Bölüm 15 • Parlak Gece Yanılgısı
Yastığın altında kalan elimi çektiğimde yüzümü buruşturarak ayaklarımı öne doğru uzattım. Kasılmıştım. Gözlerimi yavaşça açtığımda yatakta sırt üstü dönmüştüm. Odanın içi karanlıktı. Bahçenin ışıkları yanıyordu. Kaç saattir uyuyordum?
Elimi yatağın üzerinde gezdirdim, telefon bir yerlerde olmalıydı. Yoktu. Dirseklerimin üzerinde hafifçe doğrulup gözlerimi kıstım. O kadar çok uyumuştum ki ayılamıyordum. Telefon hiçbir yerde yoktu. Yatağın diğer tarafında, Pia'nın yatağı ile arada kalan boşlukta yerde duran telefonu aldım. Orta tuşuna bastığımda ekran aydınlandı. 22.27.
16 saatten fazladır uyuyordum. Böyle bir şey mümkün müydü?
Telefonu yatağın üzerine atıp yattığım yerden kalktım. Üzerimdeki şortu düzeltip saçlarımı omzumun arkasına attım. Sürgülü cam kapıyı çektiğimde bahçeye çıkmıştım. Sol tarafa dönüp birkaç adım attığım gibi olduğum yerde kaldım. Çimlerin üzerinde duran barbekünün arkasında, onunla aynı hizada, cam sürgünün yanında bahçe takımı duruyordu. Masa ve koltuk tipi sandalyelerden oluşan beyaz ahşap bir takım.
Pars'ın evine yavaş yavaş yavaş medeniyet geliyordu.
Şezlongların olduğu kısma ilerlediğimde bakışlarım bu kez havuzda takılı kalmıştı.
Pars suyun altından yüzerken adım adım adım yaklaştım. Benim durduğum tarafa geldiğinde sıçrayarak suyun üstüne çıkmıştı. Kaşlarımı kaldırıp ona baktığım sırada beni fark etti. Başını iki yana sallayıp suyun fazlasını savurduğunda avcunun içiyle sakallarını düzeltmişti.
Havuzun kenarına yaklaşıp ellerini mermerin üzerine yaslamış, yukarı sıçrayarak bir dizini kenara yaslayarak sudan çıkmıştı.
"Uyanmışsın..." dedi, takdir eden bakışlarıyla sesini destekleyerek.
Keyifli görünüyordu. Saçlarının üzerindeki damlaları bu kez parmaklarıyla dağıtırken bana doğru birkaç adım atmıştı.
"Çok uyumuşum," dedim, zihnim birden ayıldığından sesimde mahmurluk da kalmamıştı. "Beni neden uyandırmadın?"
"Denedim... Birkaç kez."
Dudaklarının kenarında biriken keyifli gülümseme arttığında kaşlarımı çattım.
"Uyuduğum 16 saat içinde seni mutlu eden bir şey mi oldu yoksa bu klasik deliliğin mi?"
"Klasik..."
Şezlongun üzerinde duran gri havluyu alıp yüzünü ve boynunu kuruladı. Parmaklarımı saçlarıma geçirip karışmış tutamları birbirinden ayırırken etrafa bakındım. Nasıl olmuştu da bu kadar uyumuştum?
"Kahve?" diye sordu, kaşlarını hafifçe kaldırdığında.
Başımı iki yana sallarken havluyu sol omuzun üzerine attı.
"Daha güzel bir şey," dedim yüzümü buruşturarak. "Tatlı bir şey..."
"Geçen gün on kişilik aldığından ve bazıları yetişkinlerin zevklerine uymadığından dolap dondurma dolu. Onlardan ye."
Gözlerimi abartılı bir tavırla yukarı dikip tekrar yüzüne baktım. "Yetişkinlerin zevklerine uymayan dondurma nedir Pars, sen 1920'li yıllarda mı doğdun?"
Pars yüzüme sinir bozucu bir sırıtma ile baktığından elimin tersiyle karnına vurdum. Kaşlarını kaldırıp bakışlarını ağır çekimde karnına indirmiş sonra aynı yavaşlıkta yüzüme çıkartmış ve bu ne cüret diye ifadesi ile bakıyordu. Birazdan gülecek gibi durmasa ikna olabilirdim.
İçeri doğru ilerleyeceği sırada omzunun üzerindeki havluyu çekip aldım. Kaşlarını kaldırdı ve hamlemi bekledi. Kaşlarımı hafifçe kaldırdığımda bu kez gözlerini kısmıştı.
"Önce neden neşeli olduğunu söyle."
"Değilim."
Havluyu enseme atıp iki ucundan tuttum. Ona doğru bir adım attığımda parmak uçlarımda yükselip gözlerimizi olabildiğince hizalamıştım. "Neşelisin, böyle yüzünde keyifli bir ifade var. Söyle..."
"Keyifsiz bir ifade olmasını mı tercih ederdin?"
"Böyle cümle cambazlıkları için çok fazla uyudum. Bulanık bir gerçeklik yaşıyorum, zihnimi yorma."
Yüzüne gülümseme daha da yayıldığında kaşlarımı kaldırdım.
"Çok uyudun, evet," diye onayladı beni. "Uykunda sayıklıyordun..."
Öne doğru bir adım atıp ilerleyeceği sırada yolunu kestim.
"Sayıklıyor muydum? Ben?" İşaret parmağımla kendimi gösterip kaşlarımı daha da kaldırdım. "Ben sayıklamam."
"O tepkinin doğrusu horlamak ile ilgili Atlas."
"Horlamam da, sayıklamam da."
Yavaşça nefes aldığında bunun bir şekil sabır dilenme olduğu barizdi. Bariz gerçekliği görmezden gelmek ise sevdiğim bir durumdu.
"Tamam," dedim, onu alt etmek için dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsediğimde. "Söyle o zaman, ne dedim?"
Kendini hafifçe geriye itmiş ve başını yana eğerek gözlerini kısmıştı. Birazdan rakibini yere serecek ve bunu çok kolay yapacak gibi bakıyordu. Çoğu zaman bu iyiye işaret olsa da şu an karşısında duran bendim. Knock out olmak için fazla uyumuştum.
"Ne anlama geldiğini öğrenmek için çevirisine baktım."
Kaşlarım şaşkınlıkla kalktığında gözlerim daha da açıldı. İspanyolca konuşmuş olmalıydım. Bilincim kapalıydı sonuçta, ne söylemişsem söyleyeyim bir hükmü yoktu.
"Söyleyecek misin artık yoksa ben zihin okuma gibi bir süper güç edinene kadar bekleyelim mi?"
Bir elini ensesine attı ve gözlerini karanlık gökyüzüne çevirip dudağının kenarındaki kıvrımla rahat rahat rahat gülümsedi. Birkaç adım geride duran havuza onu itmemem için tek bir sebep yoktu. İtmem için ise sebepler her saniye artıyordu.
"Abrázame."
Sarıl bana.
Gözlerim açıldığında ifademi korumak için aralanan dudaklarımı hemen kapatmıştım. Bilincim ne kadar kapalı olursa olsun içinden böyle bir kelime sızamazdı. Düşünmediğim bir şeyi uyku halinde söyleyemezdim, öyle değil mi?
Mırıldanabilirdim çünkü teknik olarak bu bir şarkıydı.
"Şarkı o..." dedim, omuzlarımı kaldırıp indirdiğimde. "Hatta bir klasik... Julio Iglesias'ın, biliyorsundur İspanya'nın en tanınmış sanatçılarından biri. Aynı zamanda Enrique Iglesias'ın babası. Onun şarkısı işte."
Pars anladığına dair başını salladığında ispatlama güdüm devreye girmişti.
"Abrázame... Como si fuera ahora la primera vez, como si me quisieras hoy igual que ayer. Abrázame." diye mırıldandım şarkıyı.
Ve hemen sonra zihnim farkındalık ile sarsıldı. Şarkıyı hatırlatmak için pek doğru bir kısım seçmemiştim.
Sarıl bana... Şimdi ilk kezmiş gibi, beni dünkü kadar istiyormuş gibi. Sarıl bana.
Dudaklarımı araladım ama hemen sonra tekrar kapattım. Çok çok çok fazla uyumuştum. Çok uyumak hiç iyi bir fikir değildi.
Günlerdir doğru düzgün uyumamış ve yememişken birden bu kadar çok uyumak algımı yerle bir etmiş, zihnimi karıştırmış olmalıydı. Birden yüzleşmem gereken çok fazla gerçek önüme serilmişti ve benim durup sakinleşecek vaktim olmamıştı.
"Güzel..." Öne doğru bir adım attığından bu kez kenara çekilmiş ve geçmesine izin vermiştim. "Güzel olan şarkı bu arada... Sesin için ne yazık ki aynı şeyi söyleyemeyeceğim."
Burnumdan nefes vererek güldüğümde gözlerimi kısmıştım.
Çokbilmiş...
"Şan derslerim yarıda kaldı, kusura bakma artık."
Omuzumdaki havluyu ucundan tutup arkasından savurdum. Sağ omzuna çarptığında tekrar bana döndü ve bu yaptığımdan emin olmaya çalışır gibi kaşlarını kaldırdı. Hemen sonra bana tamamen dönmüştü ve yüzünde yine, tam anlamlıyla, nasıl cüret edersin, ifadesi vardı.
Bir adım yaklaştığında bir adım gerilemiştim ve bu birden ağır çekimde ilerleyen senkronize bir harekete dönüşmüştü. Omzumun arkasından havuza ne kadar yaklaştığımı kontrol ettiğim an anında durdum.
"Pars yaklaşma."
Elimdeki havluyu bir kez daha savuracağım sırada gözlerini kısıp sahneleri dramatikleştirmek için 50 kare çekilen anlar gibi uzun uzun uzun baktı. Arkamı dönüp kaçacakken kolunu belime sarmış ve beni kucaklayarak havaya kaldırmıştı.
"Pars, sakın!"
Kendini geriye doğru savurduğunda omzunun üzerine kapanmıştım. Birkaç saniye içinde suya çarptığımızda dibe çekilmiştik.
Havuzun dibinde kendime bir yön bulmak için dönerken gözlerimi açıp nerede olduğunu saptadım. Hemen yanımdaydı. Bacaklarım bacaklarının arasında suyun içinde süzülürken omuzlarından bastırıp yükseldim. Kahkaha atarak suyun üstüne çıktığımda başımı iki yana salladım.
Pars kollarını belime dolamış, beni kendine doğru çekmişti. Ellerim omuzlarına yaptığı baskıyı serbest bıraktığında o da suyun üstüne çıktı. Belimin iki yanından tutmuş ve beni tekrar yükseltmişti. Çok değil birkaç saniye içinde kendimi yeniden suyun içinde bulmuştum. Suyun dibine doğru ilerleyip takla atarak arkasına geçtim. Bacaklarımı beline dolayıp kollarımı omzuna yaslamış ve kulağının hemen arkasından konuşmuştum.
"Bunu ödeyeceksin..."
Başını geriye ittiğinde omzuma yaslanıp bana oradan bakmıştı. Küçük gülüşü büyüdü büyüdü büyüdü ve kahkahaya dönüştü. Islak kirpiklerinin arasından sızan parıltıyı bir an için yeni sanmıştım ama hayır değildi, çok eski bir zamandan kalmaydı.
"Havuza girelim diyordun işte..." dedi, gülerken.
Gözlerimi kıstım. "Çok derin değil. Seni burada boğamayacağımı düşünüyorsan..."
Omzuma başını biraz daha yasladı, hemen arkasında duran ben değilim de yumuşak bir yüzeymiş gibi rahat bir şekilde suyun için yayıldı. Bacaklarımı beline daha sıkı sarmıştım yoksa suyun içine batacaktık.
Yüzünde inanamayan bir ifade yayılmıştı. Gözlerini hiç olur mu öyle şey, dercesine kısmıştı.
"Sen beni bir kaşık suda da boğarsın, ona ne şüphe."
Öne doğru biraz eğildiğimde burnum yanağına değmişti. Sakalları çok uzun değildi, kısa da denilemezdi. Arada bir haldeydi. Parmak uçlarım için ideal boydalardı. Hem gezinecek kadar çok hem de kaybolmayacak kadar az.
Dudaklarımı ona hak veren bir ifadeyle büktüğümde "Yapabilirim, evet," dedim.
Burnumun ucunu yanağına sürdüğümde gülümsemişti. Ellerim sakallarında gezerken tüm rahatını bozdum ve bana dönmesini sağladım. Bacaklarımı tekrar beline sardığımda, kollarımı omuzlarına yaslamıştım.
Saçlarını eliyle savurduğunda damlalar etrafa dağıttı. Ona yaklaştığımda başını hafifçe geriye itip bana bakmıştı. Suyun içinde iterek onu havuzun kenarına kadar sürükledim. Sırtı mermere yaslandığında omuzlarına dirseklerimi yaslamıştım. Bacaklarım belinin iki yanında, dizlerim soğuk fayansa yaslı duruyordu.
Islak kirpiklerine vuran ay ışığı değildi muhtemelen, bahçenin çevresindeki ve havuzun kenarındaki aydınlatma olmalıydı. Ben ay ışığı olarak kabul edecektim. Öylesi daha hoşuma gitmişti.
Saçlarının üstüne parmaklarımı geçirdiğimde ellerini belimin arkasına yaslamıştı. Elektriğe tutulmuş gibi her an beni havuzun içine fırlatabilirdi. Fırlatana kadar hatırlamasına yardım edecektim.
Oyunu unutmuştu. Hatırlamalıydı.
"Havuzun yalnızlığını dağıttık hiç değilse..." dedim, dudaklarım dudaklarına değmek üzereyken.
Dizlerimin fayansa yaptığı baskıyı azaltıp bacaklarımı beline sardığımda ne yapmak istediğimi elbette anlamıştı.
"Atlas..." dedi, uyarır gibi.
Bir şey yapmıyordum ki... Sadece küçük bir hatırlatma.
Bir elimin parmakları saçlarının arasındayken diğerini sakallarına yönelttim. Parmaklarımın tersiyle çok uzamasına izin vermediği sakallarında gezindiğimde gözlerimin içine bakmıştı.
"Artık benimle konuşacak mısın?"
Dudaklarının kenarında keyiften uzak, yine de mayış mayış mayış bir gülümseme belirdiğinde ona doğru hafifçe eğildim.
"Gerçek her zaman seni huzura kavuşturmaz Atlas."
"Ben huzur istemiyorum ki..." dedim fısıltıyla. "Gitmek istiyorum."
Başını geriye doğru iterek beni hızla onaylamıştı.
"Neresiydi?" Bir süre beklemişti. "Marbella..."
"İstersen iyi otellerin adını vereyim, bu kadar merak ettin bari git bir gör."
"Vaktim yoktu hani?"
Sırıtan ifadesini görmezden geldiğimde parmaklarımı saçlarının arasında gezdirmeye devam ettim. Hala oyunun içinde olduğumuzu hatırlamasını istiyordum ve bana meydan okumasını. Tek başına keyfi çıkmıyordu.
"Sen dertlendin mi buna?" diye sordum, sahte bir üzüntüyle. Dudaklarımı da hafifçe sarkıtmıştım. "İçerledin mi vaktin yok diye? Korkma korkma gidersin Marbella'ya da, hatta bence sen bir liste yap."
Yüzüne keyifli bir ifade yayılmış. Belimin arkasındaki kolları kıpırdamadan olduğu yerde duruyor ve beni suyun üstünde tutuyordu. Benim parmak uçlarım ise yüzünde; sakallarına, saçlarına, boynuna her yere sızıyordu. Çok etkilenmiş gibi görünmüyordu çünkü oyunu eski usul oynuyordum. Biraz yenilik katmakta fayda vardı.
"Ölmeden önce yapılacaklar listesi mi?"
Boğuk sesi aramızdaki boşluğa çarptığında ürpermiştim.
Anlık dağılan ifademi kaşlarımı kaldırarak ve yüzüme kocaman bir gülümseme yayarak toparladım.
"İbiza'yı da ekle," dedim ciddiyetle. "Sana surf yapmayı öğretirim."
"Surf yapmayı biliyorum..."
Elbette biliyordu. Spor becerileri sinir bozucu düzeyde iyiydi.
"Senin Antalya'da yaptığın surf ile İbiza'daki aynı mı? Ben öğretirim ama üzülme."
"Ne o?" demişti, gözlerin minik minik minik oyunbaz bir parıltı belirdiğinde. Görmüştüm, işte oradaydı. Sadece gün yüzüne çıkmak için biraz daha vakti vardı. "Listeyi benimle mi tamamlayacaksın?"
"Hayır," dedim beklemeden. "Sadece sen İspanya'nın yabancısın, ben yerli sayılırım."
Dudağını hafifçe büküp başını sallamıştı. "Doğru, sen yerli sayılırsın."
"Şimdi..." dedim yeniden konuya dönerek. "Sorularımı cevaplayacak mısın?"
"Atlas..."
Beni kucağından kaldırıp kenara bıraktığında havuzdan çıkmak için yeltenmişti ama o kadar kolay değildi. Konu ciddileştiğinde kaçıp duramazdı. Benim cevaplara ihtiyacım vardı. Çorbaya ya da uymaya değil, sadece cevaplara.
"Bazen korkak olanın ben değil de sen olduğunu düşünüyorum."
"Korkak değilsin."
Havuzun içinde bana döndüğünde ellerini saçlarına itmişti. Gözlerini kapattı, sıkıntılı bir nefes verdi. Kasılan çenesi ve yüzündeki kararsız ifade ileri gitmem için beni cesaretlendirmişti. Sabrının taşmaya yakın olması konuşmaya başlaması ile doğru orantılıydı.
"Sen?" diye sordum. "Sen öyle misin?"
"Atlas neyi zorladığın hakkında en ufak fikrin yok. Şu an içinde bulunduğun durumu çıkmaz sanıyorsun ama hayır değil. Hala gidebilecek bir yerin devam edecek bir hayatın var. Bırak öyle kalsın. Buraya ne için geldiysen ya onu yap ya da git."
"Ya öldür ya terk et... Öyle mi?"
Sesim yükseldiğinde beni öfkeli bir şekilde onaylamıştı. Havuzun ortasında konuşmak için uygun bir konu değildi ama Pars ile ben pek sıradan insanların davranışlarını sergilemiyorduk zaten. Belki de o yüzdendi.
En baştan onu oyuna seçmemin nedeni, deliliğinin renginin en az benimki kadar parlak olmasıydı.
Ama işte Pars artık pek eğlenceli değildi. Eğlenmeyi unutmuş, hayatında dura basmıştı. Hatta sıkıcı bile diyebilirdim. Benim hiçbir şey yapmama gerek yoktu, bu içi geçmişlikle çok değil o en fazla birkaç yıl daha yaşardı.
"Zor değil..." dedim.
Havuzdan çıktığı an ben de peşinden çıkmıştım. Saçlarının üzerini sinirle dağıttı. Benim ise etrafa saçılan damlalar umurumda değildi. Hızlı adımlarla içeri girdiğinden peşinden yürümeye devam ettim.
"Sen değilsin tamam. Herkes öyle sandı ama hayır değildi. Basın öyle sandı, olayı takip eden herkes öyle sandı, o gece orada olan görgü tanıkları öyle sandı. Ama değildi. Tamam. Şimdi ne biliyorsan anlat ki, bileyim. Kimden intikam almam gerektiğini bileyim."
Yukarı çıkan merdivenlerin önünde birden durduğunda hızla ban dönmüştü.
"Silahı kendine doğrult Atlas," dedi acı dolu bir ifadeyle. "Ben öyle yaptım."
Gözlerim öfkeyle açıldığında ona doğru bir adım atacakken öfkeli sesi aramızdaki mesafede bir balta vurmuştu.
"Sezin öldü, ben orada yoktum. Aras öldü, sen orada yoktun. Birini mi vurmak istiyorsun, kendini vur."
Gözlerime yayılan dehşet ifadesine aldırmadan merdivenlere yöneldi ve yukarı çıktı. Peşinden gidip bağırmak, aklıma gelen tüm cümleleri sıralamak, yetinmeyip o suratına yumruğu geçirmek istiyordum. İçimde fokurdayan öfkenin lavından sıyrılmam ve mantıklı düşünmem gerekiyordu.
Pars bir şey saklıyordu. Bana suçsuz olduğunu hiç söylememişti. Şimdi ise böyle konuşuyordu. Beni vazgeçirmek ister gibi bir hali vardı. Kesinlikle bir şey saklıyordu. Silahı kendime doğrultmamı istemediğini ise biliyordum. Kendimi suçlamamam ve buradan gitmem için uğraşıyordu çünkü onun deyimiyle hala gidecek bir yerim vardı. Bilmediği gerçek ise şuydu. Gidecek bir yer bulmak sorun değildi. Benim kalacak yerim yoktu.
Pia ayaklarımın arasında dolandığında dizlerimin üzerine çöküp avuçlarımı ona doğru açtım.
"Gel..."
Dün gece üzerime çöken ağırlık yeniden çökmüştü. Gidecek yerlerim tükenmişti belki de. İnatla bu evde durduğuma göre, o kadar çok gidecek yerim olmasa gerekti.
Pia kucağıma geldiğinde eğilip burnumu tüylerine sürdüm. "Sen de mi çok uyudun?"
Patisini dudaklarıma yasladığında bir öpücük kondurdum. "Ben de çok uyudum. En son ne zaman 16 saat uyudum hatırlamıyorum. Senin kadarken falan herhalde..."
Burnumun ucunu yalamıştı. "Miniciksin," dedim, bu üzerime çöken duygusallığı arttırmıştı.
"Nasıl buldun onu? Sen bulmuş olmalısın? Bahçeye mi geldin?"
Bu kez kendi patisinin üstünü yalamıştı.
"İyi yapmışsın..." dedim cevaplamadığı soruya kendimce cevap vererek. "Benimle gelirsen daha iyi yaparsın ama. Ne zaman gideriz bilmiyorum artık, biraz işler değişti. Ben Haziran sonuna kalmaz bu iş diyordum."
Kapı çaldığında Pia'yı kucağımdan indirmeden ayaklandım. Pars duş alıyor olmalıydı. Benim aksime o hayatı düzenli yaşamaya başlamıştı. Islak saçlarım ve üzerime yapışan kıyafetlerime aldırmadan kapıya doğru yürüdüm.
"Kim o," de, dedim Pia'nın burnunun ucuna burnumu değdirirken. "Sakın kim o demeden kapıyı açma, tamam mı?"
"Pars!"
Onat'ın sesiydi. Kapıyı açtığımda içeri doğru bir adım atacakken beni fark edip durmuştu. "Atlas..." Bir de kaşlarını çatmıştı. Yüzünde yayılan şaşkın ifadeyle bir adım geriledi.
"Hola," dedim, gülümserken.
"Burada olduğunu bilmiyordum, pardon." Yüzüne yayılan şaşkın ifadeyi silmiş ve her zamanki pürüzsüz gülümsemesi ile beni selamlamıştı. "Nasılsın?"
Geçmesi için kenara çekilmiştim.
"İyiyim, sen nasılsın?"
"İyi... Bilindik haller. İş güç."
Onat bahçeye yöneldiğinde kucağımdaki Pia'nın patileriyle oynayarak ilerledim.
"Pars üst katta, duş alıyor sanırım."
"Senin de alman gerekiyor gibi görünüyor. Üşüteceksin."
Pia Onat'ı fark ettiğinden kucağımdan inmeye çalışıyordu. Ne istediğini anladığımda kediyi Onat'ın kucağına bıraktım. Onat'ın elini hemen yalamaya başladığında gülümsemiştim.
Onat bahçe takımına geçip ortadaki ikili koltuğa oturduğunda kaşlarımı kaldırdım. "En azından üzerine oturulacak bir eşya edinmiş, büyük ilerleme var."
"Eve aylar sonra birilerini kabul ediyor. Asıl değinilmesi gereken nokta bu aslında."
Bu birileri Onat ve İklim olmalıydı çünkü ben kalıcı değildim.
Tekli koltuğun ahşap kenarına oturduğumda saçlarımı omzumun kenarında toplayıp uçlarındaki suyu sıktım.
"Önemli bir şey mi oldu? Gergin görünüyorsun?"
Onat kucağındaki Pia'dan bakışlarını kaldırmış ve durumu şimdi fark etmiş gibi kaşlarını havalandırmıştı. "Üzgünüm," dedi mahcup bir ifadeyle. "Biraz kafam dalgın... NOX'ta beklenmedik bir durum yaşandı. Pars'ın da bilgisi olması gerekiyor, ona göre ne yapacağımıza bakacağız."
"Kötü bir şey mi?"
Keyifsiz bir ifadeyle başını salladı.
"Öyle evet. Can sıkıcı bir olay kötü bir durumla sonuçlandı."
"Çözülebilir bir şey mi?"
Pia Onat'ın kucağından yere indiğinde cam kapının önüne doğru fırladı. Pars kapıdan içeri girdiğinde bu heyecanın sebebi belli olmuştu.
"Kızım..."
Pia'yı kucağına altığında kedi omzuna tırmanmış ve minik bir bebek gibi oraya yatmıştı.
Tahmin ettiğim gibi duş almıştı. Buz mavisi, beli bollaşmış bir kot ve beyaz tişört giymişti. Kırmızı çorapları gece mesaisine kalmayı reddetmiş olacak ki ayakları çıplaktı.
"Ben yokum diye işi mi astın?"
Onat yaslandığı yerde doğrulmuş yüzüne ciddi bir ifade takınmıştı.
"Bir sıkıntı yaşandı," demişti, belli bir seviyede tuttuğu sesiyle. Pars ile nasıl konuşulması gerektiğini biliyordu. Birden kışkırtmaması gerektiğini, durum her ne ise sakin sakin sakin anlatması gerektiğini bilecek kadar uzun zamandır tanıyordu onu.
"Anlatsana şunu toptan..."
"Erdinç," dedi Onat, birden tutup çekmenin daha acısız olacağını düşünerek. Pars bir tepki vermemişti çünkü devamında ne geleceğini az çok biliyor gibiydi. "NOX'a uyuşturucu sokmuş."
Pars önce kaşlarını çatmıştı. Sonra uzandı ve omzundaki Pia'yı aldı. Bana dönmemişti ama kediyi yavaşça benim kucağıma bırakmıştı. Pia kucağımdayken yerimden kalktım. Onu içeri götürüp yatağına bıraksam iyi olacaktı. Birazdan sesler yükselecekti ve bu gerilimli an için fazla minikti.
İçeri girdiğimde artık üzerimdeki ıslak kıyafetlerden kurtulmam gerekiyordu. Pars ve Onat, Erdinç işini konuşana kadar duş alsam iyi olacaktı. Nasıl olsa döndüğümde detayları öğrenirdim.
İçinde siyah çizgiler olan koyu gri mermer merdivenlerden yukarı doğru çıktım. Merdivenlerin bitiminde küçük bir oda vardı, kare şeklinde burada birkaç koli duruyor ve onun dışında boştu. Hemen birleşiminde ise daha büyük bir başka oda duruyordu ve burası da tamamen boştu. Koridorun en sonundaki kapıyı açtığımda karşımdaki oda yatak odasıydı. Gerçi öyle olması için dolu olması gerekiyordu. Banyo ise arkamda kalan duvardaki kapının ardındaydı.
Banyonun ışığını yaktım. Burası da koyu gri fayanslardan oluşuyordu. Geniş ve fazla ışıklıydı. Duş bölmesindeki şampuan ve duş jellerini, lavabo kısmındaki fırça ve diş macunu gibi temizlik malzemeleri dışında herhangi bir eşya yoktu. Lavabonun kenarındaki beyaz dolabı açıp içinden havlu aradım. Havlu yerine koyu gri, ince bir bornoz bulmuştum. Onu alıp kapının arkasına astım.
Üzerimdeki her şeyi kurutma makinesine atmam gerekiyordu.
Duşa girdiğimde suyu ılık kısma ayarlamıştım. Pars'ın erkek kokulu ürünleri çok dikkatimi çekmiyordu ama işe elde olan buydu. Böyle giderse diş fırçası, havlu ve birkaç kişisel ürün gibi eşyalar bırakmam gerekecekti buraya. Kendi kaldığım daire yerine burada durmak döndüğümden beri ilk kez duruyormuşum gibi hissettiriyordu. Belki de bu yüzden çoktan gitmem gerekirken kalmaya devam ediyordum.
Şampuan beni yanıltacak kadar güzel kokuyordu ama duş jelinin kokusunun verdiği temizlik hissine bayılmıştım. Bu yüzden bir kere daha elime sıkıp iyice köpürttüm. O kadar güzeldi ki. Vetiver özlüydü. Lavanta ve böğürtlen özlü duş jelimden vazgeçmem için beni baştan çıkarıyordu ve hayır bu oyuna gelmeyecektim.
Duştan çıktığımda yerdeki ıslak kıyafetleri aldım. Banyodan çıktığımda aynı hizadaki solda kalan kapıyı açtım. Tam tahmin ettiğim gibi burası çamaşır odasıydı. Kıyafetleri tekrar giymem gerekeceği için önce yıkmaya atmıştım. Süresini en kısaya getirdiğimde odadan çıktım. Şimdi üzerime giyecek bir şey bulmam gerekiyordu.
Yatak odası ve merdivenin hemen karşısında duran oda arasındaki kapıyı açtım. Bir duvar boydan boya siyah dolaptan oluşuyordu. Hemen ortada beş çekmeceli bir komodin vardı ve dolabın alt kısmı da çekmeceler ile bölünmüştü. Hiçbir şey olmayan bir ev için iyi tasarlanmış bir giyinme odasıydı.
Dolaplardan birini açtım ve karşımda deri ceketler, bomber ceketler, kot ceketler ve ceketler kere ceketler belirdi. Bunlar işime yaramazdı. Diğer kapağı açtığımda bu kez tişörtlerle karşılamıştım. Askılardakileri pas geçip alta bırakılanlardan birini aldım. Siyah ve uzun yıllardır varlık gösterdiği her halinden belli olan tişörtü üzerime geçirmek için bornozu çıkardım. Alt çekmecelerden birinden de siyah bir şort bulmuştum. Biraz fazla bol olduğundan belini katlamıştım ve hiçbir işe yaramamıştı.
Makineyi kısa programa ayarlamıştım. Aslında yıkanmasını ve hemen sonra kurutmanın bitmesini bekleyebilirdim. Yukarı çıkarken yanıma telefonu almış olsaydım bu iyi bir plan olurdu.
Pars'ı en son öfkeli bırakmıştım. Üzerine Onat kötü haberler getirmişti. Muhtemelen telefonumu yukarı çıkarmazdı. Hatta muhtemelen varlığımı görmezden gelmekle meşguldü. Sorulara cevap verse olup bitecekti işte. Bu kadar uzatacak ne vardı? Hem sorulara cevap verse ben de daireye giderdim böylelikle kıyafet sorunu yaşamazdım. Aslında bagajda spor çantası vardı ama Pars yüzünden araba da NOX'un önünde kalmıştı. Bari arabayı buraya getirtseydi. Pars hiçbir işe yaramıyordu.
Aşağı kata indiğimde Pars'ın sinirli sesini duymuştum. Kısa bir an için Pia ile bakıştık. "Korkma," dedim, ona doğru. "Biraz sinirleri gergin bir insanın var ama merak etme, yatışır birazdan."
Pia bana anlıyor gibi bakmıştı ve bence kesinlikle anlıyordu. Ona küçük bir öpücük attım ve telefonu bulmak için çantayı aradım. Mutfağa ilerlediğimde tezgahın üstünde bulmuştum. Muhtemelen dün gece ilk buraya geldiğimizden burada bırakmıştım. İçini açıp telefonu çıkardım. Elbette şarjı bitmişti.
"Pars bana şarj aleti lazım."
Bahçeye doğru ilerlerken seslendiğimde bakışlarını camın arkasından benimle buluşturmuştu.
"Yatağın kenarında." Sesindeki öfke biraz bile dinmemişti. Onat konuşmayı devraldığında yatağa doğru ilerleyip prize takılı şarj aletine telefonu taktım.
Bahçeye gitmeden önce yukarı çıkıp çamaşır makinesindeki yıkanmış kıyafetleri kurutma makinesine atıp çalıştırdım. Tekrar aşağı kata döndüğümde yeniden kapı çalmıştı. Buna da kendisi bakabilirdi artık çünkü zaten hiçbir işe yaramıyordu. Hem ben açtığımda gelen şaşırıyordu.
Pars yanımdan bana bakma gereği duymadan geçtiğinde merdivenin bitiminde durmaya devam ettim. Onat burada olduğuna göre gelen İklim olmalıydı. Tahmin etmek zor değildi.
Kapı kapandığında içeri İklim girmişti.
Pars'ın yanağına küçük bir öpücük kondurmuş ve içeri doğru ilerlemişti. Beni gördüğünde başıyla hafifçe selam verdi ve bahçeye yöneldi.
"Ne dikiliyorsun orada?"
"Kediyi korkutuyorsun," dedim, sesindeki öfkeye dikkat çekmek için. "Sakinleş artık tamam."
Bakışları duvarın arkasına çevrildiğinde Pia ile buluşmuştu. Pia huzursuz bir mırlama ile bana destek çıktığında ona içimden öpücük attım. Şimdi insanı ile uğraşıyordum, sonra bizzat öpecektim.
Sıkıntılı bir nefes verdi. Ne olduğunu söyleyecek gibi olmuş hemen sonra bana da sinirli olduğunu hatırladığından vazgeçmişti. Onat anlatırdı ki zaten birazdan öğrenecektim çünkü gecenin gündemi bu konuydu. Boşuna soğuk soğuk soğuk yapıyordu.
Üzerimdeki kıyafetlerine şöyle bir baktığında siniri aralanmış ve belli belirsiz gülümsemişti.
"Kıyafetler makinede," dedim, açıklamak için. "Şimdilik bunları buldum."
"Yakışmış," dedi, dudağını birbirine bastırmış ve başını sallamıştı.
"Gel," dediğinde geriye doğru bir adım atıp merdivene çıkmıştım.
"Kıyafetleri alacağım," dedim. "Sen çık."
Bahçeye yönelmişti. Elleri cebinde dışarı doğru yürüdüğünde bakışlarımı sırtından kaldırıp geriye döndüm. Merdivenleri tekrar çıkıp çamaşır odasının önünde durdum. Henüz 7 dakika vardı. Diğer odalarda gezilecek bir şey olmadığından giyinme odasına dönmüştüm. Ortadaki komodinin üzerine çıkıp oturdum. İlk çekmeceyi açtım. Saatler vardı. Birkaç tane de hediye olduğu belli ıvır zıvır. İkinci çekmecede ise bir takım belgeler vardı, bazıları çerçeveliydi. Üçüncü çekmeceyi açmamıştım bile çünkü sıkıcıydı. Yerimden zıplayıp indim.
Kurutma makinesi durduğunda birkaç saniye daha bekleyip kapağı açtım. İşte her şey temizlenmişti. Hemen üzerimdekileri çıkardım ve katlayarak kenardaki temizlik malzemelerinin olduğu dolaba bıraktım. Bana ait kıyafetleri giydiğimde ellerimle saçlarımı düzeltmiştim. Çıkardıklarımı alıp odanın ışını kapatarak çıktım. Merdivenlerden indiğimde Pia yerinde yoktu, ortam sakinleşince bahçeye çıkmış olmalıydı. Elimdekileri yatağın üzerine bıraktım ve ben de bahçeye çıktım.
"Ailesine ulaşabildiniz mi?" diye sordu Pars. "Var mı kimsesi?"
"Yok," dedi İklim, "Yetiştirme yurdunda büyümüş olmalı."
İklim'in de canı Onat gibi sıkkın görünüyordu. Onat'ın sol çaprazında kalan tekli koltuğa oturmuştu, Pars ise onun hemen karşısında Onat'ın sağ çaprazında kalan tekli koltukta oturuyordu. Pars'ın öne doğru uzattığı bacağının üzerinden atlayıp Onat'ın yanına oturdum. Pia tahmin ettiğim gibi Pars'ın kucağındaydı.
"Haber verebilecek kimsesi yok yani?"
İklim başını salladı. "Bir kız vardı ondan birkaç yaş büyük, o geldi bakmaya. Öyle kontrol etmek için ama endişelendiğinden değil. İblis yollamıştır."
"Kaç kişiye satmış onu tespit edebildik mi?"
"8," dedi Onat düşünür gibi, "Belki 9... Çok değil."
"Onlar iyi, bir şeyleri yok." İklim derin bir nefes verdi. "Seyreltmemiş, bu çocuk da kendi kullanınca." Ellerini saçlarına geçirip çekiştirdiğinde sinirle bacağını sallıyordu.
"Gözden çıkartmış olmalı," demişti Onat.
İklim ona döndüğünde kaşlarını kaldırdı. "Onun için herkes kaybedilebilir... Bir süreliğine işine yarasın yeter."
"Çocuk üzerindeki tüm malı satmış da içmiş, üstünde yakalansaydı iş büyürdü."
"Derdi huzur kaçırmak," dedi Pars.
"Ben her ihtimale karşı hastaneye iki kişi bıraktım, ne olur ne olmaz. Haberdar edecekler beni bir mevzu olursa." Yüzü acıyla kasıldı. "Ya çocuk ölseydi..."
"Erdinç içeride uyuşturucu sattırıp sizi ihbar mı edecekti?" diye sordum.
"Daha çok NOX'a yavaş yavaş uyuşturucu sokacaktı. Gönderdiği çocuk tuvalette overdose olmuş." İklim gözlerini kapatıp sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Gergin olmanın yanında çok üzgün görünüyordu. "17 yaşında, küçücük daha."
Pars'ın bakışları ona döndüğünde kısa bir an için birbirlerine bakmışlardı. İklim sinirle güldüğünde "Gerçi ben de öyleydim..." demişti.
"Önceden de sokmuş olabilir mi?" diye sordum.
"Araştırıyoruz," dedi Onat. Gergin olmasına rağmen sakin konuşmayı başaran tek kişi oydu.
Başımı yavaşça salladığımda Pars'a döndüm. "Bir planın var mı?"
"Var. Erdinç'i piyasadan silmek..."
Onat arkasına yaslandığında bakışlarını havaya kaldırıp başını iki yana sallamıştı. "Neden olmasın, işlerini devralırsan, çabucak olur."
Sesindeki alay Pars'ın da alayla gülmesine neden olmuştu. Sehpanın üzerinde duran sigara paketine uzandı. İçinden bir dal alıp dudaklarına yasladı. Hemen paketin yanındaki çakmağı eline aldığında bir süre dalmış hemen sonra sigarayı yakmıştı. Çakmağı bıraktığında bakışları kısa bir an için bana dönmüştü ama hemen sonra başını eğip sigaradan derin bir nefes aldı.
"Biraz suça bulaşırsın en fazla, o da bulaşmadığın şey değil."
Gözlerimi kısmıştım. Onat gerçeği biliyor olmalıydı, İklim de öyle. Belki de bilmiyor sadece arkadaşlarının suçsuz olduğuna inanıyorlardı.
Yerimden kalktığımda içeri doğru ilerlemiş ve yatağın kenarına geçmiştim. Yerdeki telefonu alıp açtım. Yatağın üzerine oturduğumda pin kodunu girmiştim.
Telefonun kendine gelmesini beklerken şarj aletini çıkarıp sırtımı yastıklara yasladım.
Çok fazla bildirim yoktu. José her şey yolunda mı diye sormuştu. Emin değildim, bu soruya cevap vermek için biraz daha kafamı toplamalıydım. Mail uygulamasına girdiğimde Gölge'den hiçbir şey gelmemiş olması sinir bozucuydu. Bu kadar inatçı olmanın kimseye faydası yoktu. Ona önemli bir şey öğrendiğimi yazmıştım en son ama hayır asla cevap vermemişti. Belki de direkt Pars katil değilmiş, yazmalıydım. Bu dikkatini çekmek için etkili olabilirdi.
Parmaklarım hızla klavyede gezinirken öyle yapmıştım. Üç kelime ve bir gerçek... Yakın bir zamanda bana dönse iyi olacaktı yoksa katili tek başıma bulacaktım.
Herkesin sinirleri gergindi. İklim herkesten daha gergindi ve üzgündü. Bence herkesin kaloriye ihtiyacı vardı. Kan şekerleri yükselirse biraz olsun sakinleşirlerdi.
Buzdolabına ilerleyip kapağı açtım. Gerçekten de bir sürü dondurma vardı. Buzlu olanlardan birkaç tane aldım. Diğerleri için tabak gerekiyordu, o kadar uğraşamazdım. Dirseğimle kapağı kapatıp dondurmaları kucağımda tutarak önce salona oradan da bahçeye çıktım.
"Size dondurma getirdim, Pars'a yok."
Onat gülmeye başladığında Pars ona ciddi olamazsın bakışı atmıştı ama umurumda değildi.
"Yetişkinler için uygun değilmiş, bir de -18 yaz istersen üzerine, lafa bak."
Onat portakallı olanı aldığında ona gülümsemiştim. "İklim?" dedim dondurmaları gösterirken.
"Yok," demişti. "Sağ ol."
Elinde sigara vardı zaten, dondurma ve sigara pek uyumlu bir ikili sayılmazlardı.
Pars'a baktım. "Sana zaten yok, sen naneli dondurma seven bir zevksizsin."
"Naneli dondurma mı?" diye sordu İklim.
"Annem yapıyordu evde, çok güzel olur."
Pars annem dediği an zihnimde bir boşluk tamamlanmıştı. Nesrin Teyze'yi daha önce sormamıştım, nasıl olduğunu bilmiyordum. Muhtemelen yıllar önce gördüğüm halinden farklı değildi. Hala konuşmuyor ve odadan çıkmıyordu.
Dondurma paketlerinden birine uzandığımda Onat konuşmayı devralmıştı. "Bir kere yemiştim ben de hatırlıyordum. Ferah bir tadı vardı, hoştu."
"İlginç," demişti İklim. "Reçel işi gibi her şeylisi var onun da desene."
Herkes o kadar gergindi ki saçma bir konuya tutunmaya çalışıyorlardı. Buza dişlerimi geçirdiğimde Onat bana dönmüş ve kaşlarını hafifçe çatmıştım. Buzu çiğnemeye başladığımda ise kaşlarını kaldırmıştı.
Pars, Onat'ın yüzündeki ifadeye güldüğünde biraz önce gerginliği geçtiği için rahatlamıştım. Bir ısırık almadan önce ona döndüğümde daha çok güldü.
Çok hızlı yediğimden ve buzlu dondurmaları çok küçük yaptıklarından hemen bitmişti. Onat'a döndüm. Kaşlarımı kaldırıp indirdim birkaç kez. "Bir tane daha?"
Onat suça daveti kabul ediyor gibi başını salladığında bir paket ona uzattım, diğer paketi de ben aldım.
"Doğru düzgün yemek hazırlayalım," dedi Pars. Saat gece yarısına geliyordu, ne yemeğinden bahsediyordu? Gerçi ben yeni uyanmıştım, benim için sabah sayılırdı.
"Benim canım istemiyor," dedi İklim elindeki sigarayı kül tablasına söndürdüğünde. "Kalkayım yavaştan."
"Otur otur," dedi Pars, ben dondurmadan üçüncü ısırığı aldığım sırada. "Şimdi hastaneye gidecek orda sabahlayacaksın. Dur burada bir şey olursa ararlar zaten."
"Aklım kaldı zaten, gidip kendim bakayım."
"Ben ilgileneceğim sabah," dedi Pars, keskin bir sesle. "Sen karışmayacaksın."
İklim arkasına yaslandığında Pars ayaklanmıştı. "Yemek istemiyorsanız, içki servisine geçeriz biz de."
Gülümsediğinde İklim'in yanağından makas almıştı. Kafasını dağıtmaya çalışıyordu. İklim'in de benzer şeyler yaşadığı belliydi. Detayları bilmeyen tek kişi ben olmalıydım. Doğrudan soramayacağım için sustum.
Pars içeri girdiğinde peşinden kalkmıştım. Mutfakta bardakları çıkarmış ve peynir tabağı hazırlamaya başlamıştı. Salona döndüğümde telefonu yatağın üzerinden aldım. Ekranı açtığımda günlerdir beklediğim mail sonunda karşımdaydı.
Kime: Atlas Yarkın
Kimden: Gölge
"'Hayal gücü sınırlı olanlar' ölümsüzlük otu alt tarafı bir masaldır der ve geçerler. Oysa dünya, binde bir de olsa yanılma payı bırakanlara aittir."
Binde bir de olsa yanılma payı bırakmalıydın Atlas.
Söylediklerimden çok kafanın içindeki seslere uydun.
Pars'ın katil olduğunu hiç söylemedim. Masum olduğunu söylemediğim gibi.
Şimdi...
Her şeye en baştan, sesimi göz ardı etmeden, başlamaya var mısın?
Gölge
24 Haziran 2020
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro