Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

XVII. BÖLÜM


Yaklaşık yirmi aydır notlarıma bakmamışım; şimdiyse yalnızca zaman öldürmek, dertlerimden bir nebze olsun sıyrılmak için alıp okudum. Hamburg'a giderken notlarımı yazmayı bırakmıştım. Tanrım!.. O son satırları ne kadar da büyük bir huzurla yazmışım! Mutlulukla değilse dahi, nasıl da iyimserlikle, nasıl da sarsılmaz ümitlerle yazmışım! Kendimle ilgili hiçbir şüphem var mıydı acaba? Aradan geçen yirmi aydan fazla bir zamanın ardından bir dilenciden bile daha kötü bir duruma düştüm! Ne dilencisi?.. Dilencilik olsa yine iyi! Düpedüz mahvettim kendimi! Bu durumda kıyaslama yapmanın hiç gereği yok. Ahlâk kurallarına da aldırdığım yok zaten. Böyle durumlarda ahlâkî dersler çıkarmaktan daha saçma bir şey olamaz! Ah şu kendini beğenmiş insanlar!.. Bir söze başlamaya görsünler, büyük havalarda nasıl da her fırsatta bolca nasihatler eder, nasıl da atıp tutarlar! Eğer durumun tüm kötülüğüyle kafama nasıl dank ettiğini bir bilseler, bilgiçlik taslamaya, bana akıl vermeye kalkışmazlardı. Hem benim bilmediğim hangi yeni şeyi söyleyebilirler ki? Sorun bu değil!.. Bütün sorun şu aslında: Rulet tekerleğinin bir dönüşü her şeyi bir anda değiştirebilir, o zaman yılışarak beni kutlamaya ilk gelenler yine bu ahlâkçılardan başkaları olmaz! Bundan hiç kuşku duymuyorum. O zaman, şimdi yaptıkları gibi sırtlarını çevirmezler bana. Ama hepsinin canı cehenneme! Şimdi ben neyim? Koca bir hiç! Yarın ne olabilirim? Dirilip yeniden yaşamaya başlayabilirim! Tümüyle perişan olup gitmeden, içimdeki insanı bulabilirim!

Gerçekten de Hamburg'a gitmiştim, ama... Daha sonra yine Roulettenburg'a ve Spa'ya, hatta Baden'e bile gittim; Baden'e o namussuzun, Danışman Hintze'nin uşağı olarak gittim. Evet, tam beş ay uşaklık yaptım. Hapisten çıktıktan sonraydı -Roulettenburg'da bir borç yüzünden girmiştim hapse. Bu borcumu benim bilmediğim biri ödedi de öyle kurtuldum. Acaba kimdi? Mr. Astley mi?.. Yoksa Polina mı? Bilmiyorum ama iki yüz thaler tutarındaki borcum ödendi ve böylece serbest bırakıldım. Nereye gidebilirdim? O zaman tutup bu Hintze'ye gittim. Aklı havada, genç biriydi; çalışmaktan hoşlanmazdı. Bense üç dilde konuşup yazabiliyordum. İşin başında otuz gulden aylık alan bir sekreterdim ama zamanla gerçekten uşağı olup çıktım. Bir sekreter tutacak parası olmadığı için aylığımı azaltmıştı; benimse gidecek yerim yoktu. İster istemez yanında kalmayı sürdürdüm, uşaklığa katlandım. Onun hizmetindeyken yeterince yiyip içmiyordum, dişimden tırnağımdan artırarak beş ayda yetmiş gulden biriktirdim. Bir akşam Baden'de ayrılmak istediğimi bildirdim. Hemen o akşam rulet masasına oturdum. Ah, yüreğim nasıl da çarpıyordu! Hayır, paraya umursadığım falan yoktu benim! Bütün istediğim, tüm o Hintzelerin, tüm otel hizmetçilerinin ve tüm o güzelim Badenli kadınların ertesi gün benden söz etmeleriydi; öyküm dilden dile dolansın, herkes benden söz etsin, hayranlıkla bu yeni zafer karşısında eğilsin istiyordum. Gerçi bütün bunlar çocuksu düşler, çocuksu özlemlerdi ama... Kim bilir, belki Polina'ya da rastlardım ve ona her şeyi anlatırdım. O zaman talihin bütün o saçma cilvelerinin üstünde olduğumu görürdü... Ah, hiç de paraya umursadığım yoktu. Yemin ederim ki, kazanacak olsam altından girip üstünden çıksın diye yine bir Blanche'a verir, on altı bin franklık atların çektiği bir arabayla yine Paris'te üç hafta eğlencenin dibine vurarak yaşardım. Cimri olmadığımdan kesinlikle emindim; bilâkis, eli açık biri olduğum kanısındayım. Ama yine de krupiyenin, "Trente et un, rouge, impair et passe!" ya da, "Quatre noir, pair et manque!" diye bağırdığını işittikçe yüreğim yerinden oynuyordu. Masanın üstüne yayılmış Lui altınlarına, Frederik altınlarına, thalerlere, krupiyenin küreğiyle çekilirken alev alev parlayan çil çil altın yığınlarına, tekerleğin çevresine dizili iki ayak uzunluğundaki gümüş yığınlara tutkulu gözlerle bakıyordum. Daha asıl kumar salonuna bile gelmeden, ta iki oda öteden paraların şıngırdadığını işitince içim gidiyordu.

Ah, yetmiş guldenimi alıp da kumar salonuna gittiğim o akşam nasıl da mükemmeldi benim için! Yine daha önceki gibi on guldeni passe'a koyarak başladım oyuna. Passe'ın uğuruna inanmıştım bir kere. Kaybettim. Gümüş olarak altmış guldenim kalmıştı; bir an düşündüm ve zeroda karar aldım. Zero üzerine her elde beş gulden koymaya başladım; üçüncü elde zero geldi; yüz yetmiş beş guldeni aldığım zaman neredeyse zevkten ölecektim; yüz bin gulden kazandığım zaman bile böylesine mutlu olmamıştım. Kırmızıya yüz gulden koydum... Kazandım. Yine kırmızıya iki yüz gulden birden sürdüm... Ve yine kazandım. Siyaha dört yüz koydum... Kazandım. Sekiz yüzün tümünü manque'ya koydum... Yine kazanmıştım. Daha öncekilerle birlikte toplam bin yedi yüz guldenim vardı ve bunlar beş dakikadan daha kısa bir zamanda oluvermişti! Evet, böyle anlarda hayattaki tüm başarısızlıklarını insan bir anda unutuveriyor. Düpedüz yaşamımdan daha da fazlasını ortaya koyarak elde etmiştim bunu; tehlikeyi göze almıştım. Ve şimdi yine insan statüsüne çıkmıştım işte!

Hemen otelde bir oda tuttum. Kapıyı kilitledim, oturup gece saat üçe kadar paralarımı saydım. Ertesi sabah uyandığımda artık bir uşak değildim. Hemen o gün Hamburg'a gitmeye karar verdim. Orada ne kimseye uşaklık etmiş, ne de hapse girmiştim. Trenin kalkmasından yaklaşık yarım saat önce gidip bir-iki el daha oynadım ve beş bin florin kaybettim. Ama yine de Hamburg'a gittim. Ve işte şimdi bir aydır buradayım...

Şu da bir gerçek ki, hep kaygı içinde yaşıyorum. Kumarı küçük küçük oynuyor, bir şeyler olmasını bekliyor ve en küçük ayrıntısına varıncaya dek hesaplar yapıyorum; bütün bir gün oyun masasının yanında dikilip oyunu inceliyorum; geceleri düşlerimde bile kumar görüyorum. Gırtlağıma dek batağa saplanmışım, iyice yoldan çıkmışım gibi geliyor bana. Mr. Astley'le karşılaşmamızın bıraktığı izlenimden sonra artık buna iyice inanıyordum. Uzun zamandan beri onunla da görüşmemiştik, bir rastlantı eseri karşılaştık. Onunla şöyle karşılaştım:

Parklarda yürüyor ve aşağı yukarı elli guldenim kaldığını hesaplıyordum. Kaldığım oteldeki küçük odanın hesabını iki gün önce kapatmıştım. Elimde kalan parayla rulet masasının başına geçip yeniden oynayabilirdim. Kazanırsam iyi, o zaman oyunu sürdürebilirdim; kaybedersem ve eğer öğretmen arayan bir Rus ailesi bulamazsam, tekrar uşak olmak zorundaydım. İşte kafamda bu düşüncelerle komşu prenslikteki parkta ve ormanda günlük gezintiye çıktım. Bazen böyle dört saat kadar yürüdükten sonra yorgun, aç ve susuz Hamburg'a dönüyordum. Tam parkın ana yoluna çıktığım sırada bir bankta oturmakta olan Mr. Astley'i görüverdim. Aslında önce o fark etti beni ve seslendi. Gidip yanına oturdum. Bana karşı soğuk davrandığını görünce ben de durgunlaştım! Oysa onu görmek son derece sevindirmişti beni.

– Buradasınız demek!.. Karşılaşacağımızı biliyordum zaten, dedi. Sakın bana anlatmaya kalkmayın, biliyorum, her şeyi biliyorum. Yirmi ay boyunca başınızdan geçmiş olan her şeyi biliyorum.

– Ya, öyle mi!.. Eski dostlarınızı unutmuyorsunuz demek, diye karşılık verdim. Dostlarınızı unutmamanız size onur katar. Sahi, aklıma gelmişken sorayım: İki yüz guldenlik bir borç nedeniyle yattığım Roulettenburg hapishanesinden beni siz mi kurtardınız? Benim kim olduğunu bilmediğim biri ödemiş bu parayı...

– Yo, hayır!.. Borcunuzu ödeyen, Roulettenburg hapishanesinden sizi kurtaran ben değilim. Ama iki yüz gulden yüzünden hapse girdiğinizi biliyorum.

– Beni kurtaranı biliyorsunuz öyleyse?

– Yo, hayır, bildiğimi söyleyemem.

– Tuhaf... "Bizim Ruslar'dan kimseyi tanımıyorum. Hem zaten Ruslar burada böyle bir şey yapmazlar. Ortodoks Ortodoks'a ancak Rusya'da yardım eder. Bu işi yapsa yapsa ilginç kişilikte bir İngiliz yapmıştır" diye düşünüyordum dedim.

Mr. Astley derin bir şaşkınlıkla dinliyordu beni. Sanırım beni üzüntülü ve ümitsiz bir durumda bulacağını sanıyordu.

Kırgın kırgın bakarak;

– Sizi yine böyle başınıza buyruk, hatta neşeli gördüğüme sevindim, dedi.

Güldüm...

– Yani perişan ve üzüntülü olmadığım için içerliyorsunuz bana...

İlk anda anlayamadı, anladıktan sonra ise gülümseyerek,

– Söylediğiniz şeyler hoşuma gidiyor. Bu sözlerde o coşkun, zekî dostu buluyorum; bu kadar çok çelişkiyi bünyelerinde ancak Ruslar barındırabilir... İnsan en iyi dostunu güç bir durumda görmekten gerçekten de hoşlanır; dostlukların büyük bölümü böyle bir eziklik üzerine kuruludur. Tüm aklı başında insanların bildiği eski bir gerçektir bu. Ama bu durumda, inanın bana, sizi üzgün görmediğime tüm içtenliğimle sevindim. Sahi söylesenize bana, kumarı bırakmaya niyetiniz yok mu sizin?

– Ah, kumarı batsın! Bırakmasına bırakacağım ama eğer...

– Eğer kaybettiklerinizi geri alabilirseniz... Öyle değil mi? Sözünüzü bitirmenize gerek yok, böyle söyleyeceğinizi biliyorum. Gerçeği ağzınızdan kaçırdınız, böyle olacağını biliyordum zaten. Söylesenize peki, kumarın dışında nelerle uğraşıyorsunuz, ne yapıyorsunuz?

– Hiç, hiçbir şey...

Beni sınıyor, köşeye sıkıştırıyordu. Olup biten hiçbir şeyden haberim yoktu. Gazete yüzü görmediğim gibi, uzun süredir elime tek bir kitap dahi almamıştım.

– İnzivaya çekilmiş ve uyuşmuşsunuz siz, dedi. Yalnızca yaşamdan, kişisel ve toplumsal haklardan vazgeçmekle kalmamış, insanlık ve yurttaşlık görevlerinize, dostlarınıza da... Öyle ya, ne de olsa sizin de dostlarınız vardı, onlara da yüz çevirmişsiniz; rulette kazanmak dışında yaşamın tüm amaçlarını yadsımakla kalmayıp kendi anılarınızdan bile vazgeçmişsiniz. Yaşamınızın o coşkun ve tutkulu dönemini anımsıyorum ama siz o zamanki en iyi duygularınızı bile çoktan unutup gitmişsiniz; düşleriniz, arzularınız çift ve tek, kırmızı, siyah, ortadaki on iki rakamından öteye gitmiyor artık! İşte ben bu kanıdayım!

– Durun Mr. Astley, n'olur, lütfen anımsatmayın bunları, diye öfkeyle bağırdım. Şunu söyleyeyim ki, hiçbir şeyi unutmuş değilim; ancak bir süre için her şeyi, ta ki kendimi toparlayıncaya kadar her şeyi, hatta anılarımı bile silip atmaya çalışıyorum kafamdan. Durumum düzeldiği zaman... O zaman görürsünüz nasıl dirileceğim!

– On yıl sonra bile hâlâ burada olacaksınız. Eğer hâlâ hayatta olursam, şu oturduğumuz bankta bunu size tekrar hatırlatırım.

– Peki, öyleyse, yeter artık, diye sabırsızlıkla kestim sözünü. O kadar unutkan olmadığımı göstermek için Bayan Polina'nın şimdi nerede olduğunu sormama izin verin. Mademki borçlarımı ödeyen siz değilsiniz, o hâlde kesinlikle odur. O gün bugündür ondan hiç haber alamadım.

Hayır!.. Sanmam ki borçlarınızı ödeyen o olsun. Şimdi İsviçre'de, eğer kendisi hakkında sorular sormazsanız büyük iyilik edersiniz, diye kestirip attı.

İster istemez güldüm.

– Bu konuda siz de yaralısınız demek...

– Bayan Polina'yı bütün saygıdeğer insanlardan daha çok saygıya değer bulurum; fakat bir daha söylüyorum; kendisi hakkında sorular sormazsanız beni mutlu edersiniz. Siz onu hiç ama hiç tanımadınız. Adını ne zaman sizin dudaklarınızdan işitsem, ahlâkî duygularım inciniyor.

– Öyle mi!.. Ama yine de yanılıyorsunuz. Düşünsenize bir kere; sizinle onun dışında başka hangi konuda konuşabilirim? Söyler misiniz? İkimizin de tüm anıları onunla ilgili. Merak etmeyin, sırlarınızı öğrenmeye hiç de hevesli değilim... Bayan Polina'nın yalnızca dış yaşantısıyla, yani ne durumda olduğuyla ilgilenmiştim. Eh, bu da iki kelimeyle anlatılabilir.

– Peki öyleyse, ben de bu iki kelimeyi söyler ve konuyu kapatırım o zaman. Bayan Polina bir süre hasta yattı, hâlâ da hasta sayılır; bir süre İngiltere'nin kuzeyinde, annemle kız kardeşimin yanında kaldı. Altı ay önce büyükanne, hani şu çılgın kadın, evet, büyükanne öldü. Bir tek Bayan Polina'ya yedi bin pound bıraktı. Bayan Polina şu anda evlenmiş bulunan kız kardeşimle birlikte İsviçre'ye gezmeye gitti. Büyükannenin vasiyetnamesiyle güvence altına alınan kız ve erkek kardeşi ise Londra'da okuyorlar. Üvey babasına, yani General'e gelince, bir ay önce Paris'te felçten öldü. Matmazel Blanche ona çok iyi davrandı ama büyükannenin General'e bıraktığı her şeyi kendi üzerine geçirmekten de geri durmadı... İşte hepsi bu sanırım.

– Peki ya De Grieux?.. O da mı İsviçre gezisinde?

– Hayır, De Grieux İsviçre gezisinde falan değil. Nerede olduğunu da bilmiyorum; ayrıca sizi uyarırım, bir daha bazı adları birlikte anarak kaba ve yakışıksız imalarda bulunmayın, yoksa bozuşuruz!

– Ne yani, onca dostluğumuza karşın mı bozuşacağız?

– Evet, onca dostluğumuza karşın,..

– Binlerce kez özür dilerim, Mr. Astley. Ama izninizle belirtmek isterim: İncitimek ya da kaba hiçbir şey yok ortada; ben Bayan Polina'yı şöyle ya da böyle suçlamış değilim ki! Hem genel anlamda söylersek, bir Fransız'la genç bir Rus kızı arasındaki birleşme, ne sizin Mr. Astley, ne de benim anlayıp çözümleyebileceğimiz bir sorun olmasa gerek.

– Eğer De Grieux adını başka bir adla birlikte anmasaydınız bile, "Bir Fransız'la genç bir Rus kızı" demekle neyi amaçladığınızı sorardım size. Ne "Birleşme"siymiş bu? Hem niçin özellikle bir Fransız olsun, niçin genç bir Rus kızı olsun?

– Gördünüz mü?.. Siz de ilgileniyorsunuz işte. Ama bu uzun bir hikâyedir, Mr. Astley. Öncelikle bilmeniz gereken pek çok şey var. İnsana gülünç gelir ama aslında önemli bir sorundur bu. Bir Fransız, Mr. Astley, tam ve güzel bir biçimdir. Siz bir İngiliz olarak aynı görüşte olmayabilirsiniz; bir Rus olarak ben de -isterseniz hadi buna kıskançlık yüzünden diyelim- aynı kanıda değilim; fakat bizim genç kızlarımız bu konuda çok farklı düşünüyor olabilirler. Siz Racine'i yapmacıklı özentili ve parfüm kokularına bulanmış kabul edebilirsiniz, belki de okumak bile istemezsiniz. Racine tıpkı size olduğu gibi bana da yapmacıklı, özentili ve parfüm kokularına bulanmış görünebilir, hatta bir bakıma gülünç bile görünebilir; fakat ne olursa olsun Racine yine de çekicidir, Mr. Astley. İstesek de istemesek de büyük bir şairdir. Biz henüz ayılar gibi yaşarken, Fransız'ın ulusal tipi, yani Paris'li, zarif bir kalıba dökülmeye başlamıştı. Devrim, soyluluğun varisidir bu işte. Günümüzde artık en bayağı Fransız bile kendi inisiyatifinin, ruhunun ve yüreğinin etkisi olmaksızın, davranışları, konuşma ve hatta düşünme biçimiyle kibar ve zarif havalara girmesini becerir. Bütün bu özellikler miras yoluyla geçmiştir. Ne denli sığ, ne denli aşağılık da olsalar, böyledir bu. İşte Mr. Astley, size şu kadarını söylemeliyim ki, yeryüzünde genç bir Rus kızı kadar açık yürekli, akıllı ve samimî bir yaratık daha yoktur. Şu ya da bu rolün maskesiyle karşısına çıkacak bir De Grieux için o kızın gönlünü çelmek çok kolaydır; çünkü zarif bir kalıbı vardır, Mr. Astley; genç kız bu kalıbın mirasla edinilmiş bir giysi olduğunu nereden bilsin, bunu adamın ruhu, ruhunun ve yüreğinin doğal kalıbı zanneder o. Darılmayın ama açık açık söylemek isterim, İngilizlerin de birçoğu incelikten yoksundur, Ruslar ise güzelliğe karşı son derece duyarlı ve düşkünlerdir. Ancak ruh güzelliğini sezebilmek ve insanın olduğu gibi görünüp görünmediğini anlayabilmek için bizim kadınlarımızın, özellikle de genç kızlarımızın çok daha fazla özgürlüğe, çok daha fazla bağımsızlığa, çok daha fazla deneyime ihtiyaçları var. Bayan Polina'nın, özür dilerim adı ağzımdan kaçıverdi, sizi o De Grieux alçağına yeğ tutmaya karar verebilmesi için uzun, hem de pek uzun bir süreye ihtiyacı var. Gerçi değerinizi anlayacak, arkadaşınız olacaktır. Yüreğini size açacaktır ama yine de o alçak, o uğursuz, o aşağılık tefeci De Grieux'yu gönlünden silip atamayacaktır. Çünkü aynı De Grieux, Polina'nın karşısına zarif bir marki, düş kırıklığına uğramış bir liberâl, düşüncesiz General'e ve ailesine yardım eli uzattığı için, sözüm ona mahvolmuş biriymiş gibi çıktı. Ne mal olduğu da sonradan ortaya çıktı tabi. Ama olsun varsın, ne çıkar ki; siz ona o eski De Grieux'yu verin... Buna can atıyor! Şimdiki De Grieux'dan ne denli nefret ediyorsa, yalnızca hayallerinde de yaşasa, eski De Grieux'yu o denli özlüyor. Siz şeker rafinerisi işletiyordunuz, öyle değil mi, Mr. Astley?

– Evet, şu ünlü Lovvell ve Ortakları Firması'na ortağım.

– İşte görüyorsunuz, Mr. Astley. Bir yanda bir şeker fabrikatörü, öbür yanda Belvedere Apollon'u; uzaktan yakından hiçbir benzer yanları yok. Oysa ben şeker fabrikatörü bile değilim, alt tarafı basit bir rulet kumarbazıyım, dahası uşaklık bile ettim, Bayan Polina hiç kuşkusuz çoktan öğrenmiştir bunu, öyle ya, görünüşe bakılırsa uçan kuştan haber alıyor.

Mr. Astley soğuk ve düşünceli bir tavırla,

– Acı çektiğiniz için söylediklerinizi duymuyor gibisiniz, saçma sapan konuşuyorsunuz, dedi. Hem söyledikleriniz de yeni hiçbir şey yok.

– Haklısınız! Yalnız, soylu dostum, işin asıl korkunç yanı da bu değil mi zaten. Benim bütün suçlamalarım ne denli eskimiş, ne denli bayağı ve ne denli gülünç olursa olsun, yine de doğru! Siz ve ben, hiçbir şeyin üstesinden gelemedik, avcumuzu yaladık!

– Alçakça saçmalıklar bunlar... Çünkü, çünkü... Anlatayım da görün öyleyse, diye bağırdı.

Mr. Astley'in sesi titriyor, gözleri kıvılcımlar saçıyordu.

– Anlatayım da görün öyleyse, nankör, kötü yürekli, zavallı!.. Ben Hamburg'a onun isteğine uyarak sizinle görüşmek, içtenlikle uzun uzun konuşmak ve sonra da ona her şeyi... Duygularınızı, düşüncelerinizi, umutlarınızı ve... Anılarınızı anlatmak için gelmiştim!

– Gerçekten mi?.. Doğru mu bu?.. diye haykırdım.

Gözlerimden yaşlar boşandı. Sanırım ömrümde ilk kez oluyordu böyle bir şey, gözyaşlarıma hâkim olamıyordum.

– Evet, mutsuz adam, o sizi seviyordu. Bitip tükenmiş biri olduğunuza göre artık söyleyebilirim! Bu kadarla da kalmıyor, eğer sizi bugün bile sevdiğini söylesem, bunu bile bile yine burada kalırsınız, çekip gitmezsiniz! Evet, kendi kendinizi mahvettiniz siz. Yetenekliydiniz oysa iyi bir zekâya sahiptiniz, kötü biri sayılmazdınız; doğru dürüst adamlara ihtiyaç duyulan ülkenize yararınız dokunabilirdi. Oysa siz... Siz burada kalacak ve yaşamınızı hebâ edeceksiniz. Sizi suçlamıyorum. Bence tüm Ruslar zaten böyledir ya da böyle olmaya yatkındırlar. Rulet olmasa bile, ona benzer bir şeye kaptırırdınız kendinizi. Bu kuralın dışında olanlar çok nadirdir. Emeğin ne demek olduğunu anlamayan ilk siz değilsiniz -köylülerinizden söz etmiyorum. Rulet tam Ruslara göre bir oyun. Şimdiye kadar namuslu kaldınız, hırsızlık etmektense uşaklık etmeyi yeğlediniz... Ama yarın başınıza neler gelebileceğini düşündükçe korkuyorum. Neyse, bu kadar yeter. Hoşça kalın! Kuşkusuz paraya ihtiycınız vardır? Alın şu on Lui altınını, daha fazlasını vermiyorum. Çünkü nasıl olsa kumarda kaybedeceksiniz. Alın şunu ve hoşça kalın! Hadi, alın şunu!

– Hayır, Mr. Astley, bütün o söylediklerinizden sonra, şimdi nasıl olur da...

– Alsanıza şunu! diye haykırdı. Hâlâ onurlu bir insan olduğunuzdan şüphe duyuyor değilim. Bir dostun candan bir dostuna verdiği para olarak kabul edin bunu. Eğer kumarı bırakıp Hamburg'dan ayrılacağınıza inansam, yeni bir işe başlayasınız diye size bin pound verirdim. Ama bin pound yerine yalnızca on Lui altını veriyorum; çünkü bugün sizin için ha bin pound, ha on Lui altını... Sonuç hep aynı... Kumarda kaybedeceksiniz. Alın ve hoşça kalın!

– Ayrılırken size sarılmama izin verirseniz alırım.

– Ooo, elbette!

Dostça bir kucaklaşmanın ardından Mr. Astley uzaklaştı.

Hayır, yanılıyordu! Polina ve De Grieux konusunda sert ve budalaca konuştuysam, o da aynı şeyi Ruslar için yapmıştı. Kendim için söylemiyorum bunu. Zaten... Hem zaten önemsemeye değmez. Bütün bunlar lâf, hep lâf, oysa lâfı bırakıp işe koyulmalı! Şimdi en önemli şey, İsviçre! Yarın, ah ne olurdu yarın hemen yola çıkıp gidebilseydim! Hayatımını yeniden kurmak, yeniden doğabilmek! Göstermeliyim onlara... Hâlâ insan olabileceğimi anlasın Polina. Yeter ki... Ama hayır, artık çok geç! Ama yarın belki olabilir... Ah, hissediyorum, başka türlü olamaz zaten! Şu anda on beş Lui altınım var. Bir zamanlar on beş guldenle başlamıştım! Eğer dikkatli başlarsam... Ama tehlikeye girmeden de olmaz ki, çocukluk etmenin sırası değil! Mahvolduğumu anlamıyor muyum sanki! İyi de niçin yeniden doğmayayım? Evet! Ömrümde bir kez olsun sabırlı ve tedbirli davranırsam tamamdır. İşte hepsi bu! Bir kez olsun kişiliğimi bulsam, bir saat içinde tüm yazgımı değiştirebilirdim! Bütün iş güçlü olmakta. Şu son felâketten yedi ay önce Roulettenburg'da neler olup bittiğini anımsamam yeterli. Ah, gözümü nasıl da karartmıştım: Her şeyi ama her şeyi kaybetmiş... Tam istasyondan çıkıyordum ki, bir de baktım, yeleğimin cebinde bir gulden kalmış. "Vay canına, yemek param varmış meğer!" dedim kendi kendime. Ama yüz adım kadar gitmedim, vazgeçip geri döndüm. O bir guldeni manque -bu kez manque üzerinde karar kılmıştım- üzerine oynadım. İnsan yabancı bir ülkede, yapayalnız, sevdiklerinden uzakta, o gün ne yiyeceğini bile bilmeden son, evet, en son guldenini de ortaya koyduğu zaman içi bir tuhaf oluyor! Kazandım ve yirmi dakika sonra istasyondan cebimde yüz yetmiş beş guldenle ayrıldım. İşte aynen böyle oldu! Bazen tek bir guldenin ne anlama geldiğini görüyorsunuz işte! Peki, ya o gün böylesine ihtiraslı, böylesine cesur olmasaydım!

Yarın, yarın her şey sona erecek artık!

1867

son

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro