Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

XIV. BÖLÜM


Elimde olmaksızın bir çığlık attım.

Polina,

– Ne var? Ne oldu? diye sordu şaşılası bir tavırla.

Yüzü solgundu, üzgün bir hali vardı..

– Daha ne olsun? Siz! Burada, benim odamda ha!

– Eğer gelirsem, tam gelirim. Beni bilirsin. Şimdi görürsünüz, mum yakın hele.

Bir mum yaktım. Polina ayağa kalktı, masaya yaklaştı, önüme açık bir mektup koydu.

– Okuyun! dedi.

Mektubu alırken,

– Bu... Bu De Grieux'nun el yazısı! diye bağırdım.

Ellerim titriyor, satırlar gözlerimin önünde dans ediyordu. Mektuptaki sözler tam olarak aklımda değil ama kelimesi kelimesine olmasa bile, içeriği yaklaşık şöyleydi:

"Matmazel," diyordu De Grieux, "Tatsız birtakım olaylar beni buradan hemen ayrılmak zorunda bıraktı. Kuşkusuz sizin de gözünüzden kaçmamıştır, durum iyice açıklığa kavuşmadan size son bir açıklama yapmaktan özellikle kaçındım. Akrabanız olan yaşlı kadının -de la vieille dame- gelişi, saçma sapan davranışları, tereddütlerime son verdi. Kendi işlerimin bozukluğu, bir zamanlar kapıldığım tatlı umutlara fazla ümit bağlamaktan beni alıkoyuyor. Olup bitenlere üzülüyorum ama davranışlarımda bir centilmene ve dürüst bir adama -gentilhomme et honnéte homme- yakışmayacak hiçbir şey bulmayacağınız kanısındayım. Neredeyse tüm paramı üvey babanıza borç vererek kaybetmiş durumdayım, elimde kalanları ise kendi ihtiyacım için kullanmak zorunda kaldım. Bana ipotek edilen malların satışına bir an önce başlamalarını Petersburg'daki dostlarıma bildirdim. Ancak sizin o düşüncesiz üvey babanızın kişisel servetinizin de altından girip üstünden çıktığını bildiğim için, borcundan elli bin frangı bağışlamaya karar verdim; bu tutarın karşılığı olan senetleri geri veriyorum; böylece kaybetmiş olduklarınızı mahkeme yoluyla geri alabileceksiniz. Umarım matmazel, bu davranışımın size çok yararı dokunur. Böylece onurlu ve soylu bir insana düşen görevi yerine getirdiğim umudundayım. Şuna emin olun ki, hatıranızı sonuna dek kalbimde saklayacağım..."

Polina'ya dönerek,

– Eh, her şey ortada, dedim. Sonra da öfkeyle ekledim: Ne yani, daha farklı bir şey mi bekliyordunuz?

– Hiçbir şey beklediğim falan yok, diye yanıt verdi serinkanlı görünmeye çalışarak. Ama sesi titriyordu. Uzun zamandır aklım başıma gelmişti, adamın düşüncelerini bir bir okuyor, ne mal olduğunu çok iyi biliyordum. Ancak o peşinde koşacağımı, aklınca üsteleyeceğimi sanıyordu...

Durdu, cümlesini bitiremedi, dudaklarını ısırdı, susuyordu.

– Ona karşı bile bile daha da küçümseyici bir tavır takındım, diye yeniden başladı. Ne yapacağını merakla bekliyordum. Eğer telgraf gelmiş olsaydı üvey babam olacak o budalanın ona olan borcunu suratına fırlatıp kovacaktım! Epeydir, evet, epeydir canıma tak demişti zaten. Ah, eskiden böyle biri değildi, hiç ama hiç değildi. Oysa şimdi, şimdi!.. Ah, o elli bini o iğrenç suratına fırlatabilseydim, bir de tükürüverseydim... Ne iyi olurdu ama!

– Ama o belge, geri verdiği o elli binlik senet General'de değil mi? Onu alın ve De Grieux'ya geri verin.

– Yo, bu aynı şey değil! Aynı şey değil...

– Evet, doğru, aynı şey değil! Hem artık General'den ne beklenebilir ki? Peki ya büyükanne ne güne duruyor? diye bağırıverdim birden.

Polina dalgın dalgın ve sabırsızca bana baktı.

– Niçin büyükanne? dedi çaresizlikle. Onun yanına gidemem. Hiç kimseden özür dilemek istemiyorum, diye ekledi öfkeyle.

– Peki ne olacak öyleyse? diye haykırdım. – Şu De Grieux denilen herifi nasıl oldu da sevebildiniz? Ah, alçağın biri! İsterseniz düelloda öldüreyim onu! Nerede şimdi?

– Frankfurt'ta, üç gün orada kalacakmış.

Aptalca bir coşkunluğa kaptırmıştım kendimi:

– Bir tek sözünüz yeter, yarın hemen atlar giderim, ilk trenle! dedim.

Güldü:

– Niye ki? Belki de o zaman size 'Şu elli bin frangı önce bana geri verin de' diyecektir. Hem ne diye dövüşsün ki?.. Düpedüz aptallık olur bu!

– İyi ama şu elli bin frangı nereden bulabiliriz? diye dişlerimin arasından homurdanıp duruyordum boyuna. Sanki sokaktan toplayacaktım o parayı! Baksanıza: Mr. Astley'e ne dersiniz? diye sordum. Garip bir fikir gelmişti aklıma.

Gözleri parladı.

– Ne yani, beni kendi elinle mi gönderiyorsun o İngiliz'in yanına? dedi.

Acı acı gülümsüyor, dik dik yüzüme bakıyordu. İlk kez "Sen" diye hitap bana.

Heyecandan olsa gerek, bayılacak gibi olmuştu, birdenbire divana çöktü, son derece bitkindi.

Ansızın kafamda bir şimşek çaktı; gözlerime, kulaklarıma inanamıyor, öylece dikilip duruyordum! Ne?.. Demek beni seviyordu ha! Bana gelmişti, Mr. Astley'e değil! Onun gibi bir genç kız tek başına otele, benim odama geliyordu... Böylece onun bunun diline düşmeyi bile göze alıyordu. Bense karşısına geçmiş, aptal aptal dikilip duruyordum.

Kafamda çılgınca bir düşünce belirdi.

– Polina! Bana bir saat zaman ver! Yalnızca bir saat bekle... Hemen dönerim! Başka... Başka çaremiz yok! Göreceksin bak! Burada dur, bekle!

Sorgu dolu bakışlarına yanıt vermeden ok gibi fırladım odadan; arkamdan seslenerek bir şeyler söyledi ama geri dönmedim.

Evet, insanın kafasına kimi zaman öyle çılgınca, öyle akıl almaz düşünceler saplanır ki, bu düşüncelerin gerçekleşeceğine gerçekten inanmaya başlar... Dahası var: Eğer bu düşünce çok güçlü ve tutkulu bir isteğe dayanıyorsa, çoğu zaman yazgının hazırladığı, kader gibi, gerçekleşmemesi olanaksız, kaçınılmaz bir şey gibi görünür! Belki de bu, önsezilerin bir birleşimi, istencin olağanüstü bir çabası, imgelem kudretinin doğurduğu bir tür zehirlenme ya da buna benzer bir şeydir... Ne olduğunu bilmiyorum ama o akşam -o akşamı yaşadıkça unutamam- başımdan mucize gibi bir olay geçti. Aslında matematiksel olarak kolayca açıklanabilir. Ama ben de yine de bunu bir mucize sayıyorum. Peki ama o kesin duygu nasıl olmuştu da uzun zamandan beri içimde böylesine derin, böylesine güçlü bir biçimde kök salmıştı? Kafamı hep bu soru kurcalıyordu; ayrıca şunu bir daha belirtmek isterim, bunu -rastlantısal değil- başıma gelmesi kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görüyordum!

Saat onu çeyrek geçiyordu; kumarhaneye girdiğimde daha önceleri hiç duymadığım bir güven ve aynı zamanda derin bir coşkunluk içindeydim. Kumar salonları sabahkinden yarı yarıya daha tenha olmasına karşın, yine de kalabalık sayılırdı.

Gecenin onundan sonra masaların çevresinde ruletten başka şey bilmeyen gerçek kumarbazlar kalır; bunların yapacak başka işleri yoktur, buraya geliş nedenleri yalnızca rulettir; mevsim boyunca kumardan başka hiçbir şeyle ilgilenmezler, sabahtan akşama kadar kumar oynarlar, ellerinden gelse, bütün bir gece oyuna devam ederler. Geceyarısı rulet masaları kapanınca çok üzülürler ve isteksizce dağılırlar. Saat on iki olup da kapanıştan önce başkrupiye, "Les tris derniers cups, messieurs!" diye bağırınca, bu kumarbazlar kimi zaman ceplerindeki son meteliği bile bu son üç oyuna yatırmaya hazırdırlar; bu yüzden en büyük kayıplar bu son üç oyunda verilir. Ben hemen daha önce büyükannenin oturduğu masaya gittim. Pek kalabalık olmadığı için masanın yanında ayakta duracak bir yer buldum. Tam önümde, yeşil çuhanın üstünde "Passe" yazılıydı.

"Passe" on dokuzdan otuz altıya kadar olan sayılar serisi anlamına gelir. Birden on sekize kadar olan birinci seriye ise "Manque" denir ama benim bunlara aldırış ettiğim falan yoktu! Hesap yapmıyordum, son kazanan numarayı bile işitmemiştim; oysa işi sıkı tutan bir kumarbaz, oyuna başlarken bunu hemen sorup öğrenirdi. Bütün paramı, yani yirmi Frederik altınımı çıkardım ve önümdeki passenin üzerine koydum.

Krupiye,

"Vingt deux" diye seslendi.

Kazanmıştım, hepsini yeniden sürdüm; hem kazandığımı, hem de ilk sürdüğümü...

Krupiye,

"Trente et un!" dedi.

Yine kazanmıştım! Toplam seksen Frederik altını ediyordu!

Seksenini de ortadaki on iki sayısının üzerine koydum, -bunlar bire üç verirdi ama kazanma şansı da bire ikiydi- sehpa döndü ve yirmi dört geldi. Ellişer Frederiklik üç desteyle bozuk olarak on altın ödediler; şimdi ilk sürdüğüm parayla birlikte toplam iki yüz Frederik altınım olmuştu.

Bütün vücudumu ateş bastığını hissettim, tüm parayı kırmızının üstüne sürdüm... Ama birden aklım başıma geliverdi! Bütün o gece boyunca ilk kez korkunun buzlu parmaklarını üzerimde duydum; ellerim titriyor, dizlerimin bağı çözülüyordu. Kaybetmenin benim için ne anlama geldiğini o anda dehşetle anlamıştım! Bütün bir yaşamımı ortaya sürmüştüm!

Krupiye,

"Rouge!" diye bağırdı.

Derin bir oh çektim, bütün vücudum ateşler içinde yanıyor, zonkluyordu. Kazandığım parayı bu kez banknot olarak ödediler, böylece dört bin florin ve seksen altınım olmuştu -o sırada hâlâ hesaplayabiliyordum!

Ondan sonra yine ortadaki on iki sayının üstüne iki bin florin koyup kaybettiğimi anımsıyorum; altınlarla seksen Frederiki sürdüm ve kaybettim. Öfkeden deliye dönüyordum; o hırsla geri kalan iki bin florini birinci sıradaki on iki sayısının üstüne koydum... Hem de hiç düşünmeden, gözümü karartarak! Çok kısa bir bekleyiş anı geçti, belki Bayan Blanchard da Paris'te balonundan fırlayıp da yere çakılırken buna benzer bir duyguya kapılmıştı.

Krupiye yine,

"Ouatre" diye bağırdı.

Bir öncekiyle birlikte şimdi yine altı bin florinim olmuştu. Zafer havasına girmiştim artık, hiçbir şeyden korkmuyordum. Siyaha dört bin florin sürdüm. Ben siyaha oynar oynamaz hemen ardımdan sekiz-dokuz kişi de aceleyle siyaha oynadı. Krupiyeler bakıştılar, aralarında sessizce bir şeyler konuştular. Çevremizde herkes konuşuyor ve bekliyordu.

Siyah kazandı. Ondan sonra ne sürdüğüm paranın miktarını anımsıyorum, ne de kazandığım parayı. Yalnızca hayal meyal, yaklaşık on altı bin florin kazandığımı anımsıyorum; birdenbire o şanssız üç oyunda on iki bin kaybettim; derken son dört bini passe'a yatırdım, -o anda hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey düşünmüyordum, bir makine gibiydim, sadece bekliyordum- yine kazandım; hemen ardından üst üste dört el daha kazandım. Yalnızca binlerce florin kazandığımı anımsayabiliyorum, bir de çok ümit bağladığım ortadaki o on iki sayının daha sık çıktığını anımsıyorum. Düzenli olarak, hiç sektirmeden üçer-dörder kez üst üste çıkıyor, sonra iki el ara verdikten sonra yine dört kez birbiri ardından geliyordu. Aslında böylesine şaşırtıcı rastlantılar zaman zaman görülür ve ellerinde kalemlerle hesap yapan kumarbazların kafalarını allak bullak eder. Talih kimi zaman ne cilveler oynar insana!

Sanırım salona geleli daha yarım saat bile olmamıştı. Birden krupiye bana otuz bin florin kazandığımı, kasanın bundan daha fazla kaybetmesine izin verilmediğini, bu nedenle rulet masalarının ertesi sabaha kadar kapalı kalacağını bildirdi. Altınlarımı alıp ceplerimi doldurdum, banknotlarımı da toparladım, hemen öbür salondaki başka bir rulet masasına gittim, kalabalık da ardımdan koştu; orada bana hemen bir yer açtılar, yine hiç hesap yapmadan rastgele oynamaya başladım. Beni kurtaran neydi, bilemiyorum!

Gerçi ara sıra yine de birtakım ince hesaplara dalmıyor değildim. Ama az sonra bunlardan vazgeçiyor, yine gelişigüzel para sürmeye başlıyordum. Çok dalgın olmalıydım! Krupiyelerin oyun sırasındaki yanlışlarımı sayısız kere düzelttiklerini anımsıyorum. Büyük hatalar yapıyordum. Şakaklarımda boncuk boncuk ter birikmişti, ellerim titriyordu. Polonyalılar başıma üşüşüp yardım etmek istediler ama hiçbirini ciddiye almadım. Şansım yaver gidiyordu! Bir ara çevremden konuşmalar, kahkahalar yükseldi. Herkes,

"Bravo, bravo!" diye bağırıyordu, hatta alkışlayanlar bile oldu. Burada da otuz bin florin kazanarak kasayı iflas ettirmiştim, bu yüzden oyunu ertesi sabaha kadar kapatıyorlardı.

Sağ yanımdan birisi,

"Gidin, gidin!" diye fısıldadı.

Frankfurtlu bir Yahudi'ydi bu; oyun süresince hep yanı başımda durmuş ve sanırım zaman zaman da bana yardım etmişti.

Bir başka ses de sol kulağıma fısıldıyordu:

"Tanrı aşkına, gidin!"

Dönüp baktım. Sade, kibar giyimli, otuz yaşlarında bir kadındı. Hastalıklı solgunluğuna ve yorgun görünümüne karşın yüzü hâlâ eski güzelliğinin izlerini taşıyordu. O sırada masadaki altınları topluyor, banknotları tıkarak ceplerime dolduruyordum. Son elli franklık desteyi aldım ve kaşla göz arasında solgun yüzlü kadının eline tutuşturuverdim; bunu yapmak için korkunç bir istek duymuştum; anımsıyorum da ince uzun parmakları elimi nasıl da derin bir minnetle sıkmıştı! Bütün bunlar bir anda olup bitivermişti.

Paraların hepsini toparladıktan sonra soluğu hemen trenle et quarante masasında aldım. Trenle et guarante, soylulara özgü bir oyundur. Rulet gibi değildir, iskambil kartlarıyla oynanır. Burada kasa bir seferde yüz bin thaler ödeyebilir. Sürülmesine izin verilen en yüksek para miktarı burada da dört bin florindir. Bu oyun nasıl bir şeydi, kuralları neydi, bilmiyordu; tek bildiğim, siyahın ve kırmızının üstüne para sürüldüğüydü. Bu yüzden ben de onları gözüme kestirdim. Bütün bu süre içinde Polina'yı bir kez olsun düşünüp düşünmediğimi anımsamıyorum. Önüme yığılan banknotları yakalayıp büyük bir zevkle çekerken kendimden geçiyordum.

Gerçekten de yazgım beni belirli bir yöne doğru sürüklüyor gibiydi. Sanki bile bile yapılıyormuş gibi, bu oyunda sık sık görülen aynı ilginç durum yine ortaya çıktı. Şans kimi zaman, diyelim ki kırmızıya gülüyor, on, hatta on beş el hep kırmızı kazanıyordu. İki gün önce anlatmışlardı: Geçen hafta kırmızı birbiri ardına tam yirmi iki el kazanmış; oysa böyle bir durum rulette görülmüş işitilmiş şey değilmiş, görenler anlata anlata bitiremiyorlardı. Kuşkusuz bir süre sonra hiç kimse aynı renge para sürme tehlikesini göze alamıyordu. Ama tecrübeli kumarbazlar "Talihin cilvesi"nin ne demek olduğunu iyi bilirler. Örneğin kırmızının on altı kez üst üste çıkmasından sonra, on yedinci elde siyah çıkacakmış gibi gelir. Toy oyuncular işte bu akla uyup yanılırlar, sürdükleri parayı iki-üç katına çıkarırlar ve büyük kayıplara uğrarlar.

Ama ben şaşılası bir inatla, tam yedi kez üst üste çıkan kırmızıya dadanmıştım bir kere. İtiraf edeyim ki, bunda yarı yarıya gururun da payı vardı. Akıl almaz bir meydan okuyuşla çevremdekileri kendime hayran bırakmak istiyordum, ne garip bir duygu! Gururumu ortaya koymaksızın tehlikeye atılıvermek için birdenbire korkunç bir istek duyduğumu çok iyi anımsıyorum. Belki de insan ruhu böyle art arda bin bir türlü duygudan geçtikten sonra doymak bilmiyor, giderek hırçınlaşıyor, bitkin düşünceye kadar yeni yeni ve daha güçlü duygulara kapılıyordu. Yalan değil, doğru söylüyorum, eğer kurallar bir elde elli bin florin sürmeme izin verseydi, gözümü kırpmadan yapardım bunu. Çevremdekiler yaptığımın delilik olduğunu, kırmızının on dört eldir üst üste çıktığını söylüyorlardı bağıra çağıra.

Yanı başımda birisinin,

"Monsieur, a gagné déjâ cent mille florins!" diyen sesini işittim.

Birdenbire aklım başıma geliverdi. Ne?.. Bu akşam yüz bin florin kazanmıştım demek! Daha fazlasını ne yapacaktım ki? Hemen banknotlara saldırdım, saymadan ceplerime doldurdum, üst üste yığılmış altın paraları da topladım ve dışarı fırladım. Salonlardan geçerken tıka basa dolu ceplerim ve altınların ağırlığı yüzünden yalpalaya yalpalaya yürüdüğümü görenler gülmekten kırılıyorlardı. Sanırım dokuz kilo kadar altın vardı üzerimde. Bana doğru birkaç el uzandı, ben de ne kadar olursa avuç avuç dağıttım. Kapının yanında iki Yahudi beni durdurdu.

"Cesur birisiniz, hem de çok cesur!" dediler. "Ama yarın sabah acilen çekip gidin buradan, yoksa her şeyinizi kaybedersiniz..."

Onlara kulak asmadım. Cadde öylesine karanlıktı ki, burnumun ucunu dahi göremiyordum. Otel yarım verst kadar ötedeydi. Kendimi bildim bileli ne hırsızlardan korkardım ne de haydutlardan; o anda böyle şeyleri aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Aslında yol boyunca aklımdan neler geçirdiğini doğru dürüst anımsamıyorum, sanırım hiçbir şey düşünmüyordum. Yalnızca büyük bir zevk duyuyordum. Nasıl anlatayım bilmem ki, başarı, zafer beni sarhoş etmişti sanki. Gözlerimin önünde Polina'nın hayali canlanıyordu; birazdan yanına gideceğimi, ona kavuşacağımı, her şeyi anlatıp kazandığım parayı göstereceğimi düşlüyordum... Ama az önce bana söylediklerini, kumar salonuna niçin gittiğimi unutmuş gibiydim. Bir buçuk saat önceki o taptaze duygular bir daha anımsayamayacağımız kadar uzak bir geçmişte kalmış gibi geliyordu bana, artık her şey yeniden başlayacaktı çünkü. Caddenin sonuna ulaştığımda birdenbire dehşete düştüm: 'Ya şimdi beni soyarlar ve öldürürlerse?' Her adımda daha çok paniğe kapılıyordum. Koşmaya başladım. Ansızın ışıl ışıl pencereleriyle otel karşımda beliriverdi. Tanrıya şükür, gelmiştim!

Koşa koşa odamın bulunduğu kata çıktım, odamın kapısını açtım. Polina oradaydı, kollarını birleştirmiş, divanın üzerinde, yanan mumun karşısında oturuyordu. Şaşkın şaşkın bana baktı. Kuşkusuz o anda çok garip görünüyor olmalıydım. Önünde durdum ve paralarımı kümeler hâlinde masaya boşaltmaya başladım.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro