu izler geçerdi, önemli olan geçmeyecek izler için atılan adımlardı. Pars ile konuşurken konforlu kelimeler seçemezdim, seçersem işe yaramazlardı. O sert vuruşların insanıydı ve kelimeler de en az yumruklar kadar etki bırakmalıydı.

Onunla içinde bulunduğum tüm oyunlarını kurallarını ezbere biliyordum. Birini bu denli tanımak hem korkutucu hem de rahatlatıcıydı.

"Babana boyun mu eğdin?"

Sesimdeki ton onu kendine getirmek için seçilmişti ve ona değip bana da çarpmıştı. Hayır demesini, umdum, bunun imkansız olduğunu söylemesini bekledim, büyük büyük büyük kahkahası odayı doldursun istedim.

"Atlas."

Bu uyarı ateşiydi. Adımı, dilinde keyifli bir tat bırakmış gibi değil de, bastığım yeri fark etmemi ister gibi söylemişti.

Bastığım yerden ben sorumluydum. Bastım yer canımı yakıyordu, görmüyor muydu? Bileklerimdeki izleri görüyordu da, o kaybederse benim de kaybedeceğimi göremiyor muydu? Oysa biliyordu, kaybetmekten nefret ederdim, en az onun kadar.

"Pars, kaybedemezsin."

Bakışları yere indiğinde yüzünde yarım, canımı acıtan bir gülümseme belirdi. "Atlas, bu bir oyun değil."

Evet, bu bir oyun değildi.

Bu bir savaştı.

Eğer kaybederse, yenilmezdi, ölürdü.

Belki fiziksel olarak değil ama ölürdü. O benim ölmeme izin vermemişti, ben de onun ölmesine izin vermeyecektim.

Gerekirse ben yapacaktım, ruhunu ben koruyacaktım. Ruhunun kapısında bekleyen ben olacaktım. Kilitleri ben tutacak, karanlık güçlerin içeri sızmasına engel olacaktım. Pars böyle kalacaktı, böyle... Baştan ayağa Pars olarak... Tüm varlığı ile reddettiği karanlığa mahkum olmayacak, yenilmeyecek, kaybetmeyecek ve ölmeyecekti.

Gerçek beni vurduğunda kaşlarım çatıldı, bakmam gereken asıl noktayı kaçırmıştım. Yatağın ucuna yavaşça oturduğumda ellerim yüzüme kapandı.

"Benim yüzümden, benim yüzümden, benim yüzümden..."

Elleri bileklerime uzandı ve tüy kadar hafif dokunuşunun ardından parmaklarını bileklerimi sardı. Ellerimi yüzümden çektiğinde yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve alnını, alnıma dayadı. Gözleri gözlerime dolarken minicik bir an, gözlerindeki parıltı içimi sardı. Gözleri bu kadar yorgun, yüzü bu kadar bitik durmasaydı bakışlarındaki parıltı beni ikna etmeye yeterdi.

"Senin yüzünden değil," dedi, çırpınışımı bölen sesi. "Halledemeyeceğim bir şey de değil. Şimdi uyu, söz veriyorum uyandığında dönmüş olacağım ve konuşacağız."

Bakışlarındaki beni ikna etmeye yetecek parıltı içimi ısıttı.

"Konuşacağız?"

Başını usulca salladı, göz kırptı ve yerinden kalktı.

"Konuşacağız."

"Usta olduğumuz bir konu..." dedim. Bakışlarım ellerime kaydığında, kolumun içindeki iğne girişine baktım. Bakışlarım kabloyu takip etti ve serumun üstünde durdu. Bitmek üzereydi. İçimdeki endişe balonu giderek büyümüş ve midemde ekşi bir tat bırakmıştı. Kuru dudaklarımı dilimle ıslatmaya çalıştım. Canım fena halde yanıyordu. "Bir tek seninle oluyor zaten. En sıradan konularda konuşmak bile, sadece seninleyken böyle ilgi çekici."

Aynanın yanında asılı duran cekete uzanmadan önce durdu ve bana döndü. Gitmesin istiyordum. Giderse ona da karanlık bulaşacaktı, gözlerindeki parıltı geri dönmemek üzere kaybolacak, tüm oyunlar rafa kalkacak, tanıdığım o çocuk yok olup gidecek ve kötüler kazanacaktı. Giderse kaybedecektik. O ceketi giyerse teslim olacaktı.

Gözleri üzerimdeyken yüzünde silip atmak istediğim bir hüzün belirdi. Sanki biri elini karnımın içine sokmuş ve tırnaklarını oraya geçirmişti. Ekşi tat yoğunlaştı ve zorlukla yutkundum. Yüzüne yayılan gülümseme etimi kesiyordu.

"Ve gözlerin bir tek bana bakarken böyle," dedi. "Mavi. Uçsuz bucaksız mavi..."

Dudaklarımın kenarı aynı hüzünlü gülüşle kıvrıldığında eşitlenmiştik. Daha da eşitlenmeliydik. Başını soktuğu beladan ben sorumluysam, sonuçlarına birlikte karşı durmalıydık. Savaşmasını istiyorsam eğer onunla savaşmalıydım.

"Ben kendi kafama göre davrandım diye oldu," dedim, kabullenişle. "Benim yüzümden."

Bana doğru yaklaştı ve yatağın ucuna oturdu. Gözlerini yine, demin yaptığı gibi anlayışla gözlerime dikti. "Atlas ben oraya giderken, senin bir şeyler karıştıracağını biliyordum." Tebessüm ettiğinde başımı yana eğerek baktım gözlerine. "Seni gözden kaçırma ihtimalimi düşünmesem de biliyordum."

Elini yanağıma yasladı ve dudaklarını bu kez daha içten bir gülümsemeyle kıvırdı. "Ortada bir oyun yoksa, sen oyunu kurarsın, kuralları belirler ve o oyunu oynarsın." Dudaklarımı suçlu bir ifadeyle büktüm. "Senin, sen olmaktan vazgeçmeni bekleyemeyiz."

"Kızmadın mı?"

"Kızdım. Çok, çok kızdım. Seni bulamadığım her saniye sana korkunç kızdım. Kendime daha çok kızdım, o ayrı."

"Senin suçun değildi, ben başımı belaya sokma konusunda uzman sayılırım," dedim, onun bana dediğini taklit ederek.

"Bir daha yapma..." dedi, nefesi kesiliyormuş gibi soluklandığında. "Beni bir daha seni bulamayacak yerde bırakma. Beni o noktaya getirme Atlas. Dayanamam."

Başımı usulca salladığımda bana uzandı ve başını omzuma yaklaştırarak dudaklarını boynuma bastırdı. Derin bir nefes aldıktan sonra "Uyu biraz daha," dedi. "Söz veriyorum geldiğimde tüm sorularını yanıtlayacağım."

"Döndüğünde çok geç olacak," dedim, itiraz ederek.

"Sadece bir yemek..." dedi, beni rahatlamak için. "Babamla küçük bir yemek yiyeceğiz."

"Yemek?" dedim, kaşlarımı kaldırarak. "Babanla? En son babanla baş başa yemek yediğinde kaç yaşındaydın?"

Yüzüne yayılan küçük gülüş büyümüş, minik bir kahkahaya dönüşmüştü.

"9," dedi tek gözünü kısarak düşündüğünde. "Belki 10."

"Ben de geliyorum," dedim, ayaklanmaya çalıştığımda. Kolumu tutup kalktığım yere beni yeniden yerleştirmiş ve kaşlarını kaldırmıştı.

"Sen burada dinlenecek ve kendine geleceksin. Döndüğümde konuşuruz."

"Hayır," dedim, kolumu çekmiş ve aynı şekilde kaşlarımı kaldırarak yüzüne bakmıştım. "Ben de geleceğim."

"Atlas!"

Kolumdaki iğne girişini çekmek için uzandığımda elimi tuttu. "Saçmalama artık."

"Seni oraya tek başına göndermem. Sivri dişlerini etini geçirmek için bekleyen pis iştahlı canavarın inine tek başına giremezsin."

"Atlas..." dedi, usulcacık bir sesle. "Bu sonu kötü biten bir masal değil."

"Masallara inanmam," dedim omuz silkerken. "Canavarlar var. Gerçek dünyada takım elbise giyiyorlar."

"Öyleyse," dedi, kaşlarını kaldırarak. "Onların kıyafetlerini giyer, onların masalarına oturur, onların yemeklerini yer, onlara onlar gibi olacağımızı düşündürür ama en savunmasız anlarında kalplerini sökeriz."

Elimi uzatıp işaret parmağımın tersiyle yüzünü okşadım. "Bir zalime dönüşmek için fazla vicdanlısın Pars."

"Merak etme..." dedi. "Senin görmediğin yerlerde fazlasıyla acımasız olmuşluğum var."

"Yetmez, acımasız olman onların karanlığı ile savaşmak için yeterli değil."

Kaşlarımı kaldırdığımda kaygılı bakışlarıma aldırmadan yerinden kalktı ve ceketi alıp üzerine giydi. Cebinden çıkardığı beyaz detayları olan kırmızı bandanayı ceketin mendil cebine sıkıştırdı ve düzeltti. Onların sularında yüzecekse kendine has yüzgeçleri olmalıydı.

"Bu sadece bir yemek..." diye açıkladı. "Asıl patırtı baloda."

"Balo?"

"Taşkıranların her yıl düzenlediği şu gereksiz davet var ya, o."

Kaşlarımı çatılmıştı. Oktay Taşkıran babamın iş dünyasında yakından görüştüğü insanlardan biriydi. Hakan Pars kadar olmasa da o da yakın arkadaşıydı ya da işte etrafa öyle görünüyorlardı. Pars'ın bahsettiği davetlerden birine yıllar önce gitmekten son dakika vazgeçmiştim. Ülkenin önde gelen insanlarının saatlerce birbirlerine yalandan samimi davrandıkları, ultra lüks ve gereksiz şaşalı bir davetti. Pars'ın dediği gibi, daha çok baloydu.

Hakan Pars bu kez istediğine kavuşmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Pars ile baloya giderse ve Pars'ın yanında olduğunu duyurursa bu resmi bir takdim sayılacaktı. Kocaman bir saçmalık olmasının yanında gerçekten de hükmü vardı.

Pars, Hakan Pars'ın işlerini devam edeceğini kabul etmiş olacaktı.

"Baloya," dedim, Pars ceketini düzeltirken. "Ben de geleceğim."

"Hayır," dedi, anında.

"Baloya ben de geleceğim Pars. İster sana eşlik etmeme izin verirsin istersen ben kendi yöntemlerimi kullanırım."

"Kolunda serum takılı, farkında mısın sen bunun? Ne olursa geri duracaksın, ne olursa gerçekten kötü şeyler olduğunu, zarar gördüğünü, neredeyse daha fazla zarar göreceğini anlayacaksın? Ne olması lazım Atlas? Kendini sakınman için ne olması lazım?"

"Ben burada, güvende, senin yatağında seni bekleyeceğim ve sen gidip kral olmayı kabul edeceksin? Öyle mi?"

"Bu biraz abartılı bir yorum oldu, alt taraf-"

"Alt tarafı saltanatı devralmak, veliaht olmayı kabul etmek, dur bakalım başka ne vardı?"

Alayla güldü. Kahkaha attığında gözlerimi kıstım.

"Ne... İnsanların sana baktığında gördükleri bu olmayacak mı?"

"Ne ben o uyduruk sıfatlardan birini edineceğim ne de devralınacak bir saltanat var Atlas. Babam bugüne kadar kurduğu tüm düzeni devam ettirmem için boynuma pranga geçirecek, hepsi bu."

"Hepsi bu..." Alaylı tonunu tekrar ettim.

"Birlikte gideceğiz," dedim, "Seninle ben." Başımı hızlı hızlı hızlı salladığımda, gülümsedi.

"Onlara karşı, ikimiz."

"Bazen beni hiç duymuyorsun."

Yerimden kalktım ve ona doğru yaklaştım. "Çok yakışıklı olmuşsun."

"Bak sen..." Kaşlarını hafifçe çatmıştı ve sevimli bir ifadeyle bana bakmıştı.

"Evet," dedim, kırmızı bandanayı hafifçe düzeltirken. "Çok."

Gözleri yoğunlaştığında uzandı ve sol kaşımın üzerine dudaklarını bastırdı. "İklim burada, uyandığını söylerim. Çorba yaptım, biraz yiyebilirsin artık serum bitince."

Yıllardır kaçtığı ne varsa hepsini kabul etmişken, birazdan Hakan Pars'ın gözlerinde zafer parıltıları görecekken bana çorba yapmayı akıl etmiş ve yemem için tembihlemişti. Bazen Pars'ın şöhretinin hiç onu yansıtmadığını düşünüyordum, daha çok onu kalabalıktan sıyrılmışken gördüğümde.

Kapıya doğru ilerlediğinde "Başın belaya girecek mi?" diye sordum. Yani girecekti girmesine ama işte ne şiddetini hesaplamaya çalışıyordum.

Kapıdan çıkmak üzereyken döndü ve gözlerini kısarak bana baktı.

"Karşı tarafın daha çok..."

"Pars..." dedim. "Sana bir şey olmasın."

Bana son bir kez daha baktı ve gülümseyerek kapıdan çıktı.

Baloya onu yalnız göndermem mümkün değildi. Madem savaşacaktı, ki bu benim çıkarımımdı, onunla savaşacaktım.

Yatağa yerleştiğimde gözlerimi seruma çevirdim. Bitmiş gibi görünüyordu ama emin değildim. Bir süre pıt pıt pıt damlamaya devam edişini izledim. Demek ki bitmemişti.

"Gelebilir miyim?"

İklim elinde tepsiyle kapının önünde duruyordu.

"Evet," dedim, doğrulduğumda. "Gel."

"Nasılsın, daha iyi misin?"

"Ağzımın içi hala zımpara gibi, dudaklarım yanıyor ve hala başım ağrıyor. Bunun dışında iyiyim."

"Su getirdim, artık içebilirsin sanırım birden vermemek geriyor diye biliyorum ama serum takıldı sonuçta. Bir de çorba getirdim."

"Teşekkürler. Bu da bitmek üzere, sanırım."

Tepsiyi önüme bıraktığında yatağın ucuna oturmuştu.

"Pars birkaç saate gelirim dedi."

"Umarım," dedim. Bardağa uzanıp suyu aldığımda İklim dikkatle beni inceliyordu. Nasıl göründüğümü düşünmek bile istemiyordum. Yemekten sonra bir duş alsam iyi olacaktı.

"Onat da buradaydı ama sen kendinde değildin o sırada."

"İşe mi gitti?"

"Evet, NOX'u boş bırakmak bu sıra biraz riskli."

"Neden?"

Bardağı dudaklarıma yaklaştırıp küçük bir yudum içtim.

"Bazı küçük saldırılar oluyor, geçen ki uyuşturucu mevzusu gibi."

"Arif Bey'in Pars'ı sevdiğinden emin miyiz? Ben bir düşman daha edinmiş gibi görüyorum onu da."

"Sever... Yok sever de işte o elini çekince Pars'ı sevmeyenler meydanı boş buldular."

"Pars'ı sevmeyenler? Kim onlar."

"NOX kadar ünlü olmayan gece kulübü sahipleri, yeraltı dövüşlerini yönetenlerden bazıları, küçük motosiklet çeteleri, motosiklet çetesi görünümlü uyuşturucu kuryeleri, bahis üzerine kafes dövüşü yaptıran ama Pars'ın geçit vermediği birkaç dallama ve babasının düşmanları."

Kaşlarım kalkıp dudaklarım o şeklini aldığında İklim yüzüme yaa diyen bir ifade ile bakıyordu.

"Pars bu zamana kadar iyi hayatta kalmış, bilsem hiç gelmezdim Madrid'den çünkü belli ki birinin elinde kalacak."

İklim, bana hak verircesine başını sallamıştı. "Aslında iyi idare ediyorduk her şeyi, yani sadece Arif Baba'nın korumasıyla değil, Pars sağlam biz düzen kurmuştu ve kimse karşısında durmak, ona düşman olmak istemiyordu."

"Birkaç istisna hariç..." dediğim yüzümü buruşturarak.

Kimden bahsettiğimi anladığında o da yüzünü buruşturmuştu. "Evet. Yani bir şekilde devam ediyorduk ama Sezin'den sonra."

Çorbaya uzandım ve kaşığı içine daldırdım. Domates çorbası yapmıştı. Midem pek iyi durumda değildi. Birden yüklenmek istemiyordum. Kaşığı doldurup küçük bir yudum aldım.

"İklim..." dedim, soracağım soru için nefes alarak kendimi hazırlamıştım. Merak etmem çok normaldi, sonuçta ucu Aras'a da dokunuyordu. "Sezin'e kadar dedin ya, sen o gün ne olduğunu biliyor musun?"

İklim'in yüzünde mutsuz bir ifade belirmişti. Muhtemelen onlar da arkadaştı, kaybı için üzülüyordu. Çok haklıydı.

"Eğer konuşmak istemezsen, sorun değil, ben öylesine sordum."

"Yok..." dedi. "Ben sadece, bahsetmek can sıkıcı... Sezin'in öldüğü gün Pars'ın dövüşü vardı. Özel bir dövüştü ama basın orada olacaktı, NOX için de önemli bir geceydi o yüzden ben günlerce organizasyon ile ilgilenmiştim. Son birkaç gün Sezin ile çok bir araya gelmemiştik, kendimi kötü hissediyorum bu konuda."

"Sen arkadaştın onunla öyleyse, Sezin'le yani."

"Evet, yani Pars ile sevgili olmalarının ardından biz de arkadaş olduk. Zaten tanısan anlardın, Sezin herkesle çok iyi iletişim kurardı. Sevgi dolu, capcanlı biriydi."

"Üzgünüm... Böyle birini kaybettiğin, kaybettiğiniz için."

"Ben de öyle. Çok acı. Dediğim gibi Pars, Sezin'den sonra tamamen koptu. Aylarca kendini kapattı. Bu eve taşındı, dışarı çıkmadı, ben üzerine gitmek istemiyordum ama Onat onu dinlemedi. Onların değişik bir iletişim biçimi var, çocukluktan kalma diye sanırım." Bir an durup bana dikkatle bakmıştı. "Sizin de öyle."

Gülümsedim. Aklım Sezin ve capcanlı oluşuna takılmıştı. Öldüğünde hamileydi ve nasıl öldüğünü sormak istiyor olmama rağmen bunu dile getirmek istemiyordum.

"İşleri mi boşladı," diye sordum. "Yani, dedin ya, ondan sonra diye."

"Pars yoktu sanki. Gözaltına alınmıştı, birkaç gün tuttular, çıkamadı. Onat ailesini devreye kattı, bir ton uğraştı, babasına ulaştı, elinden ne geldiyse yaptı o günlerde. Ben ne yapacağımı şaşırmış halde dışarıdaki işleri toparlamaya çalışıyordum, cenaze işleri ile Pars'ın yerine ben ilgilenmek istedim ama..."

Sustuğunda "Ama?" dedim.

"Teyze mi, halası mı ne, biri gelip cenazeyi almış. Sezin Muğla'lıydı, mezarı orada olsun istiyormuş. İşte almış götürmüş. Pars cenaze bile yapamadı."

"Ailesinin olmadığını söylemişti Pars," dedim.

"Evet, anne ve babası ölmüş. Yani diğer akrabalarını çok bilmiyordum ama birileri varmış demek ki."

"İklim..." dedim, kuşkuyla. "Emin misin? Yani gerçekten bir akrabası mı aldı sence?"

İklim kaşlarını çatmış ve yüzüme düşünceli bir ifadeyle bakmıştı. "Sence de bir gariplik yok mu?"

"Nasıl bir gariplik?" diye sordu. "Cenazesine sahip çıkılması tuhaf mı?"

"Hayır, tabii ki değil de. Alan kişi kim ise Pars'a ulaştı mı sonra?"

"Sanmıyorum... Pars günler sonra tutuksuz yargılanmak için çıktığında kendini kapattı. Dediğim gibi sadece bizimle iletişim kuruyordu ama sanki içerde kimse yoktu. Bir iki ay sonra delirmiş bir haldeydi zaten. Yani, Pars her zaman hayattan nasıl keyif alınacağını bilir ama bu kez kendini öldürmeye çalışan bir hali vardı. Onat birkaç kez onu sınırdan döndürdü. Ben gecelerde yanında kaldım, iyi olduğundan emin olmak için gözümü bir an bile üzerinden ayırmadım. Aylar sonra yavaş yavaş topladı."

Pars'ın o hallerini düşünmek istemiyordum. Gözümde canlanan görüntüler karnımdaki o eli güçlendiriyor ve etime geçen tırnakların şiddetini artırıyordu.

"Sonra sen geldin..." dedi İklim. Yüzünde bir gülümseme belirmişti. "Yalan söylemeyeceğim, ilk anda senden nefret ettim."

Güldüğümde dediğinin altını çizmek için başını sallamıştı. Kaşlarını kaldırdığında yüzündeki sevimli ifadeye tekrar güldüm.

"Onat nedenin ne olabileceğini söylediği için sormuyorum," dedim, gülmeye devam ederek.

"Onat ne biliyormuş nedenini," derken muzip bir mimik yapmıştı.

"Pars'a onu öldürecekmiş gibi baktığım içinmiş."

Dudaklarını büzdü ve kaşlarını çattı. "Biliyormuş, doğru."

Çorbadan küçük bir kaşık daha içmiştim.

"Şu koca dünyada güvendiğim, sırtımı yasladığım, canım kadar sevdiğim tek insan Pars." Sesindeki muzip ton devam etmişti. "O bakımdan, sen öyle etrafta Kill Bill gibi gezince, biraz sinirimi bozdun doğruya doğru."

Ellerimi havaya kaldırdım. "Merak etme," dedim. "Artık silahsızım."

"Geçtik o kısmı. Şimdi, onun canı yanmasın diye seni koruyup kollama aşamasına geldik."

"Koruyup kollama? Ben kendimi korurum diyeceğim de..." dedim, serum takılı kolumu çekiştirecek. "Sonuç ortada."

"Endişelenme, bundan böyle Pars tim seninle."

"Pars tim?" Küçük bir kahkaha attığım bu söylediği çok hoşuma gitmişti. "Pars en azından bu açıdan şanslı, iki mükemmel arkadaşı var."

"Ben bir tık daha iyiyimdir, kabul edelim."

"Bu sıra da Onat'a gıcık oluyor olabilir misin acaba?"

"Yok ya, iyidir Onat."

"İyidir, evet ama soru bu değil."

"Gıcık olmuyorum," dedi gülerek.

"Peki..." dedim ve çorbadan biraz daha içtim.

Bu kadar yeterliydi. Kendimi hala halsiz hissediyordum, biraz uyusam iyi olabilirdi.

"Teşekkür ederim," dedim İklim'e.

"Ben aşağıdayım... Bir şey olursa seslen, çekinme."

"Teşekkür ederim, bu gece burada kalmak zorunda değildin ama kalmana sevindim."

"Rica ederim, sen dinlen biraz, ben uğrarım yine."

İklim odadan çıktığında bakışlarımı seruma çevirdim. Sanırım artık çıkartabilirdim. İğneyi dikkatle kolumdan çektim. Biraz sızlamıştı. Kan akıp akmayacağını kontrol etmek için bir süre bekledim. Sadece biraz morarmıştı. Açık tenli olmanın böyle dezavantajları vardı. Birkaç güne tüm izler geçerdi, bir süre sonra ise unutur giderdim. Pars'ın attığı adımı ise unutup gidemeyeceğimizi biliyordum.

Yatağa uzandığımda gözlerimi tavana diktim. Kendimi suçlu hissetmenin ötesinde bir histi bu. Onu, dipsiz, karanlık bir kuyuda tek bırakmışım gibi hissediyordum.

Gözlerimi kapattım, karanlık düşünceleri zihnimden ittim ve Pars'a güvendim. Bu gerçekten bir savaşsa onun kazanması için elimden geleni yapacaktım.

Ellerini sıkı sıkı sıkı tutacak ve tam yanında duracaktım.

🩸

Odaya çöken karanlık yoğunlaşmıştı. Birkaç saat uyuduysam eğer gece yarısını geçmiş olmalıydık. Yattığım yerde hafifçe kıpırdandığımda göğsümdeki ağırlığı fark etmiş ve ellerimi uzatmıştım. Parmaklarım saçlarının arasına karıştığında dudaklarından minik bir mırıltı duyuldu.

Kolu belimi sıkıca tutmuştu, yüzünü boynumla göğsüm arasına yaslamış ve dudaklarını tenime bastırmıştı. Ağırlığını bana vermese de beni tamamen sarmalayarak kollarımın arasına girmiş ve üzerime yatmıştı.

"Saat kaç?" diye sordum. Hiçbir önemi yoktu oysa. Sözünü tutmuştu, ben uyanmadan dönmüştü.

"İkiyi geçiyor."

"Ne kadar geçiyor?"

"Bilmem," dedi, dudaklarını büzdüğünü hissetmiştim. "Ben geldiğimde ikiydi, burada böyle ne kadar yattıysam o kadar geçiyor."

Dudaklarını tenime bastırmış, derin bir nefes almış ve belimi daha sıkı sarmıştı.

"Sen iyi misin?"

"Cık..." dedi. Başını hafifçe sallamış ve yattığı yerde kıpırdamıştı. "Masallara hiç mi inanmıyorsun?"

"Hiç," dedim, keyifsiz bir sesle. "Neden?"

"Belki canavarın alt edildiği bir tane biliyorsundur diye ummuştum."

"Sivri dişli, pis iştahlı, açgözlü canavarın mı?"

"Ta kendisinin..."

"Onu bilmiyorum ama ben güçlü bir savaşçının olduğu bir tane biliyorum. Sonunda kötülere dönüşmeden, kötülüğe bulanmadan savaşı kazanıyor."

"Mümkün mü bu?"

Çenesini kaldırıp bana bakmıştı. Küçük, küçücük bir çocuk gibi bir umut cevap bekliyordu benden.

"Mümkün," dedim, önce onu sonra kendimi inandırmak için. "Karanlığa karışmadan karanlıkla savaşmış ve kazanmış."

Dudakları kıvırıldı, buna ihtimal vermeyen yanı o minik gülücüğe tutundu, ihtimal veren yanı ise gözlerindeki parıltıda saklıydı.

"Pars..." dedim, gözlerinin içine bakarken. "Sen bana söyledin ya orada, buradayım, dedin."

Parmaklarım saçlarında usulca gezinmeye devam etti. "Ben de buradayım. Ben seninle birlikte savaşırım, eğer istersen?"

"Seni bir daha asla tehlikeye atmam Atlas."

"Yanımda sen olacaksın," dedim güven veren bir ifadeyle. "Hem birkaç teknik de biliyorsun, bizi korursun bence."

"Atlas..."

"Pars," dedim. "Herkesi hayatta tutamazsın." Kaşları çatıldığında devam ettim. "İzin ver, birileri de senin için bir şey yaptın. Üstelik başına bu belayı benim yüz-"

Birden kıpırdandığında yanağını göğsüme yaslamış ve uyku pozisyonu almıştı. Devam etmemi istemediğini açıkça belirtmişti ama bu beni hiçbir zaman durdurmamıştı, yine durdurmayacaktı.

"Baloya ben de geleceğim," dedim. "Seninle birlikte."

"Baloda yanımda durmanın bir anlam ifade ettiğini biliyorsun değil mi? Öylesine bir adım gibi görünmeyecek bu, ciddiye alınacak."

"Alınsın," dedim. "Ciddiye alsınlar, kulaktan kulağa yaysınlar, isterlerse gazeteye manşet atsınlar."

"Manşet atmazlar muhtemelen ama magazin kısmına düşeceğimiz kesin."

"Düşelim," dedim. "Dillere düşelim."

Yüzümü kırıştırdığımda başını çevirip yüzüme baktı. Güldüğünde parmaklarını yüzüne götürmüş ve kısa sakallarının üzerine dokunmuştum.

"Kabul etmezsem?" dedi.

"Babamla giderim." Bir an için kaşlarım çatılmıştı. "Sahi, babam beni hiç aramadı. Doğru, bir telefonum yok."

"Beni aradı, konuştuk. Seni buraya getirmeme engel olmayı bir denedi, başaramadı."

Gözlerimi kıstım. "Çok düşünceli biri gerçekten..."

"Israrcı olsaydı da sonuç değişmezdi."

"Ya," dedim, dudaklarımı bükerek. "Beni hiçbir koşulda kaptırmazdın yani?"

Başını iki yana sallamış ama devam ettirmemişti.

"Yorgunum," dedi. Başını tekrar kaldırdığı yere gömdü ve bedenini tamamen bedenime hapsetti. "Akıl oyunlarını üzerimde sabah denersin, artık uyuyabilir miyiz?"

"Sen bu romantik huylarını nerede saklıyorsun," dedim, kolunu sıktığımda. "Kaslarının altında mı?"

"Hı hı..." dedi, "O yüzden üzerlerine bu kadar çalıştım."

Kolunun üzerine vurduğumda gülmüştü. "Uykum yok benim," dedim. "Çok uyudum."

"Gözlerini kapatıp bekle, gelir."

"Bu dahiyane öneri için teşekkürler Pars, şeytanın aklına gelmezdi."

"Şeytan deme gözümün önüne yüzü geliyor."

Saçlarını okşamaya devam ederken yanağımı başının üzerine yasladım. "Çok mu kötüydü?"

"Kazanmış ifadesini dağıtmak için yemek bıçağını kullanmak isteyecek kadar."

"Şampanya falan patlattı mı bari?"

"Gösterişi baloya saklıyordur. Oktay'da Görkem var ya, ona gövde gösterisi yapacak."

"Görkem kim ya?"

Burnunu boynuma değdirirken sıkıntıyla nefes verdi.

"Oktay'ın büyük oğlu işte..."

"Aay," dedim yüzümü buruştururken. "Tamam tamam tamam, ben de küçüğü biliyorum."

"Nereden biliyorsun?"

"Instagram," dedim, gözlerimi yuvarlayarak. "Bir ara her fotoğrafımı beğeniyordu, DM falan da attı da cevap alamayınca pes etti. Aslında kibar da birine benziyordu ama yapışkan çıktı."

"Telefon alırız yarın sana, engellersin."

"Yazmıyor artık," dedim.

"Zaten balodan sonra bu sorunların hepsi bitecek."

"Evlenmiyoruz Pars," dedim. "Alt tarafı bir davete birlikte gidiyoruz."

"Taşkıranların klasikleşmiş balosuna," diye düzeltti.

"Aynı şey sayılır, diyorsun?"

Yeniden uyku pozisyonu aldığında "Üüüf," dedim. "Cemiyet davetlerindeki en büyük eğlencem seninle ve sana pervane olanlarla dalga geçmekti. Şu geldiğim noktaya bak. 18 yaşındaki Atlas benden utanırdı."

"18 yaşındaki Atlas beni öpmüştü."

"Bunu asla unutmayacaksın değil mi?"

Güldüğünde dudakları tenimin üzerinde kıvrılmıştı. Vücuduma yayılan sıcaklık hissi beni mayıştırıyordu.

"Asla..." dedi.

"İnanılır gibi değil," dedim, kendi kendime. "Hayır, madem bu kadar hoşuna gitti, o gece de belli etseydin ya."

"Ettim," dedi. "Hoşuma gittiğini kabullendiğimde, ettim."

"Ne zaman?" diye sordum.

"Sen gitmeden önce..."

"Son gece?"

Sıkıntıyla bir nefes verdi. "Son gece."

"Hangi aşamada ettin Pars? Ben sarhoş bir halde masanın üzerinde şarkı söylerken mi, yoksa havuzdayken mi, yok yok yok kesin bana peynir kızartırken ettin."

"Ettim," dedi, tekrar. "Sen o gece bana gerçekten bir kere baksaydın görürdün. Çünkü ben gördüm. Sana baktığımda bir ihtimal gördüm." İhtimal kelimesine özellikle vurgu yapmıştı.

"Nasıl bir ihtimal?"

"Sen ihtimali..." dedi, şiirsel bir tonla.

"Hiç anlamadım, sıfır."

"Uykum var."

"Pars..." Saçlarını çekiştirdim. "Huysuzluk yapma."

"Anlatırım sonra, şimdi uyuyalım. Hatta tüm geceyi baştan alırız, olmaz mı?"

"Olmaz," dedim. Bekleyemezdim. "Anlat."

Başını göğsümden kaldırdı, kollarını belimden çekti ve bütünüyle benden ayrıldı. Birden dünyanın orta yerinde, esintili bir tepede, tek başıma kalmışçasına ürpermiştim. Kollarının arasında olmayı bu kadar sevmem normal değildi. Ona bu kadar alışmam, tenimin tenine bu kadar karışması, benden uzaklaştığı an fiziksel tepki vermem garipti.

Sırt üstü yatmış, bir kolunu başının arkasına yaslamış ve gözlerini tavana dikmişti. "Hayatımın bir dönemi fazla kalabalık, gürültüydü. Biliyorsun."

Başımı salladım, görmemiş olması önemli değildi.

"Her şeyi denediğinde, tüm sivri noktalara ulaşıp uçları gördüğünde ve daha fazlası olmadığını anladığında bıkıyorsun. Yani, ben bıkmıştım. Senin tabirinle, bitmeyen gecelerden sıkılmıştım. Müzik hiç susmuyordu, etrafımdaki kalabalığın içindeki insanların kim olduklarını bile gerçekten bilmiyordum. Kapalı bir kapının ardında olma fikrini hayal eder olmuştum. Evin ve diğer her yerin kapılarının sonuna kadar açık olması yaş aldıkça eskisi kadar keyif vermez olmuştu."

"Diyorum işte," dedim, ağırlaşan havayı dağıtmak için. "Yaşlandın sen."

"Birkaç yıl öncesinden bahsediyorum Atlas."

"2017, evet, anladım onu."

"Sen ve senin şu dilinden düşmeyen oyunun sinirimi bozuyordu artık."

"Sinirini mi bozuyordu?" Kaşlarım çatılmıştı. Oysa gayet de eğleniyor gibi görünüyordu. Oyunbozan.

"Evet. Senin, beni kimse tutamaz, bağlayamaz, ele geçiremez halin giderek büyüyordu. Aklımı oyalayan çok fazla şey vardı. Olduğum halimden memnun değildim, senin aksine. Daha sakin bir şey yaşamak istiyordum, daha gerçek, daha köklü."

"Ünlü playboyun durulma hikayesi... Yok satar bu."

Başını bana çevirdiğinde dudağımı ısırdım. "Tamam, sustum."

"Biraz geri çekilmek ve gerçekten anlamı olan bir ilişki yaşamak istiyordum. Mezuniyet gecesi sen geldiğinde ve tüm o kalabalığın içinde gözlerim inatla sana döndüğünde emin oldum. Bir ihtimal vardı, tek bir ihtimal ve o ihtimal sendin. Hep sendin."

Hep ben miydim?

"Kalbinin derinliklerinde sen de biliyorsun Atlas," dedi. "Senin için de bir ihtimal varsa, birine aşık olma ihtimalin varsa, o kişi..."

"Tamam," dedim. "Tamam yeter bu kadar. Uyuyalım artık."

"Kelimelerden bu kadar korkman..." dedi, kendi kendine.

Diğer tarafa dönmüş ve uyku pozisyonu yatağın benden en uzak yerinde almıştı. Bunu sevmemiştim. Biraz önce kalbimin üzerinde bıraktığı ağırlığı sevmiştim. Bu kadar zor olan neydi anlamıyordum. İlla konuşmak, geri dönülmesi zor sözler vermek, bizi birbirimize sıkıca saran iplerle bağlanmak zorunda mıydık?

Sol elimi havaya kaldırıp karanlığa inat bakışlarımı işaret parmağıma diktim.

Görünmez bir kırmızı ip vardı baktığım yerde.

Ben o sözü çoktan vermiştim.

Pars'ı parmağımın ucuna bağlamıştım. Unutmam, aklımdan bir an bile çıkarmam mümkün değildi. İlla o kelime ile birleşmek mi zorundaydı. Pars'tı işte o. Parmağımdaki kırmızı ipti.

Bu kadar olsa yetmiyor muydu?

"Çakmak bende," dedim. "Evde."

Kıpırdamamıştı ama duyduğunu biliyordum. Söylemiştim işte, mutlu olmuş muydu? Çakmak bendeydi, o geceye dair hiçbir şeyi unutmamıştım, unutmam da mümkün değildi.

Kal, dese, kalmaz giderdim.

İyi ki kal, dememişti.

Sadece artık geri döndüğüme memnundum.

"Beni bu aptalca, saçma sapan, sarılarak uyuma olayına alıştırıp yatağın diğer ucuna gidemezsin."

Bacağının arkasına tekme attığımda gülmüştü. Çok komikti doğrusu.

"Pars..." dedim, bir kere daha tekme attığımda. "Çocuk gibi küsecek misin gerçekten?"

"Karar ver," dedi. "Büyümemi istiyor musun, istemiyor musun?"

İstemiyordum.

"Bugün babanla yemeğe gidip karanlık taraf için kontrat imzalarken ayaklarında kırmızı çoraplar var mıydı?"

Bana doğru dönmüş, kolunu karnıma uzatmış ve beni kendine çekmişti. Dudakları omzuma yaslandığında küçük bir mırıltıyla beni onaylamıştı.

"İyi," dedim, ona doğru hafifçe dönerek yattığım yere yerleşmişti.

Biriyle böyle uyumanın mümkün olduğunu sanmıyordum ama işte sanmadığım ne çok şeyi kabullenmiştim.

Pars'ın eline bıraktıklarım beni yakacaktı, biliyordum. Onu yakmaya ellerinden başlamamak için mümkün olan her yolu deneyecektim.

Pars, giderken yanıma aldığım küçük bir çakmak olamazdı artık. Bütün çatlaklardan sızmış, bütün topraklarımı işgal etmişti. Geri dönülmez bir yola girmiştik ve göğsümde sakince atan kalbimin içinde en ufak korku yoktu. Oysa korkmalıydım.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro