Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 30 • Uzun Yol İtirafı


https://youtu.be/nBS1LR0S8ks


🩸

Üçüncü sigarayı söndürdüğümde şezlongdan kalktım. Dalgın adımlarım havuz kenarına ilerlerken düşüncelerimin arasında elimdeki kırmızı, plastik çakmağı çeviriyordum. Havuzun kenarında durduğumda bakışlarımı mavi fayanslardan yansıyan ışık izlerine diktim. Aklımı saran düşünceler beni korkutmaktan çok uzaktaydı. Ürkmeli, belki de sınırda olduğumu fark ederek bir adım gerilemeliydim. Mantığımın cılız sesi bana aklıma güvenmemi söylüyordu, oysa göğsümde yanıp duran his tam tersini haykırıyordu.

"Atlas..."

Bakışlarım suyun kırıklarındayken adımlarının bana yaklaştığını hissettim. Bahçeye çıktığımda saat 6'ya geliyordu. Kaç dakikadır dışarıda olduğumu bilmiyordum, güneş kendini iyiden iyiye hissettirmiş ve dünyayı aydınlatma görevini yeri getirmek için mesaiye başlamıştı.

"Atlas."

Elimdeki çakmağı çevirmeye devam ederken kısık gözlerim suyun üzerindeydi. Kesik bir nefes aldığımda adımları hemen yanıma ulaşmıştı.

"Atlas!"

Başımı çevirip ona baktığımda yüzümdeki donuk ifadeyi silerek biraz da olsa gün aymış ve ben bunu hissetmişim gibi baktım.

"Günaydın..." dedim, kaygılı yüzüne bakışlarım değerken.

"Dalmışsın..." dedi, onun bakışları da benim yüzüme değiyordu, tek farkla o durum tespiti yapıyordu gözleriyle. "Ne düşünüyordun?"

Yüzüme yayılan gülümseme onu alt etmeye yetmezdi. Bir adım öne gelerek kolumu omzuna yasladım. Parmak uçlarım saçlarına ulaştığında gözlerinin içine baktım.

"Senin uyanıp ne zaman kahvaltı hazırlayacağını."

Yüzündeki kuşkulu ifade silinmemişti. Bir elini yanağıma yasladığında üzerime doğru hafifçe eğilerek beni daha dikkatli süzdü. Dudağımın kenarındaki gülümsemesinin beni ele verdiğini biliyordum. Yine de ucuna biraz daha ekledim ve gülümsemeyi büyüttüm.

"Aklından ne geçiyor?" Bu kez bir öncekinden daha net, daha keskin sormuştu. Bakışları yumuşak ve anlayışlı olsa da sesi dürüst bir cevap istediğini açıkça belli ediyordu.

"Serdar'ı öldürmek."

Kaşlarını anında çatıldığında gülüşümü büyüttüm. Pars bana endişeyle bakıyordu. Küçük bir kahkaha attığımda ona biraz daha yaklaştım.

"Şaka yapıyorum," dedim, omuz silkerek. "Yoksa senin dışında birini öldürmeyi hedeflediğim için kıskandın mı?"

"Atlas?"

Sesindeki sorgulayan ton canımı sıksa da gülümsemeye devam ettim.

"Ciddi değilim..."

Kollarının arasından çıkıp bahçe girişine doğru ilerleyeceğim sırada elleri belimi iki yandan sarıp beni kendine çekti.

Gözlerimin içine sıcak sıcak sıcak bakarken aklımdaki cinayet planlarını yok etmeyi umuyor olmalıydı. Ne yazık ki bu mümkün değildi. İçimdeki öfke çok taze, çok harlı ve çok büyüktü.

Aras'ın katili ölmeden Aras huzur bulmayacaktı, bunu hep biliyordum ve bu yola onu huzura kavuşturmak için çıkmıştım. Elimdeki bilgiler beni yanıltmış ve yolumu uzatmıştı. Aras'ın ruhunu huzura kavuşturmak için önce katilini bulmam gerekiyordu.

Sevda için ise durum farklıydı. Jeti patlatan kişiyi elbette öğrenecektim ama Serdar... Serdar Deren, Sevda'nın asıl katiliydi. Ona bu dünyada cehennemi yaşatmıştı ve ben onu öldürecektim.

Bu kez elimde gerçek bir silah olmalıydı, tetiğe bastığımda ateş eden.

Onat, Gölge'ye gitmesi gereken bilgisayarla ilgili bazı fikirlere sahipti. Söylediğine göre tanıdığı biri vardı ve bu konuda uzmandı. Bilgisayarı ona götürüp içindekileri benim için kopyalayabilirdi. Bilgisayar umurumda değildi, Sevda hayatta olsaydı Serdar'ı yıllarca içeride tutmaya yetecek bu bilgiler kesinlikle işime yarardı ama şimdi önemsizdi. Çünkü Serdar ölecekti.

Düşük bir ihtimal olsa da bilgisayarın içinde Aras'ın davasında kullanabileceğimiz bir şey olabilirdi. Bu sebeple Onat'ın bilgisayar ile ilgili ne yapmak istiyorsa yapmasına izin vermiştim. Açıkçası umurumda değildi. Gölge ile yaptığım konuşmada patlamadan haberi olmadığını anlamıştım, masum birini feda etmeyeceğini bilecek kadar onu tanımıştım ya da sezmiştim, işte adına artık ne deniyorsa.

Umurumda değildi çünkü adalet anlayışımda bazı değişiklikler olmuştu. Masum biri ölmüştü. Benim yüzümden. Sırf ben ona söz verdiğim ve adımla özel bir jete binmesini sağladığım için. Tüm hayatı bir sınanmadan ibaret olan, kelimenin gerçek anlamıyla gün yüzü görmemiş biri ölmüştü ve dünyaca onlarca pislik vardı. Hayatta. Yaşayan onlarca pisik varken Sevda ölmüştü.

Serdar Deren ölmeliydi.

Hapishanede yatacağı yıllar benim için yeterli değildi. Kaç yıldı Sevda'nın mutlu olma, özgür olma hayalinin karşılığı? 30 mu, 40 mı, kaç? İsterse 100 yıl olsun, yine de içimin soğuma ihtimali yoktu.

Serdar Deren ölecekti.

Pia ayaklarıma dolandığında karanlık düşlerden uyandım ve beyaz bir umut ışının sıcak parıltısına uzandım. Kolumun üzerinde kıvrıldığında elimi yalamıştı. Pütürlü dilinin verdiği sevecen his ile gülümsedim.

"Günaydın minik arkadaşım," dedim. "Bugün nasılsın?"

Elimi bir kere daha yaladı. Bu, iyiyim, demek olsa gerekti.

Hemen arkamda beliren kişi onu benden daha çok etkilemişti. Kolumda kıpırdandığında omzuma fırlamıştı ve hemen en sevdiği insanın kollarına atılmıştı. Sorun değildi, listenin birkaç numara altıyla idare edebilirdim. Bu Pia için göze alabileceğim bir durumdu.

Pia, Pars'ın burnunu yaladığında içimde bir his, onlara yaklaşmamı ve sıcaklığı bölüşmemi söylemişti ama bu sıralar içimdeki ses biraz sınırını aşıyordu.

Bu sebeple adımlarımı banyoya yönlendirdim. Bir duş alacak ve hemen sonra yola çıkacaktım. Muhtemelen Onat da o zamana dönmüş olurdu.

Duş kısmı kısa sürmüştü sürmesine ama yol için yanımda çok fazla kıyafet seçeneği yoktu. Arabam neyse ki Pars'ın bahçesindeydi de içinden ihtiyacım olan bazı şeyleri bulabilmiştim. Buz mavisi, alt kısımları kesik bir şort mesela... İhtiyacım olan tek şey bir tişörttü ve temiz olmalıydı. Üzerime öylesine geçirdiğim Pars'ın düz beyaz tişörtü en az kendisi kadar sıkıcıydı. Ben günü kurtaracak bir şeyler arıyordum.

Pars'ın Aras'ın eşyalarını bodrum kata yerleştirdiğini biliyordum. Kutuların yanında valizler vardı ve içlerinden tişört bulabileceğimi biliyordum. Kapalı kutuları açmak konusunda iyi değildim çünkü zaman acımasız bir kavramdı ve anılar bir kere etinize dişlerini geçirdiklerinde tüm gün içinizde sıkıntı olarak oturuyorlardı. Neyse ki benim Aras ile ilgili anılarla ilgili bir sorunum yoktu çünkü zaten gün içinde attığım her adımda, arabanın bagajını açtığımda, direksiyonuna dokunduğumda, dinlediğim şarkılarda, bildiğim tüm gruplarda, yemekten önce yediğim şekerlemelerde, güneşli bir günde, yağmurlu havalarda, en uzağa uçan uçaklarda, geri dönüş yollarında, aldığım her nefeste Aras vardı. Her yerdeydi, hep aklımdaydı ve bu sebeple herhangi bir şeyin bana Aras'ı anımsatması mümkün değildi. Uyumadığım sürece aklımda sade ve sadece o vardı.

Bodrum kata girdiğimde oturma grubu ile karşılaşmıştı ve bu açıkçası beni şaşırtmıştı. Tam üst katları tıklım tıklım tıklım doldurmuştu ve bu küçük bir başkaldırıydı. İşte onun üzerinde tam olarak böyle bir etkim vardı, onu tam olarak bu kadar sinirlendirebiliyordum. Bodrum kattaki koltuk ve sehpa ise fazla gerekli gelmemişti ama kimin umurundaydı?

Aras'ın eşyalarını koyduğu kısma ilerleyip gri bavullardan birini kendime çektim. İçini açtığım an üzerime dağılan his kesinlikle yanıltıcıydı. Tatile çıkmışız da benim odama onun bavulu gelmiş ve ben bozuntuya vermeden tişörtlerinden birini aşıracakmışım gibiydi. Sanki birazdan kapıyı melodik bir ritimle tıklatacak ve çok acıktığını söyleyecekti. Yemeğe indiğimiz ilk anda ben şehirdeki en ünlü eğlence mekanlarını saymaya başlayacak ve tüm gece için en az 7 yer seçmiş olacaktım. Aras 5. yerin sonunda durmak isteyecek ama ben çoksan listeye 8. ve 9. yeri eklemiş olacaktım ve otele dönmemiz sabahı bulacaktı.

O tatilin kendini dinleme ve sakinleşme sebebiyle yapıldığını savunacak ve ben onu yine bitmeyen geceler, devrilen kadehlere ve işte bar tezgahında biten danslara sürükleyecektim. O her seferinde, dünyanın en ücra kasabalarında bile konuşacak birini bulacak ve bir şekilde kültürel ve içsel konulara yönelecekti. Ben ise konuşmaya hep alakasız bir yerden girecek, bahsettikleri konuya alakasız bir şekilde bir şarkı mırıldanacak ve Aras'ı sürükleyerek dans pistine çıkaracaktım.

Elimde tuttuğum AC/DC tişörtünün yırtık yakası ve eteklerindeki delikler bana hiçbirinin olmayacağını fısıldarken nasıl da acımasızdı.

Beyaz tişörtü çıkarıp üzerime elimdeki tişörtü geçirdim. Belini kıvırıp bükerek bağlamak istiyordum ama sanki bu tişörte zarar verecekti. Altındaki küçük delikler yılları somut bir şekilde önüme serdiğinde omuz silktim. Zaten arabasının arka koltuğuna da boş yemek kutuları ve abur bucur paketleri atıyordum. O kadar incelikli bir insan değildim, hiç olmamıştım. Küçük kardeşini oldukça iyi tanıyordu bu kadarına kızmazdı.

Çok sevdiği kitaplarından birine fazla kasvetli dediğimde bile kızmamış. Benimle aynı renk olmasına rağmen parlak bir gökyüzü gibi bakan gözlerinde sevgi tonları hiç eksilmemişti.

Valizi kapatmak üzereyken tişörtlerin arasında karton bir kutu duruyordu. Kolilerin içinde olsaydı umursamazdım ama kıyafetlerinin arasında neden bir kutu vardı?

Kutuyu çıkardığımda kapağını açtım. İçinde katlanmış kağıtlar vardı. Mektuba benziyorlardı. Birini açtım ve arabada bulduğuma benzer satırlarla karşılaştım. Kağıdı tekrar katladım. Zihnimin yerinde olmasına ihtiyacım vardı, tüm gün boyunca yıllardır görmediği annesine yaptığı yakarışları düşünemezdim. Düşünürsem günü bitiremezdim.

Kağıtları parmaklarımla tararken içinden bir bileklik çıkmıştı. Çocukken aldığımız oyuncak kutularından çıkan bilekliklere benziyordu. Renkli boncuklardan oluşan bilekliğin en ortadaki beyaz boncuğunda kalp vardı.

Lastikli bilekliği bileğime geçirdim. Mektupların arasında ne aradığını merak ediyordum. Diğerleri de ilk açtığım gibi anneme yazılmışsa belki de annemle ilgisi vardı. Kutuyu kapattım ve yanıma aldım. Yolda kendimde o gücü bulursam yazdıklarını okuyacaktım. Belki bilmediğim bir kapı daha aralanırdı.

Pars'ın beyaz tişörtünü omzumu attım ve elimdeki karton kutuyla birlikte yukarı kata çıktım. Siyah kutunun üzerine kazıyarak küçük bir alıntı yazmıştı.

Je est un autre.

Ben bir başkasıdır.

Rimbaud'ya ait bu alıntı ile yüzüme minik bir tebessüm yayılmıştı. Parmak uçlarım harflerin tırtıklı yüzeyinde gezindi.

"Atlas..."

Pars bugün beni karanlık düşlerden ve sancılı hatıralardan ayırmak üzerine sözler vererek uyanmışa benziyordu.

"Onat bilgisayarı getirdi. Bir şeyler ye de gidelim. Neden gittiğimizi anlamasam da madem gideceğiz erkenden çıkalım yola."

"Gelmek zorunda değilsin."

Elimdeki beyaz tişörtünü katlayıp kutunun üzerine koydum. Yolda, yanımda yedek bir tişört olması iş görürdü.

"Serdar nerede ve ne yapıyor bilmediğimize göre, gelmek zorundayım."

Omuz silktim. Keyfi bilirdi, gelmek istiyorsa gelirdi, üstelik birinin arabayı sürmesi iyi olurdu. Uzun yolda araba sürmeyi severdim ama bu, günün sonunda denize ulaşacaksam eğlenceliydi. Bursa'ya giderken arabayı kimin sürdüğünün bir önemi yoktu.

"Baban ile konuşsaydın belki öğrenirdik, baksana Doğan Yarkın bile ondan haber bekliyordu."

"Ondan bir şey isteyecek değilim ki istesem de kendi yararına olmadığı sürece kimseyle herhangi bir şeyini paylaşmaz."

"Doğru..." dedim, evden çıkmak üzere hareketlendiğimde.

Hareketlenen sadece ben olduğumdan omzumun üstünden başımı çevirip ona baktım. "Bilgisayarı al da gel hadi, yola çıkmıyor muyuz?"

Pars'ın arabası ile gidecektik. O süreceği için bu sorun değildi ve kabul edilebilir bir seçenekti. Üstelik genişti.

Arabanının yan kapısını açıp yerleştim. Elimdeki kutuyu kucağımda bırakıp tişörtü arka koltuğa attım. Pars elinde bilgisayar ile önce arka kapıyı açmış, koltuğun üzerine onu bırakıp ön kısma geçmişti. Arabayı çalıştırmadan önce bana kısa bir bakış atmıştı ama bir şey söylemeyi düşünse de söylememişti. İsabet olurdu çünkü canım konuşmak istemiyordu.

Müzik çalara uzandığında "Hop hop hop..." dedim, "Müzikleri ben seçerim."

"Benim arabam," dedi, kaşlarını kaldırarak. "Benim müziğim."

"Rüyanda bile göremezsin."

Listeyi açıp bir şarkıya bastığında gözlerimi kıstım.

"Pars..." dedim, uyarı dolu bir sesle. "Yapma, bak sonu iyi bitmez."

Sesi açtı ve içeri yeni nesil bir şarkı doldu. Yüzümü buruşturdum. R&B sevmiyordum. Böyle bir türü kabul dahi etmiyordum ama partilerin-aranan-yüzü-Pars böyle şarkılara bayılıyordu.

Zevksiz.

Bir insan ancak bu kadar zevksiz olabilirdi.

"Baby kelimesi olmasaydı tek bir şarkı yazamayacaklardı, tek bir hikayeleri yok tek."

Pars arabayı bahçeden yola çıkardığında kollarımı göğsümde bağladım.

"Sen çok güzelsin bebeğim ve ben senin çekimine kapıldım, hadi bu gece partiliyelim ve yarın tüm bu olanları unutalım. Ben etrafta gezen kötü şöhretli bir belayım ve sen benim aklımı başımdan alıyorsun bebeğim, kanıma karışıyor ve beni sarhoş ediyorsun oooh yeaah, beni sarhoş ediyorsun."

Pars'ın küçük kahkahasına aldırmadan yüzümü buruşturarak midem bulanıyor gibi yaptım.

"Hikaye olmadan şarkı olur mu? Sen söyle."

"Müzik kariyeri yapmayı planlarsan haber ver de bir stüdyo açayım."

"Bir o eksik kalmış, haklısın. Pars Record, harika olur."

Küçük bir kahkaha daha attığında kızın onu kör etmesinden bahseden şarkı bitmişti sonunda.

Hemen sonra ise daha kötü bir şey yaşanmıştı ve rap bir şarkı çıkmıştı. Bu kadarı da fazlaydı. Listeye uzandığımda Pars hafifçe elimin üzerine vurdu. "Uzak dur listemden."

"Bak seni boğarım!"

Şehrin içinde hızla ilerlerken telefonuma kavuşmanın verdiği mutluluğu yaşamaya devam ediyordum. Konu babama ulaştığı için artık rahattık. Her ne kadar şu sıralar favori insanım olmasa da kimsenin peşimize düşmeyeceğinin garantisini vermişti. Pars yine de uçakla gitmeyi kabul etmemişti. Gerçi Bursa'ya araba ile gitmek daha kolay olacaktı, bu sebeple tedbirli oluşunu umursamadım.

Güven sorunu ise sadece benimle ilgili değildi, genel bir durumdu.

"Lütfen..." dedim, dudaklarımı bükerek yüzüne masum bakmaya çalışmıştım. Gözlerimi kırpıştırdım.

"Tamam," dedi, keyifle. "Sırayla şarkı seçeceğiz."

Sıkıntıyla bir nefes verdim ama işte makul olan bu görünüyordu. Tüm yol boyunca dinleyeceğim kötü şarkıların yarıya düşmesi iyi olurdu. Hiç yoktan en azından.

Çıkan diğer şarkı da bittiğinde teknolojinin kollarına düşmeyi umursamadan telefonumu müzik sistemine bağlayarak listeden bir şarkı seçtim. İşte bu gerçekten de bir yol şarkısıydı.

"Hey babe, take a walk on the wild side."*

Pars'a doğru şarkıyla aynı yeri söylediğimde başını iki yana sallamış ama çok güzel gülmüştü.

Yolculuk henüz başlamış sayılmazdı çünkü hala şehrin sınırları içindeydik. Yol, şehri geride bıraktığında başlardı.

"Doo, doo, doo, doo, doo, doo, doo, doo..."

"Klasik rock şarkılarında 'babe' denmesi konusunda bir eleştirin yok mu?"

"Hayır," dedim. "Yok."

Çenemi kaldırarak söylediğim şeye gülmüştü.

"Gerçek bir hikayesi var, bir şey anlatıyor ve bunu yaparken 'Hey babe' demesi, olaya sadece küçük bir dokunuş katıyor. Senin dinlediğin şarkıların ana mevzusu ise güzel kızları yatağa atmak üzerine kurulu, yani, biraz, sığ."

"Sığ?" Başını çevirip bana kaşlarını kaldırarak bakmıştı. "Partilerde kimse çalan şarkının sözlerini umursamaz Atlas."

"Ben umursarım," dedim, karşı çıkarak.

Listeye uzandı ve hızla başka bir şarkı seçti. Muhtemelen bana hepsinin sözlerinin sığ olmadığını ispat edecekti. Yüzüme yayılan gülümsemeyi ondan saklamaya çalıştım. Zaten biliyordu, görmese de tahmin etmekte zorlanmazdı.

Oyun oynamayı en sevdiğim kişinin kendisi olduğunu biliyordu.

Çocukluğumdan bu yana değişmeyen şeylerden biri buydu. Pars oynadığım oyuna karşılık verdiğinde o oyun hep daha eğlenceli oluyordu.

Seçtiği yine Rap bir şarkıydı.

Şehri geride bıraktığımızda yolculuk tam anlamıyla başlamıştı.

"I understand you gotta crawl before you get to your feet,

But I been running for a while, they ain't ready for me, ahh."

Pars şarkıya eşlik ettiğinde dilimi üst dişime yaslayıp güldüm.

"When I grow up, I just want to pay my bills

Rappin' about the way I feel (Oh, yeah)

I just want to make a couple mil'

Leave it to the fam in the will (Oh, yeah)

I just want to sign a record deal

Maybe buy a house up in the hills (Oh, yeah)

Might not be the best in my field

But I guarantee that I'ma die real

When I grow up!"

Gülüşüm kahkaha döndüğünde Pars, rockstar tarzını hiçe sayacak bir performansla şarkı söylüyor ve elleri ise şarkıya uygun bir şekilde etrafta salınıyordu.

Güneşin gökyüzünde parlak bir berraklıkla parladığı saatlerin içinde, uzun bir yolda, yanımda Pars varken normal şartlar altında dinlemeyeceğim bir şarkıyı yüzümde kahkaha dönmek üzere olan bir gülüşle eşlik etmesini izliyordum.

Gerçekten de, 18 dakika öncesiyle aynı kişi değildim.

Elbette bir karşı atak şarkım vardı ve bu 2 saatlik yol boyunca böyle devam edecekti.

Seçtiğim şarkıyı dinlerken gözleri kucağımdaki kutuya takıldı. "O ne?"

"Mektuplar var içinde, bir de bu çıktı."

Bileğimi ona doğru uzatarak kolumdaki bilekliği gösterdim. Gözleriyle bakmakla yetinmemiş olacaktı ki uzanıp dokunarak inceledi.

"Aras'ın tarzı gibi görünmüyor," dedi, alayla.

Gözlerimi kısıp çok komik, bakışı atmıştım. Bileğimi kucağıma çekerek boncuklarla oynadım. "Annem ile alakalı olabilir."

"Belki de senindi," dedi, bakışları yolu takip ederken. "Çocukluğundan kalmış olamaz mı?"

"Sanmıyorum, hatırlardım muhtemelen."

"Hatırlamayabilirdin."

Kaşlarım çatıldı. Bunu öylesine mi söylemişti yoksa bir bildiği mi vardı emin olamamıştım.

"Bu bilekliği taktığım bir yaştaysam, hatırlardım."

Kaşlarını belli belirsiz çatmıştı.

"En eski ne hatırlıyorsun?" diye sordu.

Şarkı bitmişti, onun sırasıydı ama ben müzik çaların sesini kısmıştım çünkü her ne söyleyecekse iyi hissettirmeyecek gibi görünüyordu. Onun seçtiği bir şarkı bile olsa, bu ana şahit etmek istemiyordum.

Çocukluğuma dair fotoğraf kareleri hatırlıyordum. En eski hatıralarım onlardan ibaretti. 2-3 yaşıma dair anılarım genellikle küçük ve kopuk görüntülerdi.

4 yaşım ise çok daha berraktı. En eski ne hatırlıyordum bilmiyordum ama annemin gittiği günü hatırlıyordum. Aras'ın gözlerimin içine kırıp parçalanacakmışım gibi bakışını hatırlıyordum. Bir daha kim bana öyle baksa doğrulup ayaklanmamın ve o kişiden bir adım uzaklaşmamın asıl sebebin o gün olduğunu biliyordum.

O sabah ne oldu, biz kahvaltıda ne yedik, annem en son bana ne söyledi, beni öptü mü, gitmeden önce vedalaştı mı hatırlamıyordum. Aras öptüğünü söylemişti ve öpmemişse bile bu benim için yeterliydi.

Babam, annemden çok bahsetmediği için hatırladıklarım tetiklenmemiş ve görüntüler netleşmemişti. Aras benden 4 yaş büyük olduğundan zihninde bir şeyler daha netti.

"Annemin gittiği günü hatırlıyorum."

Gözleri bir saniye için bana değmiş ve hemen yola dönmüştü. Pars gizemli bir kutu olma olayını bazen fazla abartıyordu. İçindekileri etrafa saçmam için onu kırmam gerekiyorsa bunu yapardım.

"Bir gün öncesini?"

Gözlerimi kıstım. Bir gün öncesinde hatırlamam gereken ne olmuştu ki. Alt tarafı 4,5 yaşındaydım. Nasıl günleri birbirine bağlayabilecek kadar pürüzsüz bir hafızam olabilirdi?

"Hayır," dedim. "Ama belli ki senin bu konuda söyleyecek bir şeyin var."

"Önemli bir şey değil," dedi, müzik çalara uzandığında. Sesi açmıştı ve içeri biraz önce çalan sanatçının başka bir şarkısı dolmuştu.

Müzik çaları kapattım.

"Ne hatırlıyorsun?"

"Anne ile ilgili değil," demişti. Sesi samimiydi, yine de gözleri gözlerime dolmadığından emin olamıyordum. Bana bakması için arabayı durdurmamız gerekiyorsa bunu yapabilirdik.

"Ne ile ilgili öyleyse?"

"Hiç..." dedi ve omuz silkti. Küçük bir çocuk gibi konuşmayı bitirmek için omuz silkti.

"Pars."

"Bize gelmiştiniz," dedi, önemsiz bir şeymiş gibi. "Onu hatırlıyor musun diye sordum."

"Hatırlamıyorum."

Kaşlarım çatılmıştı. Pars ile tanışmamış olmamızın sebebi buydu işte, onu ilk gördüğüm zamanı bile hatırlamıyordum çünkü çocuktum. O da Aras gibi 4 yıl avantajlı olduğundan bazı şeyleri benden iyi hatırlıyordu.

"Annen annemle sık görüşürdü."

Bunu biliyordum. Eskiden arkadaşlarmış, hatta babamın annemle tanışmasına aracı olan kişi Nesrin Teyzeydi. Annemle üniversiteden tanışıyorlardı ve Hakan Amca, Nesrin Teyzenin ailesinin aile dostunun oğluydu. Ailelerin ricası üzerine birbirlerini tanışmışlardı. Nesrin Teyze çok iyi tanıyamamıştı ki henüz üniversiteye giderken Hakan Pars ile nişanlanmıştı. Annemin Belçika'ya gitmesine engel olan olay da tam olarak buydu. Nişana gittiğinde evlilik adımı atan çift, annemi babam ile tanıştırmıştı. Nesrin Teyzenin yıllar önce bana anlattığı üzerine annem ilk başlarda çok etkilenmemişti ama babam anneme ilk görüşte tutulmuştu. Tabii sonrasında uzun bir peşinden koşma süreci yaşanmıştı.

Nesrin Teyzeye annemin nereye gittiğini bilip bilmediğini hiç sormamıştım. İlk başlarda bunu algılayamayacak kadar çocuk olduğumdan bu soru aklım gelmemişti, sonrasında ise ona hak vermeye başlamıştım. Gitmekte haklıydı. Kendisi için bir hayat istemişti ve içinde bulunduğunu sevmediği için yeni hayatına gitmişti. İyi de yapmıştı. Sormak aklıma geldiğinde ise artık çok geçti çünkü Nesrin Teyze yaşadığı bir kaza sonucunda konuşmamaya başlamıştı. Konuşması konusunda herhangi bir sağlık engeli yoktu ama o yıllardır ne odasından çıkıyordu ne de tek kelime ediyordu. Terapiler sonuçsuz kalmıştı. Yazarak dahi iletişim kurmuyordu.

Benim annem çok uzağa gitmiş, uzak ne demek bana öğretmişti. Pars'ın annesi ise ona çok yakındaydı ve yakınken uzak olmak ne demek öğretmişti.

Elimi uzatıp ensesindeki saçlara dokundum. Gözlerini kısıp yüzümdeki duygu dolu ifadeye baktı.

İçimdeki sese bir kere geçit vermiştim ve bir şekilde ipleri eline almıştı. Ona dokunmayı sevdiğimi hep kabul ediyordum ama içime akan bu sıcaklık ile yüzleşmek çok zordu. Derin bir nefes aldım. Parmaklarım ensesini okşarken o beni böyle anlarda kendi halime bırakmayı da öğrenmişti.

Benim hatırlamadığım anlarda bile bana bakan biri, elbette beni herkesten daha iyi görecekti.

"Nasıldı o gün?" diye sordum, parmak uçlarım saçlarıyla mest olurdu.

"Aras yoktu," dedi. "Annen ve sen gelmiştiniz. Aras gelse biz bahçeye falan çıkardık çünkü ben salonda kalmazdım. O gün kalmıştım."

Kemeri bollaştırıp hafifçe yana döndüm, elimdeki kutuyu kapıyla koltuk arasına koymuştum. Bir bacağımı diğerinin üzerine attım ve doğrudan ona baktım.

"Etekleri dantelli beyaz bir elbisen vardı."

Yüzümü buruşturdum. "Küçükken pek tarz sahibi değilmişim."

Gülümsedi. "Hayır, çok tatlıydın."

"Tatlıymışım işte Pars... Tarz sahibi olduğunda sana tatlı demezler."

Bakışları bana döndü. Bu kez de uzanıp dudaklarına dokunmak istemiştim. O aptal şarkılar az da olsa haklıydı galiba. Beni gerçekten sarhoş ediyordu ve bunun nasıl mümkün olduğunu tüm hayatım boyunca anlamıştım.

Ondan kaçarken her şey daha kolaydı, ona yakalandığımda ise kalbime sobelenmiştim ve işler çığırından çıkmıştı.

"Ayağında kurdeleli beyaz rugan ayakkabılar vardı."

"Skandal," dedim. "Çocuklara yapılmış en büyük kötülük o çirkin ayakkabılar."

Kendini tutamayarak güldüğünde devam ettim.

"Söyle söyle... Dantelli çoraplarım da var mıydı?" Elimi kalbime yasladım. "Çabuk söyle kalbime inmeden."

"Saçların upuzundu," dedi, özlemle. Gerçekten özlemle. Ona hayretle bakmıştım. "Beline geliyordu."

"Pars, 4,5 yaşımdaki halime aşıktıysan polisi arayacağım."

Kahkaha attığında başını iki yana salladı.

"Sen beni öpene kadar, aklımda adınla aşk yan yana gelmemişti."

Saçlarının arasındaki parmaklarım durdu. Aralanan dudaklarım durdu. Bir çark gibi çalışıp duran zihnim durdu. Bir tek kalbim, o tüm göğsümü delip geçmek istercesine attı.

"Ne?" dedim, soluk verir gibi.

Çünkü gerçekten, ne?

Dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı ve bakışlarını üzerime değdirip geri çekti. Beni kıvrandırmayı bu kadar sevmesi haksızlıktı. Kendi silahım ile vuruluyordum.

"Pars..." dedim, şimdi susamazdı.

"Sana oyun olmadığını söylemiştim."

"Durdur arabayı!"

Dediğimi yaptı. Arabayı yoldan çekti ve kenardaki toprak kısma doğru çevirdi ve durdurdu. Kemeri çözdüğüm gibi kendimi dışarı atmıştım.

Kafamın içinde bando çalıyordu.

Davula tüm güçleriyle vurarak ritim yapıyorlardı ve bu dikkat kesilmekten çok ötedeydi. Birinin sesi hemen susturması gerekiyordu çünkü dikkatimi toplayamıyordum.

Yüzlerce insan aynı anda, farklı bir şarkı söylüyordu kafamın içinde.

Böyle bir şey söyleyemezdi. Böyle bir şey söylemeye hakkı yoktu. Tamam, hakkı olabilirdi ama yine de söylememeliydi. Neden söylüyordu ki? Şimdi ne gerek vardı?

Arabanın yanından çok uzaklaşmamış ama onunla arama en az 10 adım koymuştum. Bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururken kafamın içindeki tüm sesleri bastırmaya çalışıyordum. Tüm şarkılar aynı anda çalmasaydı, ben sadece birine odaklanabilseydim belki de o şarkıların bir yardımı dokunabilirdi ama herkes aynı anda bağırıyordu.

Ona doğru döndüğümde derin bir nefes aldım ve eylemin gereksizliği sebebiyle sağ ayağımın topuğunu yere çarptım.

Arabanın kenarına yaslanmış, bir ayağını diğerinin üzerinde çaprazlamış, elindeki gümüş zippoyu çevirirken bana bakıyordu.

Bulutsuz, telaşsız ve doğrudan bana bakıyordu.

Ben ise kasırga yutmuş bir bulut gibi kopkoyuydum.

Ona doğru hızlı hızlı hızlı yürüdüğümde tam karşısında durdum.

"Öyle demek istemedin."

Zippoyu yaktı ve bakışlarını ateşin üzerinde tuttu. Sinirle uzandım ve çakmağın kapağını kapatarak ateşi kestim.

"Öyle demek istemedin!"

Dudağını hafifçe büktü ve aynı şekilde büktüğü kaşlarıyla yüzüme deli olup olmadığımı sorgularcasına baktı. Sanki kendisi çok akıllıydı.

"Aklımda ihtimal belirdiğinde, ben de böyle tepki vermiştim, zamanla alışıyorsun."

"Pars!"

Ellerimi havaya kaldırıp yüzünü parçalamak istiyormuş gibi ona doğru uzatıp parmaklarımı bükerek yumruklarımı sıktım.

"Aaaaaah!"

Dudaklarını birbirine bastırıp gülüşüne engel olmaya çalışmış ama ne mutlu ona ki başarısız olmuştu. Hemen sonra yüzünü güneşe çevirerek geniş geniş geniş bir kahkaha atmıştı.

Yok, ben bunu öldürürdüm. Ben bunu kesin öldürürdüm.

Ona tekrar arkamı döndüm ve toprak araziye doğru ilerledim. Çığlık atsam otobandaki arabaların dikkatini çekmezdim muhtemelen, yine de atacağım çığlığı yuttum. Pars'ı öldürmek istiyordum, tutuklatmak değildi.

Çakmağı tekrar yaktığında sinirle ona dönerek gözlerimi kıstım.

"Kabullenme sürecin bittiyse yola devam edelim mi?"

"Eski bir zamandan bahsediyorsun?" dedim.

Ben onu öptüğümde 2013'tü. Üzerinden tam olarak 7 yıl geçmişti. Yani, artık, hükümsüzdü.

Hükümsüzdü, öyle değil mi?

Omuz silkti.

Gerçekten omuz silkti.

O güzel ellerini oynayıp durduğu çakmakla yakacaktım, az kalmıştı.

"Pars," dedim, sakin olmaya çalışarak. "Bana lütfen, bahsi geçen hissin eski bir zamanda kaldığını ve artık hükümsüz olduğunu söyle."

"Anayasaya madde eklemelerini de talep edeyim mi Atlas?"

"Bu seni durduracaksa," dedim beklemeden, kocaman açtığım gözlerim üzerinde şaşkınlıkla gezinirken. "Neden olmasın?"

Kaşlarını sorgularcasına kaldırdığında ekledim. "Ve mümkünse ilk 4 maddeye dahil edilsin."

"Aşk bu kadar korkutucu mu gerçekten? Aklını kaçırmış gibi bakıyorsun?"

Dudaklarımı araladım. Dudaklarımı kapattım. Ellerimi ona doğru uzattım. Ellerimi geri çektim.

Burnumdan derin derin derin bir nefes aldım ve tüm sakinliğimle burnumdan verdim.

Bu bir saçmalıktı. 7 seneden bahsediyordu. 7 koca yıl!

Asla mümkün değildi.

Tamam sürekli dip dibe değildik ama o 7 yılın 4 yılında şehirdeydim. Mimar Sinan'da eğitimimi tamamlıyor, ara sıra NOX'ta, ara sıra kaçamadığımız davetlerde, ara sıra da arkadaş ortamlarında denk geliyordu.

Oyunu başlattıktan sonra her fırsatta üzerine gidiyordum ki bunu o da yapıyordu. Şimdi inkar ediyordu ama o zaman bariz bir şekilde oyundu. Keyfimiz yerinde olduğunda, birbirimize sataşmak istediğimizde ya da işte öylesine anlarda yaptığımız küçük hamleler gidişimden önceki güne kadar hiç büyümemişti. Pars'ın şöhretli ve gösterişli hayatı ise tam gaz devam etmişti.

Şimdi doğrudan bana bakarken gözleri sanki onca yıl boyunca beni beklemiş, beni özlemiş, beni sevmiş gibi bakıyordu.

Palavra!

Beni beklememiş, beni özlememiş ve beni sevmemişti. Ben oradaydım, öyle olsa bilirdim.

Kafamın içinde tüm sesler sustuğunda tek bir şarkı çalmaya başladı.

Ona son gece söylediğim o şarkı.

Gözlerimi kapattım ve parmaklarımı gözkapaklarıma yasladım.

Oyunu ben bitirmiştim. Başka bir ülkeye gitmiş ve başka şarkılar ezberlemiştim. En sevdiğim şarkıların notaları ise hep onun teninde kalmıştı. Dövmelerle kapatmadığı için hep hep hep sevindiğim sırtında kalmıştı notalar, gördüğüm onlarca eşsiz yere rağmen aklımı başımdan en çok alan ellerinde kalmıştı notalar, bana hep böyle sıcak, böyle nemli ve böyle tanıdık bakan Akdeniz kıyısı gözlerinde kalmıştı notalar. En sevdiğim şarkılar onun dudaklarından sızanlardı ama yine de yapamazdı. Beni buraya çekemezdi. Ben bu oyunun kurallarını bilmiyordum ve kuralları kendimin koymadığı oyunları oynamayı sevmezdim.

"Aşkı bilmem," dedim, deliliğin kıyısından sancının kıyısına çekilen sesimle. "Senin bana aşık olman ise evet, bu kadar korkutucu bir şey."

"Öyleyse..." dedi, çakmağı çat diye kapatıp cebine attığında. "Yola devam edelim."

Dudağımın içini ısırdığımda arabanın önünden dolanmak için adım atmıştı ki siyah tişörtünü sırtından tutup çekiştirdim. Başını hafifçe çevirdi ve elimin olduğu yere baktı.

Bir şey söylemesine fırsat vermeden onu karşıma doğru çekiştirdim. Dudağımın içini kemirmeye devam ediyordum çünkü tüm sesler aynı anda zihnimi terk etmişti ve ben doğru cümleler konusunda böyle anlarda iyi değildim.

Gerçek hisler hakkında konuşulan anlar bana göre değildi.

Eğlenebilir, güzel sabahları bitmeyen gecelere bağlayabilir ve gittiği yere kadar götürebilirdik. Bir isim koymak, onu gerçek kılmak ve hakkında konuşmak zorunda değildik. Sadece yaşayabilir ve yaşarken eğlenebilirdik. Eğlencenin bittiği güne kadar devam eder ve bittiğini anladığımızda ise gitmesine izin verirdik.

Çocukluk anılarını uzun yol anılarına bağlayıp şarkıları hislere tanık edemezdik.

Özlemle, sevgiyle ve sonsuzlukla bakamazdık.

Birbirimizi doya doya doya öpebilir, sevişmelerimizi dillere destan kılabilir ve ruhlarımızı birbirine karıştırabilirdik. Bunun hakkında konuştuğumuz an iyelikler eklenir, yollar tıkanır ve haritadan şehirler silinirdi. Şehirlerden vazgeçmeyi göze alamazdım, hiç gitmemek üzerine kalamazdım.

Gözlerinden, ellerinden, Akdeniz kıyısından ve oyun arkadaşımdan vazgeçmek de istemiyordum. Bu yüzden konuşmamalı, kelimeleri hislere bulamamalı ve sözleri verilmek zorunda bırakmamalıydık.

Yolu bölmüştük, bir de onu bölmemeliydik.

Ona doğru yaklaştım ve burnumu göğsüne yasladım. Ellerimin belinin iki yanında duruyor ama onu sarıp sarmalayamıyordu. O ilk öpücüğe yeten cesaretim böyle anlarda uçup gidiyordu.

O zaman sadece anlık bir şeydi. Çok merak etmiştim, Pars'ta herkesi yakıp kavuran ne olduğunu, neden tüm gözlerin üzerinde yoğunlaştığını ve insanların onunlayken neden nefesini tutuğunu merak etmiştim. Bu kadar övgüye, bu kadar beğeniye, bu kadar ilgiye değecek bir şeyi olup olmadığını görmek istemiştim. O insanlar da benim kadar yakından bakmışlar mıydım bilmiyordum ama onda daha fazlası vardı.

Beni sarıp sarmayan sıcaklığı, hep sivri yanlarımdan tutan elleri, bir bakışıyla tüm düşündüklerimi okuyabilmesi, hep orada oluşu, dönüp dolaşıp geldiğim yerde durması ve bana hep tanıdık bakan gözleri, tüm bunlar neden sade ve sadece ona çekildiğimi açıklıyordu.

Ellerim sırtına uzandı ve ona sıkı sıkı sıkı sarıldım. Kokusunu içime çektiğimde sıcaklığı her zaman olduğu gibi beni sarmalamıştı.

Başımı kaldırdım ve ıslak toprak tonu gözlerine baktım. Gözlerindeki kırgınlık canımı yakıyordu ama işte yapmıştım, çığlığımı yutmuştum. Çok daha büyük bir tepki kopmuşken içimden dışıma taşanı kontrol etmiştim. Neden öyle bakıyordu?

"Bana şöyle bakma."

Sesimdeki sancı göğsüne dağılmıştı. Kaşlarını hafifçe çattı ve yüzüne vuran güneş yine belli belirsiz lekeleri görünür kıldı. Ona bu kadar yakından bakmışlar mıydı? Ona bu kadar yakından baktıklarında mı nefeslerini tutmuşlardı. Çünkü ben yapmıştım. Nefesimi tutmuştum ve aynı anda ona bu kadar yakından bakan herkesten nefret etmiştim.

Hem onda kalmamak hem de onu kendime saklamak istiyordum.

İroni bulutunun içinde debelenirken sesi yüzüme çarptı.

"Nasıl bakmayayım?"

"İçindeki tüm bardakları ben kırmışım, kırıkları yerde bırakmışım, hepsi ayağını kesmiş gibi." Kirpiklerim sancılı hisle seğirdi. "Yüzüme şehrine vuran kasırga benmişim gibi, bakma."

"Tamam," dedi. "Bakmam."

Baktı. 

Gözlerindeki Akdeniz kıyısına vuran kasırgaya benim adım verilmeliymiş gibi baktı gözlerime. Uzun uzun uzun... Soluğumu tuttum ve bu kez sebebi eşsizliği değildi. Soluğumu tuttum çünkü kelimeler içimi tekmeliyordu. Melodi varken kelimelerle aram iyiydi ama işte şarkılar dışında anlaşamıyorduk.

Dakikalar sonra "Tek bir şey soracağım," dedi, kasırganın izlerini biraz bile silmediği gözlerini gözlerimden çekmeden.

"Sor."

"Çakmağı saklıyor musun?"

Kaşlarımı çattım. Nefesimi tuttum. Ellerimi belinden çekmek üzere geriye doğru bir adım attım ve gözlerimi kasırganın izlerinden çektim.

"Tamam..." dedi, kabullenişle. "O konuşmayı yapmak istemiyorsun. Belli ki hiçbir zaman da istemeyeceksin. İhtimali bile aklını kaçırmana yetti. Tamam, konuşmayız ama bilmek istiyorum. Çakmağı saklıyor musun?"

Dudağımın kenarını dişlerimle çekiştirdim. Ellerimin bileklerini kavramıştı ve geri çekilmeme engel oluyordu. Gözlerini gözlerimden bir saniye bile çekmedi. Kasırganın kıyıya fırlattıkları yüzüme çarpıyordu işte, görmüyor muydu?

"Atlas, sen bağ kurduğun her şeyi saklarsın. Şimdi söyle bana, çakmağı saklıyor musun?"

"Pars..." dedim, gözlerimi kapattığımda. "Yapma."

Kasırganın şiddetinin arttığını, sadece Akdeniz kıyısı ile sınırlı kalmayacağını, tüm bunların sonunda bizi de yutup savuracağını göremiyor muydu?

Çizdiğim sınırı keyfimden çizmediğimi, sarı çizgiyi aşarsak raylardan aşağı yuvarlanacağımızı ve son sürat yaklaşan bir hız treninin altında kalacağımızı anlamıyor muydu?

O üç harflik kelimenin sadece şarkıların içinde güzel olduğunu, filmlerin çoğunda bile acı verdiğini, kaçıp saklanmamız gerektiğini bilmiyor muydu?

"Bana böyle sorular sorma. Tüm hayatımdan geriye bir tek sen kal, sadece sen. Yine de bana böyle sorular sorma Pars."

Niye gözlerime böyle bakıyordu?

Şehrine vuran kasırga ben değildim.

Adımı o kasırgaya veremezdi.

Kabul etmiyordum.

"Tamam..." dediğinde kirpiklerimi araladım ve yeniden gözlerinin içine baktım.

"Yola devam edelim."

Ellerini tenimden çekti ve beni hiçbir kasırganın söndürmeye gücünün yetemeyeceği bir ateş attı. 

Şimdi ne yapacaktım? 

Ben de şehrimi kavuran yangına onun adını mı verecektim?

Arabanın önünden dolandı ve sürücü koltuğuna oturdu. Kapıya uzandım ve açtım. Motoru çalıştırdığında koltuğa oturdum, sakince kemerimi taktım ve iç çektim.

Yol sandığımızdan daha uzun sürecek gibi görünüyordu. Hışımla kalktığım için yere düşen kutuya uzandım katlı kağıtları toplayarak içine yerleştirdim. Arka kısmı görünen bir fotoğraf torpidonun altına düşmüştü. Uzanıp onu aldığımda arkama yaslandım. Aras'a ait bir fotoğraf görmeyi umarak önünü çevirdim.

Analog çekildiğinden altında tarih bulunan fotoğraf 2018 yılındandı. Mayıs aynı gösterdi. Aras kendi odasındaydı. Etraf fena halde dağınıktı ve bir partinin ortasında olduklarını belli eden her şey mevcuttu. Aras sırtı duvara yaslı bir şekilde yerde oturuyordu ve kucağında, dizlerinin üzerinde oturan kıvırcık saçlı, esmer bir kız vardı.

"İdil..."

Pars arabayı çalıştırmış, çoktan yola koyulmuş hatta müzik çaları bile açmıştı. Şaşkın bakışlarım ona çevrildiğinde elimdeki fotoğraf karesine bakıp bakışlarını yeniden yola çevirdi.

"Pars?" dedim sorgularcasına. "İdil'in abimle ne işi var?"

Pars bana tam olarak, ben nereden bileyim, bakışı atmıştı ama bilmeliydi.

İstanbul sınırları içinde yaşarken en yakın arkadaşım olan kız ile abimin, neden bu kadar yakın bir fotoğrafları vardı?


Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro