Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 23 • Apansız Uçurum Sancısı

Erdinç Kurtuluş bataklık gibiydi, çırpındıkça daha çok batıyordum.

Gözlerimi kısıp bana dikkatle bakan iki çift göze doğru yüzümü buruşturdum. Bir gece daha ne kadar kötüye gidebilirdi?

"Bebek," dedi Erdinç, pis bir sırıtmayla. "Geçmiş olsun. Nasıldı içerisi?"

"Buradan daha havadar..."

Yüzünü kırılıyormuş gibi asmış ve dudaklarını bükmüştü. Masum görünmenin yanından bile geçemiyordu. Mış gibi yaparken bile.

"Senin için işimi gücümü bırakıp geldim, bu mu karşılığı?"

Serdar'a doğru bakarak keyifle güldüğünde kollarımı göğsümde bağlayıp bıkkınlıkla nefes verdim.

"Biraz bile şaşırmadım," dedim, gözlerimle ikisini göstererek. "Zihnimde depolanmaya kalksaydınız siz ikinizi aynı dosyaya koyardım."

"Ne?" dedi Serdar, anlamsız bir ifadeyle bana bakarken masanın arkasındaki sandalyesine biraz daha yayılmıştı.

Erdinç onun aksine söylediğime gülmekle meşguldü.

"Tabii ki birlikte çalışıyorsunuz," dediğimde bir elimi açmıştım. "Aksi şaşırtıcı olurdu."

"Birlikte çalışmıyoruz, kulvarlarımız farklı." Erdinç tüm gevşekliği ile konuştuğunda sıkıntıyla nefes aldım.

Uykum gelmişti, işinde kesinlikle iyiydi, beynimi uyuşturuyordu.

"Her neyse," dedim bıkkınlıkla. "İmza falan bir şey mi attıracaksın, yoksa gideyim mi ben?"

Serdar'ın yüzünde sıranın ona geldiğine memnun bir ifade belirdi. Egosu dış dünya tarafından o kadar az sulanıyordu ki solmasın diye sürekli içten içe kendine önemli biri olduğunu hatırlatması gerekiyordu. Tam şu an yaptığı gibi. Oturduğu makamdaki yetkisini kendisiyle ilgili sanıyordu, oysa öznel alınamayacak bir mesleği vardı. Ona bunu söylememek en iyisiydi. Her tür düşmanla savaşılırdı, bir tek hayal kırıklığına uğramış olandan korkulurdu. Hayal kırıklığı sanıldığından daha büyük bir itici güçtü.

"İşleme koymadım," dedi. "Erdinç Bey'e teşekkür edersin."

İşler böyle yürüyordu tabii. Bugün bana yarın sana yöntemiyle. Erdinç'ten gelecek herhangi bir yardıma ihtiyacım olmadığı gibi bel bağlayacak da değildim.

Serdar Deren'in masasının önünde duran iki sandalyeden boş olana şak diye oturduğumda üzerimdeki gözlerden birinde hoşnutluk vardı, diğeri ise koyduğu kurallar geçilmiş gibi bakıyordu.

"İşleme koy öyleyse," dedim, bir bacağımı diğerinin üzerine attığımda. "Bekliyorum."

Serdar Deren yüzüme deli olduğumu düşünüyormuş gibi bakıyordu, e, akıl fazla abartılıyordu. Gülümsediğimde Erdinç küçük bir kahkaha atmıştı.

"Ben bir kahve içerim," dedi, kahkahasının yansıdığı sesiyle.

"Ben de içerim," dedim. "Sade."

İçimden yüzümü buruşturmuştum çünkü fazla tatsız ve sıkıcı bir içecek olacaktı. Dışımdan ise gülümsemeye devam ediyordum çünkü içmem gerekmeyecekti. Serdar Deren kısa bir an için Erdinç'e baktı, hemen sonra telefonu kaldırıp kahveleri söyledi.

"Kahveni iç git," demişti, cümlenin altında küfür yattığını belli eden bir tonla.

Elimle bilgisayarı işaret ettim. "Hadi oyalanma, 3 adet hap bulundurmaktan gözaltına alındı falan... 10 Temmuz bugün, yaz."

Serdar Deren masasının üzerinden başını bana doğru eğerek kaşlarını kaldırmıştı. "Kızım sen hasta mısın?"

Değildim aslında ama biraz daha zeka seviyesi, kurumaya yüz tutmuş göller gibi sığ olan kişilere maruz kalırsam olacaktım.

"Beni gözaltına aldığınıza göre hakkımda bir işlem de yapmanız gerekiyor herhalde," dedim, bunun sonucunda yargılanmayacakmış gibi rahat bir tavırla.

Beni adaletin eline teslim edebilirdi, sorun değildi. Erdinç'e borçlu kalacağıma derdimi savcıya hakime anlatırdım.

"Yok," dedi, kendi kendine söylenir gibi. "Asfalyalar oynamış senin belli."

Gözlerimi kısarak baktığımda Erdinç'e döndü.

"Al şunu götür karşımdan."

Serdar Deren sabırsız ve nezaketsiz biriydi. Kaba bir tonlaması ve garip kelimeleri vardı ama önemli değildi, ben kendisinin ne işler çevirdiğini anladığımda benden kurtulacaktı.

"Yaptınız mı?" diye sordum, kahveler geldiği sırada.

"Erdinç!" Başı ağrıyor gibi gözlerini ovmaya başlamıştı, yazık.

"Dur be sende," dedi Erdinç, bir ayağını diğer bacağının dizine atmış ve kahvesinden keyifle bir yudum almıştı. "Hoşça sohbet ediyoruz şurada."

"Deli bir değil ki..." diye söylendi Serdar Deren. Kendisini akıllı olarak kabul ediyorsa çok üzülecektim çünkü değildi.

"İçsene," derken başıyla önümdeki beyaz fincanı işaret etmişti.

Gerçekten içmek zorunda mıydım? Sanmıyordum.

Serdar Deren hala üzerinde duran bakışlarımdan rahatsız olmuş olacak ki başını kaldırmış ve doğrudan bana bakmıştı.

"Seni bir daha etrafımda görürsem," dedi, burada patron benim tonlamasıyla. "Görürsün sen gözaltına alınmayı ."

Dudağımın kenarı yukarı doğru kıvrıldığında gözlerinin içine doğrudan baktım.

"Bileğime kelepçe taktın," dedim, tane tane tane söyleyerek kelimeleri. "Beni çalıştığım yerden bir suçlu gibi çıkardın. Buraya getirdin. Üç saat nezarethanede tuttun. Bir şekilde şu yanda oturan şahsa haber uçurdun ve şimdi bana diyorsun ki çıkabilirsin çünkü Erdinç Kurtuluş lütfetti."

Serdar yüzüme bomboş baktığında gülüşüm büyüdü.

"Şimdi ya beni gözaltına aldığının kaydını mı neyini ise işleme koyarsın ya da ben başladığım işi bitiririm. Eminim dilekçemi doldurmak ve işleme sokmak isteyecek, işini doğru şekilde yapmaya hevesli bir polis memuru vardır burada. Onlara Otuz Dört'ten aldığın komisyonu anlatmak için can atıyorum."

"Can vereceksin gibi görünüyor," dediğinde Serdar, Erdinç öksürmüştü.

Bu bir uyarı öksürüğüydü ki bacağını da indirmiş ve dikleşmişti. Uyarı verdiğini anlamak için öksürmesine gerek yoktu. Erdinç kendisine belli ki benimle ilgili bir misyon eklemişti. Kafasının içindeki karanlık dünyasında ne dönüyordu bilmiyordum ama Serdar Deren şu an gerçekten sinirlenmeme neden oluyordu.

Erdinç ayağa kalktığında elindeki kahve fincanını önündeki küçük sehpaya değil de Serdar'ın masasına bırakmıştı. Fincanın içindeki kahve sallanıp kenarlara döküldüğünde Serdar kaşlarını kaldırdı.

"Gidiyoruz, hadi!"

Erdinç'e dönüp onunla herhangi bir yere gitmeyeceğime, gerekirse babamı aramalarını isteyeceğimi söyleyeceğim sırada ela gözlerinde daha önce görmediğim bir şey görmüştüm. Ciddiyet. Dalga geçmiyor, alayla bakmıyor ya da sinir bozucu bir tavırla davranmaya çalışmıyordu. Son derece ciddiydi. Sinirinin kaynağının ben olmadığını bildiğim halde susmuştum çünkü bir emniyette olay çıkartmadığım kalmıştı. Babamın da kalp sağlığını biraz düşünmeliydim.

Serdar Deren arkamızdan oyun havası açacakmış gibi bir bakışla bizi uğurladığında hızlı adımlarla Erdinç'in önünden yürüyüp dışarı çıkmıştım.

Taksi bulmak için yola ilerleyeceğim sırada Erdinç olduğu yerde durmuş ve cebinden çıkardığı sigara paketinin içinden dudaklarıyla çekerek bir dal sigara almıştı. Sigarayı yaktıktan sonra bana baktı.

"Seninle bir ziyarete gidelim diyorum..."

Kaşlarım kalktığında devam etmesi için bekledim.

"Pars'tan küçük bir alacağım var. Benimle gelirsen elim kolaylaşır."

En azından dürüsttü. Bu huyunu gerçekten takdir ediyordum.

Sigaradan arka arkaya nefesler aldığında bir an için durmuş ve paketi bana uzatmıştı. Cevap vermek yerine yola doğru ilerlemek için ona arkamı dönmüştüm. Birkaç adımın ardından tekrar konuşarak eylemimi ikinci kez böldü.

"Senin de elin kolaylaşır."

Ona geri döndüğümde yüzünde görmeye alışkın olduğum ifade vardı. Sorun çıkarmaya hevesli hali ve hin bakışlarıyla bana sırıtıyordu.

"Hangi konuda?"

"Serdar..."

Sigaranın sonunu içip yere attığında ayakkabısının ucuyla basarak söndürmüştü. Yüzümde nasıl bir ifade görmüştü bilmiyordum ama ne gördüyse keyifle gülmesine neden olmuştu.

"Senin problemin bu işte bebek... Kiminle iş birliği yapman gerektiğini bilmiyorsun."

Erdinç'in bakış açısına göre onunla iş birliği yapmam gerekiyordu ama hiç sanmıyordum. Erdinç Kurtuluş bir bataklık gibiydi, üstüne basarak geçemezdim. Ya üzerinden atlayacak ya da kenarından dolanacaktım. İkisini de yapmamış ve üzerine doğru yürümüştüm.

Görünen o ki bazı durumlarda ben de diğer insanlar kadar aptaldım.

"Erdinç..." dedim, tavrımı onunla aynı tuttuğumda. "Senin de problemin bu, seninle kimin iş birliği yapıp kimin yapmayacağını kestiremiyorsun."

Kaşlarını kaldırdığında bana, öyle mi, diyen gözlerle bakmıştı.

"Farz edelim ki öyle... Yine de sen benimle iş birliği yapacak olansın."

Çok beklersin demek için araladığım dudaklarım devam ettiği için geri kapanmıştı.

"Keyfin bilir. Oysa ilk gelmen gereken kişi bendim," dedi, kendinden emin bir tavırla. "Debelenip durmak istiyorsan bok çukurunda, devam et."

Midemde yine aynı ekşi his vardı. Erdinç, yeşil, fokurdayan bir kimyasal gibiydi. Sağlığıma zarar veriyordu.

Erdinç Kurtuluş blöf yapıyordu. Bunu anlamak için poker bilmeye gerek yoktu.

Blöfünü görüyor ve kabul ediyordum.

İnsan bazen hayatın ne olacaksa olsun noktasına geliyordu ve ben o noktaya yakın yakın yakın durduğum bir yerdeydim.

"Karşılığında ne istiyorsun?"

Yüzündeki pis gülümseme büyüdü. "Atlas," dedi, bana doğru adımladığında. "Sen benim yanımda dur, ben bütün savaşları kazanırım."

Tek kaşım kuşkuyla havalandığında yüzündeki gülümseme büyüdü.

"Truvalı Helen gibisin..."

Başımı yana eğerek bu kez iki kaşımı birden kaldırıp bakmıştım ve kahkaha atmıştı. Erdinç dövüşçü değildi, bu da başına sık darbe almadığı anlamına geliyordu ve buna rağmen aynı hasarlar onda da mevcuttu. Fazla kimyasala maruz kalmaktan olsa gerekti.

"Yalnız o savaşı başlatmıştı, kazandırmamıştı."

Erdinç bunu dememi bekliyor gibi burnunu çekere güldüğünde bana biraz daha yaklaştı.

"Sen de istediğin savaşı başlatabilirsin, doğru kişinin yanında durduğun sürece sıkıntı yok."

Durum tam olarak böyle değildi aslında ama Erdinç ile mitoloji tartışacak değildim.

"Gerçekten ne istiyorsun Erdinç?"

"Yanımda durmanı. Bu Pars için yeterince kudurtucu olacak."

Bıkkın bir nefes verdim. Saat gece yarısını geçmiş olmalıydı. Eve gidip duş alıp yatmak varken Erdinç ile parti basmak hiç keyifli değildi. Pars'ı delirtmek içinse bir şey yapmaya gerek yoktu çünkü kendisi yeterince delirmiş durumdaydı. Pas geçerek eve gidebilir ya da Erdinç'in iddia ettiği bilgiyi alma umuduyla onunla gidebilirdim. Elinde bir şey olduğuna bile inanmıyordum.

"Tamam," dedim çünkü gerçekten bazen ben de fazlasıyla aptaldım. "Gidelim."

Erdinç beni onaylarcasına başını öne eğmiş ve elindeki anahtar ile arabanın kapısını açmıştı. Filmli camları olan siyah bir Mustang. Erdinç konusunda takdir ettiğim bir konu daha olmuştu. Araba zevki iyiydi, gerçi ben klasik modellerini seviyordum ama bu da idare ederdi.

"Beğendin mi?"

"Güzel..." dediğimde, keyifle gülmüş hemen sonra uzun sakallarını eliyle düzelmişti.

Yan koltuğu oturduğum da Erdinç de yerleşmiş ve arabayı çalıştırmıştı. Kemerimi takarken alttan altta gülmeye devam ediyordu.

"Beni kaçırmak gibi bir planın varsa daha İstanbul'dan çıkamadan sol bacağını yaralarım."

Bir an için durmuş ve yola çıkmadan önce bana bakarak gözlerini kısmıştı.

"Nasıl?"

"Basit," dedim keyifli bir gülümsemeyle. "Üst kapıyı açan büyük anahtarla camı kırar, bir parça koparır ve bacağına saplarım."

Başını geriye atarak iki yana sallamaya başlamış ve kahkahalarla gülmüştü.

"Başka bir şeysin, bambaşka."

Anayola çıktığında gecenin içinde hızla ilerlemeye başlamıştı. Pars ile planı neydi bilmiyordum ama Erdinç uzun süredir başına bela olan biriydi, onunla nasıl savaşması gerektiğini biliyor olmalıydı. Pars'ın başına açılacak belaların derdine düşecek değildim. Eminim bir yolunu bulurdu.

"Merak etmiyor musun?" diye sordu.

Bakışlarımı camdan çevirmemiştim. Aklımdan geçenleri okuyor olmayacağına göre ne düşündüğüm hakkında bir fikri yoktu. Neyi merak edip etmediğimi sorduğu konusunda da benim fikrim yoktu. Pars'tan alacağının ne olduğunu merak edip etmediğimi soruyor olabilirdi.

"Pars ile neden düşmanız diye... Hiç merak etmiyor musun?"

"Uyuşturucu işindesin," dedim ona döndüğümde. "Hakan Pars ile bir iş ilişkin var ve seni koruyor. Ortak bir kazancınız olmalı. İklim konusunda pis bir saplantın var ve bu konuda sinir bozmayı çok seviyorsun. Ki ona zamanında zarar verdiğin çok açık. Üstelik karanlık işlere bulaştığını herkesin öğrenmesini istediğin bir tavrın var. Altın dişlerin, yüz dövmelerin ve pırlanta saatlerin eksik sadece."

Erdinç'e buraya kadar her şey tamam mı diyen bakışlarımı yönlendirdiğimde kaşlarını keyifle kaldırmıştı.

"Asıl Pars ile düşman olmasaydınız merak ederdim."

Erdinç korkutucu derecede keyifli bir kahkaha atmıştı.

"Pars'ı iyi tanıyorsun."

İyi denilebilir miydi bilmiyordum. Sadece çizgilerini biliyordum, kırmızı olanları.

"İşin fenası," demişti, kahkahasının konaklamaya devam ettiği sesiyle. "O da seni iyi tanıyor."

Bu kanıya nereden varmıştı bilmiyordum ama haklıydı. O da benim çizgilerimi biliyordu.

Bu konuda Pars da haklıydı. Biri canımı acıtacaksa bunu en iyi Pars yapabilirdi. Benim elimdeki dolu silahın aynısı onda da vardı. Sadece o yıllar önce indirmişti silahını, beni vuramayacağına kendini benden önce ikna etmişti. Ben ise sıkı sıkı sıkı tutuyordum silahımı çünkü elimde bir tek o kalmıştı.

"Müthiş bir çiftsiniz, müthiş."

Yüzümü buruşturduğumda iki eliyle birden direksiyona vererek ritim tuttu. "Bunu bozmak için deliriyorum."

"Hastasın biliyorsun değil mi? Bu normal psikolojide bir insan yapabileceği bir davranış değil."

"Normal?" demişti, yüzünü benim yaptığım gibi buruşturduğunda. "Bu dünyada kafadan kontak olmazsan kimseye laf geçiremezsin."

Dünya kısmını genel mi kullanmıştı yoksa belli bir kesimi mi kastetmişti bilmiyordum ve sanırım önemsemiyordum. Erdinç Kurtuluş yanına yaklaşılmaması gereken adamlardandı. Ben ise gecenin bir yarısı onun sürdüğü bir arabaya binmiştim. Pars'a maruz kalmaktan ben de aptallaşmıştım.

"Pars'a ben neden düşmanım peki?" diye devam ettirdi içindeki sohbeti Erdinç.

Konuşmadan araba sürmek pek ona göre değildi galiba. Sorsam tüm hayatını anlatacaktı, o kadar hevesliydi.

"Bilmem," dedim, ciddi bir ifadeyle. "Kırmızı çorap giydiği için mi?"

Kahkahası arabadan taştığında kolumu pencerenin kenarına yaslayıp bakışlarımı yola çevirdim.

"Asıl hasta olan o," diye mırıldandı.

Bazı durumları haddinden fazla kafaya takmak gibi bir huyu vardı. Sabitleniyor ve asla o noktadan ilerleyemiyordu. Onunla ilgili en ürkütücü durum kesinlikle buydu.

Kendi kendine bir şeyler daha mırıldanırken müzik çalara uzanmış ve bir şarkı başlatmıştı.

Gözlerimi birkaç saniye boyunca kapatmış ve sakince nefes vermiştim. Her an korkunç bir ses duyulacak ve şakaklarımdan elektro şok verilmiş gibi olacaktı.

Bangır bangır bangır çalacak bir şarkı yerine oldukça hafif ritimli, ince sesli bir kadının söylediği bir şarkı başlamıştı. Yöresel bir şeye benziyordu.

Sesi yükseltmediği için ona minnettardım. Tüm gecenin yorgunluğunun üzerine bir de kötü ve yüksek sesli bir şarkı çekemezdim. Kadının sesi neyse ki rahatsız etmekten çok uzaktaydı.

Erdinç hızını arttırdığında başlattığı sohbetin sonuna geldik sanmıştım ama araladığı dudakları aksini göstermişti.

"Söyle o zaman. Diğer konuda da teorin doğru mu?"

Kaşlarım çatıldığında birkaç saniye düşünmüştüm. Hangi konudan bahsediyordu? Serdar Deren mi?

"İklim..." dedi, bu ismi söylerken dudaklarına acılı bir gülümseme yayılmıştı.

Erdinç'in birine sevgi duyacağına inanmadığımdan bu acı üzerimde bir etki bırakmamıştı. Kızın hayatını zehir ettiğine de şüphem yoktu. Bu konuda asıl acı çeken İklim olmalıydı. Erdinç kendisini yok ederek ona bir iyilik yapabilirdi.

"Bu konuda tam bir pislik olduğuna şüphe yok," dediğimde gözlerimin içine, acıyla bakmıştı.

"Bir de benden dinle o zaman," demişti.

Buna hiç ama hiç istekli değildim. Kendi bakış açısından anlattığında haklı çıkmayacaktı. İklim'i rahatsız ediyordu ve konu tartışmaya kapalıydı.

"Yoktan var ettim ben onu," dedi ve anlatmaya kendini överek başladı. "O bunun aksini iddia edecektir. Hatta şu an olduğu kişinin o herifin eseri olduğunu söyleyecektir ama kazın ayağı öyle değil."

Kazın ayağının nasıl olduğunu hiç merak etmiyordum, Erdinç ise kelimelere gaza yüklendiği gibi yükleniyordu.

"Hiçbir şeyi yoktu, kimsesizdi. Bar köşelerinde onun bunun kucağında geziyordu." Bakışlarımı sertçe ona çevirdiğimde bir elini teslim olurcasına kaldırdı. "Bunun o dönem takıldığı bir it vardı. Benim peşimde abi abi diye dolananlardan. Nasıl anlatıyor bunu var ya pazarlasa o kadar anlatamaz. Bir gün getir dedim kızı. Getirdi."

Erdinç'in sesindeki abartı tonu ve anlattığı hikayeye kendini kaptırma şekli fazla şüpheliydi. Seçtiği kelimelerin her biri içinse bir kemiğini kırmak istiyordum. İklim istediğini yapabilirdi ve bu konuda kimseye hesap verme yükümlülüğü yoktu. Erdinç geride kalmanın acısını ona dil uzatarak çıkarmaya çalışıyordu. Tüm bunları anlamak için İklim'i çok yakından tanımama gerek yoktu, Erdinç kısa bir gözlemle çözülecek tiplerdendi.

"Çelimsiz, ürkek, 10 kilo bir kız geldi karşıma dikildi. Bakmadım bile yüzüne. Çevremde bir ton karı kız var, buna mı bakacağım? Daha liseye gidiyor, gözü açılmamış."

Bakışlarımı cama çevirdiğimde kollarımı göğsümde bağlamış ve bir bacağımı diğerinin üzerine atmıştım. Çok uzun bir yol kalmamıştı aslında. Erdinç dakika 120 km hızla saçmalaya bildiği için yol bir türlü bitmiyordu.

"Pervane oldu peşimde. Gözüme girmek için her yolu deniyor. Her gece yurttan kaçıp mekana geliyor. O it ile takılmaya devam bir yandan. Arada başka birileri var mı yok mu bilemem artık orasını her gece bakıyorum yanımda bitiyor. Artık dayanamadım bir gün buna istediğini vereyim diye aldım götürdüm tuvaletlerin oraya. Bir pozlar, havalar, gözü açılmamış kız rolleri görmen lazım."

Camı hafifçe araladığımda bakışlarını bana çevirmişti, bıkkın tavrım bile onu susmaya ikna edememişti.

"Benden istediği tek şey o değilmiş..." dedi imali bir gülüşle.

Erdinç çirkin biri değildi, yani en azından ilk bakışta ama işte içindeki pislik dilinden taştığında nasıl göründüğü tamamen önemini yitiyordu. Oysa kendisini hiç de az görmüyordu, onun baktığı yerde dünya üzerindeki bütün kadınlar bir bakışla önünde diz çökerdi. Erdinç'e kötü bir haberim vardı.

"Bu ufak ufak başlamış ot çöp, kesmemiş tabii. Uzaktan baksan, bir avuç kemik kız ama o ne başa beladır o. Beni öyle bir ikna etti ki her şeye. Kendisine köle arıyormuş, ben kralım diye geçiniyorum o zamanlar aldı beni eline oynattı durdu parmağında. Şimdi sorsan ben başlattım onu pisliğe, ben soktum onu ortamlara, benim yüzümden can veriyordu o tuvalette."

Kaşlarım çatıldığında Erdinç'e döndüm. "Ne demek o?"

Susmuştu. Ona arabaya bindiğimizden beri ilk kez gerçek bir soru sormuştum ve susmuştu. Ne harika ama...

"Uyuşturucu yüzünden mi?"

"Dozu ayarlayamamış," dedi, kendisinin hiçbir kabahati olmadığının altını çizmeye çalışarak.

Yüzümdeki ifadeyi sakinleştirmeye, anlattıklarına inanıyor gibi yapmaya çalıştım.

"Ne zaman oldu ki bu olay?"

"Lise sondaydı işte..." dedi, önemsiz bir detay gibi.

İklim'in o çocuk hakkındaki endişeli tavrının altındaki hassasiyetin böyle bir sebep içermesini anlamıştım anlamasına. O gün hem korkmuştu, hem de öfkelenmişti. Cümlelerini hatırlamıyordum ama 17 olduğundan bahsettiği kısım aklımda netti.

"Senin yüzünden ölüyordu yani?" dedim, sertçe.

"Benim sayemde yaşadı," dedi, iddia ederek. "Ben olmasaydım dünyayı tanıyamadan birinin eline düşecekti. Öldürüp atacaklardı arka sokağın birine."

Bazı kelimeleri, cümleleri yuttuğu çok barizdi. Kendini az da olsa sansürlemesi iyiydi çünkü sinirimi gerçekten bozmuştu.

Araba birden durduğunda sakin bir nefes almıştım. Pars'ın evinin önündeydik. Parti bu kez ön bahçeye sızmamıştı, iyiler miydi acaba, acil bir durum söz konusu muydu?

Dışarı çıkıp kapıyı sertçe çarptım. Buradan kesinlikle Erdinç ile dönmeyecektim. 10 yılın patlamasını yaşamış, konuştukça konuşmuştu.

Işıklandırmalarla aydınlatılmış girişte ilerlediğimde birden arkamı döndüm.

"O çocuk için geldin," dedim, bilmeceyi çözen bir edayla. "Pars'tan alacağın, o gece barda neredeyse ölecek olan çocuk. Senin yüzünden."

"Atlas," dedi, teessüf eden bir tavırla. "Olaylara hep yanlış tarafından bakıyorsun. Benim yüzümden ölmüyordu, ben ona yaşamak için bir fırsat vermiştim."

Erdinç'te bir kralcılık söz konusuydu. Kendisini dünyanın hakimi sanıyordu ve bu yakın zamanda başını belaya sokacak bir özellikti.

"Çocuk yaşıyorsa, yani iyileşmişse bile Pars sana onu vermez."

"Pars da iyice kendini hayır kurumundan sayar oldu. Erdinç mağdurları toplama ve yaşatma derneği başkanı."

Yüzümü buruşturmuştum. Komik olmanın yakından bile geçmiyordu. Tam arkamı döndüğüm sırada bir kere daha durdum. O çocuk gibi, İklim'e de Pars destek olmuştu. Erdinç bu yüzden Pars'tan nefret ediyordu. İçten içe güldüğümde başımı iki yana salladım, en azından Pars'ın daha geçerli nedenleri vardı.

Kapı açık olduğundan Erdinç çoktan içeri girmişti ve benim adımlarım oldukça yavaştı. Pars'a benimle geldiğini göstermek istediğini biliyordum ama bunun sandığı gibi bir itici gücü yoktu. Dümdüz gelip istediğini söylese de aynı etkiyi yaratırdı.

Erdinç kahverengi deri koltuğun önünde oturduğunda gözleri duvarda asılı duran motosiklette oyalanmış hemen sonra sinir bozucu bir gülümsemeyle Pars'a dönmüştü. Pars koltuğun kenarına kurulmuş, ayaklarını önündeki sandık benzeri sehpaya uzatmış ve elindeki birayla Erdinç'i selamlamıştı. Adımlarım Erdinç'in bir metre gerisinde durduğunda bakışları benimle buluşmuştu. Gözlerindeki ifadeyi net göremiyordum ama yüzünde keyiften uzak bir gülümseme vardı.

Bir kolunu bacağı boyunca uzatmış ve elindeki birayı diz kapağına yaslamıştı, diğer kolu ise koltuğun kolçağında oturan Sasha'nın beline sarılıydı. Kırmızı çorapları yerli yerinde durmasaydı eğer bu ünlülüğün üzerinde yarattığı değişimi sorgulardım ama işte duruyorlardı. Sadece bu hallerine ben yabancıydım ki her haline şahitlik etmemiş biri olduğumdan bu oldukça olasıydı.

Pars İstanbul'a döndüğüm ilk günden daha yabancıydı artık bana. O gün göğsüne bir silah dayamak istiyordum şu an ise gözlerimi üzerinde tutmak dahi istemiyordum.

"Keyifler nasıl paşam?"

"Birkaç dakika öncesine kadar harikaydı."

"Parti veriyorsun da günlerdir bir haber uçurmuyorsun. Kırılıyorum ama..."

"Erdinç," dedi Pars, tahammül edemiyormuş gibi. "Kısa kes."

"İyi bakalım öyle olsun... Benim sende bir alacağım var, ver gideyim."

"Ne alacağıymış bu?"

"Kesik."

Pars başını yavaş yavaş yavaş salladığında ayaklarını sehpanın üzerinden sakince indirdi. Sasha'nın arkasındaki kolunu kızın beline sararak onu oturduğu yerden kaldırıp kenara geçmesini sağladı. Yerinden kalktığında ise kısa bir an için bana bakmıştı.

"Erdinç ile çalışmaya mı başladın?" diye sordu, ifadesiz bir sesle. "Yoksa arkadaş mı oldunuz?"

Benim biriyle ne kadar zor arkadaş olduğumu bildiği için özellikle bastırarak söylemişti bunu. Vadettiğini yerine getirmeliydi öyle değil mi? Canımı yakacağını söylemişti ve henüz bir hamle yapmamıştı.

"Seçeneklerimi değerlendiriyorum," dedim, geri adım atmayarak. "Bakarsın aradığımı Erdinç'te bulurum."

Erdinç kaşlarını kaldırıp yüzüme vay canına diyen bir ifadeyle bakmıştı ve gerçekten biraz önce yaptığı korkunç konuşma olmasa bu haline gülerdim.

"Bulursun, inanırım."

"Aşık atışmanız bittiyse," dedi Erdinç, bir adım atarak aramızdaki boşluğa girmişti. "Ben elemanımı alabilir miyim?"

"Başladığın işi mi bitireceksin?"

Pars öfkesini bu kez doğrudan Erdinç'e yöneltmişti. Yüksek bir hali vardı, gerçekten de biz gelmeden önce eğleniyor gibi görünüyordu, böldüğümüz keyfinin acısını çıkarmaya ise çok yakın duruyordu.

"Bana çalışan birini senin elinde bırakacağımı düşünmedin değil mi? Haber yolladım umursamadın, selamımı görmezden geldin ben de kalktım ayağına geldim. Şimdi ver çocuğu."

Pars alaylı bir gülüşle Erdinç'e yaklaşmıştı.

"Al alabiliyorsan..."

Bakışlarını bahçeye çevirdiğinde güçlü bir sesle bağırdı. "Mete!"

Birkaç saniye içinde kapıdan içeri uzun boylu, ince bir çocuk girdi. Erdinç'e kısa bir an baktıktan sonra şaşırmış görüntüsünü toplayarak Pars'a döndü.

"Efendim?"

"Pisti hazırlasınlar," dedi Pars, Erdinç'in yüzünden bakışlarını çekmeden. "Yarış yapacağız."

Erdinç bu söylediğini bekliyormuş gibi, ellerini ensesine yaslamış ve keyifle haykırmıştı.

"Geçen sefer elimden son anda kurtuldun," demişti, maç kazanmış bir taraftar coşkusuyla. "Bu kez bittin sen."

Pars'ın dudağının kenarı kıvrıldığında Mete söyleneni yapmak için olsa gerek yanından ayrılmıştı.

Erdinç onu başıyla onaylamış ve hemen ardından "1 saat sonra, eski tersanede," demişti.

Pars bir an için kaşlarını çatmıştı. İtiraz edeceğini düşünmüştüm ama başını öne eğerek onu onaylamıştı. Erdinç bana baktığında gözlerim hala Pars'ın üzerindeydi.

"Geliyor musun bebek?"

Yüzümü buruşturmak istiyordum ama işte Pars'ın bakışları hala benim üzerimdeydi ve açığımı yakalamak ister gibi bakıyordu. Erdinç ile ise asla bir yolculuğa daha çıkmazdım. Bu kesin olan en net durumdu. Onat neredeydi? O beni eve bırakabilirdi ya da onunla gideceğimi söyler ve taksi çağırırdım.

"İyi eğlenceler," demişti Pars, alaycı bir tavırla.

Kaşlarımı çattığımda burnumdan sinirle nefes verdim.

"Yarışa davet edilmiyor muyum yoksa?" diye sordum, bizzat Erdinç'e.

"Onur konuğumsun," demişti ama ne yazık ki onuru konusunda tereddütlerim vardı.

Pars da benimle aynı görüşte olacaktı ki kahkaha atmıştı bu söylediğine. Ona bu kadar sinir oluyor olmasaydım ben de gülebilirdim belki.

"Öyleyse orada görüşürüz," demiştim.

Bahsettikleri yer hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama ev tıklım tıklım tıklım insan doluydu, bir kişiden yol tarihi alırım gibi duruyordu.

Erdinç yanımızdan ayrıldığında sehpanın üzerinde duran bir telefon çalmaya başlamıştı. Pars bir an için dönüp bakacak sanmıştım ama onun gözleri hala benim üzerimdeydi. Bir şey diyecekse deseydi işte ne bakıp duruyordu.

"Ne?" dedim sonunda dayanamayarak. "Ne bakıp duruyorsun?"

"Emin olmaya çalışıyorum," dedi, bakışlarını çekme zahmetine girmeden. "Gerçekten bu kadar küçüldün mü yoksa zeka içermeyen oyunlarına devam mı ediyorsun?"

"Erdinç ile senin arandaki fark ne?" diye sordum. Ona doğru bir adım atmış ve kollarımı göğsümde bağlamıştım. "Senin eski sporcu olman mı daha değerli olmanı sağlıyor. Sen daha mı üstünsün ondan?"

"Ben senden bahsetmiştim," dedi, ne kadar da aptalsın diye bağıran bir sesle. "Kendimi değil, seni üstün görmüştüm ama haklısın, hata etmişim."

Dudaklarımı birbirine bastırdığımda karnına bir yumruk atmakla dizine bir tekme atmak arasında kalmıştım.

"Motorun yoldan çıkar umarım Pars," dedim sinirle. "Yarışı hüsranla sonlandırırsın."

"Motorum yoldan çıkarsa kaybettiğim sadece yarış olmaz."

Arkamı döneceğim sırada durmuş ve yüzüne bakmıştım. Yüzünde hala partideyiz diye bağıran bir ifade vardı. Çok eğleniyordu, çok çok çok eğleniyordu.

Üzerinde buz dolu bir kova su fırlatmak istiyordum.

"Neyse ne... Bana kalmadı senin kaybettiklerinin tasası. Arkandan ağlayacak olanlara söyle bunları."

"Ağlamaz mısın?" diye sorduğunda karnımda bir sarsıntı hissetmiştim.

Biri, çok içeriden biri karnıma güçlü bir tekme atmıştı ve bu nefesimi tutmama neden olmuştu.

Ağlamazdım. Ben o gözyaşını bir kere dökmüştüm ve son olacağına yemin etmiştim. Kaybedecek başka kimsem yoktu. Kimseyi de kaybedecek kadar yakınıma aldığım söylenemezdi.

Pars dahil.

Telefon bir kere daha çaldığında Sasha hızlı adımlarla yanımıza ulaşmış ve süslü taşlarla kaplı kapağı tutarak ekranı kendine çevirmişti. Yüzünde gergin bir ifade vardı. Telefonu açar açmaz hızla uzaklaşmıştı.

"Sevgilinin canı sıkılmışa benziyor," dedim, giden kadının arkasından işaret ettiğimde.

"Merak ediyorsan doğrudan sor," derken biraz önce yaptığımız konuşma hiç yaşanmamış gibi sırıtmıştı.

Onunla ilgili merak ettiğim herhangi bir şey yoktu ama belli bu gerçek Pars tarafından kabul görmüyordu.

"Yarışta başarılar," dediğimde arkamı dönmüştüm ama bu kez atacağım adımı kolumu tutuşu bölmüştü.

"Erdinç'e dikkat et," dedi. "Başını sandığından daha büyük belaya sokabilir."

Yüzüme Atlas Yarkın gülümsemesini yerleştirdiğimde ona doğru döndüm.

"Aslına bakarsan biraz önce kendisi başımı beladan kurtardı."

Erdinç'e elbette borçlu falan değildim. Serdar ile ufak bir oyun çevirdiklerini anlamak zor değildi. Pars'ın ise tüm bunları bilmesine gerek yoktu.

Pars'ın kaşları tam tahmin ettiğim gibi çatılmıştı çünkü başım her belaya girdiğinde Pars'a haber verseydim gelip beni kurtarırdı. Her insanın bir zayıf noktası vardı, Pars'ınki de buydu. Değer verdiği ya da işte bir şekilde sorumlu olduğunu düşündüğü insanları korumak istiyordu.

Bir şey daha demesine fırsat vermeden kolumu tutuşundan çekip haddinden fazla büyük salonu adımladım. Koridoru geçip girişe ulaştığımda biri adımı seslendi.

Bakışlarımı sesin geldiği yere çevirdiğimde Onat'ı görmüştüm. Park ettiği arabasının yanından ayrılıp bana doğru yaklaştı.

"İyi misin?"

Bakışları kısaca üzerimde gezinmiş ve yüzümde durmuştu. "Bırakmışlar seni."

Başımı hızla salladım. Gerçekten de verdiğim numarayı aramışlardı.

"Geldim bakmak için, hatta annemi de aradım yapılacak bir şey varsa diye telefon etti ama sabah çıkar demişlerdi."

Geldiğini düşünmemiştim, zaten kimse de söylememişti. Başımı yavaşça salladığımda gülümsedim. "Aklıma başkası gelmedi, kusura bakma."

"Yok olur mu? Her zaman..." Bu dediğine kendi kendine güldüğünde devam etti. "Yani umarım bir daha tekrarlanmaz da. Ne zaman istersen..."

Gülüşüm büyüdüğünde "Teşekkür ederim," dedim. "Bir de Pars'a söylemesen olur mu?"

Bu kez bakışları kararsızlıkla dalgalanmıştı. Masmavi gözlerinde tedirgin bir ifade vardı.

"Aradıklarında yanımdaydı."

Bu kez şaşırma sırası bendeydi. Yanılmıştım. Başım her belaya girdiğinde gelip beni kurtarmazdı. Ben de kurtarmasını beklemiyordum sadece bu onun özelliklerinden biriydi. Demek ki listede adım yoktu ki olması da gerekmiyordu.

Onu sakince onayladığımda gözlerini kısıp ifademi süzdü. "Konuştunuz mu?"

"Erdinç konuştu," dedim durumu özetlemeye çalışarak. "Yarış yapacaklar bir saat sonra."

"Kaç saattir içiyor," dedi kaygılı bir tonla. "Ne yarışı?"

Sarhoş görünmüyordu ama zaten Pars sarhoş görünmezdi. İçkiye dayanaklıydı ve ne kadar içerse içsin kontrolünü yitirmezdi. Vücudu daha fazlasını kaldırmayacak noktaya geldiğinde ise sızıp kalırdı.

"Kendini yarışacak kadar iyi hissediyor olmalı çünkü fikir ona aitti."

Onat onaylamayan bir tavırla nefes verdi. Bakıcılık yapmak zor olsa gerekti. Biz konuşurken kapıdan kalabalık bir insan güruhu coşkuyla girişe çıkmıştı. Savaşa gidiyor gibi görünüyorlardı.

Herkes arabalarına ve motorlarına binerken Onat kaşlarını çatmıştı.

"Engel olmak için biraz geç kalmışım gibi görünüyor."

Kalabalığın ardından önce Sasha, hemen yanında sarışın bir kadın ve birkaç adım arkalarında İklim çıkmıştı dışarı. En son Pars çıktığında kapıyı çekerek kapattı.

"Kardeşim," dedi Onat'a doğru başını kaldırıp selam verdiğinde. "Gelmişsin."

Onat polisin aradığında Pars'ın yanında olduğunu söylemişti, demek ki buradaydı. Benim için partiden ayrılmış ve geri dönmüştü. Onat'ın yaptıklarının altını çizmiyor oluşu hoşuma gidiyordu. Başkaları için uğraşan ve bundan gocunmayan insanlardandı.

"Ne yarışı bu saatte?"

Pars bir elini Onat'ın omzuna koyduğunda kaşlarını hafifçe çattı. "Yarışın saati mi olur?"

"Olur," dedi Onat. "Günlerdir içiyorsan ve doğru düzgün uyumuyorsan yarışın saati de olur günü de." Sesi net olmasına rağmen bakışları yumuşaktı. "Güvenli değil Pars."

"Yok ya hu," dedi Pars keyifle. "Erdinç'e ağzının payını verip geleceğim. Kesik'i istiyormuş da kapıma dayandı. Şu arkadaşla."

Onat kaşlarını kaldırdığında ona ben masumum diye haykıran bakışlarla bakmış ve bu bakışları Pars'tan özellikle gizli tutmuştum.

"Geliyor musun..." Bakışlarını bana çevirdiğinde dudaklarının kenarında alaycı bir gülüş belirdi. "Bebek."

Burnumdan nefes vererek güldüğümde olduğum yerde döndüm ve yüzüne baktım. Kendini ne sanıyordu bilmiyordum ama bu canını yakacağım oyunu tatsız bir hal almıştı.

"Seninle değil."

Başını öne doğru eğerek selam vermiş ve hemen sonra Onat'ın omzunu pat patlamıştı. 

"Görüşürüz orada."

"Ben gelmiyorum," dedi Onat. Sinirlenmişti ve bunu sadece tonlaması ile, sesini yükseltmeden belli etmişti. "Bir kere daha motorun üstünden uçmaya hevesliysen bu kez seni başkası hayatta tutsun."

Pars'ın gözlerinin içinde acı bir parıltı belirdiğinde bunun gerçek olmadığını söyledim kendime. Bahçenin aydınlatmasından, ayın ışığından ya da işte Onat'ın hemen arkamızda duran arabasının kapalı farlarından sızan ışık sebep olmuş olabilirdi o parıltıya.

Parmaklarını saçlarının arasına attığında bakışlarımı gözlerinden çekip mürekkep izleri ve gümüş yüzüklerle sakladığı eline baktım.

"Onat," dedi, gözlerindeki parıltıyı taşıyan acı bir sesle. "Yapma kardeşim."

"Sen yapma," dedi Onat. Bu konuşmayı yaptığı için oldukça keyifsiz görünüyordu. "Bir kere daha kendini gözden çıkaracaksan ben orada olmayacağım."

Bakışlarımı saçlarını çekiştiren ellerinden kaldırıp aya çevirdim. Dolunay giderek kayboluyordu ve küçülüyordu. Parlaktı. Yıldızları her zamanki gibi şehrin ışıkları yutmuştu ama ay güzelliğini saklamamış, olabildiğinde kendini açık etmişti.

"Tamam," demişti Pars bakışlarımın ayda durduğu zamanın sonunda. "Gelme o zaman sen."

Sessiz bir anlaşma mı yapmışlardı yoksa biraz önce sakin bir kavga mı etmişlerdi bilmiyordum. Düşünmüyordum. Onat arabanın kilidini açmıştı mesela otomatik bir ses çıkmıştı ve bana "Gel," demişti. Bunları düşünüyordum. Ön koltuğa binecektim ve kemeri takacaktım. Düşündüklerim sadece eylemlere odaklıydı.

"İyi misin?" demişti Onat arabayı Pars'ın motorunun arkasından sürdüğü sırada. Benim bunu ona sormam gerekmiyor muydu? Asıl o iyi miydi? 

Pars motora tek binmişti, Onat'ın dediği kadar içtiyse bu da güvenli değildi. Düşünmemeye devam etmek için Onat'a döndüm. Başımı salladım ve sustum. İyiydim evet, bir şey yoktu.

Birkaç dakikanın ardından Onat benim tarafımdaki pencereyi açmıştı. Benim ona iyi olup olmadığını sormam gerekirken o benim iyi olmamla ilgilenmişti ve bu içimde bir yeri ısıtmıştı. Bakışlarımı ona çevirdiğimde yüzünde düşünmek istemediğim durum somut bir şekilde duruyordu. Zihnim beni köşeye sıkıştırmıştı ve kaçacak yerim kalmamıştı.

"Ne demek istedin?" diye sordum.

Sesimdeki tonu duyduğunda kendi tarafının da penceresini açtı. Çok hızlı gitmediğimizden içeri büyük bir uğultu dolmuyordu. Pars çoktan gözden kaybolmuştu. Onat yarışa gitmediğine göre beni ya eve bırakacaktı ya da NOX'a gidiyorduk birlikte. Yarışa gitmeyi Pars'ı sinir etmek için istemiştim, artık bunun da bir önemi yoktu.

"Senin yanında söylememem gereken bir şeydi," dedi Onat, huzursuz bir sesle. "Unutalım mı?"

Benim de ilk tercihim bu yöndeydi ama zihnim izin vermiyordu. Arabanın içine oturduğumda ay ile sağladığım bağı da kaybetmiştim. Saklanacak yerim kalmamıştı. Zihnimi susturmanın tek yolu ise ne olduğunu öğrenmekti.

"Uçurum mu?" diye sordum.

Görmezden geldiğim tüm gerçekler birden kayalıkların altından çıkmış ve dalgalarla birlikte kendilerini ayakuçlarıma vurmuşlardı.

Onat bir an için bana baktığında gözlerinde kuşkulu bir bakış vardı. Uçurum konusunu nereden bildiğimi düşünüyor olmalıydı.

"Pars'ı takip etmiştim," dedim, suçumu açık ediyormuşum gibi omuz silktiğimde. "Orada gitmişti. Bir de şey dedi..." Büyük bir nefes aldım. "Beni neden almadın, dedi."

Onat kirpiklerini sıkıntıyla örtmüş, göğsüne dolan havayı yavaşça dışarı savurmuştu. Belli ki onun da nefes almasını zorlaştıran bir konuydu bu.

"Bilerek mi yaptı?" diye sordum.

Camları devirmemeye çalışıyordum. Usulca sorduğum soru karşısında Onat'ın bakışları bir kere daha bana çevirmişti.

"Sanmıyorum," dedi düşünceli bir tavırla. "Bilerek olsaydı sonuç fark olurdu."

"Nasıl oldu peki?" 

"Uçurum dediğin yere gitmiş işte, hep gider zaten. Sen de görmüşsün. Hızını mı ayarlayamadı, kontrolünü mü yitirdi bilmiyorum kayalıklardan denize uçmuş."

"Motorla?" dedim. 

Gözlerim korkuyla açıldığında göğsüme dolan nefes bir sancıya dönüşmüştü.

"Dizini sakatladı," dedi. "Birkaç kemiğini de kırmış. O sondu işte ama ilk değildi."

Pencereden içeri sızan havaya sıkıca tutundum. Devam etmesi için bakışlarımı ona çevirmek istiyordum ama yapamıyorum.

"İlki kafes dövüşündeydi," dedi, acılı bir gülüşle. "Sporcu tipler gelemesin ama aklına sakın. Semtlerinden geçmeye korkacağın insanların yaptığı bir dövüştü bu, horoz dövüşünden farksız. Nasıl buldu orayı nasıl gitti girdi hiç bilmiyorum. İklim aradı beni son dakika, o da başka birinden duymuş gittiğini. Bulduğumda dövüşmüyordu Atlas, yumruklara karşı bile koymuyordu."

Kesik bir nefes aldığında gecenin bir yarısı olmasına ve yol neredeyse tamamen boş olmasına rağmen hızlanmadan, sakince sürmeye devam etti arabayı.

"Çok olmamıştı daha, acısı var dedim. Büyük kayıp yaşadı. Doğmamış bebeğini, Sezin'i kaybetti. Hayal bile edemiyorum yaşadığı acıyı..."

Bakışları ona dönen bakışlarım ile buluştuğunda yüzünde mahcup bir ifade belirdi. Mahcup olacak bir şey yoktu, Pars onun en yakın arkadaşıydı elbette onun acısını sonuna kadar hissedecekti. Üstelik aynı tarihte olması dışında onun acısıyla benim acımı bağlayan bir durum yoktu. İkisi ayrı durumlardı. Tabii Onat söylenilen yalanlara inanmıyorsa.

"Uzun zaman durdu zaten," dedi, anlatmaya ihtiyacı varmış gibi bir hali vardı. "Yaşam belirtisi vermiyor denir ya, öyle durdu işte. Konuşmuyordu, yemiyordu..." Onat kendi cümlelerinden sıkılmış gibi bir nefes aldı. "Bazı günlerde o dövüşe gittiği gün gibi oluyordu. Sanki içinden bir el onu itmiş gibi gözünü karartıyordu."

"Kaç kere?" dedim, asıl noktaya çekerek onu. Zihnimin susması için bilmem gerekiyordu.

"Üç," dedi, acı bir gülüşle. "Pars tam üç kez ölümden döndü."

Karnımdaki sancı büyümüş ve çürüyen bir hisse dönüşmüştü.

"Dördüncüye ben şahit olmayacağım."

"Olmasan eğer," dedim, kelimelerin üzerinde sakince gezinirken. "Bu son olur zaten."

Kaşları çatılmıştı. Ne dediğimi anlamış ama emin olamamıştı. Belki o da benim gibi düşünmek istemiyordu.

"Bu gece orada olmazsan," dedim, Onat'a tamamen döndüğümde. "Kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını düşünerek çıkar o yarışa."

Sıkıntıyla nefes verdiğinde sırtımı koltuğa yaslamıştım.

"Seni görmezse," diye devam ettim. "Aklında uçurum ile biner o motora, oraya sürdüğü gibi sürer."

Onat haklı olduğumu biliyordu. Hep biliyordu. Sadece birini hayata bağlamak kolay değildi. Başka bir insanın iradesi ile savaşmak hiç hiç hiç kolay değildi.

"Ona kaybedecek bir şeyi olduğunu göster Onat," dedim. "Giderse arkasında kalacak olanı göster. İzin ver senden güç alsın."

Onat tebessüm ettiğinde masmavi gözlerini gözlerimi çevirdi.

"Sen en son bu adamı öldürmeyecek miydin?"

Kaşlarımı havaya kaldırdım. "Öldüreceğim işte, planım bozulmasın istiyorum."

Beni onayladığında gülmüştüm. "Beni bir yerde bırak, taksi çağırayım."

"Benimle geliyorsun, kaçmak yok."

Yarış ilk aşamada bile eğlenceli bir fikir değilken artık hiç değildi. Eve gidip yatmak istiyordum.

"Senin kurtarman gereken biri var, bırak ben de kendimi kurtarayım," dediğimde bana göz kırpmıştı.

"Tamam işte," dedi, gülümsediğinde. "Seni dinliyorum ve ona kaybedecek bir şeyi olduğunu gösteriyorum."

"İnan bana bu tam tersi etki yapar."

Onat başını iki yana sallayarak gülmüş ama benimle zıtlaşmamıştı. Arabayı birkaç metre ilerideki dönüşten çevirdiğinde müzik çaların düğmesine basmıştım. Belli ki bu gece bitmeyecekti. Şarkıya ihtiyacım vardı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro